KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 344

 15 Eylül 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Anca Gidersiniz!..


İyi haftalar hepimize,

Cumartesi gecesi Sevgili Cumhur Ceviz Kabuğu'nda Hulki Cevizoğlu'nun konuğuydu. Belki bazılarınız izlemiştir. Konu 'Trafik Güvenliği' idi. Tamamını izlemeye gücüm yetmedi ama izlediğim bölümün ana konusu 'hız'dı. Trafik cinayetlerinin baş sorumlusu olarak görülen hızın, kural tanımaz insanla biraraya gelince ortaya çıkardığı tablo gerçekten korkunç. Ancak kural ve izan tanımaz insan faktörünün vaki cinayetler için sadece hızlamı biraraya gelmesi gerekiyor acaba? Karayollarındaki altyapı eksiklikleri, şehiriçi trafiğinin önlemez artışına karşı alınan cılız önlemler, süregelen koordinasyonsuz tamiratlar, zamanlamadan ve planlamadan yoksun makyaj uygulamaları düşünüldüğünde, insan faktörünün aslında birbaşkasıyla biraraya gelmesine de gerek olmadığı açıkça görülebiliyor.

Daha önceleri birkaç kez dile getirmiştim İstanbul'daki altyapı üstyapı derken altüst olan trafiği. Örneğin geçen hafta evimin önündeki manzarayı resmetmiştim. O resim hala aynen karşımda duruyor. Göstermelik bir kat dökülen asfaltın dışında değişen birşey yok. İrtifa farkı hala 15 santim. Şehrin hertarafında aynı anda başlayan bu çalışmaların zamanında bitmeyeceği aşikarken inatla aheste aheste devam edilmesi abesle iştigal değil mi? İstanbul şehiriçi trafiğinin atardamarı bir arter ve devamında 2 ayrı yerde aynı anda kavşak çalışması yapılıyor. Huninin geniş ağzından dolan trafik 1 şeritle huniden kurtulmaya çalışıyor. Açılan çukurların şekli sürekli değiştiğinden alınan güvenlik önlemleri Nasreddin Hoca mezarından farksız. Balmumcu'daki çukura ne zaman biri düşecek diye beklerken dünkü gazeteler bir cipin 7 metre aşağıya yuvarlandığını yazıverdi bile. Etkilenen sadece arabalar mı? Hayır. Karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayaların asfalt katmanlarına takılıp düşmeleri, yada çukurlardan atlarken heba olmaları günlük olaylardan. Son kurbanlardan biri de annem. Kadıncağız düz yolda 2.kaldırım haline gelmiş bir asfalt yamasına takılıp yerle yeksan olmuş. Suratı, bacağı mosmor. Verilmiş sadakası varmış, biryerleri kırılmamış. Etraftan yetişenlerin sözleri daha bir trajikomik. 'Siz bugün burda düşen belki onuncu kişisiniz.'

Birde utanmadan her tamiratın başında bir tabela 'Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.' Bir dilersin iki dilersin ama bu bana acı vermeye başladığında da küfürü hakedersin. Bostancı'dan Bağdat Caddesine girdiğinizde kocaman bir pankart 'Sizin için yeniden düzenliyoruz.' Düzenleme dedikleri o koca caddeyi ortadan ikiye bölüp yarısını yaya yolu yapmak. 4 şeritlik yolu önce 2 şeride indirip sonra tekrar 4 şeride çıkarıp, eşeğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda sevinen garibanlara çevirmek istiyorlar bizi zahir. Önce 2 kilometrelik yolu 1 saatte aldırıp sabrımızı deneyecekler, tam çıldırmak üzereyken 'Ohhh' dedirtecekler. İyi be. Bu arada 3 aydır bir türlü bitmeyen bu düzenlemede şu sıralar çalışan bir tanrı kuluna rastlayan bana haber versin, yatırlara mum dikeceğim. Bir rivayete göre bu düzenlemeye karşı çıkan esnafa inat belediye başkanımız vardiyayı bire, çalışan sayısınıda dörttebire indirip aklınca intikam alıyormuş. Ben böyle düzenlemenin gözlerinden öperim vallahi!...

Tüm bu lafları neden ettim bir sorun hele... Bugün okullar açılıyor, zaten keşmekeş olan trafik içinden çıkılmaz hale gelecek. Alınan tek özel bir önlem yok. Tek söylenilen biraz daha erken çıkın yollara, anca gidersiniz. Onca yolu tepip gittiğiniz okulların hazırlıkları da bir başka alem. Dün önünden geçtiğim 3 okulun pencereleri yeni takılıyordu, birinin sıraları dışarı çıkarılmış havalandırılıyordu(!?). Bazı konular var ki sıkışınca para pul deyip deve kuşu gibi kafamızı kuma gömüyoruz. Oysa onlara insana saygı ve duyarlılık ile yaklaşılabilse şu yaşadıklarımızın yarısını yaşar mıyız acaba? Yeni eğitim ve öğretim yılı hepimize hayırlı olsun...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Mehtap Akdeniz

 Ters Köşe : Mehtap Akdeniz


   KOKOŞ PAÇASI ve MAŞA

Dün akşam telefon çaldığında, iki senedir haber alamadığım bir dostumu karşımda bulacağımı hiç düşünmemiştim.

- Alo!
- Babu!
- Maşa...
- Mehtap...
- Hey! Maşa, nerelerdesin sen?
- Dün geldim. Suyun öte yanında işliyorum.
- Seni çok özledim.
- Ben de seni Mehtap.

Bundan dört sene önce, üç gün üç gece süren uzun ve zorlu minibüs yolculuğunun sonunda Laleli sokaklarında şaşkın ve ürkek kalakaldığı bir Eylül ayı akşamıydı bana gelişi.

O kadar yorgun, o kadar şaşkın ve o kadar ürkekti ki, yorgun bedenini koltuğun sırtına dayamaya bile çekiniyor, öylece bana bakıp, konuştuklarımızı anlamaya çalışıyordu. Aslında bakmıyor, gözleri ile konuşuyordu benimle. Sanki, "Yorgunum. Kırgınım. Korkuyorum. Meraktayım. Sen kimsin? Bana iyi davranacak mısın?", diyordu.

Gözlerime bakıp, bu evdeki yerini anlamaya çalışırken, sürekli yer sallanıyor, 17 Ağustos artçı sarsıntıların ardı arkası kesilmiyordu. İlk kez yabancı bir ülkedeydi, ilk kez yabancı bir evde uyuyacaktı, ilk kez ayrılmıştı sevdiklerinden, ilk kez hizmetçi olacaktı. Yer altından kayıyordu. Depremi hiç bilmeyen Maşa için bu kadar ilk fazlaydı. Korkusu arttıkça ela gözlerine yaşlar doluyor ve daha güzel oluyordu.

- Maşa sen çok güzelsin.
- Öyle mi? Sağol.

Otuz sekiz yaşında, balık etinde, pembe beyaz tenine inat siyah saçlı, eski zaman kadınları gibiydi. Küçük yaşta evlenmişti. Yetişkin iki çocuk annesi olması ona kendini yaşlı hissettiryordu. Kırklı yaşlar onun için kurtuluş yaşları demekti. Törelerine göre oğlu evlenecek, eve gelen gelin işleri yapacak o da kocamış bir kadın olarak köşesine çekilecekti. Oysa hiç tahmin etmediği bir şekilde giriyordu kırklı yaşlarına... Hizmetçi olarak. Bu kırgınlıkla çıktığı olculukta yolu bana düştü işte nasılsa ve kendini ülkesindeyken aylarca alıştırdığı hizmetçi olma fikrini hiç bir zaman yaşayamadı. İki yılı birlikte geçirdik onunla. En belirgin özelliği hiç soru sormamasıydı, söylenen herşeyi sorgusuz kabul ediyor ve bir daha söylemene gerek kalmıyordu. Yıllarca yaşadığı devlet baskısından sonra burada kendini özgür hissediyor ama bu özgürlüğe asla alışmak istemiyordu. Sovyetler Birliği'nin parçalanması ile bir gecede fakir, bir gecede paraları pul olmuş bir halkın insanı, ayda otuz dolar maaşlı iyi bir ameliyat hemşiresiydi Maşa. Yıllarca nizamlı, intizamlı hastahanelerde dünyanın en büyük devletine mensup olduğu duygusu ile yaşamıştı. Burada geçirdiği iki yılın sonunda bir kez yorum getirdi olana bitene: 'Bizi kandırdılar, dünyaya gözümüzü kapatıp bizi yok saydılar, çok büyük bir devletiz, bize bir şey olmaz fikrine bizi inandırdılar. Sizin de durumunuz iyi değil, dikkat et Mehtap. İnan bir gecede Maşa olunuyor'.

Ameliyathanelerden "Kimbilir kimin mutfağına?", diye düştüğü yollarda iki küçük çanta taşımıştı yanında. Birinde birkaç kat giysi, diğerinde kitapları, aile albümü, yaşamına dair ufak tefek şeyler en nihayetinde. Burada gördüğü teknoloji ve moden yaşam onu hayrete düşürse de, hiçbirine alışmadı, sadece gerektiği için kullandı. Ülkesine geri dönerken valizine burada tanıdığı hiç bir lüksü koymamıştı, gelirken getirdiklerinin dışında çocukları için götürdüğü on kilo portakal bir de Türkiye'deki ailesinin resimleri vardı.

Gördüğüm en güzel el yazısı ile çocuklarına ve eşine uzun uzun mektuplar yazar, onlara Türkiye'deki meyvalardan bahsederdi. Onlardan gelen mektupları okumak için saatlerce odasına kapanırdı. Bazı geceler benim çocukları uyutup, onun yatağına oturur mektupları tekrar okur, resimlere bakar, sonra da birbirimize sarılır uzun uzun ağlardık. Mektupları onun her şeyiydi. O benim dostumdu, ben de onun.

Moldovya yakınlarında Gagavuzya'da yaşamıştı. Dini Hıristiyan olmasına karşın adetleri bakımından tam bir Türk'tü. Hıristiyandı, Hıristiyan olmasına ama Katoliklik diye bir mezhebin varlığından bile habersizdi. .Dini gibi lisanıda karışıktı. Türkçe ile bazı kelimelerin ortak, ama anlamlarının bambaşka olduğu lisanı onu daha sevimli yapıyordu. Bazı kelimelerin onların dilindeki karşılığı ile bizdeki karşılığının yarattığı farklılıklar sık sık sorunlar yaşamamıza sebep oluyor, bu sorunlu kelimeler beni güldürürken, Maşa'nın utançtan odasına kapanmasına sebep oluyordu.

Başımıza en çok sorun çıkaran kelime ise 'düzmek' fiili ile ilgiliydi. Her türlü yapmak, düzeltmek, dizmek gibi fiiller için tek bu fiil kullanılıyordu.

Bir gün buzdolabı bozuluverdi. Sağını solunu, fişini kordonunu kurcalayıp, yapamayınca bakım servisini çağırmıştık. Allah için haklarını yemeyelim şimdi, şıp diye geldiler. Kapı çaldı. Maşa koşup açtı. Kısa bir sessizliğin ardından Maşa'nın beni çağıran sesini duydum:

- Mehtap, buzdolabını düzmeye geldiler!
- Al içeri Maşa!

Buzdolabını düzüp gittiler gerçekten, bir daha çalışmadı.

İki sene boyunca Maşa'nın sayesinde evde düzülmeyen hiçbir şey kalmamıştı. Çamaşırlar, tabaklar, kitaplar, oyuncaklar. Dağılmış, ortada duran herşeyi düzüyordu kendi lisanınca.

Bir gün ütü bozuldu. Eve sıkça gelen eski bir dosttan yardım istemiş, ama bir cevap alamamıştı Maşa. Cevabı bırakın, hafif de ters ters bakmıştı.

- Bu Cemil Bey ne acayip adam. Birşey sordum, cevap bile vermedi.
- Ne sordun?
- "Cemil Bey, siz ütü düzer misiniz?", dedim, şöyle bir suratıma bakıp kafasını çevirdi, cevap bile vermedi..
- Ütü dediğine emin misin?
- Babuuuuuu! ,

Cemil prensip sahibi adamdır, tüm ısrarlarıma rağmen ütüyü düzmedi, yenisini aldık!

Maşa'nın yaşgünü yaklaşıyordu. Malum, çocuklar için en önemli faaliyetlerden biri yaşgünü kutlamalarıdır. Açılmayı bekleyen sürpriz paketler, evdeki kurabiye kokusu, durmadan çalan kapı zili, pasta mumlarının alevi, ardı ardına patlayan flaşlar. "Ne kadar çok doğmuş insan, o kadar çok doğum günü partisi fırsatıdır" felsefesini benimseyen çocuklar, Maşa'ya bir yaşgünü partisi düzenlemek istediler. Maşa için özel bir gün! Harika bir fikirdi gerçekten. Maşa da bu özel gün için, özel bir yemek yapmak istiyordu. Damağıma hitap edip etmeyeceği karanlık dursa da, ruhuma pek uygun olduğu yemeğin adından belliydi: Kokoş Paçası!

Maşa, Moldovya'dan gelen arkadaşlarına çeşitli yiyecekler sipariş ederdi. Dolayısıyla, biz de Rus mutfağına özgü bazı yemekleri tatmıştık. Ev yapımı şaraplar, domuz sosisleri, yişmik dedikleri bir tür çökelek ve pek çok kurutulmuş veya turşu yapılmış sebze neredeyse hiç eksik değildi evde. Yılın altı ayı kar altında yaşanan bir ülkede soğuktan pek bir şey yetişmediği için, Rus mutfağı neredeyse kurutulmuş ya da turşu suyuna yapılmış yemekler demekti. İtiraf etmeliyim ki, hepsi nefis olmasa da, bazı yemeklerin, özellikle de pek sinir bir lahana yemeği olan kapuskanın, lahana turşusundan yapılanını Maşa'nın elinden tatmış ve çok beğenmiştik. Bu arada, benim mutfak işlerine ve her türlü yeni lezzete merakım Moldov kadın camiasında da zamanla bir efsane gibi yayılmış, hatta rivayete göre Gagavuz Türkleri'nin yaşadığı Çeşme Köyü'nde beni tanımayan kalmamıştı.

Neyse, Maşa'nın yaş günü yemeğinin en önemli malzemesi kokoş paçası, en mühim hadise ise bunların bizzat teminiydi. Bir hafta boyunca kokoş paçasının Türkiye'ye transferi için ciddi çalışmalar yapıldı. İki ülke arası telefon trafiği iyiden iyiye hızlanmıştı. Maşa kendi lisanında konuştuğundan, ne olup bittiğini anlamıyordum. Anlasaydım, bir yolunu bulur paçaların temini için kokoşu ile ünlü ilimizle irtibata geçerdim!

Öyle bir prodüksiyon yapılmıştı ki öyle böyle değil. Moldovya'da yapılan katliamlar, yolculuk için gerekli sanitasyon düzenlemeleri, kokoşların Laleli'ye gelişi, Laleli'den özel araçlarla eve intikali. Neredeyse bir servet harcandı kokoş paçalarına.

Bu arada ben de yılın yemeğini tüm Maşa severlere yedirmek için, bizim değişmez yaşgünü kadrosunu tam takım yemeğe davet ettim. Ünlü Rus Lokantası Rejans'da bile bulunmayan bu özel yemeği benim soframda bulabileceğini duyan herkes, "Mutlaka geleceğiz", diyordu.

Nihayet kokoş paçaları bizim eve intikal ettiler. Heyecanla paket açıldı. Paketten çıkanlara bakıp da yirmialtı tane but gören gözlerime inanamadım!

- Bunlar ne Maşa?
- Kokoş paçası!
- Tavuk butuna benziyor.
- Yooooo, bunlar kokoş.
- Yani?
- Nasıl anlatayım ki? Tavuğun kocası?
- Horoz olmasın?
- Horoz ne?
- Türk tavukların kocası
- Kokoş da bizimkilerin kocası.
- Bunlar da kokoşların paçası.
Sen de benim canımsın, Maşa!

Muhtemelen yemek kokoşların kıllı bacaklarından ibaret kalmayacaktı. O sabah Maşa, erkenden uyanıp mutfağa girdi. Kokoş paçalarını bir koca tencere suya döküp, su jöle kıvamına gelene dek kısık ateşte dört beş saat kadar kaynattı. Sonra dört beş saat buzdolabında bir güzel dondurdu. Merakla olacakları, daha doğrusu eklenecek tatları, baharatları bekliyordum. Son ana kadar da ümidimi hiç kaybetmedim. Artık herşey hazırdı, masa kızım tarafından özenle hazırlanmış, en güzel yer Maşa için ayrılmış, konuklar masaya alınmıştı. Maşa, dev jöle arası kokoş paçası tabağını dolaptan çıkardı ve gururla onlara baktı. Her zamanki gibi konuklara servis yapmam için bana uzattı.

"Olmaz Maşa", dedim, "Bu senin özel yemeğin, sen getirmelisin masaya". Özel yemek hadisesinin donmuş horoz butundan ibaret olduğunu anladığım o an, aceleyle salona koştum:

- Canımdan çok sevdiğim dostlarım! Birazdan sevgili Maşa, günlerdir özenle hazırlandığı ve hepimizin merakla beklediği özel yaşgünü yemeğini masaya getirecek. Maşa'ma ve/veya özenle tabağa düzdüğü kokoş paçalarına laf eden olursa, alırım kokoş paçasını aşağı, ona göre!

Maşa ve Kokoş paçası hadisesi bu işte; ya da kendi deyimiyle: 'Bu Maşa'.

Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   OZAN

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolaştım, boşa yoruldum
Benim sadık yarim, kara topraktır...

Karnın yardım kamayınan beinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülinen
Benim sadık yarim kara topraktır...

Nice güzellere bağlanıp kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yarim, kara topraktır...


Bazı yerel değerler globalleşen dünyanın üzerimizden silindir gibi geçen kültürel baskısı altında ezilip ufalanıyor.. İnsanlar ve kültürler, şikayet ettiğim lezzetsiz, kişiliksiz, hormonlu sebzeler gibi bir hal alıyor. Dışı parlak, albenili, ama hepsi birbirinin aynısı, tatsız, kepek gibi, saman gibi bir tad.. hepsi bu..

Bizim memleketimiz, özellikle bu kültürel baskı karşısında en korunmasız, en özenti memleketlerden birisi olmak konusunda şampiyonlardan birisidir sanırım. Kişiliğini tamamen kaybetmiş, yolunu şaşırmış ve artık belki de geri dönülmez bir noktaya gelmişiz..

Şehrin caddelerinde dolaşırken dükkan tabelalarına bakıyorum, kendi dilimizde isim ya da marka, neredeyse yok.. Oysa marka olmayı başarmış bazı doğu ya da batı kökenli firmaları düşününce, bunun o kadar da zor olmadığını görüyorum, biliyorum.. Bizdeyse, bir utanç, kendisi olmaktan korkmak, gizlemek isteği. Küçük kentlerimizde yaygın olan dedikodu ve haksız eleştirilerle içinde azıcık özgünlük kıpırtısı olanları, ya da kendisi olmayı deneyenlerin nasıl sindirildiğini de bilmekteyim. Yılların bu kültürel sakatlığı nihayet meyvelerini vermeye başladı ve artık toplumsal çözülme noktasına getirdi bizi. Bunda aydınımızın da cahilimizin de el birliği ile katkısı büyük oldu.

Kültür Bakanlığımızca 1999 yılı Kasım ayında 'Verilmiş' olan onayla 3000 adet bastırılmış olan bir Aşık Veysel kitabı var rafta.. Ben Kasım 2001'de almışım.

Kitap Kültür Bakanlığı tarafından bastırılmış. Ve genelde olduğu gibi, kitabın ilk iki sayfasına dönemin Cumhurbaşkanı, takip eden iki sayfasına dönemin Başbakanı, ve üçüncü iki sayfasına da dönemin Kültür Bakanı yerleşmişler! Aşık Veysel, ancak bu zevattan sonra çıkabilmiş sahneye.. Biz oradan başlayalım...

Zaman zaman gittiğimiz bir yer var, bir türkücü, çalıp çığırır.. Gecenin yarımında çıkar sahneye, sabahın 4'ü gibi bitirir programını.. Soner Olgun.. İsmi bu.. Kendine özgü sesi, yorumu, besteleri ve sahnesiyle.. apayrı bir kimliktir.. Bir arkadaşımın doğum günüydü, ne zamandır onu da götürmek istiyordum Soner'e, eh, madem ki doğum günü kutlaması gibi bir şey yapacağız, Soner'e gitmek iyi fikirdi.. Kalkıp gittik.. Saat 1'e doğru çıktı ve sabahın 6'sında indi sahneden.. O satte de artık yatılmazdı, Ortaköy'de sabah kahvaltısı edip, sonra ancak sabahın dokuzunda yattım uykuya..

Soner'e ne zaman gitsem, muhakkak iki isteğim olur, bir peçeteye yazıp veririm.. Musa Eroğlu'nun hayran olduğum türküsü Mihriban... ve bir de Soner'in bence tarifsiz mükemmellikteki Veysel yorumu, Uzun İnce Bir Yoldayım.. O da sağolsun, kırmaz hatırımı, çalıp, söyleyiverir.

Veysel, 1894 Sivas, Şarkışla'ya bağlı, Sivrialan köyünde doğmuş. Anası Gülizar, koyun sağmaya giderken tutmuş sancısı, ve oracıkta yolun kenarında doğurup Veysel'i göbeğini de kendisi kesmiş.. Sonra da bir beze sarıp, yürüyerekten gerisin geri dönmüş köye.. Yedi yaşındayken Veysel, çiçek hastalığına yakalanmış (1901 yılı demek ki) ve ne yazık ki iki gözü de görmez olmuş. Aslında bir gözü az da olsa ışığı seçebiliyormuş, hatta görme umudu bile varmış. Ama kısmetsiz Veysel, bir gün inek sağarken babası gelmiş ahıra, ve Veysel aniden dönüverince babasının elinde tutmakta olduğu sopa, ne yazık ki o gözüne saplanmış.. ve akmış o dakika Veysel'in son ışık umudu...

Daha sonra evlenip ayrılıyor Aşık Veysel ve seferberlik sırasında askere gidemediğine üzülüyor. İşte o dönemlerde bir destan yazıyor, Atatürk için. Destanı dinleyen nahiye müdürü eseri beğenince Ankara'ya yollayalım diye bir fikir atıyor ortaya ve Veysel, 'Ben kendim giderim' diyor ve bir arkadaşı ile birlikte yayan yapılkdak, Sivas'tan yola çıkıyorlar. Düşünün, Sıvas'tan Ankara'ya, bir kör saz şairi ve yanında bir arkadaşı.. Tam üç ay yol yürüyorlar ve sonunda Ankara'ya varıyorlar. Orada fakirlik, cahillik, itilip kakılıyorlar çokca.. O kadar parasızlar ki, artık destanı Atatürk'e dinletemeyeceklerine karar verdiklerinde, geri dönmek için paraları da olmadığından belediyeye gidip kendilerini geri yollamaları için ricacı oluyorlar, ama ne yazık ki tüm kapılar kapanıyor suratlarına. Sonunda Halkevi'ne bir şekilde girmeyi başarıyorlar ve bir tesadüf sonucu bir konser teklifi alıyorlar. Böylelikle ceplerine üç beş kuruş giriyor da, kendi paraları ile geri dönmeleri mümkün oluyor.

1965 yılında TBMM Aşık Veysel'e 'Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerinden ötürü' 500 lira aylık bağlıyor.

Aşık Veysel 21 Mart 1973 günü doğduğu köyde ölmüş...
Ona da selam olsun...

Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarım aşikar etme
Lal olsun dillerin, söyleme yad'a
Garip bülbül gibi ah-ü zar etme

Gizli derlerimi sana anlattım
Çalıştım sesimi sesine kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
Hayal-i hatır et beni unutma...

Kaynak:
Dostlar Seni Unutmadı
T.C. Kültür Bakanlığı
Hazırlayanlar:
Metin Turan
Gülağ Öz
Osman Yılmaz
ISBN: 975-17-2311-6


Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Ziya Akça Kayar


SUÇ MAHALLİ

Kuran ve Tevrat'ta anlatılan insanoğlunun ilk işlediği cinayet olayı;Adem ile Havva'nın oğulları Kabil'in kardeşi Habil' i; paylaşamadığı ve kaybedeceğini hissettiği kızkardeşine olan aşkın vermiş olduğu kıskançlık krizi nedeniyle kafasına kemikle vurarak öldürmesi olarak bilinir .

Kabil kızkardeşine olan aşkının ateşi ve hırsıyla bir anlık girmiş olduğu öfke nöbeti sonucunda kardeşini öldürmekten hiç çekinmemişti.İnanışlara göre bu ilk cinayetten sonra insanoğlu birbirinin canına kastetmeye başladı.Cinayetin ana sebebi kızkardeşin Habil'in uysal ve sevecen yanından daha fazla etkilenerek ona yakınlık göstermesi ve Kabil'in bunu çekememesi olarak anlatılmaktadır. İlk cinayette günümüzde olduğu gibi genelde kadın erkek ilişkisi nedeniyle işlenmişti.

Cinayetlerde değişmeyen unsurlardan bir tanesi de katillerin mutlaka cinayet mahalline geri dönmeleridir. Bunun sebeplerini düşünürken kendimce çeşitli savlar ortaya çıkardım; birincisi geride iz bırakıp bırakmadıkları,ikincisi yaptıkları işin ne derece başarılı olduğu ve kendilerinin zekalarına olan hayranlıklarını görme isteği.Bu yaptıkları hareket genelde onların yakalanmasına ve yaptıklarının cezasını çekmelerine neden olur.

Hiç düşündünüz mü bilmem ama; katillerle terk eden sevgililer arasında bir benzerlik vardır.Bir taraf kan akıtıp insanların fiziki olarak bu dünyadan ayrılmalarına neden olurken diğer taraf ise manevi olarak insanların ömrü boyunca onamayacak yaralar açıp aşk hayatlarını öldürmektedir.İnsanoğlu unutmaz;çekilen acı ve ıstıraplar sonra yaşanabilecek bütün ilişkilerde temkinli ve güvensiz olmaya neden olur.

Terk eden sevgili cinayet mahalline dönen katiller gibi aradan zaman geçtikten sonra mutlaka kendilerini bir şekilde ortaya çıkarır ve hatırlatır. Bunun da sebepleri hemen , hemen aynıdır; geriye dönüp terk etmiş oldukları sevgilinin kendilerine karşı halen bir şey hissedip hissetmediğini görmek isterler ve eğer halen bir şeyler kaldığını anlarlarsa bundan dolayı kendilerinin ne kadar vazgeçilmez ve mükemmel olduğu düşüncesine kapılarak egolarını tatmin ederler.

Burada atlanan konu ise; terk edilen tarafın aşık olduğu insanla; geri dönüp kendini tatmin eden insana asla aynı sevgiyi veremeyeceğidir. Biçare mağdur istese de eskisi gibi olamayacak ve hep temkinli yaklaşacaktır dönene.Diğeri ise beklentilerini karşılayamayacak ve bundan yeterince zevk alamayacaktır.

Umduğunu bulamayan terk eden taraf hırs yaparak karşı tarafın temkinli davranışları ve ilgisizliğine karşı elindekini kaybettiğini görmenin ve kendi vazgeçilmezliğinin yok olmasına dayanamayarak tekrardan elde etme ve ilişkiyi canlandırma çabaları içine girmekten kaçınmayacaktır. Geçmişte yapmış olduklarının hepsinin üstüne sünger çekip her şeyi toz pembe yansıtmak için elinden geleni yaparak kendi varlığının önemini ortaya koyma çabası çok büyük hatalar yapmasına ve kendi tuzağına kendisinin düşmesine neden olacaktır. Başta mağdur olan taraf; içinde kalmış olan birkaç damla sevgi ve saygı kırıntısının da yapılan hırs ve basit hatalar nedeniyle yok olup,acımaya varan bir ruh hali içine girmekten kendini alamayacak ve saygının olmadığı bir ilişkinin yürümeyeceği gerçeğinden hareket ederek son noktayı koyacaktır.

Egosunu tatmin için döndüğü yerde; tıpkı katilin adaletten kaçamayıp cezasını çekmesi gibi gururu incinmiş, güveni ve duyguları sarsılmış bir şekilde kırık kalpler dünyasındaki yerini alacaktır.Unutulmamalıdır ki "Silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır hayat" ve bu nedenle kırık kalplerin tedavisi çok zor,hatta imkansızdır.

Gün gelip de geçmişe bakıp eski günleri yad ettiğimizde arkamızda bırakmış olduğumuz kırık kalplerin sayısının en az seviyede olması bizim insan olarak yapabileceğimiz en büyük erdemlerden birisi olsa gerek.Don Juan' ın öğretileri adlı kitabında Carlos Casteneda; Yaqui Kızılderili şamanı olan Don Juan'ın kendisini inisiye ederken, bir dönemde ondan kalbini kırdığı insanları düşünmesini ve onları bularak gönüllerini almasını ancak o şekilde ERK' e ulaşmasının mümkün olabileceğini söylemektedir.Castaneda o insanları bularak ziyaret sebebini açıklar ve özürlerini sunar. Kendilerinin istediği her şeyi yapacağını ve onları mutlu etmek istediğini söyler.İsteklerini de yerine getirerek vicdanını rahatlatır ve Erk yolunda büyük bir aşama kaydeder.Anlaşılacağı üzere Castaneda arınmış ve olmuş bir insan olmak için aldığı bir çok inisiyenin yanında geçmişte yapmış olduğu hataları da telafi etmek zorundadır.

Hayatımız bir sahneyse karşılaştığımız olaylar hiçbir zaman, kendini tekrar eder gibi görünmeyen spontane bir oyunun farklı makyaj ve dekorlarla karşımıza çıkıp oynanmasından başka bir şey değildir.Bizler için önemli olan aradaki bağlantıyı doğru bir şekilde kurarak,kendi yerimizi ve karakterimizi tam olarak yerine oturtabilmektir.

İnsanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler; doğum ve ölüm hiç kimsenin hatırlamadığı boyutlardır ama yaşam, bizlerin değer ve insanlığını ortaya çıkaran evredir. Yaşadığımız periyotta arkamızda bıraktıklarımızdır esas olan.Eski bir Kızılderili atasözünün dediği gibi "Doğduğunda sen ağlamıştın, herkes bayram etmişti. Öyle bir hayatın olsun ki öldüğünde herkes ağlasın, sen bayram et."

Ziya Akça Kayar
ziyaakca@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci: Sevgi G.


BİR DOKUN, BİN AH İŞİT

Dışarı çıkmak üzereyken ısrarla çalan telefonumu cevaplamak durumunda kaldım. Arayan yıllanmış bir arkadaşımdı.
-Konuşmamız mı lazım? Çok mu kötüsün? Ne oldu? Peki peki geliyorum.

Gözümdeki batma sebebiyle aynaya baktım. Sorunu giderince rahatladım. Yine harika görünüyorsun deyip, megalomanlığım bitince yola çıktım. Kendimi kınadım sonra. Ne saçma bir insansın diye söylendim durdum. Arkadaşımın yanına vardım. Anlattı dinledim. Sordum, dinledim. O anda en işe yarar şey akıl vermek değil, dinlemekti.

Bir şekilde aşkını dile getirenlerle sürekli başım derttedir. Sizler de yaşıyorsunuz mutlaka. Olurdu, olmazdılardan sonra, yapışmayan kararlı erkeğin nazik teklifi kabul edilebilir. Bir de iyi laf yapan türlerine denk geldiyseniz, kapsama alanı içindesiz demektir. Ön tanışma geçilir. Eh artık korkuya mahal yoktur. At, avrat, silah kültürüyle ortalığa salınan bir erkekle karşı karşıya olmadığınız her halinden bellidir. Gayet iyi giden sohbetler beklenmedik anlarda balla bölünerek, büyüleyici etkiye sahip şifre çözücü sözler devreye sokulur. Bunun yandığınız anlamına geldiğini daha sonra anlayacağınız tecrübe edenlerce sabittir.

Önce beynime ve duygularıma ulaşmayı arzulamalı birlikte olacağım erkek. İlişki tanımınızı açıklamış bulunmaktasınız. Güven veren bir eda ile, anlaşıldığınız onaylanacaktır. Mesaj alınmıştır. Doğru kişi olduğuna sizi ikna etmek için çabalayacaktır. Gördüğüm o ki bu konuda biraz sabırsız olduklarından, iyi bir noktaya getirdikleri ilişkinin içine su koyuverirler. Suçlamayın onları çünkü:
-Yaradılışlarımız farklıdır. Doğa bizleri farklı güdümlemektedir. Alaycı bir tavırla söylediğim zannına kapılmayın. Doğruluğuna tüm samimiyetimle inanıyorum. Kadınlar gibi idealize edilmiş bir aşk ya da duygusal bağlar geliştirmek ihtiyacı içinde değildirler. Bir kısmı hariç çoğu zaman sahte bir tutum içindedirler. Kendilerini oldukları gibi değil, sizin hayalinizdeki gibi gösterirler hedeflerine ulaşmak için. İşte beni kızdıran ve düşündüren türler bunlardır.

Bu gruptakiler kadınların zaaflarını ve beklentilerini (işlerine geldiği sürece)biz kadınlardan iyi bilirler. İlk ve tek hedefleri yataktır, ileri... Bazılarınız feminist bu diyecekler. Hem de en morundan. Yanılıyorsunuz baylar bayanlar! Erkekleri anlarım ve tüm bunların ötesinde de severim. Belli ki senin canını yakmışlar da, o yüzden cıyaklıyorsun dediğinizi duydum buradan. Mümkün. Ya sizin? Belki çok akıllısınızdır da, iyi seçimler yapıyorsunuzdur. Ya da ne bileyim ne istediğinizi biliyor, beklenti geliştirmiyor, anı yaşamayı tercih ediyorsunuzdur. Veya böyle şeyleri önemsiz görüyor, umursamıyorsunuzdur. Her neyse. Bazı davranışları için kınıyorum erkekleri. Kadına öncelikli olarak temel iç güdülerini açığa çıkaran bir beden olarak bakarlar. Kadın da kendileri gibi ÖNCE İNSANDIR. Bunu gerçekten kabullendiklerinde düzeleceklerine inanıyorum. Öylesine hedefe kilitlenmiştirler ki, vericiliğiniz onlar için dört dörtlük bir yemek masasına oturup, doymadan kalmak gibi olacaktır. Yatağa girmeyi, onu beğenmediğinizden değil, ilişkinizi ve kendinizi henüz hazır hissetmediğinizden reddettiyseniz bir düşmansınızdır artık. Gerçek anlamda sevmeyi bilmeyen, bencil ve anlayışsız bir kadınsınızdır. Altı üstü insanlara bahşedilen en doğal ihtiyaç. Ne bu abartı? Hint kumaşı mı canım? İşin cılkını çıkarmadan adam gibi...

Haklısın erkek kardeş ama, önce sen şöyle doğru düzgün olsan. Sevgisizsin. Kadın sevmeyi duyguların dilini seçti. Sense bazı zamanlar hariç bedenin dilini seçtin. Samimiyetiyle emeğini sundu. Senin için her şeyi sandıktan çıkarmaya hazırdı. Doğru insanı bulduğuna inanıyordu ki çömlek patladı. Hata onda, değil mi? O da biliyor, o da istiyor... Kime ne sandıktakilerden... Özelmiş gibi... Sendeki bir kaç şey yetiyor da artıyor bile diyorsun. Kaçak dövüşünle büyük bir hata içindesin. Sandık umrunda değilken, öyleymiş gibi davranarak olduğundan farklı görünüyorsun. Niyetini açıkça koy ortaya. Korkma, iyi anlatırsan kadın anlar. Her şey, herkes için daha kolay olur. Kimse incinmez. Köhne zihniyetinden kurtar yakanı. Makamın, bitirdiğin okulun, zenginliğin değildir söylediğim anlamda seni kaliteli kılan.Kültürünle ve tatlı dilinle süslediğin kıyafetin de. O kılığın altında sakladığına, elini vicdanına koyarak dön bir bak. Erkekliği iki bacak arasında arayacağına, kendi yüreğinde ve kadının gözlerinde ara. Orada bulduğunda ki bu -bir günde bile olabilir- her şey kendiliğinden akacaktır. Kadınları nazlı, çekingen ve bedel ödettiren hale getiren; sizlerin samimiyetsiz ve bencil tavırlarınızdır. .

Eğer erkeklerin beğenisine uygun bir bedene sahipseniz öğrenene kadar bunları daha sık yaşamanız mümkündür. Bu erkekler gibi davranan kadınlar da var diyeceksiniz. Kabul. Masum değiliz hiç birimiz. Onları da, sizler ya da erkekler ele alıp şöyle evirsinler çevirsinler gerek duyarlarsa. Ben anlıyorum eleştirdiğim erkekleri bayanları, büyük anlamlar yüklemiyorum olaylara. Öyleyse nedir bu yazdıklarım, sitemim? Yaklasık iki aydır yazının başında bahsettiğim, çok sevdiğim bir arkadaşımın bunalımlarıyla iç içeyim. Bir zamanlar erkeklerden elimi eteğimi çekecek hale geldiğim bir olayın benzerini yaşıyordu. Aldatılmışlık... Ve inanmış olmanın ödülü kullanılmışlık hissi.(O şimdilik böyle tanımlıyor.) Henüz bunların çok sık yaşandığının ve doğallaştığının farkında değil. Öğrenecek ve ilerde ne yaşarsa yaşasın bu kadar incinmeyecek biliyorum. Ona kendimce çözümler sundum. Dikkatli olmaya çalışırım bu konularda çünkü her ilişki ve her insan farklıdır. Her deneyim bize bir şey öğretir. Öğrenmenin ve gelişmenin yolu yaşananlardan geçer bunu kabul et, bir şey kaybetmiş değilsin ki, aksine kazançlısın dedim. Oysa o GÜVENİNİ kaybettiğini, bu ilişkilerde kaybedecek DAHA ÖNEMLİ BİR ŞEYİ olmadığını savunuyor. Epey düzgün ve akıllı biridir. Bay X epey bir uğraştı onu ikna edene kadar. Oldukça güzelmiş her ikisi içinde. Mutlu ayrılmışlar. Ama sonra... Önceki tavırlardan eser kalmayıp, maske ansızın düştüğünde kızımız bu hale geldi. Tek derdim cesaretleri zayıf olan, kendilerine güvenemedikleri için böyle içler acısı yollara başvuran erkeklere şu mesajı vermektir. Sözlerim hepinize değil, nüfusunuzun büyük bir çoğunluğunu kapsayan ve yazının konusunu oluşturan türlerinizedir. Sevgili erkekler. Ne olur aklınızı hep malum yerinize değil, biraz da başınıza devşirin. Net olduğunuzda kaçıyor mu kadınlar? Bence kaçmayanlar yeter size. Benim zamanım ve sabrım az diyorsanız ne diyeyim. Askılıklarınızda güzel vücutlu ve boş suratlı kadınlara sahip omak istiyorsanız bu sizin tercihiniz. Yeter ki arkanızda kalbi kırık, ah eden bir insan bırakmayın.
Bakarsınız tutuverir...

Sevgi G.
sevgig@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan


Yazıcıoğlu Recep ve “Devlet”

Ekim 1999’un başında yazdığım bir yazının başlığı “Devlet”. Bu yazıyı yazmama neden olan,Yakında bir trafik kazasında kaybettiğimiz Recep Yazıcıoğlu’nun o dönem TV kanallarında yaptığı söyleşiler.
Onun hakkında yeni bir yazı yazmaktansa bu eski yazımı yeniden yayınlamanın daha uygun olduğunu düşünüyorum.


DEVLET

01 Ekim 1999 sabahının ilk saatlerinde Tv. kanallarında sörf yaparken kanal D' de 32. Gün programına rastladım;konuk ilginç bir isim: Recep Yazıcıoğlu...Hani uzun zamandır devletin bürokratik yapısını sert biçimde eleştiren ve sivri dili yüzünden kızağa çekilen Valimiz...

Recep Yazıcıoğlu sanırım ilk defa bir ilimizde ramazan ayı dolayısıyla içki yasağı koyması ile dikkatleri üzerine çekmişti. Bu nedenle olsa gerek, dinci Tv. kanallarında sık sık arz-ı endam eylemişti...Daha sonraları diğer kanalların da konuğu olmakta gecikmedi.

Benim son izlediğim konuşmasının sonunda şöyle bir cümle söyledi: "Komünizm dünyada çöktü,biz de hâlâ çökmedi..." Sayın Valinin konuşmalarını izleyenler bilirler, komünizm diye sözünü ettiği şey Sovyetler Birliğindeki hantal bürokratik yapılanma. Ya literatürü çok iyi bilmediğinden yada heyecanlı bir kişiliğe sahip olduğundan gözlemleri bana göre doğru,ama söylem biçimi, tanımlamaları çoğu kez yanlış...Bilenler bilir,komünizm dünyadaki tüm ülkelerin sosyalizme geçtikten sonra kurulacağı varsayılan, devletin olmadığı ütopik dünya düzeninin adıdır. Aslında sosyalizmle çok da fazla bir bağlantısı olmayıp, çok eskilerden beri bilinen ve pek çok filozofun katkılarıyla beslenen bir rüyanın adı olduğunu söylemek daha doğru olur...Bizde kendini "aydın" diye tanımlayan,ancak topraktan bilenlerin yanında bile kara cahil kalanların sandıkları gibi bir şey değil yani...

Yazıcıoğlu'nun üzerinde ısrarla durduğu konu, merkeziyetçi, hantal bürokratik devlet yapımızın aşağıdan yukarıya doğru yeniden yapılandırılması... Halktan kopuk, halka tepeden bakan, insanlara nasıl düşüneceklerini, neyi düşünebileceklerini, neyi akıllarının ucundan bile geçiremeyeceklerini dikte eden, kendini çoban halkı da güdülmesi gereken sürü sayan devlet anlayışının çağdaş devlet olamayacağını ve geri kalmışlıktan kurtulamayacağımızı, altını çizerek, zaman zaman isyanları oynayarak anlatmaya çalışıyordu... Nitekim görev yaptığı yerlerde halkın da katılımıyla oldukça başarılı işler yapmış ve geniş halk kitleleri tarafından da sempatiyle bakılan bir kişi olmasına rağmen hükümet tarafından, yada devlet tarafından görevinden alınarak kızağa çekilmişti.

Son günlerde sayın Yazıcıoğlu'nu pek çok Tv. Kanalı konuk eder oldu. Yeni bir oluşum isteği mi var? Eski vali kendi düşüncelerini mi seslendiriyor? Bu düşüncelerin arkasında başkaları da var mı? Yeni bir doğumun sancılarını mı çekiyoruz? Yoksa bu da bir çeşit dış gebelik olayı mı? Yeni bir lider adayı mı bulundu.? Sermaye kesimi artık eski yolun sonuna gelindiğini,tıkandığını mı düşünüyor? Adına "karma ekonomi"denilen ucubenin daha fazla sürdürülemeyeceği anlaşıldı da gerçek sermaye düzenine geçiş çabaları mı var? Sorular çok da, şimdilik biraz bekleyip görelim... Ne de olsa biz içerikçiyiz ve de boşa düşmekten hoşlanmayız... Aslında bu konu uzunca bir zamandan beri bazı kesimler tarafından dillendiriliyor ama, Yazıcıoğlu'nun adı birden öne çıkarıldı gibi geliyor bana... Belki de bu isim üzerinde nabız yoklaması yapılıyordur kim bilir... Toplum mühendislerinin neler planladığını öğrenemiyoruz sevgili medyamızdan, çünkü onlarda oyunun içinde... En iyisi gelelim biz eski düzenimize, yada düzensizliğimize:

Bir yazarımız Cumhuriyetin kuruluş şemasını şöyle çizer: Mülkiye,Selimiye,ilmiye...Asker-sivil bürokrat tabana dayandırılan Cumhuriyetimiz, daha çok dış dinamiklerin itelemesiyle 1950 den sonra kısmi bir değişikliğe uğradı. Artık Cumhuriyetin kendi partisinden başka bir partisi daha vardı... Bir partisi daha vardı diyorum, çünkü Demokrat Partinin de Cumhuriyetin şemasını değiştirmek gibi bir niyeti yoktu aslında. Ancak Selimiye ile siyasiler arasındaki iktidar ortaklığında doğal olarak zaman zaman uyumsuzluklar oluyordu ve bu da Cumhuriyetin kurucuları ve aynı zamanda sahipleri olanlar, yada kendilerini öyle görenler tarafından hiç de hoş karşılanmıyordu...Nitekim DP. Bir askeri darbe ile devrildi ve Başbakanıyla iki bakanı idam edildi. Suçlamalar dışarıdan bakanları güldürecek cinstendi: "Köpek davası, külot davası"gibi...

"Yahu, bu idam edilen insanların hiç mi günahları yoktu?" derseniz, vardı var olmasına da, o günahlar yeni gelecekler tarafından katlanarak tekrarlanacağının bilindiğinden es geçilmişti herhalde... Bana göre asıl amaç, mülkün sahibinin yada sahiplerinin kimler olduğunun halk tarafından iyice anlaşılması ve politika yapmaya özenenlerin de aklını başına devşirmesiydi... Yani herkes hizadaki yerini bilecekti...

Peki, "Cumhuriyetin kurucusu" dediğimiz Mustafa Kemal'in amacı da bumuydu, uygulamalarına bakarsanız bazan evet, düşüncelerine bakarsanız hayır... Cumhuriyet, demokrasiye geçmek için bir aşamadır. Ancak iş liberal demokrasiye gelince çatallaşıyor. 1920 lerin Türkiye'sinde ne sermaye sınıfı vardı ne de proletarya... Oysaki liberal demokrasi bu iki sınıfın oluşmasıyla mümkündür. Onun için Atatürk batıdaki cumhuriyetlere özeniyordu,ancak toprak tohuma uyum sağlamıyordu. Yaşadığı sürece olmayanları zorlayarak oluşturmaya çalıştı...Ne denli başarılı olduğuna yada olmadığına siz karar verin. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki,bugün kendilerini "Kemalist "diye tanımlayanların çok büyük bir bölümü eğer onun döneminde yaşamış olsalardı en iyi ihtimalle kendilerini Fizan'da bulurlardı...

Mustafa Kemal'in neleri amaçladığı açık seçik ortada: Batılılaşmak,uygarlaşmak,çağdaşlaşmak,ancak bunların nasıl gerçekleştirilebileceğini belki kendisi de doğru dürüst bilmiyordu... Bilinen başka bir şey de Atatürk'ün bir ideoloji adamı olmadığıydı." Öyleydi "diyenler, bana göre saçma atıyorlar...

Dikkatli okusanız, Mustafa Kemal'in pek çok sözü gerçeği değil, rüyalarını anlatır;işte bir örnek: "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir!" Bugüne dek ne kendisinin zamanında ne de daha sonra gerçekleşemediğine göre, ne demek istediğim anlaşılmıştır sanırım...

Hani bazan söylüyorum ya, "insan faktörü unutuluyor" diye... Eğer makine yapacak insan malzemesi yoksa,makine yapamazsınız, ancak rüyalarını görebilirsiniz... Şu andaki duruma da bir göz atalım isterseniz;sermaye sahiplerimiz : "devlet bize sermaye versin", işsizlerimiz, "devlet bize iş versin"diyorlar... Devletin derdi ise başka... O, bugünkü yapıyı değiştirmeden kurulu düzeni daha ne kadar sürdürebilirim derdinde...

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve bugünkü yapısını, gerçeklerini ve dinamiklerini doğru dürüst kavramadan ne solculuk yapılabilir ne de sağcılık. Bu kavramlar bize batıdan geldi,ama henüz bu kavramların içlerinin doldurulduğu söylenemez... 1640 larda yoğunlaşmış serbest piyasa ekonomisi talepleri İngiltere'de. Ve sağcılarla solcular ortaklaşa vermişiler bu savaşı, nereye kadar, sağ cephe istediği parlamentoyu kurdurana kadar; sonra,sonrası malum,evli evine köylü köyüne,her zaman olduğu gibi,yada olması gerektiği gibi...

Dünya tarihindeki sopalı sistem uygulamalarına şöyle bir göz atarsak pek çok şey anlaşılır sanıyorum. Ülkelerine, yada hızlarını alamayıp dünyaya çağ atlatmak isteyenlerin verdiği sıkıntıları çok çekti insanlık... Sopalı sistemlere inananların hemen hepsinin amaçladıkları birbirinden çok farklı da olsa kullandıkları araç değişmez: SOPA... Toplumların ancak sopa ile güdülerek çağ atlayacağına inanırlar. Başlangıçta toplum iyi motive edilirse konulan hedeflere ulaşılabileceğine dair işaretler de görülür. Ancak aşırı zorlanan toplum yıllar geçtikçe yorgun düşer ve alkışlar şiddetli tepkilere dönüşür. Her şey başlangıçta düşünülenin tam tersine doğru gelişir. Toplum artık doğal fonksiyonlarını bile yerine getiremez hale gelir ve kazanılan yıllar tekrar kaybedilir. Üstelik toplumun kendine gelebilmesi için uzun yıllar gerekecektir...

Sopalı sistemlerden uluslararası boyutu olan birisinden örnek vereyim: Hitler'in rüyası...Yalnız Rusya'da ölenlerin sayısı yirmi milyon; bunlar sayılabilenler, sayılamayanların sayısını da "Allah bilir" diyelim...

Çok genç yaşlarında Hitler'e yaklaşabilmiş eski bir Alman askeriyle tanışmıştım. Pek çok yerde savaşmış, Rusya'da esir düşmüş,vücudunda hala çıkarılamamış şarapnel parçalarının olduğunu söylerdi. Göğsünde madalya takılacak yer kalmayanlardandı... Bir gün kendisine başlangıçtaki rüyaları hakkında ne düşündüğünü sormuştum, buyurun yanıtı; "Biz dünya için doğru olanı yapmaya çalıştık, ama maalesef dünya bizi anlayabilecek kadar gelişmemişti..."

Yirmi yaşındayken ne düşünüyorsa yetmiş yaşında da aynı şeyi düşünmeyi marifet sayanların her kesimde örnekleri vardır... Hani bir şairimiz şöyle bir şeyler söylemişti ya:

Tarih tekerrürden ibarettir, diyorlar

Hiç İbret alınsaydı tekerrür mü ederdi... Yada bu anlama gelen iki mısra...

Elli milyondan fazla insan ölmüş, hedefe ulaşmak için soykırımlar uygulanmış, adam hâlâ doğru düşündüklerini ısrarla vurguluyor, kendinden ve düşüncesinden emin... Esaret hayatı sona erip ülkesine döndüğünde, yakınlarından hemen hiç kimse kalmamış. Buna rağmen inançlarına sıkı sıkıya bağlıydı; belki yaşamayı sürdürebilmesinin nedeni de buydu... İşte bu da insan faktörünün bir başka boyutu...

Freud'un yerine göz dikmişliğim yok, haddime de düşmüş değil ama, şu insan faktörüne kötü takıldım...

Bu konularda yazacak çok şey var da şimdilik bu kadarıyla yetinelim, yeri geldikçe devam ederiz...

Kemal Duykan
kduykan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_161.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.643 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL

bizi bilirsin
avuçla su içmeyi
marifet biliriz
yenilmeyi bir de
kendi sahamızda...

bizi bilirsin
saçımızı ıslatmayı fiyaka biliriz.
limonla!
tespih yaparız,
düş kırıklarından...

bizi bilirsin
ağzının içinde oturmak isteriz.
ve rutubetin en yakıştığı yer biliriz
ağzını...

bizi bilirsin
yaşamak biliriz
vademiz dolduğunda
avuçlarına gömülmeyi...

Yılmaz Erdoğan

<#><#><#><#><#><#><#>

YAĞMUR

Yer ile yeksan, ıslak saçlı, kem gözlü
Kavim göçlerinden bu yana ağlayan
Ve durmadan cep kanyağı yakıcılığında
Ezgiler çalan, çaldırtan, yakalatan
Adı bende gizli bir kadındı İstanbul.
Şehre bir yağmur yağdı ben ağladım.
Sevilirken ayrılmak mı kaldı Bizans'tan
Yalan dolan yoktu gözlerde yalnızca ses
Verilmiş sözler birdi edilen yeminler sıfır
Eşyalar alındı fotoğraflar söküldü yerlerinden
Bir aşkın izlerini yok edecek
Başka bir aşk sipariş edildi yeniden
Bir şehre yağmur yağdı ben ağladım
Kim daha çok yalan söndürdü çay bardaklarında
Ve buğularda yitirilen kimin adıydı
Bir aşktan diğerine kaç saatte gidiliyordu
Soyulur muydu kabuğu hayatın
Yoksa tüm vitamini kabuğunda mıydı
Yağmur şehre bir yağdı ben ağladım
Ben giderken en çok seni götürdüm
Aklımın nakliyesiydi asıl yoran taşıyıcılar
Yardan düşmüştüm yaralarım yârdan armağandı
Kutsal kitabım da ziyan edilmiş sevgililer atlası
Bense sevmeyi beceremedim
Belki de sevilmeyi
Benim sevmeye engel evcil acılarım vardı
Ben yağmur ağladım bir şehre yağdı
Ben şehre ağladım bir yağmur yağdı
Ben bir ağladım şehre yağmur yağdı
Ben yağmur ağladım

Yılmaz Erdoğan

<#><#><#><#><#><#><#>

NİSANLIK ÖLDÜ MÜ

koşulacak bir sancı gibi inceden
genceden aktım geceye
ihtiyar sokaklarda acemi lambalar
ve ıslak bir ışık ilkbahara
ilkbaharın günahı olmaz nasılsa...

çocuklar bulmuş, getirdiler
kanadı kırılmış bir nisan yağmurunu
nisan'ın kuyruğuna teneke bağlar mı insan
çocuk olmasa?...
aşk şakasını kaldırır mı insan
çocuk olmasa...

bir celsede boşanıyor mağrur bir yağmur
nisanların yenildiği yalancı baharlarda...
ilkbaharın günahı olmaz nasılsa!

Yılmaz Erdoğan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Bakmayın saçı uzun olduğuna... O bir erkek:-))

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.hayricaliskan.com/
İyi şeyler düşünmek günü iyi geçirmek için en iyi başlangIçtır. İyi şeyler düşünmek için ara sıra bile olsa etrafımızdaki güzel şeyleri farkederek işe başlayabiliriz. Hayri Çalışkan fotoğraf makinasıyla gördüğü güzellikleri bizlerle paylaşmak istemiş. Hadi bir tık yapalım ve bu güzellikleri paylaşalım.

http://www.byegm.gov.tr/
Merak edenler için TC Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğünün faaliyetlerini yayınladığı web sayfası. Örneğin: Cumhuriyetimizin 80. yıl kutlama töreninin programı da bu sayfalarda...

http://kopru.fisek.com.tr/ibitti.htm
... Pencerem boşluğa açılır, Göremem gidişini, Camlar buğulanmaz arkandan, Ve silinmez sevdan. Pencerem boşluğa açılır, Göremem gidişini, El sallayamam hiç sana, Ve yuvarlanır dünya... O son noktanın öncesinde, Sonrasında sonra, Olmadığın zamanlara bak, Tepetaklak...

http://www.hafif.org/node/view/11354
Hayatı sanki dolu dolu yaşıyormuş gibi görünüp aslında hiçbir şey anlamadan, sadece etraflarında olup bitenlere seyirci kalanlardanmısınız? Bu web sayfası aslında çok ciddiye almaya değmeyen fakat psikolojimizi şu ya da bu şekilde etkileyen kavramları içeren hikayelerle dolu.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Pong Ultra v1.1.1 [4.0M] W9x/2k/XP FREE
http://pongu.sourceforge.net/index.php
Full fonksiyonlu bir Pong oyunu alternatifi. Oyun oynamayı sevenler Pong'u tanırlar diye umuyorum. Bu programda onun biraz daha geliştirilmiş hali. Oyun severlere tavsiye edilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030915.asp
ISSN: 1303-8923
15 Eylül 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri