KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 355

 30 Eylül 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Silahları gömelim artık...


Merhabalar,

Bilenler biliyordur, 28 Eylül "Bireysel Silahsızlanma Günü" olarak kutlanıyor tüm dünyada. Güzelim memleketimde de kutlanılmaya çalışıldı. Minik Ali'nin kör kurşuna kurban gitmesinden sonra sevgili medyamız olayla biraz ilgilenmeye başladı sağolsun. Bireysel korunma amaçlı silah edinmek, taşıma veya bulundurma ruhsatı almak memleketimizde serbest. Ancak edinme kuralları da oldukça ağır. Ama gelin görün ki hiç ummadığınız kişilerde bile birer silaha rastlamak sıradan oldu. Bunun yanında ruhsatsız silahlarında ortalıkta dolaştığı malumunuz. Her kutlamanın ardından patlayan silahlar havai fişek gösterilerinin bir parçası haline geldi adeta. Ehil olmayan ellerde, sorumsuzca taşınan silahları engellemenin yolu kanundan ve kanun adamlarından geçiyor. Peki kanunları uygulamakla görevli kanun adamlarının son zamanlarda ayyuka çıkan cinnet hikayelerine ne demeli? Bir beylik tabanca lafıdır gidiyor. "Cinnet geçiren polis eski sevgilisini ve aşığını vurdu sonra da intihar etti." Ya da, "cinnet geçiren albay komutanını vurduktan sonra jandarmaya teslim oldu." tarzında haberler son zamanlarda çoğalmaya başlamadı mı? Yeterli eğitim almamış, kısa sürede üzerine üniforma geçirmiş ve herhangibir psikolojik teste tabi tutulmamış polisimizin eline "Beylik" lakaplı bir ölüm aletini verince sonuçlarından kim mesul olur bilemem. Görev harici de yanında taşınabilen bu silahların önüne geçmek mümkün değil mi? Türlü dertlerle geçim kavgası veren polisimizin en azından kısa aralıklarla sağlık taramasından geçirilmesi mümkün olamaz mı?

Yıllar önce motosikletine yaslanmış bir trafik polisine yer sormak için arkasından yaklaşmış ve omzuna dokunarak merhaba demek gafletinde bulunmuştum. O polisin elini beline atarak bir dönüşü vardı ki sormayın gitsin. O kısacık anda karşılıklı olarak hissettiklerimizi ancak biz biliriz. İkimizinde korkusu yüzümüze vurmuştu herhalde. O, belki kısa süre önce başına bir hal gelen arkadaşını düşünüyor ve temkinli olmaya çalışıyordu, ben ise ..k yoluna gitti Niyazi olmamanın telaşıyla titriyordum. Silahı kılıfına sokup benden özür dileyene geçen birkaç saniye içinde öldüm öldüm dirildim. Demem o ki, son derece özverili bir uğraş veren ve maalesef mesailerinin karşılığını alamayan polisimizi bu girdaptan koruyacak bir önlem olmalı. Binlerin arasında birkaç tane belki devede kulak ama oldumu da bir değil birkaç canı birden götürüyor. Yazık değil mi yıkılan ocaklara... Silahsız, kavgasız gürültüsüz bir gün dileğiyle...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Rana Aslanbay

 Mektebişahane : Rana Aslanbay Aydın


   PORTRELER : CİCİ

Beş yaşımı doldurmak üzereyken kendimi hatırlıyorum ilk kez; annemle babamı beni okula göndermeleri için hergün ağlıyor, sızlıyordum. "Daha çok küçüksün" cevapları tatmin etmiyordu beni, pencereden gördüğüm her kısa boylu önlüklü çocuğu "bak o da küçük ama gidiyor okula" diyerek tezimi kanıtlamaya çalışıyordum.

Ciciannem o günlerden beliriyor ilk kez hafızamda. Uzun boyu, sert bakışları, otoriter görünüşü ama yumuşacık yanaklarıyla... Annemin direnişine bir son veriyor aniden, "madem istiyor ben götürürüm onu okula, müdür beyle bir konuşayım bakalım" diyor ve içimde bir kuş çırpınmaya başlıyor o anda. Çok değil, bir gün sonra "hadi bakalım artık okullu olacaksın, Ayşe öğretmen seni kabul etti" diye getiriyor müjdeyi. Ne kadar seviyorum onu ve ne kadar hayranım birden, annem yapamazdı ama ciciannem başardı işte. Okula gideceğim, ben de karne alacağım....

Önlüğümün dikilişini sabırsızca bekliyorum günlerce ve o gün gelip çatıyor, okullar açılıyor. Bir yanımda annem bir yanımda ciciannem evimize bir kaç blok ötedeki canım okuluma gidiyorum işte.

İşte ilk cicianne figürü böyle yerleşmiş kafama. Babannem aslında, babamın üvey annesi. Ama öyle gençki, annemden bir kaç yaş büyük. Ona babaanne demek olmaz tabii, o zaman cicanne demek gerek. Cicianne, cicianne, cicianne......... Olmuyor işte tuhaf tuhaf bakıyor herkes, ne demek cicianne, asıl anne kaka anne mi yani? Uzun zaman ondan sözederken üçüncü şahıslara, sıkıldım, bunaldım hep. Buna bir çözüm bulmak gerekliydi ve işte o zaman harika bir fikir geldi aklıma, o artık "Cici" oldu benim için. Bir isim kısaltması gibi algılanması daha kolaylaştırdı işimi.

Cici artık evde Cici olmuştu ama okulda "öğretmenim" di tabii. Bu küçücük, unutkan, sulugözlü minik kızın kurtarıcısı oldu her zaman. Ne zaman zorda kalsam "cicim, öğretmenim" koştu imdadıma. Ödev yapmayı ya da okula getirilmesi gereken malzemelerimi unuttuğumda, sınıf öğretmenimden yiyeceğimi bildiğim fırçaların korkusuyla bir kenarda gözyaşı dökerken beni fark edip, 23-Nisan, 29-Ekim vs. Gibi faaliyetlerin çalışmalarını icat edip, beni sınıftan izinli çıkartır ve o müthiş fırçaları yememi engeller, kendime olan güvenimin kırılmasına hiç izin vermezdi Cici.

Okulun açılmasından hemen sonra okumayı söktüğüm halde bu başarımın kayıtlı öğrencilerle birlikte karne almama yetmemesi üzerine kırılan hayallerimi tamir edebilmek için bana bir "sanal karne" hazırlaması ve kendimi normal bir öğrenci gibi hissetmemi sağlaması da unutulur gibi değildi. O yılın Mart ayında, bir senesi ziyan olmasın diye okula kaydolmamı sağlayan da oydu.

Büyüdükçe üzerimdeki koruyucu kalkanını daha fazla hisseder olmuştum ama genç kız psikolojisi ile, bu koruma kalkanından da çok bunalmaya başladığımı da itiraf etmeliyim. Hele hele onunla yalnız kaldığımız bir yaz, bütün arkadaşlarım sandal gezisine çıktıklarında, annem bizimle olmadığından ve çok da iyi yüzemediğimden, beni onlarla göndermeyip de balkondan izlemeye zorladığı günü unutmak mümkün değil.

Kendimi artık genç kız hissetmeye başladığım yaz aylarında ise korkum olurdu Cici. Yazlıkta, eve girmek istemediğim yaz gecelerinde ondan nasıl kaçıp da arkadaşlarımla gezeceğimi şaşırır, ona göre geç olan saatlerde eve dönünce de olağan fırçamı yemek için sıramı beklerdim.

İlkokul sıralarında müzikteki başarılarımdan (!) ümitlenerek, hazırlıktan orta bire geçtiğim sene bana bir gitar hediye edip, bir virtüöz yaratmayı hayal ettiyse de, ben okuldaki müzik hocamın zorunlu tuttuğu "okul marşı" ve"istiklal marşı" dışında bir şey öğrenemeyince bu kez de ümitlerinin odak noktası kardeşim oldu ama neyseki onda yanılmadı Cicikom.

Yıllar geçtikçe daha da yumuşacık oldu sanki. Tontonumu gördüğümde, ona sarıldığımda gözlerindeki parıltı hala içimi ısıtıyor. O hala benim biricik Cici'm, hala koruyucu meleğim. Arada soğuk bir üvey sıfatı olmasına rağmen, bu denli yakın bu denli sıcak bu denli "babaannem" olduğu için ne mutlu bana.
Seni seviyorum Cici.

Rana Aslanbay Aydın
rana@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Ziya Akça Kayar


YETİŞKİN OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ!

Çocukluk ve ilk gençlik çağlarında kağnı hızında geçen yılların ve sonsuza kadar süreceğini sandığımız ömrümüzün; orta yaşlara geldikçe ve çevremizde sevdiğimiz insanları bir, bir kaybettikçe sadece ve sadece tadımlık çerez kadar olduğunu anlamamız hayatımızda yediğimiz en büyük tokat olur sanırım.

Doğumdan buluğ çağına kadar hiçbir şeye anlam veremeyiz, her şey doğal ve bir o kadar da sıradandır, insanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler hiçbir şey bizim oyunlarımızdan daha kıymetli olamaz. Hayatın acımasız yönüyle yüzleşmemiz için çok erkendir, etrafımızda her zaman bizi bu kirlenmiş evrenin kötülüklerinden koruyup kollayacak ebeveynlerimiz hazır kıta bulunmaktadır. Etrafımızda gelişen her türlü olay bize ne gibi etkiler vereceğini anlayamadan onlar tarafından bir kalkan gibi emilerek bizi sıyırıp geçer. Acı, keder, sevinç hepsi ama hepsi anlık değişebilen duygulardır. İnsanoğlunun en acımasız olduğu çağdır. Duygu nedir bilmez, karşısındakini zalimce yaralamaktan haince zevk alır. Fakat hepimiz o günlere geri dönebilmek için istenecek her şeyi yapmaya hazırızdır.O çağlarda yaşanan her an sonraki yıllarda omuzlara çöken sorumluluk ve dertlerle daha bir tatlı hatırlanır.

Lise yılları gelir ardından;kendinden başka hiçbir şeyi beğenmeyen,büyüklerini acımasızca eleştiren ve küçümseyen yeni yetme zıpır üniversite sınav maratonuna girerek hayatla ilk ciddi müsabakasına hazırlar kendini.Bu çağlarda tanışılır karşı cinsle, daha önceden sadece kızlar için aptal ve kaba olan erkekler ve kızlara sadece saçı uzun , zayıf ve sulu gözlü muamelesi yapan erkekler bir anda cinsel kimliklerinin farkına varırlar. İlk aşkın verdiği heyecan, kaçamak bakışlar, utangaçlıklar, karşılıklı yapılan nazlar ve terk edilmeler. Alınan ilk aşk darbesi ve bunalımlar, hayata isyan noktasında yoğun olarak yaşanan duygu iniş çıkışları hep bu dönemde yaşanır. Bu yaşananlar sayesinde manevi yönümüz gelişerek, toplumda kişiliği oturmuş birey haline geliriz.

Üniversite; hayatın acımasız mücadelesinden önce verilen son sigara molasıdır. Ne olduğunu anlamadan sınıflar bir, bir atlanır ve yetişkin bir insan olarak hayata merhaba denir. Artık aileden para almak büyük eziyet olur, hiç kimse size harçlık vermez, bir yere gittiğinizde hep davet edilen veya ısmarlanan insanken bir anda aksi konuma geçersiniz. Artık elinizi cebinize atmanın sonsuz mutluluk ve huzurunu sonuna kadar hissedersiniz!...

Eskiden size öğrenci olduğunuz için sesini çıkarmayan ebeveynleriniz her hareketinize karışmaya başlar, yatmanız, kalkmanız, oturmanız, gezmeniz v.b. gibi aklınıza ne gelirse eleştiri oklarının birer hedefidir. Tek kurtuluşunuz vardır, işsizler ordusundan kendinizi çekip kurtaracak bir işe sahip olmak, lakin o da günümüz şartlarında hiç kolay değildir sizin gibi 10.000.000 işsiz olduğu düşünülürse aşırı şekilde şansa ihtiyacınız vardır. Ayrıca okulda kurulan hayaller nedeniyle her işte beğenilmez, ya iş klasınıza uygun değildir ya da ücret azdır. Bu bir müddet böyle gider, ama öyle bir an gelir ki artık çevre baskısıyla önünüze gelen her işe evet demek zorunda kalırsınız ve hayatın en acı veren yönüyle karşılaşırsınız; hayallerinizin ana unsuru olan başarılı ve zengin bir insan olmanın o kadar da kolay olmadığını, işiniz olmadığında etrafınızdaki herkesin sizi küçümsediğini, hakir gördüğünü ve hatta asla ayrılmayacağınızı sandığınız aşkınızın da sizi terk ettiğini tadına vararak yaşarsınız.

Yaşananları anlatacak kelimeleri hiçbir sözlükte bulamazsınız;içinizdeki isyan, öfke ve intikam alma duygularını hor görülen bir sokak köpeği gibi sineye çekmek ve beklemekten başka bir şansınız yoktur. Bernard Shaw'un dediği gibi "istediğinizi elde edemezseniz, elde ettiğinizi istemek zorunda kalırsınız" çünkü başka şansınız yoktur. Eldekilerle en iyiyi ve doğruyu bularak hayatınızın akışına yön vermek durumundasınızdır. Eğer çabalar ve şansınız da yaver giderse mantık seviyesinde olabilirliği olan amacınıza ulaşırsınız . Öğrencilikte ki sonsuz istek ve beklentiler yerini makul beklentilere çoktan bırakmıştır.

Bu istek ve beklentiler günün değişen koşullarına göre güncellenerek yıllar boyu sürecek anlamsız bir mücadelenin devinimsiz ana teması olur çıkar.

Bu süre zarfında şansınız yaver giderse sevdiğiniz bir insanla beraber olur ve evlenir dünyanın kaç bucak olduğunu aile kurmanın sorumluluğunun ne demek olduğunu, hiçbir zaman anlamadığınız ebeveynlerinizin işlerinin ne kadar zor olduğunu bizzat yaşayarak öğrenirsiniz. Eğer eşinizde sizi seviyorsa ve saygı üzerine kurulu bir evlilikse sorunların çözümü daha kolay olur aksi ise hayat bir an önce bitmesi gereken bir cehennem azabına döner.

Çocuklar, ve sorunlar peş peşe gelir, hayatınız artık kontrolünüz dışına çıkmıştır. Her hareketinizde önce ailenizi sonra ki; aklınıza gelirse kendinizi düşünmeye başlarsınız. Hiçbir zaman tek başınıza kalmak gibi bir lüksünüz yoktur. Tersine davranışta bulunursanız ailesini düşünmeyen ve toplum tarafından dışlanan ve eleştirilen bir ebeveyn olur çıkarsınız. Sevdiklerinize kendinizi verirseniz kendinizi verdiklerinizden nefret etme sınırına iyice yaklaşırsınız. Yapacak fazla bir şeyiniz yoktur ya deve güdülecektir ya da diyar terk edilecektir. Genelde kendinizi bir hiç gibi görerek akıntıya bırakırsınız ve yılların göz açıp kapayıncaya kadar bir solukta geçtiğini anladığınızda daha yaşayacak ve yapmak istediğiniz çok şey olduğunu görüp hayıflanırsınız.

Hastalıklar başlamıştır, vücut artık sizi ve yılların yorgunluğunu kaldıramaz bir durumdadır, yine Bernard Shaw'un dediği gibi
" İsteklerimdir beni yaşatan, doyum, ÖLÜMDÜR!" deme noktasına gelir ve dünya üzerinde gereksiz ve zavallı bir varlık olarak yaşamaktansa bir an önce son nefesi vermeyi istersiniz.

Ölüm istense de ele geçmez maalesef, kendi kendinize sorarsınız bunca yılı ne için ve kim için yaşadım, bütün bunlara değer miydi? Cevabı içinizde her zaman dosdoğru bir şekilde yatar ama asla dışarı haykıramazsınız, "yazık ettim yıllara, kendim için yaptığım hiçbir şey yok mazide ve sadece üzülür için, için pişmanlığınızı itiraf edersiniz."

Hayatımızı her zaman kafesten kurtulmuş bir kuşun kanat çırpma coşkusunda yaşamayı unutmamalıyız, sonuna kadar sevmeli, içimiz kan ağlayana kadar üzülmeli ama hep kendimizi düşünerek, tadına vararak yaşamalıyız.Aradan yıllar geçtikten sonra maziye dönüp hayıflanmaktansa bulunduğumuz anı bir çocuğun yürümeye karşı göstermiş olduğu inat ve inançla yılmadan geçirmeliyiz. Benim felsefemde keşke ve pişmanım kelimelerine yer yoktur, her şey yapıldığı anda şartlar gerektirdiği için öyle olmak zorundadır.

Bu bağlamda ya yaptıklarınızdan gurur duyun ya da bırakın gemi rüzgarın götürdüğü yöne doğru aksın gitsin.

Ziya Akça Kayar
ziyaakca@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Çılgın Kahveci : Canan Şenol


DEFTERDEKİ TELEFON NO.

Öğleden sonra ikindiye doğru telefon çaldığında bir çeşit içgüdüyle onun aradığını düşünerek açtı telefonu. Evdeydi. Niyeti; yağmurlu, kasvetli, hafif soğuk bir Eylül gününde uzanmak, müzik dinlemek, kitap okumak dolayısıyla stres atmaktı. Değildi arayan öteki yarısı değildi..... Kitabın mahmurluğu içinde idi. Bir an kendini toparladı. Arayan başkasıydı. Bir bayan sesiydi..

- Ayşeeen. Ayşen hanımla görüşebilir miyim? dedi muzip bir ses.
- Benim Buyrun.
- Ayşen. Zeynep ben. Şimdi hangi Zeynep bu deme. Yurttan Zeynep.
- Aaaahhh Zeynep merhaba.

Üstelik yılların arkadaşı, yolların arkadaşı, üniversite arkadaşı, başkent arkadaşı, yurt arkadaşı, oda arkadaşı, kader arkadaşı. Yıllar sonra....

- Merhaba hayırsız, vefasız... Telefon defterimi karıştırıyordum numaranı gördüm, bakayım orada mısın? Yaşıyor musun dedim. Telefonun değişmemiş.

(Telefonu değişmişti, ikinci bir telefon numarası da olmuştu Ayşen'in ve uzunca bir süre dahi kullanmıştı ama sonrakini iptal ettiğinden ilk numaraya dönmüştü. Bunu ona söylemedi öyle bilsindi. Zararı var mıydı ki bilmemesinin !!! )

Hayırsız, vefasız... Zeynep'e göre ne söylese yeriydi. Ayşen'e göre her ikisi de değildi ama neden böyle olmuştu, neden bu diyalog yaşanmıştı, hayat telaşesine mi dalmışlardı? Onlara ne olmuştu? Gözden ırak olan gönülden de ırak mı olmuştu? Zor günlerinde birbirlerini destekleyip sonra kolay günler geldiğinde eli, eteği, desteği çekmişler miydi? Kolay günler mi gelmişti ? Kolay günler var mıydı ki gelsindi? Ne yapmışlardı da böyle uzaklaşır olmuşlardı birbirlerinden? Hani o iki elimiz kanda olsa ararız birbirimizi dedikleri günler. Neredeler? Önce mektuplar azalmıştı sonra tebrikler sonra telefonlar... En son haber almayalı neredeyse su içinde temiz bir 8 yıl olmuştu. İhmal miydi yoksa onun sık sık yer değiştirmesi ya da ondan telefon bekleme miydi nedeni bilemiyordu. Bildiği iletişimin ara ara koptuğu idi. Ayşen'in iş ve ev adresi yıllarca aynı kaldığı için Zeynep'ten telefon beklemişti. Yine en son o aramıştı. O zamanlar Kayseri'deydi ve 2 yaşında bir kızı vardı.. Melek Nur. İsmi ile yaşasın. Küçük şey. Kimbilir ne kadar büyümüştür, ne tatlıdır kerata. Annesine mi benzer ya da babaya? Kimbilir? Bunlar 8 yıl önceydi, kızı 10 yaşına gelmişti, bir kızı daha olmuş o da 1.5 yaşında imiş.

- Evet yaşıyorum dedi gülerek... Buradayım. 16 yıldır buradayım.
- Aynı işyerinde misin?
- Evet. Çalıştığım işyeri sadece tek bir yerde. Eşimin işi de ailesi de burada ve buradayız işte başka yere gitmiyoruz. Ben de senin telefonunu alayım. Sen peki sen nerelerdesin?
- Rize'deyim.
- Rize'de misin? Aaaaaa....
- Evet ama kısa bir süre sonra Kars'a gideceğiz. Oradan ben seni ararım.
- Cebini alayım o zaman.
- Ben seni arar cebimi veririm. Şu an kapalı. Değişeceğim zaten. Sen bana cebini ver.
- Peki.

Ona cebini verdi. Haberleşme umuduyla beraber cebini de iletti ona.... Kimbilir daha neler vardı adını koyamadan ilettiği....

- Bu sene İstanbul'a gelme durumu vardı ama olmadı. Eğer olsa idi inannn gelip seni bulacaktım.

Bulurdu bilirdi bulurdu. Yapardı. Kararlı kızdı vesselam. Akrabalarının çekememelerine, ailesinin olanaksız durumuna karşın okumayı sürdürmüştü. Ankara Ün. Fen Fakültesi Biyoloji bölümündendi. Ayşen'in aksine o fen bilimlerini tercih etmişti. Yurtta yeni tanıştığı kızlar Ayşen'i edebiyatta sanırlardı değildi herhalde onların kafalarındaki edebiyat öğretmeni modeline uygundu. İlk sene başka bir üniversitenin yurdunda kaldı başka bir bölümdeki Fadime ile beraber. 2. sınıftan itibaren 3 sene aynı yurtta aynı odada kalmıştı. Gelirken Fadime ile bu yurda geldi ve daha başka tanıdık birçok arkadaş ve tanış yüzle beraber. Ufffff ne odaydı hani. 24 kişilikti oda. Askeri karargahtan bozma gibi bir şey. Askeri hastane de demişlerdi galiba yurt olmadan önce öyleymiş. Yanyana, bir insan geçmelik aralıklarla 6 adet ranza sonra karşısında yine 6 ranza. Etti mi sana 24 yatak. Şans mıydı bu odaya düşmesi ya da şanssızlık. 2 katlı A blok yurdun 2. katında bir 6 kişilik odaya düşmek varken neden bu oda? İyi miydi kötü mü? Burada olmasa idi daha yakından tanıyabilir miydi Psikolog Özeni, Neşeyi; Arap dilci Fadimeyi, Biyoloji Sevgiyi, Latin dilci Laleyi, Ev ekonomici Sevgiyi, Sevimi, Bingülü, Gülşeni, Fatmayı; Coğrafyacı Süreyyayı, Figeni; Ziraatçi Emeli, Nurşeni; Çocuk Gelişimci Zelihayı, Nurteni; Edebiyatçı Nevini, Nesrini, Ayşeyi; Arkeolog Binnuru ve diğerlerini ve odaya gelen onların en yakın arkadaşlarını. Uykusunda ağlayan, uykusunda yürüyen, erken yatmak isteyen, eve gitmek isteyen, ışıktan rahatsız olan, odada çalışmak isteyen, hiç çalışmak istemeyen, odaya çamaşır asmak isteyen, odada radyo teyp dinlemek isteyen, namaz kılmak isteyen, ses istemeyen, anlaşan anlaşamayan 24 genç kız. Üzüntüleri, sınav streslerini, gezileri, tiyatrolara sinemalara gitmeyi ya da gidememeyi, yemek yemeyi, gece yarılarında duble bardak termos çayı içmeyi, oruç tutmayı, sahura kadar çalışıp diğer arkadaşları kaldırmayı, paralılığı, parasızlığı, akşam yemeğini arada sırada kahvaltı ile geçiştirmeyi yaşayan 24 adet pırıl pırıl genç kız. Birbirinin inançlarına ve isteklerine olabildiğince anlayışlı davranmaya çalışırlardı. Kışın devlet tiyatrolarına giderlerdi odadan bir grup genç kız. Pazartesi günü öğle üzeri dersten çıkınca Kızılay'daki Küçük Tiyatro'da sıraya girer bir sonraki Pazar gününe tiyatro biletlerini alırdı. Güzel günlerdi onlar. Bilet sırasındaki o muntazam diziliş ve bekleme ne kadar ilginç ve kaliteli gelirdi ona. İsim ve yer hatırlayamadığı birçok enfes resim sergisi, kitap fuarları, açılış, konferans, toplantı, üniversite etkinlikleri olmuştu. Hatırlayamaması belki de 21 yılın çokluğundan değil de etkinliğin çokluğundan. Hadi itiraf et yaşlılıktan. Ankara çok değişmiş. 17 yıldır Ankara'yı günübirlik gitmeler dışında adam gibi gezememişti. Bıraktığında kalorifer bacalı, metrosuz bir Ankara vardı. Kaldığı yurdun önünde gazete büfesi vardı yine bu grubun kızları aylık para toplanır birleşir gazete alır ve onu sırayla okurdu. Elebaşı oydu her zamanki gibi. Her ilginç fikirde olduğu gibi. Gazeteyi alma işi onundu. En çok da kitap eklerini okurdu. Ekleri arayan direkt ona gelirdi. Sadece onların odasıydı orası. Kalabalık ama deli dolu. Giyim dolapları da vardı odada. Hani abartısız bir yüksek adam boyu, gıcırdayan, gri metal. Hani o devlet dairelerinde olan cinsten. Bir curcuna bir sohbet bazen de bir sessizlik. Susunnn Sevgi ile Sevim uyuyorlar sabaha kadar ders çalıştılar. Vay anam sanki o uyudu, Ayşe de çalışmadı keyfinden elişi mi yaptı sabaha kadar. Hepsi uykuya hasret. Günahı ne erken kalktıysa? Keyfinden mi ses yapıyor? Metal dolabın kapağı gıcırdıyor işte... Yurt burası anacım birazdan yurt dışına çıkacak acele etmesi lazım birazdan Türkiş Blokları (!) yazılı belediye otobüsü gelecek anacımmmm...

Okuldan atılma olayını yaşamıştı Zeynep. Senenin sonunda bir dersi verememişti sonraki sene de veremezse öğrencilerin has tabiriyle okuldan atılacaktı ve veremedi atıldı. Beraber yaşamıştı onun acısını, kaç kez dinlemiş kimbilir kaç kez destek olmuş, moral vermişti. "Bitireceksin bu okulu göreceksin bitireceksin ve yıllar sonra buruk bir anı olarak kalacak bize" derdi. Olumsuzluğa düştüğü tek durumdu. Kafasını iki yana olumsuzca sallar anne ve babasına ne diyeceğini düşünürdü. Gerçeği derdi sadece gerçeği ve göreceksin sonra ailenle birlikte okulu bitirme sevincini de paylaşacaksınız. Öyle de oldu. Afla geri döndü. Ayrıldıklarında okulu 1 sene daha uzamıştı ama sonra bitirdiğini ve öğretmenliği seçtiğini öğrendi. Ondan 4 yıl sonra başlamıştı çalışma hayatına... Sonra evlilik eşinin işi nedeniyle tayinler...

- Ne zaman gelirsen gel beklerim. Bulalım birbirimizi görüşelim. Tebdil-i mekanda ferahlık varmış, artık ben seni takip edemiyorum, Adana Yüreğir, Burdur, Kayseri, Sivas, Rize şimdi de Kars, sen bul beni olur mu? Nasıl olsa adresim aynı. Sokağım aynı. Yüreğim aynııııı :))
- Tamam. Ben seni ararım. Hiç değişmemişsin. Aynı neşeli, deli dolu çılgın kızsın. Mutlu musun?
- Evet. Çookkk. Peki ya sen?
- İyiyim ne olsun? Çocuklar ne kadar oldular? Büyümüşlerdir...
- 13 ve 8 yaşındalar. Orta iki ve ilkokul ikiye gidecekler.
- Ooooo sen büyütmüşsün bir zahmetleri kalmamış.
- Seninkiler de büyür. Bak Meleknur kocaman olmuş.

O arada arka fonda çocuk sesleri vardı. Zeynebin çocukları....

- Annenler babanlar nasıllar? Kardeşlerin okulları bitti mi? evlendiler mi?
- Annemi kaybedeli 7 yıl oldu. Giderken benim de yarı parçamı götürdü. (Neden 7 demişti ki 8 yıl olmuştu. Küçük kızı 20 günlükken haberi gelmişti. Beyin ölümünü bilirdi de yakınında yaşayınca daha bir bilir olmuştu) Kardeşlerin okulları bitti. Biri Urfada öğretmen diğer ikisi memlekette öğretmen, evliler. Küçük kardeş babamla beraber ...
- Baban evlenmedi mi?
- Evlenmedi.
- Ben de 2 sene önce babamı kaybettim. Küçük kardeşim annemle beraber kalıyor. İyiler.
- Şerefli Koçhisar dı değil mi? (Şebinkarahisar diyesi geldi, Koç kelimesinden kurtardı. Ah Ayşen ah kafan nerelerde?)
- Evet. Emekliliğine ne kadar kaldı? Orada mı kalacaksın memlekete mi döneceksin?
- 3 yıl kaldı ama bakalım çalışırım belki. Memlekete dönmeyi düşünmüyorum. Acına ne kadar yaklaşırsan o kadar oyuyor yüreğini. Çevreliyor seni. Buralarda da kalmayacağım bakalım zaman ne gösterecek? Çocuklara bağlı.

Memleket? Memleket ne idi ki? Doğduğun yer mi doyduğun yer mi? En son okuduğu kitaptaki çevirisiyle (Maeve Binchy - Geri Döneceksin) memleket; bir yer kasaba şehir değildir senin insanlarının olduğu, bulunduğu yerdir diyordu. O bunu şöyle yorumlamak istedi. Memleket senin bütün benliğinle ait olduğuna inandığın, ruhunda hissettiğin yer. O halde o nereliydi? şu anda bulunduğu yerli değildi, oralı olmak istemiyordu, ruhu düşünceleri denizler üzerineydi, yersiz yurtsuz masmavi deniz kıyısında bir küçücük sahil kasabalıydı, orası her neresi ise. Ege bölgesi olma ihtimaline daha sıcak bakıyordu.

Nasıl da yazıyordu bunları? İnsanların şu zamanda birbirine içini dökmekten korktuğu, anlaşılmamak için gözgöze gelmekten çekindiği, anlatmak için eski ya da yeni kelimelerin yetersiz kaldığı, nacizane düşündüğünde chat kelimelerine, deyimlerine, diline başvurduğu, arada sırada chat ile dalga geçtiği, yorumlara ayan beyan açık bir yazıyla nasıl da canlandırıyordu bunları. Nasıl da duygularına can veriyordu. Kelimelere ruh katıyordu. Böyleydi işte o böyleydi. Bir alemdi o. Şeffaf, anlaşılmamış hiçbir duygunun kalmayacağı bir anlatım isterdi.. Yapardı o, o yapardı çünkü o deli doluydu. İyi mi yapıyordu? Yaptığı doğru muydu????

- Ben emekliliğin ee- sini bile düşünemiyorum.
- Eee normal benden sonra başladın hem daha düşünme bakalım çocuklar büyüsün. Ondan sonra onların öğretmeni olursun.
- Haklısın Ayşen. Ayşen seni çok merak ediyorum. Aynı mısın? Kilo aldın mı?
- Hı hı aldım 15 kilo fazlayım o gördüğün çıtır kızdan.
- Ay o ne ki ben 80 kiloya yaklaştım kızlar sayesinde. 60 kilo ne ki?
- İlahi. Oldu Zeynep. Neyse Zeynep bizim muhabbet bitmeyecek.
- Tamam Ayşen. Bunu biraraya geldiğimiz güne erteleyelim. Yoksa şimdi çocuklar isyan edecekler. (Tatlı tatlı gülüştüler.)
- Doğru haklısın. Ara beni.
- Ararım. Hoşçakal.
- Hoşçakallll...

Kapandı telefon. Kapanma sesi ile gerçek dünyaları açılır gibi geldi Ayşen'e. Arardı bilirdi arardı. Çat kapı gelirdi. Neden gelemedi peki şimdiye kadar. Fırsatı olmamıştır. Abesle iştigal ediyor değildi ya bunca sene. Aynen senelerdir onun Ankara'ya gidememesi gibi o da İstanbul'a gelememişti.. Biliyordu telefonu o kapatmalıydı ama her ikisi de bir türlü telefon kapamadan önceki o sözcükleri bulup söyleyemiyordu. Konuşacak o kadar çok şeyleri vardı ki aslında. Konuşmak istiyorlardı... Zoraki kapadılar...

Bir defterin bir köşesinde not edilmiş telefon numarası yıllar sonra görüldüğünde yürekte birtakım kıpırtılar uyandırmış ve Zeynep'in eli telefona uzanmıştı. Her iki taraf da yıllar öncesine dönmenin yüzlerde memnun mesut hoş bir gülümsemesiyle Ayşen kitabına, Zeynep çocuklarına geri dönmüşlerdi.

Bir gün belki yakın belki bir sekiz yıl ya da sekiz ay sonra veya sıcacık bir yaz tatili gününde görüşeceklerini umarak... Kim bilebilir.....

Canan
canant@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Devrim Güneş Sıvacı


ANILAR

O gün de yine diğer günler gibi sıradan başlamıştı. Saate baktığımda altıyı geçiyordu, buçukta çıkmazsam geç kalacaktım. Hemen duş alıp alelacele bir şeyler geçirdim üzerime, ağzıma tıktığım bir dilim ekmek ve sakalıma bulaştırarak içtiğim sütle kahvaltımı da etmiştim. Hızlı adımlarla merdivenleri inerken saatimi duşa girmeden önce banyoda çıkardığımı hatırladım. Geri dönemezdim yoksa geç kalacaktım.

Durağa vardığımda gözüme kestirdiğim uzun boylu, hafif dalgın, genç bir adama saati sordum. "Altıyı yirmi geçiyor" dedi. Rahatladım birden, demek ki çok erken çıkmıştım. Tam da o sırada gördüm onu... Uzun sarı saçları, yeşil gözleri... İlk görüşte aşka inanmam, hem de otobüs durağında, olamaz... Olmamalı... Oturduğu tarafa bakamadım bile. Acaba o da beni farketmiş miydi? Yoksa sevgilisi mi vardı? Belki de evliydi...

On beş - yirmi dakika sabredebildim ve oturduğu tarafa baktım. O da bana bakıyordu, hemen gözlerimi kaçırdım. Kendimi çok kötü hissediyordum. Bir anda tüm bedenim alev alev yanmaya başlamıştı. Daha önce bu duruma her düştüğümde başıma dertten başka bir şey gelmemişti... O tarafa bakmadığım halde ayağa kalktığını ve inmek için düğmeye bastığını hissettim. Bunu nasıl hissettiğimi bilmiyorum ve hiç bir zaman da anlayamadım. Otobüs durağa yaklaştığında kalbim yerinden fırlayacak gibiydi başımı zor da olsa kaldırıp kapıya bakabildim. Oradaydı işte tam karşımdaydı... Otobüs sakince durdu, gözlerimi artık kaçırmıyordum, tüm hareketleri gözetimim altındaydı. Karşı kaldırıma geçip gözden uzaklaştı...

Akşamı iple çektim bütün gün, iş yerinden uçarcasına çıktım. Sabah otobüsten indiği durağı yaklaştığımızda kalbim otabana çıkmış bir ferrari gibi devinmeye başlamıştı. Bütün durağı, otobüse binenleri hatta karşı kaldırımı bile dikkatlice süzdüm ama onu göremedim. İşten geç çıkıyor diye düşündüm. Tüm sevincimi bir anda kaybetmiştim. Kendimi teselli etmeye çalıştım ama nafile, berbat durumdaydım. Eve gitmek istemiyordum...

Ertesi gün çok erken kalkıp daha saat altı olmadan evden çıkmıştım... Durağa ilk ben gelmiştim. Benden bir kaç dakika sonra yaşlı bir teyze geldi. Etrafımda dönüp duruyor, hangi yönden gelecek diye, en uzak noktalardan onu görmeye çalışıyordum. Durak iyice kalabalıklaştı ama o gelmedi... Otobüse en son ben bindim ama yoktu işte, gelmemişti... O gün akşamı zor ettim, yine yoktu...

Ertesi gün daha da erken gittim, ilk otobüse binmedim. Belki de ikinciye biniyordu, o yüzden görememiştim. İkinci otobüse de binmedi. Hafta sonu nasıl geçti bilmiyorum, pazartesi günü yaşlı teyzeyle ilk kez selamlaştık, artık birbirimizi tanıyorduk. O gün de gelmedi...

Onu bir daha hiç göremedim. Belki de böylesi daha iyi oldu. Ama neden onu hiç unutamadım, neden başka biri için böyle şeyler hissetmedim? Peki ya o, belki o da benim gibi düşünüyordu. Bilmiyorum... Ama çok özlüyorum...

Devrim Güneş Sıvacı

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_172.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.735 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


GECE

Karanlığın bedeninde bir umut daha söndü
Bir çaresizlik daha başladı gecenin koynunda
Ve bir adım daha atıyor yalnızlığım sorgusuzca
Oysa öyle üşüyorum ki bu sensiz akşamda...
Sen diye yatıyorum bir an yatağıma
Ama ne yazık! Hasretin var koynumda
Sığınacağım bir tek anı bile kalmadı senden
Bir ışık bulamıyorum artık eski bir yerlerden.
Nedir bu kamaştıran böyle gözlerimi...
Nedir beni böylesine sarsan bu öksüz gece?

Sula Özpromodos

<#><#><#><#><#><#><#>

SANA MEKTUP V

Yokluğun ne demek olduğunu şimdi anladım. Senle de
sensizdim ben ama bu seferki farklı. Hep içimden seni
alacaklar diye korkardım. Ama şimdi görüyorum ki içimden
seni almaya kimsenin gücü yetmezken sen kendin
gidiyorsun.
Kalmana ise benim gücüm yetmiyor.
Ne tuhaf değil mi? Seni içimden alan yok. Giden sensin.
"Gitme" dedim sana o kadar dinletemedim.

Sensiz ne yaparım demeyeceğim ardından çünkü sen hiç
benle olmadın. Bir hayal yaşattım ben hüznümde o kadar.
Hani geceleri tesellim olsun, damlayan gözyaşımın sebebi
olsun diye. Yalnızca bunun için. Adını da "hüzün bakışlım"
koydum. Gülüşünü, dünyanın en güzel yerinde doğan
güneşe benzettim. Çünkü öyle bir güneş dudaklarından
başka bir yerde doğmuyor. Sesini; eşkıyanın şefkatine
benzettim. Hani kimse o kadar derinlere inemez ya...
İşte sesini o derinlerin saflığında işittim ilk. Kokun nefesim
oldu her an soluduğum. İçime doya doya, uzun uzun çektiğim...

Gidişini ise ecelin ayak sesine benzetiyorum. Hani ecel de
böyle usul usul gelir ya, hani gelişini hissedersin, daha
önceden ama kabullenemezsin. Hem acı verir, hem
çaresizlikten önünü bile göremezsin. Son çırpınışlarındır
yaşadığın...
Eceli nereden biliyorsun diye sorma bana sakın.
Sen gittikten sonra kapımı ondan başka çalan olmadı...

Hayalin ömrüm, gidişinse ecelim oldu...

Sula Özpromodos

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


Kadın Milleti

Yakışıklı bir Amerikalı çiftci kasabaya inmiş. Bir kova, bir çekiç, iki tavuk ve bir de horoz satın almış. Çiftcinin bütün bunları taşımakta zorlandığını gören dükkan sahibi ona akıl vermiş :

- Çekici kovanın içine koy, kovayı bir elinde taşı. Tavukları koltuk altlarına sok ve horozu da öbür elinde taşı..!

Çiftci, adamın dediğini yapmış ve kamyonetine doğru yürümeye başlamış. Yakışıklı çiftcinin yolunu bir kadın kesip :

" Affedersiniz, acaba Çılgın Boğa Çiftliği'ne nasıl gidebilirim ? ". Çiftci :

- Şansınız var, benim çiftliğim Çılgın Boğa'ya çok yakın. Atlayın kamyonete sizi götüreyim...! Kadın :

" Peki ama, sizin beni şimdi bir duvara yaslayıp, öpmeyeceğinizi nereden bileyim ? ". Çiftci :

- Hanımefendi insaf, bir elimde içinde çekiç olan kova, koltuklarımın altında birer tavuk, öteki elimde bir horoz varken, ben sizi nasıl duvara yaslayıp öpebilirim ? ... Kadın :

" Çok basit..! Horozu yere koy, üstüne kovayı geçir, çekici de kovanın üstüne koy ki horoz kaçamasın...! Ben de tavukları tutarım..."

<#><#><#><#><#><#><#>



Baywatch kızları!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.aids.com/
2002 yılı içerisinde sadece AIDS sebepli yaklaşık 3.1 milyon kadın, erkek ve çocuk öldü. AIDS'in şaka olmadığını; ama bilinçsizce davranıldığında hem sosyal, hem de bedensel olarak daha da ciddi zararlara yol açabileceğini bilmek gerekiyor. Lütfen öğrenelim ve daha bilinçli bir toplum olmak için çevremizi bu konuda bilinçlendirelim. "Toplumlara zarar veren en tehlikeli hastalık cehalettir"

http://www.delphikitabi.com/nostalji.asp
...Eski DOS günlerini özlüyor musunuz ? Programınız 3-5 saniyede çalışır, menü açılır ve kullanıcı başlar okumaya: Kayıt eklemek için F1 tuşuna, Arama yapmak için F2 tuşuna... Lütfen adınızı giriniz ... Devam etmek için herhangi bir tuşa basınız ...

http://www.hi-fi-turkey.com/2el.htm
Hi-Fi konusunda bilgi alabileceğiniz ve kendi bilgilerinizi paylaşabileceğiniz sağlam bir web sayfası. Bu seçtiğim sayfa ikinci el ürün alırken nelere dikkat etmemiz gerektiğini anlatıyor. Ayrıca elinizdeki cihazları satmak için de ilan verebilirsiniz. Site'nin en hoş tarafı tamamen bağımsız olması.

http://www.nako.com.tr/modeller.htm
Kış kapıya dayandı. Kazak örmeyi sevenler için modellerin bulunduğu bir web adresi veriyorum. Kolay gelsin

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


@MAX Tray Player v0.97b [678k] W98/2k/XP FREE
http://www.atmaxsoft.com/trayplayer/TPSetup.exe
Harika bir mini audio ve video çalıcısı. Sistem çubuğuna yerleşiyor. Tıklıyorsunuz çalıyor, tıklıyorsunuz duruyor. Bilgisayar başında çalışırken müzik dinlemeye meraklı olanlar bayılacaklar, benden söylemesi. Son derece basit bir yapısı olduğundan bellekte yer işgal etmiyor. Herkese tavsiye edilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20030930.asp
ISSN: 1303-8923
30 Eylül 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri