KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 340

 9 Eylül 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Patlayamayasıca Turizm!..


Merhabalar,

Yaz bitti bitiyor. Turizm sezonu bazı yörelerde sona erdi bile. Bir türlü patlayamayan turizmi yakından tanımasamda biliyorum. Ama yakından tanıdığım, turizm yüzünden patlamış bir dostum var. Adaşım ve hemşehrim Cem Polatoğlu. Yıllardır emek verdiği sektörün en tepesine aday bu sıralar. Doğal olarak "dert"leri dile getirmekten de geri kalmıyor. Bugün elime ulaşan bir yazısını sizlerle burada paylaşmak istiyorum, daha sonra da biraz laflarız yer kalırsa.

"KDV’Mİ GERİ İSTİYORUM !!!

1. İstiyorum!. Çünkü bizde %18 olan bu oran, Akdeniz çanağındaki; Yunanistan, İspanya, Tunus, Mısır vs. gibi rekabet etmemiz gereken ülkelerde, Turizm sektöründe %4 USD’lere düşmektedir. Hatta bazı ülkelerde "0" bazılarında ise KDV tamamen iade edilmektedir. Bu demektir ki ben rakiplerimden daha maçın başında en az %14 hatta %18 gerideyim.

2. İstiyorum!. Çünkü ben de ihracatçı gibi faturamı tamamen yurt dışına kesiyorum, döviz kazandırıyorum. Param da yurtdışından geliyor. Peki niye ihracatçı sayılmıyorum? Yada KOBİ'ler gibi "İhracatı Teşvik Yasası"ndan faydalandırılamıyorum. Ben üvey evlat mıyım? Benim getirdiğim döviz, döviz değil mi?

3. İstiyorum!. Çünkü dericisi, çorapçısı yurtdışına 100 $’a sattığı malın imalatının (hammaddesinin) 90 $’ını ithal malla gerçekleştiriyor. Yani malın %90’nını yurtdışına ödüyor. Ama 10 $’lık "yurtiçi değeri" için 100 $'a göre teşvik alıyor. Oysa ben % 100'ünü yurtiçinde "imal" ediyorum.

4. Ben her 100 USD.’lık satışımın (yada maliyetimin) 100 USD’sini de, yani %100 ünü yurtiçinde harcarım, Hammaddem; otelim, şoförüm, otobüsüm, lokantam, müzem, rehberim vs. vs. dir. Ama derdim; %100 yerli üretimle gerçekleştirdiğim, 32 sektörü faydalandırdığım, milyonlara istihdam sağladığım, Ülkemin yerinde duran, alınıp götürülemeyecek kültürünü sattığım halde üvey evlat muamelesi görmek... Benim Turistim Efes’e, Bergama’ya, Kapadokya'ya toplam 1 haftalık Anadolu turunda 200-250 usd “BAKTIKLARINA” para ödüyor. Var mı sevgili devletim başka ticarette böyle güzel para?

Son Söz; YA KDV’Mİ İNDİRİN, YA İADE EDİN!!!"


Turist olarak birkaç senedir, Susurluk'ta yediğim tost ve ayranı saymazsak, memlekete bir hayrı dokunmamış biri olarak sadece tekbirşey söylemek geliyor içimden; "Ayıp oluyor beyler!.." Gerçekten ayıp ediyorsunuz bu dumansız fabrikalara. Yıllardır patladı çatladı teranesiyle vakit öldüren büyüklerimden hiçbiri bu konuda kafa yormuyor mu acaba? Ya da yormaya engelleri mi var. Alabildiğine rekabetin yaşandığı bir sektörde, bu denli tertemiz paranın cillop bir ciğer gibi asılı durduğu bir yerde, sadece kedi gibi bakmaktan ne medet umulur anlamam. Tesisse tesis, tarihse tarih, doğa ise Allahı olan bir güzelim memleketi Almanya'dan Rusya'dan gelen, yanlarında getirdikleri ançuezi bedava ekmeğe katık eden, girdikleri otelden kapı dışarı adım atmadan basıp giden, 5 yıldızlı tesislerde hizmeti 3 paraya satın alan turiste mahkum bırakan kifayetsiz yetkililere bir çift lafımız olmalı. Alacağınız 2 kararla, almak için ne tavizler verdiğiniz milyar dolarların birkaç mislini memlekete kazandırmaya hazır turizmcilerin olduğu bir ülkeyi yönetmektesiniz, unutmayın. Tertemiz, son kuruşuna kadar memleketimde kalacak bu paraya sırt çevirmek neden? Sizden beklenen kulak vermeniz ve niyet beyanınızın arkasında durmanız. Gerisini onlar zaten hallederler. Tüm olumsuzluklara rağmen başarıyorlarda. Bu kısır senenin sonunda bile hedefleri tutturmak üzereler. Yapılacak şey, hedefi büyütmek, yolu açmak ve gölge etmemek. Başkaca bir ihsan isteyen olmasa gerek.

Bugün 9 Eylül İzmir'in Kurtuluşu. Alınan karara göre galiba bu sene Yunan'ı denize dökmeyecekmişiz. Yerinde bir karar inşallah uygulanır. Yunan'ı denize döküp yerlerde süründürme taklidi yapacağımıza, turizm konusunda bizi kat be kat geçmiş komşumuzun ettiklerini taklit etmeye çalışalım azıcık. Küçük hesaplarla uğraşmayı bırakıp, büyük hedefler için yol almanın vakti geldi de geçiyor. Bu sene geçti, gelecek sene için bile geç kalmak üzereyiz. Gene de zararın neresinden dönülse kardır.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 Başüstüne : Em.Piy.Kıd.Alb. Hakkı Mert


Biri bizi gözetliyor

Efendim malumunuz insan tekavite ayrılınca vakti bol oluyor. Eskiden sadece ajans dinlemek için baktığım televizyona daha çok bakar oldum netekim.

Sadece neşriyatı ve kompüterde Interneti takip etmek yetmiyor netekim. Vakti çok alsa da televizyona da bakmak gerekir netekim. Damat ve kızım evde canım sıkılmasın diye kablo tv getirttiler. Efendim, televizyon radar teçhizatı gibi anten üzerinden işleyen bir cihazdır, bu kablo olayını pek anlayamadım ama frekansların bazısı çok güzel.

Cihan ve memleket ile ilgili ajansı seyrettikten sonra ilmi ve fikri alanda şahsımı aydınlatan ilmi frekanslara bakıyorum. Feza ve tabiat ile ilgili bir sürü şey öğrendim. Frekansı seyrederken önemli bilgileri not alıyorum netekim; bize en yakın galaksi androemada, çitalar 90 km ile seyrü sefer edebiliyorlar, somon balıkları tenasül için uzun bir yol kat ediyorlar.

Efenim sadece ilmi frekanslar olmaz tabi, arada başka frekanslarda sinema bakıyorum. Sabahları Belgin Doruk hanımefendinin sineması çıkarsa hiç kaçırmıyorum. Gençliğimde ziyadesiyle beğenirdim.

Neyse lafı uzatmadan asıl mevzuya gelmek istiyorum. Geçenlerde televizyonda hangi frekansa baksam diye neşriyatlara bakarken "biri bizi gözetliyor" namlı bir sinema dikkatimi çekti. Bu olsa, olsa bir ajan sinemasıdır, ben de pek severim. Büyük Britanyalı James Bond beyefendi vardır ki pek iyidir ama tabi ki bizim de İngiliz Kemal namlı bir vatan evladımız vardır, ondan iyidir netekim.

Efendim neşriyatın dediği vakitte televizyonun karşısına geçip, "Biri bizi gözetliyor" namlı sinemayı seyretmek gayesiyle o frekansı buldum. Üstte "Biri bizi gözetliyor" damgasını görünce geç kaldığımı düşündüm, sinema çoktan başlamış. İşte şaşkın bir sivil neşriyat, hata yapmış netekim.

Sinema bir evde geçiyordu. Genç nesilden birkaç şahıs vardı. Şahısların adları Türkçe zikredilince bu sinemanın yerli bir sinema olduğunu anladım. Memleketimizde ajan sineması yapılması gurur verici netekim.

Efendim televizyonun karşısında bekliyorum ki bir şey olsun, bir casusluk yada bir cana kasıt falan ki belki detektif olayı çözecektir netekim. Ajan sineması öyle olmaz mı? ya moskoflar bir kumpas yaparlar ve James Bond beyefendi duruma müdahale eder yada Hercules Poirot bir cinai olayı çözer, di mi efendim? Kimin kimi gözetlediğini ise anlamadım. Bunlar mı moskofları gözetliyor yoksa KGB namlı enteljensiyans mı? bunları gözetliyor keşfedemedim.

Bir sürü gençten zat evin içinde dolanıyorlar, biri bulaşık yıkıyor, bir diğeri de gitmeyen bir velespitin üstünde kafa sallıyor. Sonra efendim sinema evin yatak odasını gösterdi. İki hanım konuşuyorlar. Şimdi dedim ya moskofların hain kumpası açıklanacak yada bu genç hanımlardan biri cinai bir olayın kurbanı olacak.

Hayır efendim nerde. Oradan, buradan laf olsun, torba dolsun misali konuşuyorlar. Allah sizi inandırsın bir yirmi dakika konuştular. Ömrümde böyle buhranlı bir ajan sineması görmedim. Gittim çay demledim, bir şeyler yedim, döndüm, hala konuşuyorlar. Saçının rengi ne olmalıymış?

Efendim iyice bunaldım, ilmi frekansa geçtim. Aslanların beşeri hayatını anlatıyordu, onu seyrettim. Daha sonra feza ile ilgili bir şeyler vardı ona da baktım. Ecnebiler fezaya çıktılar efendim, biz yerimizde sayıyoruz.

Sonra bir ara merakımı cezbetti, tekrar ajan sinemasının olduğu frekansa geçtim. Yok, bir şey yok efendim. Yemek yapıyorlar, Tarkan namlı bir popçu hakkında mülahazara da bulunuyorlar. "Bu ne ajan ne de cinai sinema olamaz, hatta sinema bile olamaz" dedim. İlmi bir frekansta değil, hiçbir aslan, kaplan yok. Memleket ve Cihan meseleleri üzerinde de mülahazarada bulunmuyorlar, türkü söyledikleri de yok, ajans hiç değil. Peki nedir bu efendim? Çözemedim valla.

Daha sonra sinemayı kızıma anlattım. Önce epey bir güldü sonra izahatta bulundu. Efenim gençten hanım ve beyler bir müddet bir evde hiç dışarı çıkmadan yaşıyorlarmış. Evin her yerinde gözetleme teçhizatı varmış, millet de bunların aşna fişnasını seyrediyormuş. Pes yani.

Aklıma hemen benim erim Mustafa geldi. Ayakları hızlı ama aklı çok yavaş bir çocuktu, benim postamdı ama bir tuhaf huyu vardı. İşi veya talim olmadığında, birliğin girişine şahsımın kondurduğu eski bir tayyareye her gün saatlerce bakardı. Bekle ki uçsun tayyare.

"Acaba bir derdi mi var?" diye GATA'ya gönderdim. Askeri Tabipler müşahede edip, teşhis koyup, birliğe geri gönderdiler. "Mental retardasyon müşahede edilmiştir. IQ seviyesi idiottur, askerliğe uygun değildir" diye de rapor tanzim edip, çürüğe ayırmışlar. Tababetten anlamadığım için tel edip imzası bulunan askeri tabibi buldum. Kendisi şahsıma izahatte bulundu, efenim meğer bizim Mustafa ziyadesiyle akıl eksikliği çekiyormuş ama kimseye zararı olmazmış bunların. Olsun, ne yapalım. Vermeyince Mabut, ne yapsın Mahmut, di mi efendim?

Mamafih, Allaha şükür şahsımın aklı ve fikri yerindedir. Bir daha "biri bizi gözetliyor" namlı sinemaya hiç bakmadım. Maazallah, bir tabib görse ve idiot raporu tanzim etse? Allah korusun.

Baki kalın muhterem okurlarım.

Hakkı Mert
piyade@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Rengarenk: Tuba Çiçek


COOL MU DEDİNİZ?

Uzun zamandır dilimizden düşmeyen bir sıfat: Cool. Gencinden yaşlısına, öğrencisinden iş adamına ve politikacısından sanatçısına kadar herkesin ağzında dolaşan ve her şeye yakıştırılan bir sıfat. Kişilere, reklamlara, filmlere, kitaplara, kıyafetlere, aksesuarlara...

Nedir bu cool dedikleri şey? Kimdir cool? Ne iş yapar? Ne yer, ne içer, ne giyer? Ve tabi en önemlisi projesi nedir cool'un?

"Filmi beğendin mi?"
"Evet çok cool bir film"
"Yeni gözlüğüm nasıl?"
"Cool"
"Patronun nasıl biri?"
"Aaaa çok cool bir adam"

Doğrusu benim aklım karıştı. Nedir bu cool sahi? Bir felsefe mi, ideoloji mi, davranış biçimi mi?

İngilizce'den dilimize olduğu gibi girmiş cool'un; serin, sakin, soğukkanlı, küstah, kafasına göre takılan, soğuk-uzak, soğutmak, serinletmek gibi anlamları var. Bir onay sıfatı olarak kullanılmasına bakılırsa, dilimizde 'serinkanlı' anlamıyla kullanılıyor.

Tabi bir de kuşaktan kuşağa değişen bir tanımı var kavramın... 50'li yılların cool'ları, 60'lı yılların cool'ları ve 2000'li yılların cool'ları... Hepsi de birbirinden farklı davranış biçimlerinde.. 50'li yılların cool müziği olan Blues'un, abartılardan uzak tınısı ve basit İngilizcesine karşılık; 2000'li yılların gürültülü ritmi, abartılı dansı ve protest kılığıyla hiphop ve rap...

Değişmeyen tek şey, güneş gözlükleri. Markası, tipi, rengi ne olursa olsun iyi bir mağazadan ya da sokaktan alınmış (3 milyona satılıyor) olsun, ama güneş gözlüğü olsun. Takın gözünüze ve ondan hiç ayrılmayın. Güneşli, yağmurlu, sisli havalarda; cafede, sokakta, evde; gece ve gündüz.. Tamam işte, siz de artık cool bir tipsiniz. Hayırlı olsun yeni namınız... Güle güle kullanınız (yalnız fazla gülmeyin, cool'luğu bozar gülmek).

Dick Pountain ve David Robins'in birlikte kaleme aldıkları "Cool: Bir Tavrın Anatomisi" adlı kitapta; Cool'un Batı Afrika medeniyetlerinde ortaya çıktığı, köle ticareti yoluyla da Batı toplumlarında yayılmaya başladığı anlatılır. Cool'a benzeyen fenomenlere, Avrupa'da, Rönesans İtalya'sındaki saray soylularında, İngiliz aristokratlarının ünlü soğukkanlılığında ve 19. yy. şairlerinin romantik ironisinde rastlandığını ileri sürer Pountain ve Robins.

Gene, Pountain ve Robins'e göre cool, Amerika'ya özgü bir akımmış gibi görünse de, oraya ancak 20. yy'ın ilk yarısında, siyahi caz müzisyenleriyle birlikte girmiştir. Daha sonra Hollywood senaristleri tarafından keşfedilen cool, 50'li yıllarda Elvis ve Rock'n roll tarafından beyaz kültüre uyarlanmıştır...

Kitapta yapılan bir başka tespit de şu: bir zamanların köleleri, mahkumları ya da siyasi muhalifleri, açıkça gösterebilecekleri isyan tavrı karşısında ağır bir şekilde cezalandırılacaklarını biliyorlardı. Bu yüzden, cool tavrı benimsediler: ironik bir kayıtsızlıkla, cezalandırılmaya karşı kendilerini savundular. Oysa baskı ve zulüm altındaki isyankarlardan yayılan bu tavır günümüzde zengin ve öncelikli sınıflara kadar ulaşmış durumdadır... Ne çelişki ama!

Bir başka konu da cool kişinin toplumsal hareketlere katılamayacak kadar narsist, soğuk, içedönük, apolitik, heyecansız, alaycı, ve kendine yetebilen olmasıdır... Ve bu muhalefet edimsel olarak hayata geçirilmez hiçbir zaman. Sadece kayıtsızlık olarak yansıtılır yaşama...

Bu kayıtsızlık öyle 'olmazsa olmaz'dır ki; suratına tükürsen şemsiye açar; oturduğu koltuk yanmaya başlasa, kalkıp yandaki koltuğa oturur; dünya harbi çıksa rap yapmaya devam eder cool kişi. Sonra da buna serinkanlılık der. Onun keyfine dokunmayın da; durduğu yerde, öyle tepkisizce bir ömrü tüketebilir.

Bana kalırsa, reklam ve medya endüstrisi kavrama el koyarak, cool'un da suyunu çıkarmıştır. Böylece popüler kültürü ele geçirmekte gecikmeyen kavram, şekilden şekle girmiş, tanımdan tanıma sokulmuş, bireyci bir tavır haline bürünmüştür.

Amerikan kovboylar, siyahi cazcılardan sonra, artık kadınlara enjekte edilen bir tavır haline de gelen cool'luk, özellikle reklam sektöründe kendine önemli bir yer edinmiştir... Bakınız reklamlar cool kadınlar ve erkeklerle doludur. Özgür kızımız, Nil'imiz kovboy şapkasıyla, kırsal alanda fütursuzca dolaşırken, ona cool sıfatı uygun görülmedi mi? Üstelik de hayranlık belirtisi olarak. Sıfatını yediğimin cool kızı; dağlardan Unkapanı'na inip 'çok fena cool' bir kaset çıkarıp, listeleri alt üst etmedi mi? Görünen cool kılavuz istemez; kılavuzu cool olanın da burnu pislikten kurtulmaz...

Ulen beni de bu kavramlarla uğraşmaya da mecbur ettin ya! Kader kime şikayet edeyim seni?

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : İlknur Şenol


BAZEN SİZ GİTMELİSİNİZ DÜNYAYA!..

Eminim böylesi olayları hayatınızda sıkça yaşıyorsunuzdur, yaşamıyorsanız da umarım yaşarsınız. Bence çok eğlenceli ve hayata mutlu bir bakış açısı sağlıyor, karşınızdaki insanın gözündeki karamsarlığı, gülen gözlere çevirmek elinizde...

Bu sene kışın erken bastırdığı günlerden biriydi. Tesadüf de bizim Sadeyaşam grubu ile görüştüğümüz haftanın bir sonraki hafta cuma günü. CNR kitap fuarında edindiğimiz broşürleri fuarda görüştüğümüz günün akşamı incelerken farkettim ki, yazılarını çok sevdiğim Ankara'lı bir yazar da İstanbul'da fuara katılacak ve imza günü yapacaktı.

Hal böyle olunca ben bunu ajandama şöyle güzel bir işledim. Cuma günü gelince işyerimin bulunduğu Altunizade'den Beylikdüzü CNR Fuar'a gitmek için biraz erkence iş yerimden çıkmam gerekiyordu. İmza saati olarak yazılan saat 17:00 idi. Eeee İstanbul'un bir ucundan diğer ucuna gitmek de hayli meşakkatli ve süre alıcı bir iş. Ama kafaya koymuşum ya bir kere. Saat 15:00'de işyerimden çıkmayı düşünüyordum ama biraz geciktim, yaklaşık 20 dk kadar. Sonra da izni koparır koparmaz ver elini Üsküdar... Minibüsle Üsküdar'a oradan vapurla Eminönü'ye, tramvayla Aksaray'a, oradan tekrar metroya aktarma ile Beylikdüzü'ne... Dışarıda hava buz gibi ve süratli ve yoğun bir kar yağışı...Rüzgar dersen fırtına gibi. Hani kiloluca olmasam rüzgar beni de üfürecek !!!

O yolu nasıl gittim vallahi bilmiyorum çok heyecanlıydım. Hayatımda ilk defa yazılarını beğenerek okuduğum bir yazardan imza alacaktım... Aslında imza önemli değildi, önemli olan o güzel insanla 2 dakikacık da olsa sohbet edebilmekti. Zaten bu operasyona ( Altunizade'den Beylikdüzü'ne fuara gitmeye ve oradan yine aynı şekilde saat 18:00 de başlayan Altunizade Kültür Merkezi'ndeki İskender Pala'nın dersine yetişmeye ) o sevdiğim yazarın kitabında okuduğum bir söz üzerine karar verdim. Aynen şöyle diyordu yazısında:

"Her zaman dünya ayağınıza kadar gelmez, bazen de siz gidersiniz dünyaya"...

Ben her bir insanın bir dolu dünyayı barındırdığını düşünürüm içinde, tıpkı kitaplar gibi. Ve bu yazar dostumuz İstanbul'a gelirken ben oraya gitmezsem olmaz diye düşündüm ! Aslında dünya yine de ayağımıza gelmiş, bana ise şehir içi yolculuk yapmak kalmıştı !

Neyse efendim. Saat tam 17:05 civarı geldim fuarda adı geçen standa. Bir de ne göreyim kimsecikler yok orada... Acaba dedim ben geç mi kaldım? Yok yok olamaz, daha 5 dk olmuş. Standda kitap satışlarından sorumlu hanıma yaklaştım ve sordum :

"Bugün burada bu saatte şu yazarın imza günü olmayacak mıydı?" diye...
- "Evet vardı dedi, ama hava çok karlı ve yollar da buzlu olduğundan üstelik de en çok kitabını satmış olduğumuz yazarın imza gününe bile kimsenin katılımı olmadığından telefonla kendilerini arayıp buraya kadar yorulmamasını söyledik."

Hay Allah dedim, çok üzüldüm onu göremediğime ama ne yaparsın. Bu arada bir 5-10 dk fuarı da gezdim hemencecik. Dediğim gibi üzüntüm onu görememekti, yoksa o yolu gittiğime hiç pişman olmadım..

Hikaye burada da bitmiyor... Hemen metroya atladığım gibi aynı yolları teperek bu sefer işyerime çok yakın mesafede Capitol'ün arka tarafındaki Altunizade Kültür Merkezi'ne rotamı çevirdim. Tavsiye ederim İskender Pala'nın derslerini Osmanlıcaya, Fuzuli'ye ya da diğer divan şairlerine ilgileri olan arkadaşlara.. Ben açıkçası o günkü programın son 5 dakikasını bile yakalasam benim için önemli diyordum. Gerçekten çok seviyorum onun verdiği bu güzel eğitici dersleri...

Önce metro, sonra tramvaya aktarma ve sonra da vapur yolculuğu. Bu arada da acıkmışım tabiii... Kimileri sokakta satılan simitleri yemezler ama ben çok severim. Kırk çeşit pastane simidi olsun taş fırında pişirilmiş (dikkatinizi çekerim light değil! :-) ) simidi tercih ederim. Vapura binerken ondan aldım. Vapurda mübarek bir dolu bir dolu... Her zamankinin aksine, ilk defa vapurun kıç tarafına oturdum! Normalde işe gidiş istikametinde hep ön burun kısmında otururdum, orası bile dolmuyordu ki, tek tük insan oluyordu. Neyse oturdum bir bayanın yanına... Çok keyifsiz görünüyordu.

Sonra simidimi yerken canı çekebilir diye düşündüm ve ona da uzattım ( zira bu taş fırın simidi kokar meret ! Başkası yerken benim hep canım çeker vallahi ! ). İstemedi, ben de yemeye başladım. Bu arada da nasıl oldu bir yerden konu başladı.

İşyerinden çıktığını ve eve gittiğini söyledi. Ben de başladım kısaca nereden geldiğimi nereye gittiğimi söyledim. Ama çok kısa... Aaaa dedi bu vakitte tekrar eve geri mi döneceksiniz ?

Durun dedim daha derse gidiyorum. O bitince de eve seyahat var ! İşin aslı o gün gün boyunca vapur seferleri aralıklı olarak yapılmıştı. Tesadüf de benim şehir seyahatimin olduğu vakitte çalışıyordu !!! Bu kızcağız da öyle diyorum yaş olarak benden küçük idi, Beykoz'a yakın olduğunu söylediği evine bir an evvel kendini atabilme telaşesi içindeydi. Neredeyse dokunsan ağlayacaktı yani !

"Ne oldu neden bu kadar gergin ve sinirlisiniz ?" derken kızcağız başladı anlatmaya... Her gün eve beraber gittikleri kız arkadaşı onu beklemeden eve gitmiş. Ona kızmış...

"Haydaaaa" dedim, "Buna da kızılır mı ?" "Belki dedim kızın bir işi vardı, eve bir an evvel kendini atmak istedi? Sevdiklerine bir an evvel ulaşmak istedi.. Ya da bir rahatsızlığı vardı da erkenden eve dönmek istedi. " "Hem" dedim "bu arkadaşın evli barklı mı?" "Evet" dedi "Bir de çocuğu var."..."Neeee dedim, işte bu bile onun bir an evvel eve gitmek istemesi için yeterli bir neden! Bence o dostunu suçlama... Ve onu yadırgama. İnsanların sevdikleriyle bir an evvel bir arada olmak istemesinden daha doğal bir şey olamaz..."

Sonra o da bana hak vermeye başladı. Konuştukça daha olumlu hale geliyordu... Sonra bir de benim işyerimden başlayıp Tüyap'a oradan Altunizade'ye ve oradan da eve yapacağım olan yolculuk hikayesini dinleyince artık kızcağız aralıksız olarak kahkahalarla gülmeye başladı :-))))) İşte ben de şimdi onu hatırlayınca gülümsüyorum yeniden !!!

"İyi ki de gördüm seni, ne kadar olumlu bir insansın demeye başladı. Eve gidince de gülerim artık ben, eşim Cem bile beni sinirlendiremez" diyordu... Eee tabii ben de buna güldüm...

Sonra daha önce yine böyle bir vapur seyahatim sırasında tanıştığım ve neredeyse benim karakterimi %100 bana ifade eden ve sadece bir "Saatiniz kaç ?" sorusuyla başlayan bir hikayemi de anlattım. Evinin Beykoz'da nerede olduğunu sorduğumda, bir de öğrendim ki, Küçüksu'daki anneanneme çok yakın bir yerlerdeymiş. Anneanneme geldiğimde ona da uğramamı istedi benden.

O aslında çok kısacık olan ( ki 15 dakika kadar sürüyor ) Eminönü-Üsküdar vapur yolculuğunda bir dolu şey konuşmuş, en güzeli de bir insanı mutsuzluktan tebessüm eder hatta kahkaha atar hale sokmuştum. Ehhh bu da bana yetmişti doğrusu !!!! Vapurdan indiğimizde baktım kızcağız yolu şaşırmış benle aynı istikamete geliyordu !!! Dedim; "Bizim derse mi geleceksin ???"

İşte orada da konuştuktan sonra aynen yola devam... O gün kara rağmen orada dersini veren İskender Pala'yı buldum. Ve dersin son 10 dakikasını izledim. Gerçekten "iyi ki de gelmişim !" dedim. Sonra da aynen eve döndüm.. Ama bu sefer vapur seferleri yoktu, direkt otobüsle eve ulaştım !

Ben bir dünyaya ulaşamamıştım ama demek ki, ulaşmam gereken başka bir dünyaymış ..!

Hoş ve güzel şeylerin hayatınızda egemen olması dileklerimle...

İlknur Şenol

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_158.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.617 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


O GÜN GELDİĞİNDE

O gün geldiğinde sevgilim
Yüzüne uzun uzun bakacağım
Gözlerindeki ışığı bulmaya çalışacağım
Kocaman gözlerimi gözlerine dikip
O gün geldiğinde sevgilim
O güzel yüzünü
Avuçlarımın arasına alıp
Hep dediğim gibi
Burun burun yapacağım
En güzel hikayelerimi
Anlatacağım sana
En güzellerini ama
Ve ne kadar çok sevdiğimi
Söyleyeceğim haykırarak defalarca

Sonra,
Sonra sevgilim
Biriktirdiğim uykuları sereceğim
Asırlarca yanında uyumayı düşlediğim uykuları
Ama çok yorgunum
Seninle gelemeyebilirim
O kadar gücüm yok galiba
Gözlerinde ki o ışık
İşte yine göründü
Hoşçakal SEVDİĞİM
O uykular kaldı bir başka asıra

İrem TARA

<#><#><#><#><#><#><#>

KAL DESEYDİM..

Kal deseydim kalırmıydınki...
Kuru bir bitmesinden başka birşey söylemedimmiki.. ..
Uzakları yakın, uçurumları aşılır etmeye vargücümle çalışmadımmıki...
Yüreğimde kopan fırtınaları sana anlatmadımmıki..
Kal diye kendi türkçemle haykırmadımmıki..
Ve sonunda geçilmez savunmamı gururumla dağıtmadınmıki...
Düşündüğün her neyse...
Düşüncelerine saygı göstermedimmiki..
Paylaşılan duyguların bir anlamı yokmuyduki sanki...
Yaşadığımız veya yaşayamadığımız her özlemin bir anlamı vardı..
Anlamsız olması imkansızdı çünki..
Yüreğindeki martılar uçtuda ne olduki..
Korkma dünyan boşalmadı..
Sessizliğin huzur veren sesine kulak ver..
Rüzgar ılık ılık esmeye devam ediyor hisset...
Yakamozlar eski yakamoz yine parlıyorlar ışıl ışıl..
Yeterki görmek istesin yüreğindeki gözlerin...
Sen istemedin ayrılığı kendine kızma nolur..
Şımarıklığını hoş gör hayra yor olanları..
Kucağındaki noktaları, virgüle hatta noktalı virgüle çevir..
İstersen tırnak aç seni seviyorum diye haykır..
Balkonundaki akasyalara bak canlanacaklar..
Tutunacak dalın olacaklar..
Farklı mevsimleri sevmiyorduk aslında sen ve ben...
Sadece farklı mevsimlerdeydik hatırla..
İkimizde okyanusun ortasında hem lodosa hem fırtınalara alışıktık..
Ürktüğün lodoslar değildi bir düşün...
Binlerce yıldız aynı güzelliği gösteriyor hala bize tepemizde...
Ayın güzelliği ise değişti istemeden yüreğimizde...
Bizimki sadece yoldaki hana uğramaktı..
Yol aynı yol alıkoymak ne haddimize..
Bilmem kaç çığlık olup yıkıldı yüreğin giderken..
Saymadım , sayamadım bir an..
Meşgalem sevdiğim ;
Yüreğinin hasretini çektiği canı önüne sermekti o an...

Osman Taplamacı
otaplamaci@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


HOLY SEE...

Bayındırlık bakanı Zeki Ergezen, geçtigimiz günlerde bir resepsiyona katıldı. Afganistan Büyükelçiliği'nin rezidansındaki Ulusal gün kutlamalarına çok sayıda yabancı diplomat da davetliydi. Her resepsiyonda olduğu gibi davetliler birbirleriyle ayaküstü sohbetler yaparken Vatikan'ın Ankara Büyükelçisi Monsenyör Edmond Farhat, Bakan Ergezen'in yanına yaklaştı.

Ve "Hello Mr.Minister, I'm the Ambassador of the Holy See" dedi. Türkçesi ise şöyle: "Merhaba sayın Bakan, ben Vatikan'ın Ankara Büyükelçisi'yim."

"Holy See", uluslararasi literatürde Vatikan anlamında kullanılıyor... Vatikan Büyükelçiliği'nin adı da Embassy of the Holy See diye geçiyor. Ama Bakan Ergezen durumu anlamadı ve elini Büyükelçi'ye uzatarak;

"Merhaba Hulusi, nasılsın, naber?" dedi. İşin kötüsü Büyükelçi, Türkçe'den çok az anlıyordu. Büyükelçi, Ergezen'le tokalaşıp, teşekkür ettikten sonra uzaklaştı.

(Vatan Gazetesi / 24 Ağustos 2003 Pazar)

<#><#><#><#><#><#><#>



Çekilsene ayak altından yavrum!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.nethaber.com/haber/haberler/0,1082,95264_7,00.html
...Kayısı çekirdeğinde bulunan 'amygdaline' adlı madde, insan vücuduna girdiği anda hidrojen siyanüre dönüşüyor ve öldürücü olabiliyor. Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Tıp Fakültesi Öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Tevfik Demir, birçok vatandaşın bu durumundan haberdar olmadığını ve kayısı çekirdeğini çerez diye kırıp yediğini söyledi...

http://www.turkishtime.org/16/123_3_tr.asp
Nargilemin marpuç'u ...Okuduğumuz gazetelerde hep aynı tarih yazıyor, ama zaman üç, beş, belki de on beş koldan akıyor. Resmi işlemlerde “uyruğu” hanesinde hangi ülkenin adını andığınız da önemli, bulunduğunuz ülkenin hangi coğrafya parçasında olduğu da. Dedenizin dedesinden öğrendikleri, babanızın aylık geliri, sizin seçtiğiniz ve seçemediğiniz bir yığın şey belirliyor hangi zamanda aktığınızı. Bir de mekanların, nesnelerin, alışkanlıkların, zevklerin zamanı var. Diyelim nargileden bahsediyoruz...

http://www.hezarfen.net/paralax/ucnargil.htm
Bir tane nargile hikayesi, hem de Sami Aksoğan'ın hatırası. ...İstanbul Saydam Günleri organizasyonu bu yıl beş fotoğrafçıdan "Nargile" teması üstüne birer saydam gösterisi hazırlamalarını istemişti. Onlar da sağolsunlar hazırlamışlar. İzleyici de bunları toplu halde seyretti. Ertesi gün gri ve yağmurlu bir gündü...

http://www.tarsusrehberi.com/index.php
Tarsusluların internetteki ortak mekanı olarak kendisini tanımlayan ilginç bir web sayfası. ...Tarsusrehberi olarak İstanbuldaki bilişim fuarını ziyaret ettik. Fuardaki muhteşem ortak gerçekten çok etkileyiciydi. Çok büyük bir fuar. Standlarda 2 dk dursanız bile dolaşmanız en az 3 saatinizi alır. Tabi bu ilgi alanınıza göre değişir. Yerli ve yabancı firmalar hem ürünlerini hemde hizmetlerini tanıttıkları bu fuarda şunu görmek çok etkileyiciydi...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Title Bar Clock v1.4 [62k] W9x/2k/XP FREE
http://www.wfcravener.com/TBC.html
Minicik bir saat programı. Açtığınız pencerenin üst başlık çubuğunun sağ tarafında sürekli çalışan bir saatiniz oluyor. Dilerseniz o pencere için dilerseniz tüm pencereler için görünmez hale getirebiliyorsunuz. Küçük pencerelerde rahatsız etmemesi içinde bir yol düşünülmüş. Heran saatle işi olanlar için güzel bir alternatif.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030909.asp
ISSN: 1303-8923
9 Eylül 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri