|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 353 |
26 Eylül 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ne farkeder ki? |
Merhabalar,
Küçük çocuğun okuma hakkının engellendiği öğrendiğimde bende çok kızdım. Tıpkı 'Kısa Mesaj'da duygularını dile getiren arkadaşlarımız gibi. Kendimi o ana babanın yerine koyduğumda isyan ettim. Okuldan gitmeleri gerektiğini söyleyen yetkiliye köpürdüm. Nasıl olurda ellerinde sadece kandan bulaşacağını gösteren bir rapor olmasına rağmen minik yavruya bu denli muameleyi reva görürlerdi? Nasıl olurda en doğal hakkını elinden alırlardı? Sonra.... Sonra bir an durdum, daldım... Diğer çocuklardan birisinin babası oldum. Nasıl davranırdım diye geçirdim içimden. Canımdan çok sevdiğim, eline kıymık batsa yüreğimin sızladığı yavrumun, bulaşma ihtimali çok düşükte olsa, bir ölümcül virüsle yanyana olmasına sessiz kalabilir miydim acaba? Bir yanda devlet eliyle hastalığı kapmış, belki durumundan bihaber günahsız yavru, diğer yanda benim canımdan bir parça. Hayır kayıtsız kalamazdım. Bildiklerim mantıklı karar vermemi engellerdi. Ardından bu hastalığı ne kadar bildiğimi sorguladım, cevap kocaman bir hiç... Ölümcül olmasından başka ne biliyordum, ya da o diğer ana babalar ne biliyordu? Hiç... Kuşbakışı seyrettiğimiz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek görmezden geldiğimiz, ah vahlarla seyrettiğimiz bu hastalığı bize ne kadar anlatmışlardı ki? Hiç... Hastalığa yakalanmışları homoseksüel olarak damgalamaktan başka ne öğrenmiştik? Bedava dağıtılan prezarvatiflerden, başkasının şırıngasını aman ha kullanmalardan başka neler biliyorduk? Hiç... Oysa işte devlet eliyle damarlara şırınga edebiliyor ve günahsız bir yavruyu öcüleştirebiliyorduk. Sorumlular birkaç milyar lirayla kan diyetini ödüyor ve günahlarından arınabiliyor ama bir çocuğun tüm yaşamını ipotek altına aldıklarını gözardı edebiliyor. Günahsız yavrunun anababası haklı olarak feryat ederken, diğer anababalar da kendi yavrularını korumak istiyorlar. İşte tam memleketimize özgü bir paradoks. Gerçekten sadece bize özgü mü? Bir başka medeni ülkede olsa ana babalar farklı mı davranırlardı? Sanırım pek farklı olmazdı. Ben belki o günahsız yavruyu yerinden etmektense kendi çocuğumu oradan alırdım. Ama öyle veya böyle o günahsız yavrunun kaderi değişmezdi. Yalnızlık ve itilmişlik. Aynı bu lanet hastalığa yakalanmış diğerleri gibi. Ha zevk uğruna ha devlet eliyle şırıngadan ne farkeder ki?
Bilinçlenmemiz gerek, okuyup yazanlar olarak önce öğrenmeli sonra gücümüz yettiğince öğretmeliyiz. Hastalığı tanımalı, önlemlerini almalı ama insan olduğumuzu ve heran bizimde başımıza gelebileceğini unutmadan hastalara karşı tavrımızı düzeltmeliyiz. Şanslıyız, güzel memleketiminde, en azından bilinen rakamlarla, çok yaygın değil ama gelişen dünyaya ayak uyduran ve hep bir adım önde olmayı başaran bu virüs ve türevlerine karşı hazırlıklı olmalıyız. Kahve Molası olarak yaklaşan AIDS haftasını layıkıyla değerlendirme teklifine gönülden katılıyorum. Henüz neler yapabileceğimizi bilmiyorum. Ancak bu konuda yardımcı olabilecek arkadaşların önerilerine açık olduğumu bilmenizi istiyorum. Doğruları öğrenmek için haydi bir adım öne çıkalım. Hepinize mutlu, huzurlu ama en önemlisi sağlıklı bir hafta sonu diliyorum. Sağlığınızın değerini öğrenmek için hastalanmayı beklemeyin olur mu?
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
İnsan'ca : Yankı Yazgan Freud’un evrim fantezisi |
|
"Freud yayımlamadığı, belki de varlığını yadsıdığı bir makalede, yaşananların genetik yapıyı belirlediğini ve bu etkinin kuşaklar boyu sürdüğünü söylüyordu. Lamarck'çı "dönüşüm teorisi" ve Freud’un "filogenetik fantezisi" üzerine... "
Freud, 1980’li yıllarda keşfedilen bir makalesinde, yaşananların genetik yapıyı etkilediğini ve bu etkinin kuşaklar boyu sürdüğünü söylüyor. Ama, bu makaleyi hiç yayımlamamış, hatta varlığını yadsımış.
Darwin ve evrim teorisiyle tanışmamı lise birinci sınıf biyoloji dersine borçluyum. Kitabın ya ilk, ya da ikinci ana başlığı türlerin kökenine ve hayatın gelişimine dair Darwinci biyoloji teorisini anlatıyordu. Canlılığa bakış açılarından birisi ve en geçerlisi olarak sunulan Darwinci evrim teorisi üstüne kurulu olan biyoloji dersleri o yılların en zevkli “ders anıları” arasında yer alıyordu.
Alternatif evrim teorilerine de değinilen o derslerdeki “zürafalı” bir örneği hatırlıyorum Zürafaların boyunlarının neden uzun olduğuna bir açıklama getirmeyi deneyen bir bilim adamı, yüksek ağaçların olduğu yerlerde büyüyen zürafaların boyun ve bacaklarının giderek uzadığını söylüyordu. Bu uzama, kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve zürafaların genetik yapılarına yerleşik bir özellik oluyordu. Çevre değişikliklerinin ve dış koşulların, canlının genetik yapısında değişiklik oluşturarak, kuşaklar ötesini etkilediğini öne süren kişinin adı Lamarck’tı. Lamarck’çı “dönüşüm” teorisinin bir başka savı da, genetik yapıda değişikliklere yol açan çevresel koşulların ortadan kalkmasının, değişiklik üzerinde etkisizliğiydi. Dünya değişse, ağaçların boyu kısalsa bile zürafalar hep uzun boylu ve uzun bacaklı kalacaklardı.
Lamarck’ın fantezisi
Lise bir yazında Freud’un yazdıklarını okumaya başladım. Bol Darwin’li bir okul döneminin üstüne Totem ve Tabu’yu okumak tam olarak nasıl bir etki yarattı, hatırlamıyorum. Ama “Freud’le Darwin tanışmışlar mıdır acaba?” diye düşünüp taşınmıştık epeyce. Her ikisini de çok yakın bulmamdan ötürü mü, onu da bilemiyorum. Lamarck ile Freud’un tanışıp tanışmadığını ya da birinin diğerinin yazdıklarını okuyup, okumadığını ise hiç aklıma bile getirmedim. Tek bir nedenle... Lamarck’ın teorisi aktarılırken, öylesine gülünç ve temelsiz bir teori olduğu vurgulanmıştı ki, idollerime yakıştıramazdım onu... Sonradan, Lamarck’ın ondokuzuncu yüzyıl başları biyolojisi içinde, son derece özgün ve “ilerici” bir konumda olduğunu, türlerin gelişimi ve evrilmesi üstüne aykırı görüşler ortaya atıp pek tutunamadığı için yoksulluk içinde ölmüş olduğunu öğrendim. Çevresel koşulların oluşturduğu değişikliklerin genetik yapımıza da yansıyarak, kuşaktan kuşağa akıp gitmesi ise hoş bir fantezi olarak zihnimin bir köşesinde kıvrılıp kaldı.
Yadsınan bir yazı
1914 ve 1915 yıllarında Freud yazma açısından üretken bir dönem geçirmişti. Bu üretkenliği savaş yıllarının hasta sayısını azaltmasına bağlayanlar var. Kimilerine göre, o sıralar yakın olduğu Dr. Wilhelm Fliess’in biyolojik ritimler hesabına göre, 1918’in şubat ayında öleceğini öğrendiğinden dolayı elini çabuk tutuyordu. Fliess hakkında fazla fikri olmayanlara “biraz acayip birisi” olduğunu ve kafasını ruhsal durum ile burun arasındaki ilişkiye takmışlığını fısıldayayım. Kulak-burun boğaz uzmanı olan Fliess’te Freud’un ne bulduğu, etkileşimlerinin olumlu ya da olumsuz sonuçlarının ne olduğu çok açık değil. Ama Freud’un bilimsel ve klinik yaşantılarının bir bölümünde Dr Fliess’in rol oynadığı kesin.
Her neyse, 1914-15, Jung ve Adler’in Freud’un çizgisinden ve grubundan koptukları döneme uyuyor. Bu durumu, Freud’un teorisini bir an evvel derli-toplu bir biçimde sunma çabasının nedeni olarak görenler de var.
Şu ya da bu nedenle, o yıllarda yazılan tam on iki makaleden beş tanesi, psikanalizin teorisi olan “metapsikoloji”nin köşe taşları olarak yorumlandılar. Aralarında “Yas ve Melankoli”nin bulunduğu bu beş makale dışındakiler ise sırra kadem basmışlardı. Freud’un kendisi de, bu yazıları hayatından çıkarmak istediğinden olsa gerek 1919’da yazdığı bir mektupta “kalan yazılar”ın varlığını yadsıyordu. Ancak, Anna Freud’un 1983’teki ölümünden sonra açılan evrak-ı metrükesinden çıkan bir kopya, kalan yedi makaleden birini ortaya koydu. Yazı, çalışma arkadaşlarından Sandor Ferenczi’ye eleştirilmek üzere gönderilmişti. Başlığı ise; nefesinizi tutun, "Filogenetik Bir Fantezi"!
Evrimin artıkları
Filogenez denince, aralarında genetik ortaklık bulunan bir grup canlının evrimi anlaşılmalı. Filogenez’in karşısına koyabileceğimiz diğer kavram olan ontogenez ise tek bir canlının tek bir hayat döneminde gelişim sürecini ifade ediyor. Freud’un filogeneze dair fantezisine aslında bir başlık koymamış olduğunu, sadece yazdığı mektuplarda makaleyi bu isimle andığını belirteyim.
Fantezinin temel düşüncesi, psikopatolojinin evrim sürecinin artıkları ya da ürünleri olabileceği şeklinde... Yani, insanlığın gelişimi içerisinde edindiği bazı uyum amaçlı özelliklerin, bugün bir semptom olarak ortaya çıktığını öne sürüyor Freud...
Buzul Çağına değin huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdüren insanlar, buzlarla birlikte anksiyete ile tanışmışlar. Bu yeni durumun yol açtığı kaygı, gerginlik ve bunaltının nasıl bir şey olduğunu, (günümüze baktığınızda) yabancılardan ya da mevcut durumu değiştiren herhangi bir şeyden korkan çocuklarda; ortada pek öyle bir tehlike yokken büyük bir tehlike varmışçasına bunalan büyüklerde görmek mümkün.
Buzul çağı koşulları giderek ağırlaştığında, yiyecek sıkıntısı başlamış. Nüfus problemi yaşayan insanlar, çoğalmayı önlemek için “üreme amaçlı olmayan cinsellik” biçimleri geliştirmişler. Freud, bu “yerine koyma”yı histeri diye bilinen hastalığın temel mekanizması olarak açıklıyor. Histeri’de, bastırılan cinsel dürtüler, bir organın işlevsizleşmesi şeklinde ortaya çıkarlar, Freud’a göre.
Buzlar çözülmemekte inat ettikçe, insanların yaşayış biçimleri de koşullara uygun örgütlenmeler doğurmuş. İnsan gruplarının başında bir “baba figürü” var ve bu “baba figürü” güçlü, kuralcı, yerini sağlam tutmak için güvenliğine çok önem veren birisi... Kadınların da “sahibi.” Dil ve diğer insana özgü “yüksek” işlevlerin geliştiği bu dönemden, kurallara ve ayrıntılara takılma (obsesif nevroz) günümüze evrim yoluyla “intikal etmiş.”
Lamarck
Freud’un düşüncesinin odaklarından birisi olan Oidipus çatışmasının kökleri “Filogenetik Bir Fantezi” de bulunabilir. Aslında, fantezi’den iki yıl önce Totem ve Tabu’da formüle edilen Oidipus çatışması, Buzul Çağı’ndaki grup lideri “baba”nın oğullarını sürgün etmesi ve oğulların sürgünden dönüp lider “baba”yı öldürerek “baba”nın kadınları ele geçirmesi şeklinde cereyan eder. “Baba”nın oğulları hadım etme olasılığı ve oğulların bu olasılığa karşı tedbirleri ise, bugün klinik terminolojideki paranoya olmuştur!
O dönemlerde olup biten herşey, hayatta kalmak için geliştirilen bütün önlemler insanın genetik yapısına işlenir, iz bırakır. Binlerce yıl sonraya dek, genlerle aktarıla aktarıla gelen bu “önlemler”, başka bir çağda hastalık belirtisi olabilirler. Özetle Freud’un "filogenetik fantezisi" böyle...
Freud’un aradığı köprü
Bizim lise bir biyoloji kitabına dönersek, Freud’un düşünüş tarzının “Lamarck’çı” olduğunu görebiliriz. Çevresel nedenlerle genetik değişiklikler ortaya çıkması ve bu değişikliklerin kalıtım yoluyla kuşaktan kuşağa geçmesi günümüzün yerleşik biyolojik kavramlarına göre pek kabul edilebilir gibi değil. 1915’te Darwin’ci görüşün egemen olduğu göz önüne alınırsa, Freud’un nasıl olup da Lamarck’çılaştığını anlamak güç. Kaldı ki, tartışılan görüşler yayımlanmaktan vazgeçilmiş, hatta varlığı bile yadsınan bir yazıda yer alıyor.
Freud’un fantezisindeki bir şey bana çekici geliyor: Yaşantı ve biyolojik yapı arasındaki ilişkiyi belirginleştirme sevdası. Psikanalizin, yaşantıların genetik yapıya kodlanışına bir açıklama getirmesi “olmayacak bir sevda” belki; ama Freud’un biyoloji ile psikoloji arasında zaten varolan ama bir türlü bulunamayan bir köprünün peşinde olduğunu göstermeye yetiyor. Belki de, hala, lise bir’in yazında, Freud ile Darwin’i buluşturmaya çalışan çocuk gibi düşünüyorum.
Yazı yazıldıktan onbir yıl sonra
1991’de henüz bir psikiyatri asistanıyken yazdığım ve o zaman Cumhuriyet Bilim Teknik’te yayımlanmış bu yazının üstünden 11 yıl geçti. Şimdi manzara şöyle: Yaşananlar genetik yapımız üzerine etkili oluyorlar. Oluşan genetik etkiler bir sonraki kuşağa ne kadar geçebiliyorlar, yani, Lamarck’ın görüşleri ne kadar yerinde, bu henüz kesin değil. Kesin olan: Genlerimiz, beynimizin ana çizgilerini belirlemekle kalmayıp, nasıl işlediğini belirlemekteler. Üstelik, bu belirlemeyi yaparken, yaşanan olaylara göre değişen etkiler gösterebiliyorlar. Freud’un öngördüğü, ama “resmileştirmekten kaçındığı” görüşlerinden birisi de, insanoğlunun tür olarak hayatının başlangıcında (buzul çağı ya da taşdevri) edindiği özelliklerin bu gün başına dert olabileceği konusuna başka bir yazıda değineceğim. Genler ile çevrenin etkileşimi hakkında 2000 yılının Tıp Nobel’ini kazanan Eric Kandel’ın anlattıklarını da o yazıda aktarmam gerekiyor.
Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ters Köşe : Mehtap Akdeniz Hayal kurmak gibidir kendin olmak... |
|
Üç beş kadın bir araya geldiğimizde konuştuğumuz konular genellikle bellidir. Önce varsa çoluk çocuk, biliyorsak börek çörek, vaktimiz bolsa hal hatır muhabbeti yaptıktan sonra uzun uzun erkekleri konuşmaya başlarız.
Biz kadınları bilirsiniz her yaşadığımız olayı dramatize etmeye, 'senin ki de bir şey mi, bir de benimkini dinlesen' demeye pek bayılırız. Olaylar ve kişiler öyle bir abartılı anlatılır ki; konu edilen eski sevgiliniz bile olsa, onu tanımakta güçlük çekebilirsiniz. Erkekler -gerçekten- sevdiği kadına bunu yapmaz, yani yaşadıklarını her türlü ayrıntısıyla diğer erkeklere anlatmaz. Kadınlar ise -gerçekten sevmiş olsa bile-yaşanmış, yaşanmamış ne varsa anlatır. Hem de öyle bir anlatır ki, sonunda kan kardeşinize bile ağzınız sulanır. Muhtemelen bu sebepledir ki, birbirinden sevgili kapma hadisesi en çok kadınlar arasında yaşanır. Acı, tatlı, yavan, tadına doyum olmaz ayrımı yapmadan erkekleri en mahrem şekliyle konuşur, en basit toplantıları bile denenmiş tariflerimizle ziyafet sofrasına çevirmeye özel gayret gösteririz..
Erkeksiz toplantıların ana menüsü olan erkeklerimizi atıştırmaya ara sıcaklarımızdan başlarız. Bunlar genellikle fast food ilişkilere mahkum erkeklerdir. Hiç bir şeyi derinlemesine yaşama becerileri ve alışkanlıkları olmadığından kadınlar için de - anında yenmesi gereken- ara sıcak muamelesi görürler. Onlara süretimizi verir, aslımızı hayallerimizdeki prense saklar, kendimizi pek sık koklatmayız. Açıkçası, 'Atıştırın açlığınız yatıştırın' misali bu tür erkekleri basbayağı kullanır, her vesile ile karizmalarını yerle bir etmeyi de ihmal etmeyiz..
Ara sıcakları atıştırdıktan sonra kısa bir mola alırız. Mendillere ağzımızı silerken, aklımıza mendil muamelesi yaptığımız erkeklerimiz gelir. Kimi kağıt peçete, kimi ipek mendil muamelesi görmüş olsa da sonunda kullanılıp bir yere fırlatılmıştır. 'Haaa bir de öle biri vardı doğru ya...' şeklinde olaya ısınmaya başlar ve aynı muameleyi bizlere yapan bir iki densiz(!) sevgiliye de bu vesile ile tükürüp, ana yemeği yemeğe başlarız.
Ana yemek genellikle doygunluk hissi veren, fazla kaçırınca insanı şişiren, baş tacımız mevcutlu erkeklerimizdir. Genellikle 'Bunu mutlaka yemelisin, sana yararlı' diye küçükken bize zorla yutturulan, aslında tadı tuzu birbirinin aynı ama adı başka konan, baş yemek muamelesi görse de, tabakta yarım bırakılan yemeklerden işte. Hani kimi koca, kimi de dost-plus statüsünde olup, hep hayatımızda olanlar varya işte onlar.
Erkekleri yedikçe erkeklere açlığımız daha da artar, hepsini çiğ çiğ yiyesimiz gelir.
Ama içlerinde biri vardır ki, O başkaaaaaaa!!! Tatlı misali en sona saklarız onu.. Her kadının hayatında bir tane 'O başka'sı illaki vardır. Her erkeğin de bir 'O başka' tatlı kadını.
'Aman, onun nesini sevdin?' diyenler çoktur, 'O'nun için. Bir türlü onda ne bulduğunu, neyi sevdiğini dile getiremez insan. 'O' kadın, 'O' adam başkadır işte ne hikmetse.
Yine de anlamaya çalışır eş dost olanı biteni...
- Peki 'O' nu başka yapan şey neydi?... Dışardan bakıldığında hah işte bu! denecek hiç bir tarafı yoktu... iyi bir keşif, tam bir denk gelme desen o da değil... o dönemdeki ruh haline denk düşmüş olabilir belki ama peki o zaman niye hala aklında... neresi başka anlamıyorum...
- Bu bakış açısından beni anlaman mümkün değil, ben de kendime anlatamıyorum zaten. Aslında gerçekten 'O başka' falan değildi, ama ben onunla 'kendimi başka' hissettim, hepsi bu.
- Düş gibiydi yani...
- Hayır, düş gibi değildi... Hayal kurmak gibi bir şeydi...
Bu dakikadan sonra dil başka, beyin başka konuşur hale gelirsiniz. Bundan sonrasını kelimelerle anlatmak mümkün değildir çünkü. Yüzleştiğiniz tatlı gerçeklik sizi sarsar.
''O başka falan değildi, başka olan bendim...
Etraftaki sesler uğultu, kuru gürültüdür artık... Anlatmayı bırakıp, düşünmeye başlarsınız...
Peki, ben onunla neydim?.
Yaşananlar düş olamazdı...
Düş görürken insan bir şey yapmak ister, tepki verir, konuşur; ama eninde sonunda etkisine alamayacağı bir hikayenin seyrine boyun eğmek zorundadır. Düşlerinde kedileri konuşur, uçsuz bucaksız göklerde kanatsız uçabilir. Düşünü başkalarına anlatıp yorumlamalarını isteyebilir, ya da kendini uyandırarak bu düşe son verip, o düşü bir daha görmeyebilir... Düş görmek herşeyden önce insanın başına gelen birşeydir. Bu başıma gelen bir şey değildi...
Hayal kurmak gibi bir şeydi işte...
Hayal insanın başına gelen bir şey değildir. Sadece kendimiz, gerçekten istersek hayal kurar, içimizde kalan ne varsa hepsini yapar, nerede olmak istiyorsak orada olur, bütün güzelliklerimizi kendimiz gibi yaşarız. Hayallerimizi başkasına pek anlatmayız, anlatsak da yorum yapılmasını hiç istemeyiz.
Hayallerimiz bitsin istemeyiz, en tatlı yerden başlar hayaller ve sonsuzluk noktasında öylece kalakalır. Hayallerimizde özgür, huzurlu ve sınırsız oluruz. Bütün hayallerimiz bizimdir, bütün hayaller kendimiz. Ben onunla kendim gibiydim...
Siz bunları düşünüp, hayata yeni başlarken, kızların toplantısı çoktan bitmiştir. Eve koşup yazmak istersiniz. Hemen bir kahvemolası alıp, 'kendinizi' yazmaya başlarsınız.
Hayal kurmak gibidir kendin olmak...
Aşk gibi değildi... Başka türlü bir şeydi. Hani şöyle yatağa uzanıp, bir cigara yakıp, küllüğe uzanmaya üşenip, külleri avucuna biriktiririsiniz de kendinizi hiç yadırgamazsınız ya, onun gibi bir şey işte... Ne 'o' başkaydı, ne de 'ben' onunla başka, ne başkası, ilk kez kendim idim.
....
Sevgili dostlar, bundan sonrasını kendiniz yazmalısınız. Kadın erkek ilişkileri üzerine bildik, beylik şeyler yazamayacak kadar 'kendiniz' olarak yazın lütfen bundan sonrasını; 'Kendim gibiydim onunla' diyebildiğiniz o tatlı sevgili ve en önemlisi kendiniz için...
Ben öyle yaptım.
Mehtap Akdeniz
mehtap@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın Sağol Hocam ! |
|
Bugün 26 Eylül.. Rüştü Yüce Hoca'yı yitirişimizin yedinci yıldönümü.
Hani herbirinizin yaşamlarında 'Karşılaşmasaydım, bugün farklı yerlerde olurdum.' dediği insanlar vardır ya, Rüştü Hoca yalnız benim için değil kuşkum yok belki de yüzlerce kişi için böyle biriydi..
İzniniz olursa, bugunün duygusallığına fazlaca bulaşmamaya çalışarak, Hocamı ve onun kişiliğiyle somutlaşan, yitip gitmiş bir insan karekterini, değerler bütününü anımsamak, sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kimdi Rüştü Yüce? Otuz yılı aşkın süreyle ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümünde 'Yol Dersleri' Hocasıydı. Sayısız öğrenci yetiştirdi, ilk mezunlarından olduğu bu Bölümde üniversitenin en karışık dönemlerinde Başkanlık yaptı. İki dönem Mimarlık Fakültesi Dekanlığı görevini yerine getirdi. ODTÜ Mezunlar Derneği, Spor Kulubü; Türk Eğitim Derneği (TED) Vakfı Başkanlıklarını uzun yıllar sürdürdü. Efsanevi bir basketbolcuydu.. Basketbol camiasında; Ulusal Takım Oyunculuğundan, antrönörlüğe, nihayet Fedarasyon Asbaşkanlığına kadar değişen yelpazelerde görevler üstlendi.
Onu yakından tanımayanlar için bu giriş satırları renkli, hareketli bir insandan söz edildiğinin ipuçlarını taşıyor.. Oysa öyle eksik ki bu açıklamalar.. Rüştü Hoca'yı insanüstü bir enerji ile birçok alanda, kurumda hemen aynı anlarda etkin görevler alması, hepsinde çok başarılı olması, çok sevilmesi değildi farklı kılan.. Onu, neredeyse benzersiz yapan, bulunduğu her ortamda, rütbe, pozisyon ayırımı yapmadan herkese elini uzatması, herkese dostluğunu olanca açıklığı ve içtenliği ile sunmasıydı..
Biliyorum; kendisiyle taçlaşan birçok değer, onun son yıllarıyla birlikte ters yüz olmuşken, yeni 'değerlerle' itiraf edilmese bile yerlere vurmuşken, O'nun portresini canlandırmak, o değerlerin üstündeki tozları silmek bugün de çok ilgi çekmeyebilir..
Ancak.. Yine de o tozları almak, bize yutturulan bu 'değişim' denen şeyi azcık kurcalamak istiyorum..
Odasındaki duvarları boydan boya çeşitli basketbol turnuvalarından, farklı sosyal etkinliklerden çıka gelen fotoğraflar, ödüller, plaketler, "an resimleriyle" dopdoluydu. İçeri ilk giren afallayıp, kalırdı.. Ancak bütün bu an, güzellikler geçidinin içinde büyücek çerçeveletilmiş bir söz'e çivilenip kalırdınız.. O sözleri okuduğunuzda, Hoca'nın çelik gözleri yüreğinize işlemeye başlamış olurdu zaten..
"Arkadaş: Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!"
Bu sözün anlamı üzerine konuşmaya kalksam, unutulmuştur diye, saygısızlık yapmış olur muyum?
Rüştü Hoca'nın gerçekten bir yüzü vardı. Herkese ve her yerde.. Rol, çalım nedir bilmez, vaatte bulunmaz, söyleyeceğini pat diye yüzünüze söylerdi. Kızdığını da anlardınız, sevindiğini de.. Yüzünden, sözünden ve kuşkusuz gözlerinden..
O, adam gibi adamdı..
Katıksız bir yardımsever, bir iyilik perisiydi. Yaptığı hiç bir yardımı, verdiği destekleri hiç bir zaman bir karşılık bekleyerek yapmadı. Hiç bir zaman.. Herkese, tanısın tanımasın ama herkese öylesine iyiliksever ve yardım canlısıydı ki. Üstelik hiç bir vade de vermeden. Hemen, o anda. En yoğun anında bile, kapısını çalana ayıracağı yüreği, beyni ve zamanı vardı. Bütün gücüyle, varlığıyla, o an önüne getirilen sorunun, küçük ya da büyük olsun peşine düşerdi. Ta ki, bir çözüm bulana, yaratana, en azından bir ışık kapısı aralayana kadar. Israrla kovalardı.. Özellikle öğrencilerine karşı hem titiz bir eğitimci, hem de yufka yüreği ile tam bir "baba" gibi davranırdı. Bir öğrencisinin derdi, O'nun için dünyanın tüm sorunlarından daha önemli ve varsa çözümü daha öncelikliydi..
Kabul etmek gerekir ki bu benzersiz enerji, koşuşturma; çevresinde yaşarken büyük bir kalabalığın, gerçek ya da sahte büyük bir sevgi selinin oluşmasını sağlamıştı.
Ancak yalnız Türkiye'de değil, dünyada da 80'li yıllarla ortaya dökülen, doksanlarda doruğa ulaşan "çıkar ve paranın egemenliği" dürtüsü, tüm yaşam dokusunun, ilişkilerin kabuğunu, içindeki özü değiştirmeye başlamıştı bile..
Rüştü Hoca ise; özellikle son yıllarında, "sanki asırların içinden damıtılıp gelen ancak hani neredeyse, hele yönetici düzeyinde tek tük kalan, bir insanlık ve dostluk mistisiziminin sembolü; 'sibernetik çağında' artık müzede saklanması gereken bir nadide taş haline gelmekteydi..
Hem kendisi, hem de biz bir avuç şaşkın bu müthiş değişimi algılamakta, yorumlamakta zorlanıyorduk, o zamanlar.. Şaşırıyorduk ta..
Nasıl şaşırmassınız? Güya kendisine tapılan; adı, dostlukları, bilimsel ve sosyal alanda katkıları yalnız insanların değil, çevresindeki taşın, toprağın, kurdun kuşun üzerine sinmiş varsaydığımız Rüştü Yüce, yeni, farklı yönetimlere aday olduğunda, yapılacak oylamaların formaliteden öte bir anlam taşımadığını düşünüyorduk. Oysa, Hoca binlerce oy farkları ile yitirmeye başladı. Her şeyini verdiği ortamda ilk yitirişiyle başlayan eğik düzlemdeki kayma sürdü sonrasında..
Çünkü.. Çünkü dedik ya, O arkasındaki 'sevgi seline' karşın, giderek yok olmaya yüz tutan değerlerin simgesiydi ve yeni dünya da, bu değerlere, güzelliklere çok öykünsek bile yer yoktu, olamazdı..
Mevkii için, güç için, bazen para için türlü hareketlenmeler ortalığı kaplamışken.. Karşılıksız dostluk, sevgi ne demek oluyordu ki? Borsa'da karşılığı yoktu bu sararmış kağıtların..
Vaatler, planlar, öngörülmeyen bağlantılar gözleri, beyinleri karartmışken. Çıkar ilişkisiz davranmanın, göründüğü gibi olmanın bir anlamı, olanağı kalmış mıydı?
Bu ancak, eğer birinde bulduysanız doyasıya faydanalınır bir hoşluktu.. Ancak oyunun devamı mutlaka gelir geçer yeni kurallara göre oynanmalıydı. Ve oynandı da..
O koca adam da, azcık buruk, biraz şaşkın.. "Hani ben nerede yanlış yaptım?" diye soran bir çocuk saflığı, bir bilge ermişliği ile kalakaldı..
Hani ruhsuz beton bloklar içinde boğuluveren, cumbalı, pencereleri çiçekli güzelim ahşap ev gibi..
Pıtrak gibi çoğalan devasa, abuk süpermarketlerin önünde, aniden soluksuz kalmış, birdenbire yalnızlığını ayırt etmiş lastik tekerlekli arabası, cemakanında horoz şeker satan amca gibi..
Ellerinde mauseları, Potterlerin peşinde koşan veletlerin arasında, çelik çomağını nereye saklayacağını şaşıran siyah saçlı çocuk gibi..
Tüm sevgisinin, tüm emeklerinin sonucunda mutluluk yerine sevgilisi zengin züppelerce elinden alınan, yaşamı avuçlarından kayıp giden, kaderine dudak büken, Türk Filmlerindeki Filiz Akın'lar, Türkan Şoray'lar gibi..
Kalakaldı..
Labaratuvarda, ofisinizde soluksuz, eşekler gibi çalışıp, saçı başı dağınık saatler sonra, günler sonra sokağa çıkınca, gece olduğunu ya da otobüsün durağının değiştiğini görünce şaşırırsınız ya, öyle şaşırıp, kaldı..
İşinizde, evinizde, onca yürek vurgununun, onca koşuşturmanın izinde, karşılık beklemeden her şeyinizi verip, sonunda 'aldatılıp' kalırsınız ya bazen.. İşte öyle..
Sonra.. Birden bire gerçek olmayan bir masal kahramanıymışçasına uçup, gidiverdi aramızdan.. 1996'ın 26 Eylül'ün de.. Gülüşünü, sıcaklığını, merakını, dostluğunu toplayıp, hepsini bir küçük çıkın yapıp, gidiverdi..
Sevgili Hocam..
Işıklar içinde yat.. İnanıyorum ve diliyorum ki, senin temsil ettiğin değerler belki bugün, yarın olmasa da gelecekte mutlaka kazanacak. Kazanmalı.. İnsanlığın, top yekün mutluluğumuzun başka çaresi yok.
Sen.. Sen belki de zamansız açan bir kiraz ağacıydın. Ama iyi ki açtın.. İyi ki.. Yoksa, nefes almakta güçlük çektiğimiz bu berbat ortamda; sensiz dostluğun, dürüstlüğün, onurun tarifini öğrenebilir miydik yoksa?
Her zaman bunları yaşamımıza aktaramasak ta, öğrenmiş olmakta bir kazanç değil midir?
Sağol Hocam..
Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Kahve Tarihi |
|
Kahve; MS 850'li yıllarda Yemen civarında ( boşuna dememişler; "Kahve, Yemen'den gelir !" diye ) bir keçi cobanı tarafından bulunur. Sürüden kaçan keçiler; bir müddet dağlarda tek başlarına hoplaya zıplaya gezerler, yorgunluktan ve açlıktan bitap düşmüş bir şekilde de ağıllarına geri dönerlermiş. İşte yine bu kaçışlardan birinde iki hayta keçi, eskisinden daha hareketli ve enerjik olarak geri dönmüşler. Gece boyunca da uyumayıp diğer keçileri huzursuz etmişlerdir. Sanırım; "Keçileri kaçırmak" deyimi de ilk kez bu huzursuzluk ve huysuzluk nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Bunun üzerine çoban, köydeki imama giderek olayı anlatmış ve imam da bunların dağda gezerken yedikleri bir şeylerden zehirlenmiş olabileceklerini şıpın işi düşünmüş ve çobana, bir dahaki sefere keçileri takip etmesini, nerede otlandıklarını bulmalarını istemiştir. Birkac gün sonra çoban elinde birkaç dal parçası ile çıkagelmiştir. Ve zeki çoban o civarda yetişen tanıdık bir bitki olmadığı için olsa olsa zamanında Habeşistan Hükümdarı ve onun askerlerinin buraya getirmiş olduğu bitkilerden biri olduğunu tahmin etmekte hiçbir zorluk çekmemiştir. Hele bu dalın üzerinde birkaç tomurcuk, ezilmiş ve çiğnenmiş yaprakları görünce; keçilerin kesinlikle bundan yediğini düşünmüştür. İmam daha cesur ve bir büyük merak ile atmış ağzına tomurcuklardan birini ve yavasça çiğnemeye başlamıştır.
"Hasssxxx ne biçim şey lem bu !" diyerek de ağzındaki acı tadı hemen tükürmüştür. İmam-ı Meraki bir yandan da olayı çözmek istiyor ya, bunun üzerine oturmuş ve başlamış arpacık kumrusu gibi düşünmeye.. Sonunda; dalın üzerindeki tomurcukları yolmuş ve içindeki çekirdeklerini çıkararak sıcak suda çay gibi haşlamaya karar vermiştir ( buradan yola çıkarak bendeniz, çayın kahveden önce keşfedildiğini anlamadım ise arap olayım ! ). Çekirdeklerin sıcak suyla olan bu temas ve sevişmesi sonrasında da oldukça çekici ve güzel bir koku etrafa yayılıvermiş ve belki de imamın hoşafının yağı ilk kez bu zamanda erimiştir..! Hazırladığı bu karışımı da büyük bir merakla içen imam, uyumak üzere uzanmış ama heyhat ki uyumak ne mümkün..! Sanırım bir diğer hipotez olan; "koyun saymak" hususu da ilk kez engelden atlayıp dağlara kaçan asi keçileri saymak üzerine imam tarafından bulunmuştur. İmam, tam tersine, kendini oldukça enerjik ve dinç hissetmiş. Sabaha karşı, sabah namazı için diğerlerini de uyandırmış ama milleti uyku mahmurluğu içerisinde görünce onlara da bu hazırladığı karışımdan içirmiştir. Böylece hepsinin uykuları dağılmış ve ibadetlerini rahatça yerine getirmişlerdir.
Bu bitkiyi kesfeden imam, bitkiye iki ayrı anlamı olan KAHVEH demiştir. Uyku kaçıran, dinçleştiren ve Pers Kralı Keykavus'un kanatlı atlara sahip arabasıyla gökyüzünde uçmasını hatırlattığı anlamlarda ( benim atmasyonlarımla yetinmeyip hikayenin aslı için; Tübitak yayınlarından Bilimin Arka Yüzü isimli kitaba da bakabilirsiniz, gücenmem walla ! ) kahveh kelimesini uygun görmüştür.
Paris Sosyete'sini 1669 senesinde kahveyle ilk defa tanıştıran kişi de bir Osmanlı Türk'ü olan ve padişahın 14.Louis'e yolladığı elçisiymiş. Bu kişi, evine gelen bütün konuklarına da kahve ikram edermiş. Rivayete göre, elçimiz 14.Louis'e de kahve ikram etmiş ama haşmetli ekselansları; sıcak çikolatayı kahveye tercih ettiklerini buyurmuşlar ( Eşek hoşaftan ne anlar diye düşünmedim değil hani ! ). Bugün Cafe'leriyle ünlü Paris'te kahve satan ilk cafe, 1686 yılında açılmıştır.
İlk yudumundan son yudumuna kadar büyük keyifle içtiğimiz ( hatta fincanın dibindeki telvesini bile yaladığımız ) kokusu ve aroması ile bizleri büyüleyen kahve, Ortadoğu ülkelerinin bir parçası olan kahvehanelerden çıkmış ve 17.yy da Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Kahve içen beyinler de iyi çalışmaya başlayınca ülkeyi yönetenleri eleştirmeye başlamışlar hatta İngiltere Kralı ll.Charles ve Papa lll.Clement gibi liderler kahvehanelerde gerçekleşen bu özgür düşünceli tartışmaları önlemek için onları kapatmaya bile çalışmışlar ve bir dizi yasaklar getirmişlerdir. Ama her zaman olduğu gibi para kazanmayı ilke edinmiş tüccarlar, doğuda Endonezya'ya, batıda da dünyanın sayılı kahve imalatçısı Güney Amerika'ya kadar kahveyi taşımışlardır. Kuzey Amerika'ya ise ancak Avrupalılar tarafindan götürülmüştür ki zaten bu yüzden geç kalınmış mutluluktan ötürü pek tadına varamayan Kuzey Amerika'lılar, kola gibi başka içecekler keşfetmek zorunda kalmıştır.
En hafif içimlisi kenya, en ağır içimlisi ise french roast modeli imiş bu kahveh'in. Kafein içerme bakımından ise; sanılanın aksine ters orantı kurmak gerekirmiş. Yani en az kavrulmuş, hafif ve yumuşak tadı olan kahveh en çok kafeini içerirken, yağları tamamen yüzeye çıkmış ve çok koyu renkteki tanelere sahip kahveh'in kafein miktarı çok azmış. Tein yerine teain olsaydı ismi, belki o zaman ancak rakip olabilirdi sevgili çay özünde kafein bulunan kahveye.. Gördüğünüz gibi Kafe-in, tea-out, Kahve Molası ise her zaman in ..!
Gelelim Kanuni'ye ve 1.AB seferimize.. Osmanlı ordusu Viyana önünden apar topar ayrılma durumunda kalınca, hemen hemen bir orduyu donatacak kadar malzemeyi kapı önünde bırakmak zorunda kalmışlardır. Bu malzemeler içinde kahve çuvalları da elbette vardır ki; kapı önüne kadar gidip çaldığımız halde bizi içeri almayan misafir sevmez Viyana'lılar, her ne hikmet ise kahveyi çok sever olmuşlardır. Ancak bilmezler ELBET: Kokusu bile aromasından güzel olan bu kahve İLELEBET; hem misafir sevecektir kuşkusuz, hem de MUHABBET… Ne muhabbetsiz kalın Mola'da ne de kahvesiz, hiç kuşkusuz artık misafir değilsiniz ne Kahve ne Siz...
asesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Özlem Ünlü
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.716 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
KAPANA
Seni kırmızı gibi, şiirlerimle bir
susturmak istiyorum seni, bir yosun
gibi yoksul Baraba suyunda
çocukluğumun ezik türküsü ey
çocukluğumun ey bulunmayası gömü
seni nasıl nasıl yaşıyorum.
Yalnızım, dayanamıyorum, uzak
denizler geliyor usuma
seni kırmızı gibi, coşkumun ortasında
(seni?) kuruyorum, neler kuruyorum
belki bir yılgıyı, belki küçük bir gizi
unutuyorum, unutuyorum.
Aşka varmayalı kapılar
kapanır oldu yüzüme
bu insanlar, bilmem, bu uzak dağ sesleri
neden bozar oldu dengemi
sazının tellerine dokunur mu
gibi, bir ezgi mi, dallanıyorum
insanlara gidiyorum, gidiyor muyum
çocukluğumu belki, belki çocukluğumu
unutuyorum, unutuyorum.
seni kırmızı gibi, şiirlerimle bir
susuyorum, haykırıyorum.
Egemen Berköz
<#><#><#><#><#><#><#>
BEYAZA KAÇAN
Yalnızlığı kurşunluyor geçmiş gün
kendime bakıyorum. Duvara
tebeşirle çiziyorum testiyi
mavi testi, gözleri
trahomlu esmer bir çocuk
gibi geliyor
gece. Lambam yanıyor.
Testi ve su. Usu
taş evlerin, ne anlatıyor
çobanların ezgileri
yatağımda bir kadın
sessizliği. Şu ovanın
toprakları bomboş, şu bodur ağaç
beyaz çiçeklerle
kalakalmış. Yalnızlığı
kurşunluyor geçmiş gün
kendime bakıyorum
tüylü kalpaklar dağlar ve uzun
bıyıklarıyla, hüznüme
katılıyor atlılar günden
koparak. Beyaz çiçeklerle ağaç
kalakalmış. Testilerle
su dökünülen sabaha karşı
bacası tüten bir ev demektir
alışmak, siyah saçlı
bir kadınla sevişmiş
gibi yaparak. Yere
kilimler seriliyor, çay
buruk insanları uzakdoğunun
ve afyon götüren
tüylü kalpaklar dağlar ve tüfek
sesleriyle
günden koparak, insanlar
karanlık. Duvara
tebeşirle yazıyorum. Testi.
Su. Yalnızlık. Belki
kalakalmış bomboş ovada
beyaz çiçeklerle ağaç, ağaç
çocukluk. Kendime
bakıyorum, ne anlatıyor
Rut tepesi, yalnızlığı
anlatıyor Rut tepesi. Rut tepesi
afyon. Duvara
tebeşirle yazıyorum. Afyon.
Kendime bakıyorum. Afyon.
Egemen Berköz
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://google.indicateur.com/
Kısa sürede gelişen Google ile ilgili hemen hemen tüm bilgi ve linklere ulaşabileceğiniz bir portal.
http://www.world-calendar.com/
Epeyce bir ülkenin takvim detayları ile donatılmış bir site. Resmi bayramlar, tatiller, hepsi işlenmiş. Türkiye ile ilgili bilgiler doğru olarak girilmiş. Belki işinize yarar, bir bakın isterseniz.
http://story.news.yahoo.com/news?tmpl=story&cid=74&e=8&u=/cmp/13100775
Gerçekleri öğrenmek sizin de hakkınız. Microsoft'un bazı tarihlerde Linux ile çalışmalar yaptığı duyulmuştur. Yahoo'nun web sitesinden belgeleriyle: ...Microsoft changed its DNS settings on Friday so that requests for www.microsoft.com no longer resolve to machines on Microsoft's own network, but instead are handled by the Akamai caching system, which runs Linux...
http://www.elevatormoods.com/
Bir asansör en fazla ne kadar ilgi çekebilirki? İçinde asansör geçen ve hatta bir asansör'ün başrol oynadığı o kadar çok film varki. Bence dikkatli olmakta fayda var. Benden söylemesi...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
FileStructureToHTML v1.08.12 [560k] W9x/2k/XP FREE
http://fsth.sourceforge.net/
Klasör yada klasörlerin içeriğini bir tıklamayla ulaşılabilecek şekilde bir web sayfası olarak görmek ister misiniz? Buyrun size programı. Renkleri kendinize göre düzenleyebiliyor ve güzel bir görüntü elde edebiliyorsunuz. Bu sayede dosyalara ulaşmak epeyce kolaylaşıyor. Herkese tavsiye edilir.
Yukarı
|
|
|