KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 363

 10 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Bindik bir alamete..


Merhabalar,

Dün nevazille boğuşur halde matbaanın başına geçmeden evvel muhteşem bir filmi bir kez daha seyrettim. 'Er Ryan'ı kurtarmak'. 2. Dünya savaşı ile ilgili filmlere olan düşkünlüğüm bu filmle sona ermişti. Bir türlü ölmeyen her zaman ayakta kalan kahramanlarla bezeli filmler yerine belkide ilk defa bir savaşı bu kadar gerçek böylesi belgesel tadla yansıtan bir filmi seyretmekti beni kendime getiren. O ilk yarım saat benim gibi belki çoğunuzu derinden etkileşmiştir. Televizyonda seyretmek illüzyonu biraz düşürsede filmi sinemada seyretmiş biri olarak sahneleri adeta yeniden yaşadım. İnsana işte savaş bu dedirten görüntüleri büyüklerimizinde seyretmiş olmasını diledim. Normandiya çıkartması ile Irak'a asker gönderme arasında bir paralellik kurmak değil amacım. Ama kurşun aynı kurşun. Girdiği yeri darmadağın eden engel tanımayan kurşun. Binlercesi yada bir tanesi, o silahtan çıktıktan sonra hiç farkı yok.

Başlangıçta asker gönderelim demiştim. O zaman konu Kuzey Irak'tı ve benim problemimdi. Oysa şimdi gelinen nokta çok farklı. İstenmediğimiz bir yere üç paraya asker göndermeye karar verdik. Bizim hayati önem verdiğimiz bölgelere girmemiz kesinlikle yasak. Pazarlık esas şimdi başlıyor. Nereye gideceğimize sevgili müttefikimiz ve para babamız karar verecek. Karşı çıkma şansımız olacak mı? Hiç sanmıyorum. Bizi tatil için çağıracaklarını sanmakta saflık olur herhalde. Gerilla savaşının tüm hızıyla artarak sürdüğü bir yerde gelecek 10.000 askeri ön cephelere sürecekleri aşikar. Bu durumda karşılığı ne olursa olsun sınırlarımız dışında bir yere Mehmetçikleri para uğruna göndermeyi içime sindiremiyorum. Sanki bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete. Dilerim anlaşamazlar ne diyeyim... Hepinize mutlu kavgasız gürültüsüz milli galibiyetli bir haftasonu diliyorum. Bir tüyo vereyim de rahatlayın. Maçın sonucu Türkiye:2 İngiltere:1 .

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 KAHVE KREMALARI


Merhaba Sevgili Dostlar,

Aslında uzun zamandan sonra, size kendi masamdan yazabilme sevincini yaşıyorum. Montreal, Antalya derken, İstanbul'un sonbaharını ucundan yalkaladığım için çok mutluyum. Açıkçası geçen gün, Tünelde pasajın içerisinde eski bir dostumla yemek yedim. Hava limonata tadında, güneş sımsıcaktı... Yemek sonrası Tünel'de sıralanmış kitapçılara uğradım, güzel baskılı bir İstanbul kitabı almak için... Epeyce zorlandığımı söylemeliyim. Çünkü, tüm İstanbul kitapları bana çok 'turistik' geldi. Yani arşivlerden toparlanmış birçok güzel fotoğraf, güzel anlatımlar var ama ya bugünkü İstanbul... Modern yaşama dair hiçbir şey yok, oysa bu kadar yurtdışına gidip gelen biri olarak, oriantalizmin eskisi kadar popüler olmadığını gözlemledim. Oysa burada çok 'özel' ve güzel hatta, birçok Avrupa ülkesinde bulunmayan standarta sahip olduğumuz değerlerimiz var.

İşte tam bu noktadan, şu günlerde devam eden, '8.İstanbul Bienali' bunun bir örneği... Şu anda tüm yabancı basının gözlerinin burada olduğunun ve övgüyle bahsettiklerini biliyor muydunuz? Evet sevgili dostlar, İstanbul Bienali, İstanbul'a yakışır bir şekilde devam ediyor. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından, Dan Cameron'un küratörlüğünde gerçekleşen ve 16 Kasım'a kadar devam eden bienali kaçırmamanızı öneririm. Bu arada benimde, şirketimin kişiliğinde destek verdiğim bienale, özellikle çocuklarınızla gitmenizi öneriyorum. Bilindiği üzere, kültür, çocukluk yaşlarında ekilen bir ağaç. İnanın bana, uzun yıllar sonra çocuklarınız size teşekkür edecekler... Bu arada çağdaş sanat, dünyada çok önemli bir yer tutuyor ancak Türkiye'de modern resim sanatı bile oldukça eleştiriler alırken, sizlere bienali gezmenizi önerirken, daha sonra 'çağdaş sanat' tartışmaları açmak niyetinde değilim. Gördüğünüz işlere lütfen değer vererek yaklaşın, biz değersizleştirmeye oldukça yatkın bir toplumuz. Eleştiri yapmak, kabullenememek en tipik özelliğimiz. Ancak, popüler televizyon kültürünün bu kadar hakim olduğu bir toplumda, dünyadaki 'farklı' işler ayağımıza kadar gelmişken en azından evimize gelen bu konukları biraz daha anlamanızı öneririm. Burada size anlamsız gibi görünen işlerin bile bir anlamı olabileceğini unutmayın. Çünkü bu bienal, uzun yıllardır yapılanların 'en iyisi', onun için çocuklarınızı da götürün ki, ileride bunun keyfini ve İstanbullu olmanın ayrıcalığını hissetsinler...

Bu arada... Eylül ortasında İstanbul'a dönüp, işlerle boğuştuktan sonra birden bire İstiklal Caddesinde, Sezen Aksu dinlediğimi farkettim. Beni tanıyanlar iyi bilirler, üç yılda bir , bir şarkıya takılır ve bıkmadan dinlerim. İşte Sezen Aksu'nun son CD'sindeki 'farkındayım'a da şu aralar takılmış durumdayım. Bence sözleri, yaşamın ta kendisi, bestesi mükemmel...

'Bu kızı yeniden büyütmeliyim,
Kor ateşlerde yürütmeliyim, değirmenlerde öğütmeliyim,
Farkındayım, farkındayım...'

Herkesin 'farkındalıklarının' tadını çıkardığı bir hafta diliyorum...

Sevgiler,

Zeynep Özbatur

Yukarı

Yankı Yazgan

 İnsan'ca : Yankı Yazgan


   Yenilik geni, yeni kitaplar, yeni yazarlar...

Çizgisel Yankı'lar

"Yenilik düşkünü ile yenilikçi arasındaki ortak noktaların çokluğu, bazen ikisinin de aynı türden olduğunu düşündürebilir. Acaba bir kategoriden öbürüne geçiş yapmak mümkün mü? Genetik ve davranış arasındaki ilişkileri inceleyen İsrailli araştırmacılar, "yenilik arayışı" diye bilinen temel davranış özelliğinin ilişkili olduğu bir gen keşfettiğini dünyaya ilan etti. "

Yeni bir kitabı niye alır, adını bile bilmediği bir yazarı niye okur ki insan? Yeniye düşkün olduğundan mı, yenilikçiliğinden mi? Yeni düşkünü ile yenilikçi arasındaki ayrımı yapmak ise bazen zor. Kimimiz çabucak sıkılıverir: Nerede yeni bir şey varsa, biz oradayız (yenilik düşkünleri). Hedefi yalnızca değişiklik oluşturmak olan yenilik düşkününü oradan oraya sürüklenirken görebilirsiniz. Fikir değiştirmekten ziyade fikirlerin uçuşması diyebileceğimiz bir halde olur. Bir yazarı, bir kitabı, bir mekanı "in" yapanlar bu değişiklik meraklıları, yenilik düşkünleri arasından çıkacaktır. "Out" yapanların da aynı kişiler olmasını bekleyin.

Yenilikçiyi ise hedefine yönelik hareket ederken bildik yol ve yöntemlerin dışına çıkabilen olarak tanımlayabiliriz. Bu davranış tarzı serüvenci, sıradışı, devrimci veya avant-garde gibi adlara layık görülebilir. "Bildiğinden şaşan", bunu da bilerek yapan yenilikçiyi kendinize daha yakın görebilirsiniz. Onun da "sonu"nun daha iyi olacağını kimseye garanti etmiyorum. Eğer yaşadıklarımızın sonuçlarını sadece başarı ya da hüsran ile ölçmüyor, hedefe giden yolda yaşananların da bir anlamı olduğunu düşünüyorsanız zaten işin "sonu" gibi bir kavram sizi pek de ilgilendirmeyecektir.

Yenilik düşkünü ile yenilikçi arasındaki ortak noktaların çokluğu, bazen ikisinin de aynı türden olduğunu düşündürebilir. Acaba bir kategoriden öbürüne geçiş yapmak mümkün mü? Genetik ve davranış arasındaki ilişkileri araştıran İsrailli bir ekip (R. Ebstein ve arkadaşları) 1996 yılında yayımladığı bir çalışmada "yenilik arayışı" diye bilinen temel davranış özelliğinin ilişkili olduğu bir gen keşfettiğini dünyaya ilan etti. DRD4.7 diye bilinen bu geni taşıyanların (yukarıda tanımladığımız anlamda) yenilik düşkünü mü, yoksa yenilikçi mi olduğunu çalışma verilerinden kestirmek mümkün değil.

Bir insanın genine bakmak ile kahve falına bakmayı karıştırma eğilimine girmeyelim. Geçmişlerine bakarak gözleyebileceğimiz farklar var. Aynı genleri taşıyan insanların nasıl farklılaştıklarını anlayabilmek için başlarına gelenleri ve başlarından geçenleri bilebilmek gerekir. Hayat tarzı olarak, alışkanlıklarından vazgeçivermeye hazır olan bu iki grup arasında geçmişe ilişkin başlıca fark şu: Kuralları anlama ve kuralları uygulama alışkanlıklarını çocukluklarında geliştirebilmiş olanlar yenilikçi, bu alışkanlıkları olmayanlar yenilik düşkünü oluyor. Hayata yenilik geni açısından aynı noktadan başlamış olanlar, birbirine yakın gözüken ama çok farklı noktalara ulaşıyorlar.

Yenilikçi okurlar, yenilik düşkünü okurlar, ya da tam tersiyim diyen okurlar, ne durumda olduğunuzu anlamak için genlerinize baktırmanıza gerek yok. Oyunları kurallarına göre oynayıp oynamadığınızı bir kontrol edin, yeter.

("Devlet Baba, Tabiat Ana" (2002, Evrim Y) adlı kitaptan alınmıştır.)

Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz

Yukarı

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Srebnica'da neler olmuş?

Ne kadar da zaman geçmiş. Kesip sakladığım gazete köpürü üzerine tarihi not düşmüşüm. O sıralar bazı gazetelerin iç sayfalarında kısacık yer bulan Bosna Savaşı'nda yaşananlarla ilgili haberleri bilmem bugün yeniden anımsamanın yararı olabilir mi?

Hollanda Savaş ve Dökümantasyon Merkezi tarafından altı yılda hazırlanan tam 3 bin 400 sayfalık rapor 10 Nisan 2002'de Lahey'de açıklanmış. Rapor, özellikle Bosna Savaşı sırasında Hollanda Birliğinin koruması altındaki Srebrenica'da yaklaşık 8 bin Boşnak erkeğin Sırplar tarafından katledilmesinde Birleşmiş Milletler ve Hollanda Hükümeti'nin sorumluluğu bulunduğunu belirtiyor. Raporun değisik bölümlerinde, 9 Temmuz 1995'te harekete geçen Sırp güçlere karşı hiç bir müdahalede bulunmayan Hollanda'ya bağlı Barış Gücü askerlerinin, daha sonra gecikerekte olsa Birleşmiş Milletler'den hava desteği istediği ancak BM komutanlığının tarafsız kalma adına bu desteği vermekten kaçındığı belgelerle ortaya konuyor. Bölgeden gelen bazı bilgilerin ise, Hollanda Silahlı Kuvvetlerinin saygınlığının korunması için Savunma Bakanlığı ve Hükümete zamanında bildirilmediği ve hasıraltı edildiği de bu raporun ortaya koyduğu savlar arasında..

Bir de yine aynı haberde yer alan, bu kapsamlı Rapor'un kamuoyuna açıklanmasıyla olanlarını anımsayalım. Başbakan Wim Kok Başkanlığındaki Hollanda Hükümeti istifa ediyor. Evet, belirgin savunmalar yapsa da vicdani sorumluluğu kabul edip, istifa ediyor.. Durun dahası var.. Hükümetin ardından, Kara Kuvvetleri Komutanı Van Baal'da istifaya zorlanıyor. Bu da yetmiyor.. Kapsamlı bir meclis araştırması da başlatılıyor. Bütün bunlar bir-iki hafta içinde oluyor. Hollanda'da..

Adı geçen Rapor'un yenilir yutulur olmayan başka değerli bölümleri ve açıklamaları da var. Yine aynı haber seçkisinden izlemeyi, özetlemeyi sürdürelim. Örneğin ABD'nin savaştaki rolüne yönelik.. The Guardian gazetesinde "Yeni Dünya Düzensizliğinin en kirli savaşlarından biri" denilerek ve Rapor'a atıfta bulunularak verilen haberde, Pentagon'un halen terörle savaş başlığıyla mücadele ettiği köktendinci gruplarla Bosna Savaşı sırasında gizli ittifaklar oluşturduğu açıklanıyor. Elde edilen bilgilere göre, ABD'nin Körfez Savaşı ve Afganistan İç Savaşı sırasında köktendinci İslamcı gruplar ile bunların Ortadoğu'daki sponsorlarına borçlandığı ve bu borcun Bosna Savaşı sırasındaki yardımla ödendiğinin altı çiziliyor. Rapor ayrıca, BM Güvenlik Konseyi tarafından eski Yogoslavya'da savaşan tüm taraflara ilan edilen ateşkese karşın; ABD'nin, İran ve Türkiye üzerinden büyük miktarlarda silahın Hırvatistan'da dinci teröristlere teslim ettiğini de açıklıyor..

Bu kirli savaşın yalnızca Srebrenica'daki bilançosu tam sekizbin insan...

Şimdi benzer bir kirli savaş, hatta kirli bir işgal altı aydır Irak'ta sürüyor. Önce nükleer silah tehdidi, terör tehdidi, sonra demokrasi getirme gibi bahanelerle Irak'a saldırı ortamı yaratıldı. Birleşmiş Milletler bile dışlanarak gerçekleşen saldırının ardından ülke tam bir kaos'a sürüklendi. Aylardır barış gelmesi bir yana giderek artan yoğunlukta çatışma ortamı binlerce sivil kayba hergün onlarcasının eklenmesiyle sürüyor. Yine her gün işgal kuvvetleri kayıplar veriyor.. Ancak diğer yandan ülkenin petrol gelirlerinin elde tutulması ve bu coğrafyada kalıcı güç bulundurma, burayı yeniden şekillendirme adına kaos ortamının neredeyse bilinçli bir biçimde saldırganlarca sürdürüldüğü savları da değerlendiriliyor.. Nihayet harekatı yapan ülkeler kamuoylarında ciddi eleştiriler yükseliyor. Tarih boyunca böyle oldu.. Yakın yüzyıllık kesitte yaşananlarda her seferinde aynı somut bulguyu işaret etti. Güçlü ülkeler egemenliklerini, varsıllıklarını sürdürmek için zayıfları daha da zayıflatmak, ezmek, yemek, yutmak zorundalar.. Onlar için küçük ülkelerin daha da küçülmesi, sınırların belirsizleşmesi, ulusal hükümetlerin, orduların zayıflatılması şart. Bunun için bazen etnik unsurları, bazen dini, medyayı, kullanıyorlar.. Tehdit ediyorlar, işbirlikçileri oluşturuyorlar, beyinleri yıkıyorlar, ekonomik olarak çökertiyorlar..

Görünürdeki farklılıklara karşın Bosna'da da, Afganistan, Irak'ta da yaşananların altında yatanları görmezden gelebilir miyiz?

Peki, bu işgalin bizim topraklarımız işgal edilerek yapılmasına düşe kalka direndikten sonra, şimdi ne değiştide Irak'a asker yolluyoruz?

Saldırıya bahane gösterilen sözde tehlike unsurları mı kanıtlandı?

Irak'ta görece sukunet sağlandı, barış ortamını pekiştirmek için mi gidiyoruz?

Kuzey Irak'ın kontrolünün ancak Türk askerinin farklı bölgelerde ABD askerinin yerini almasıyla sağlanacağı mı ortaya çıktı?

Iraklılar mı davet ediyor?

Ne oluyor?

Yıllar sonra 'Yeni Srebnica Raporları' bile hazırlanamayacak bir ülkede ortaya çıkacak acıların, yanlışların hesabı kime, nasıl verilecek?

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Şeşen

 Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


   Bendensin

Bu böyle yürümez arkadaşlar, birer ikişer telef oluyoruz, ne yapmalı ? Kimi işin içine katmalı ? Şu Avrupa halkları zaten sinirimi bozuyor, yok insan hakları, yok gak, yok guguk, nerede hukuk gibi ıvır kıvır sorular soruyorlar ?
Biz ne güne duruyoruz allah allah ?

Aaa ! Bu neden aklımıza gelmedi, hem de burnumuzun dibinde. Nasıl da düşünemedik ? Siz de uluslararası meşruiyet filan arıyor musunuz ?
Ona bizim uluslararası grubumuz karar verir. Koduk mu oturturuz alimallah ..!

Ama sizin değerli büyüğünüz; "Yurtta sulh, cihanda sulh !" dememiş miydi ? Nasıl izah edeceksiniz bunu halkınıza ?
Halkımız onu 3 Kasım'da düşünseydi. Çeyreği de zaten; "Yürü ya kulum, kim tutar seni !" dedi. Biz neleri izah ediyoruz bu da bir şey mi ? Takiyye'den kim ölmüş allasen ?

Ama halkınız istemiyor, üstelik %99'u müslüman değil mi ?
Merak etmeyin, bir parmak bal çalmasını biliriz elbet ve ilelebet müslümanız elhamdülillah ..!

Gereği... bölümüne ne yazacaksınız ?
"Gereğini zahmet etmeyin biz hepinizin yerine düşünürüz" deriz, girişiriz haydi bismillah ..!

Peki, kapsamı... buna ne uyduracaksınız ? Kuzey taraflarda fink atmak yok demiştik ona göre !
Bir yolunu bulacağız elbette ama kuzeysiz kapsam problem vallah ..!

Biliyorsun sonra gelir çuvallar, kamuoyu fena halde afallar !
Haklısın, iyi bir kapsam uydurmalı, şöyle hem vallah hem billah türünden ..!

Hadi bakalım görelim sizi, bu kez geçirebilecek misiniz tezkerenizi ? Sah, süresi... ne olacak ?
Süreyi 1 yıl ile kolayca avutuyoruz, problem olmasın diye, mazallah ..!

......... O el ne ? Anlamadım ... ? Haa ! Tamam canım, o iş kolay ... 8.5 yeter mi ?
Dur hesaplayayım, 10 bin desek kelle başı 850 bin, adam başı 1 milyon olsa ehh, amennah ..!

Yemezler ..! O kadar uzun boylu değil, "müessesemizde pazarlık yoktur" yazıyor, okumadın mı ? Hele bir çıkart gel bakalım, düşünürüz sonra bir şeyler...
Düşününüz efendim, düşünürsünüz inşallah ..!

Oldu bu iş o zaman.. Yolla imzası ve de hesabı kuvvetli birini Dubai'ye !
O.K. müttefikim.. Seninledir aklım fikrim. Nazar değmesin bu kez oldu da bitti maşallah ..!

Hala ne bekliyorsun ?
Tamam, hadi bana eyvallah ..!

Kaptın parayı ama abur cubur harcamak yok. Yürü, ancak gidersin, yallah şöför yallah ..!
Gizli gizli oturur hallederiz evelallah ..!

Hi ! Corç ! How are you ? How is çoluk çocuk ?
Sayenizde evlerine dönüyorlar birer ikişer telef olmadan ... Kahve borcum nedir ?
Bendensin ...
........ Bendensin ?
Bendensin ... No problem ... Do you know 5-ik-taş ?
Oh ! Yes, good team ... Sergen is super ..! But, do you know 8.5 papel ? ... Hatta, do you know "ne kadar ekmek o kadar köfte" ?
What ... ? ... Papel ... ? ... Ekmek ...? ... Köfte ..?
Bendensin ...

asesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

Mehmet Emin Arı

 Aklımda Gezintiler : Mehmet Emin Arı


   İtalyan usulü boşanma

Karısını öldürmek istiyordu.

Bu fikrin nasıl oldu da birdenbire aklına geldiğini tam hatırlamıyordu. Arkadaşlarıyla birlikte erkek erkeğe rakı içerken birinin şaka yollu İtalyan usulü boşanmadan bahsettiği zaman mı aklına gelmişti? Saf, saf İtalyan usulü boşanmanın ne olduğunu sormuştu. Üniversiteden beri pek kitap okumazdı. Kitap okumayı pek sevmeyen mühendislerdendi işte.

"İtalyanların hepsi Katolik Hıristiyanlar hocam. Bunlarda boşanmak yasak, bu yüzden karısından ayrılmak isteyen İtalyan adam karısını öldürür ya da öldürtür. Bu tür bir boşanmaya İtalyan usulü boşanma denir" dedi ve kendi sözlerine gülüp rakı sofrasından yapılan muhabbete dönmüştü. Sofrada herkes kahkaha ile gülerken adamın sözlerine nedense gülememişti. Elinde rakı bardağı öylece kalakalmıştı.

O geceden birkaç gün sonra işyerinde genç ve güzel sekreteri odasından çıkarken arkasından ona bakmıştı. Kalçaların elbise kumaşında yarattığı vaatkar kıvrımı görünce nedense aklına tekrar "İtalyan usulü boşanma" gelmişti.

Aynı günün akşamı sekreterini evine bırakmak istediğinde nedense hiçbir itiraz gelmemişti karşıdan. Sekreteri gamzesini çıkartarak gülümsemiş ve teşekkür etmişti. Arabadan indikten sonra içeriye sinen kadın parfümünü içine çektiğinde sesli olarak "İtalyan usulü boşanma" demişti. Kimse duymamıştı, sadece bir kendisi bir de Tanrı. Genç kadının vücudunun, zavallı kumaş eteğini ve kendi aklını olmadık durumlara sokmasını izleyerek bir süre arabada öylece kalakalmıştı.

İşte o zaman, arabada sigara içerken sekreterinin oturduğu apartmana girmeden önce yine gamzelerini çıkartarak kendisine gülüp el salladığında karar vermişti karısını öldürmeye.

"Ancak bir kadın bir erkeğe bir başka kadını öldürme ilhamını verebilir" der yazılmamış kutsal kitaplar.

Eve döndüğünde karısını her zamanki gibi yatakta uyurken bulmuştu. Karısına bakan hemşire çıkmak için onu bekliyordu. Tüm ilaçları verilmişti. Hemşire ile ayaküstü sohbet etti ve karısının durumunu sordu. Hemşire kısacık bir bilgi verdikten sonra, gece 12'de verilecek ilaçları hatırlattı ve çıktı. Onu uğurladıktan sonra hizmetçinin hazırladığı yemeği hızla yiyip karısının yanına gitti.

Karısı yatakta sırt üstü yatmış, ağzı hafif aralık uyuyordu. Her zamanki gibi bir hastane odasını andırır ağır bir koku vardı odada. Pencereyi sonsuza kadar açsanız da gitmeyecek bir ilaç, kolonya, ter ve hatta sidik kokusundan oluşma umutsuz ve sevimsiz bir kokuydu bu. Yıllardır vardı bu koku. Hiç bitmeyecek bir kabus gibi kötü bir koku.

Son beş yıldır her akşam bu kokuyu solumaktan yorgun düşmüştü. Koku kötü olmasına karşın kötü bir kadın değildi karısı bilakis iyi bir kadındı ve hep iyi olmuştu ona karşı. Şu andaki konumunu, şirketi, zenginliği ve önemli sosyal toplantılara çağrılma ayrıcalığını sağlayan saygınlığı hep karısı ve evliliği sayesinde edinmişti.

Kapıları hep karısı ve karısının babası açmıştı. Ona borçluydu, hem de çok...

Ama yine de bu koku....

Odanın içindeki kokuyu daha fazla koklamamak için yavaşça ışığı kapadı. İlaç vaktine daha üç saat vardı. Karısının yüzüne tekrar baktı. Yorgun, yaşlı ve hasta bir kadının ağzı yarı açık hüzünlü yüzünü gördü, sonra sekreterinin gamzeli gülüşü ve parfüm kokusu ve hastane odası kokusu....

Karısı sanki onun beynini okuyormuş gibi birdenbire tedirgin oldu. Odanın kapısını kapatıp içeri geçti.

Daha sonraki bir ay boyunca zavallı bir bilardo topu gibi kokular, görüntüler ve vicdanı arasında gidip geldi.

Gülünce gamzesi çıkan sekreteriyle daha da yakınlaşmışlardı. Bir gün evine bıraktığında arabada tüm cesaretini toplayıp sekreterini öptüğünde karşı koymamıştı kız ama...

"ama siz evlisiniz" demişti.

Üstüne kadın kokusu sinmişti. Gerçekten çekici bir kadının kokusu. Doya doya sevişebileceği ve sonunda gerçekten doyacağı bir tenin kokusu. Dudaklarında öpüşmenin sudan bile ıslak tadı kalmıştı. Tuhaf bir şekilde kanın tadını almış kurt gibi hissetti kendini. Bu noktadan sonra durmayacaktı, biliyordu.

Karısını nasıl öldürecekti? Her katil gibi kafasına gelen ilk gelen şey buydu. Yakalanmamalıydı. Herkes karısının uzun süren hastalıktan öldüğünü sanmalıydı. Hatta en iyisi karısı kendisi burada değilken ölmeliydi. Hastaydı karısı uzun zamandır hem de çok hasta. Hastalar eninde sonunda ölürdü. Acı çekiyordu karısı ve ölürse acısı biterdi. Hani derler ya "Allah kurtardı".

Çok fazla düşünmeden nasıl öldüreceğini hemen bulmuştu. Uzaktan bir cinayet olacaktı. Remote Control (uzaktan kontrol) gibi Remote Murder diye dalga geçti kendisiyle.

Karısının günde üç kere aldığı ağrı kesici haplardan birinin içine, Aspargam etken maddeli ilacı toz haline getirip koymayı düşündü. Aspargam aslında bir kas gevşeticisiydi ama yüksek dozda kalp kaslarını felç ediyordu. Karısı gibi kalbi çok zayıf hasta bir insanı çok rahatlıkla öldürürdü. Hele bu dozda yüz metre dünya şampiyonunu bile devirirdi. İki miligramlık maksimum dozu içeren ufak haplardan beş tanesi yetiyordu.

Kararını verdiği günden bir hafta sonra, gecenin bir vakti karısı içerde yine derin bir hastalık uykusundayken elinde ameliyat eldivenleri, ağrı kesici film tabletlerden birini özenle açtı. İçindeki ilacı boşalttı ve iki kapsülü kenara koydu. Daha sonra özenle aspargam içeren hapları jiletle küçük parçalara ayırıp toz haline getirip bir kapsüle doldurdu. İki kapsülü kapatıp, pamukla üstünü sildi. Durdu ve yaptığı ilaca baktı. Bu kapsül diğerlerinden ayırt edilemeyecek gibi duruyordu.

Yine de emin olmak için eldivenleri hiç çıkarmadan kapsülü diğer altmış kapsülün arasına koyup, kapalı gözlerle eliyle tüm kapsülleri karıştırdı. Tekrar gözünü açıp yaptığı kapsülü bulmaya çalıştı ama bulamayınca, sonuçtan tatmin oldu.

Altmış kapsülü tekrar ilaç şişesine doldurdu. Şişeye baktı. Etiketini sesli okudu: "Baş ağrısına etkin çözüm". Derin uykuda olan karısının baş ucuna gidip şişeyi ilaçların olduğu komodinin üstüne koydu.

Karısının saçlarını okşadı ve ışığı kapadı.

Ertesi gün Atatürk havaalanında Almanya uçağının kalkışını beklerken, bir taraftan uçaklara bakıyor diğer taraftan da kafasında basit bir istatistik hesabı yapıyordu.

İlaç şişesinde 60 hap var, karısı günde iki yada 3 tane aldığına göre karısının ilk gün ölme ihtimali 3/60 yani yüzde beş, ikinci gün ise 3/56 daha sonra. Yirmi gün sonra ise 3/3 yani yüzde yüzdü. Ölümcül bir hesaptan çok Bilim Teknik dergisinin son sayfalarında yer alan zeka sorularından birini hesaplıyor gibiydi sanki. O bir mühendisti...

Almanya'da yirmi gün kalacaktı. Bir sürü toplantı, geziler vs. arasında sakin sakin Türkiye'den gelecek "acı" haberi bekleyecekti.

Hiç durmayan griliği içindeki Almanya'da gezerken, günler geçtikçe heyecanı da artıyordu çünkü hesapladığı olasılık sürekli artıyordu. Akıllı bir mühendisti o. Matematiğe inanırdı sadece.

Büroyu ve evi her gün düzenli arıyordu. Karısı ve tabi ki sekreteri ile de konuşuyordu. Bir keresinde karısının sesindeki yorgunluğu duyunca bir vicdan azabı kaplamıştı içini. Az daha kalsın "sakın ilaçları içme" diye uyaracaktı. İçinde bir gel git oluşurken o sırada sekreteri aramıştı bir iş için. Kısa bir süre işten bahsedip Almanya'da başından geçen bir şeyi anlatmıştı. Anlattığı bir şey kahkaha ile gülmüştü sekreteri.

Gülünce gamzesinin çıktığını hatırladı ve sonra tabi ki o kokuyu hissetti. Etek kumaşının dolgun kalçaların biçimiyle aldığı coşku dolu yuvarlak biçimini gözlerinin önüne geldi. Heyecanlandı.

Elinde olmadan gözünü kapadı.

Dünyanın en gelişmiş birkaç ülkesinden biri olmasına rağmen Almanya'yı ve tabi Almanları sıkıcı bulurdu. Hiçbir şeyi İstanbul'a değişmezdi ama şimdi dönemezdi. İşini uzattıkça uzatıyordu. Kumaş numunelerine bakmak, şirketleri gezmek, yeni makineleri incelemek ve sonra ufak bir sorun yaratmak vs. bir sürü bahane buluyordu her seferinde. Karısı ölmeden geri dönemezdi. Tıpkı daha önce hesapladığı gibi. Her günün sabahında kafasında bir olasılık hesabı ile uyanıyordu; "bu gün 3/30". Belki Karısı bazen günde üç hap yerine iki hap içerdi. Mümkündü bu. Daha önce bazı dönemlerde olmuştu.

O günkü konuşmalarında fark ettirmeden sormuştu. Karısı "pek ağrım yok" demişti. Anlaşılan 2 li hap sisteme geçmişti.

Biraz daha beklemesi gerekiyordu. Sabırla beklemesi gerekiyordu. Eninde sonunda o hapı yutacaktı ve kendisini Türkiye'den arayacaklardı.

Ertesi gün cep telefonundan aradılar. Hamburg'dan Berlin'e kiralık bir araba ile giderken cep telefonu çaldı. Arabayı durdurmadan konuştu. Arayan kendi kardeşiydi.

"Abi, hemen Türkiye'ye dönmen gerekiyor."

"Ne oldu oğlum? Hayırdır?"

"Yengem abi, başın sağ olsun. İki saat önce ölmüş. Biz de yeni haber aldık, sana yeni ulaşabildik" dedi

"peki" dedi sadece ve telefonu kapadı.

Bundan sonra olanlar sıkıcı bir Türk filminden parçalar gibiydi. Evde ağlayanlar, gelip gidenler, vs. karısı morgo kaldırılmıştı.

Gömülmeden önce gerekli olan resmi ölüm raporunu vermek için eve gelen genç doktor nedense durduk yerde otopsi yapılmasını istemişti.

Durduk yerde otopsi istenmesi onu korkutmuştu. Doğal olmayan yollardan öldüğü ortaya çıkarsa olayı araştırmak için resmi bir polis soruşturması başlardı ve sonra...

Karısının tüm yakınları otopsi yapılmasına karşı çıkmıştı. Sadece onu hiç sevmemiş olan ve kendisine ailedeki siyah koyun gözüyle bakan karısının erkek kardeşi otopsi yapılmasından yanaydı.

Doktorun niye otopsi istediğini bir türlü anlamıyordu. Yoksa biri mi zorlamıştı? Yoksa aspargam ölümden sonra bir iz mi bırakıyordu?

Korktu. Çok korktu hem de ama belli etmedi. Doktor üsteleyince kimse bir şey diyemedi.

Tedirgin geçen bir günün sonunda otopsi raporu açıklandı.

"ölüm tamamı ile doğal yollardan gerçekleşmiştir."

Derin bir nefes aldı. Demek aspargam bu kadar gizlenebiliyordu. Cenaze ve sonrasındaki tüm olan bitenlerde tevekkül sahibi ve karısının ölümünden acı çeken bir kocayı çok iyi oynadı.

Karısı mezara konulurken gözü yaşlandı ve ağladı. Çukur toprakla doldurulurken uzaktan yaşlı gözlerle hüzünle baktı.

Karısının ölümüne gerçekten üzülmüştü ama yapacağı bir şeyi yoktu... hayat böyleydi işte.

Her şey bitip de eve gelince karısının yattığı odanın tüm pencerelerini açıp sprey koku sıktı.

Neredeyse ruhuna sızmış olan bu çürümüş kokuyu evden atmak istiyordu. Evin tüm işlerini yapan kadına bu odayı baştan aşağı temizlemesini söylemeliydi. Bu koku bu odadan gitmeliydi, tıpkı karısının gittiği gibi.

Bir bardağa viski doldurdu, ceketini çıkardı ve ayağını uzattı.

Aklına sekreterinin gülümseyen yüzü geldi. Gamzesi çıkıyordu her seferinde. Özellikle sol yanağında. Şimdi ona sahip olabilirdi. Ona ve tabi ki şirkete. Yaptığı ahlaksızlık mıydı? bu konuda bir şey hissetmeye çalıştı ama vicdan azabı duymadı.

Her şey bir mühendislik hesabıydı işti. İki insanın mutluluğu için bir insanı siliyorduk hesaptan. Tıpkı olasılık hesaplarının basitliği gibi, parayı havaya atarsan tura gelme ihtimali yüzde ellidir.

Viskiden büyük bir yudum aldı. Telefon çaldı. Arayan sekreteriydi. Başsağlığı diliyordu. Epey uzun konuştular. Sekreteri "Her zaman sizin yanınızda" olacağım dedi. Anlamlı titreşimler vardı bu cümlede.

Kendini mutlu hissetti. Telefonu kapadı. Tekrar viskiden bir yudum aldı. Durduk yerde başına korkunç bir ağrı saplanmıştı. Eliyle başına masaj yaptı ama hiç fayda etmedi. Ağrı git gide çekilmez hale geliyordu. Bir ilaç almalıydı. Tuhaf hiç başı böyle ağrımazdı. Olan bitendendi herhalde.

Hap içmeyi hiç sevmezdi ama başka türlü ağrı gidecek gibi gözükmüyordu. Sonunda dayanamayıp karısının odasına gitti. Düzeltilmiş yatağın baş ucunda ilaçlar yine duruyordu. Hizmetçi kaldırmayı unutmuştu herhalde.

Cinayet aleti sayılabilecek ağrı kesici hapı görünce tedirgin oldu. Karısını öldüren hap bu kutunun içindeydi. Yavaşça şişeyi alıp açtı. Eline döküp tek tek saydı. İçinde yirmi tane hap kalmıştı. Bir tanesini alıp susuz içti.

Karısı da ölmeden önce böyle içmişti herhalde. Ama o hep suyla içerdi. İlaç şişesine baktı. Yüzünde buruk bir gülümseme geldi. Özenle yerine koyup içeri geçti.

Biraz rahatlaması gerekiyordu. Müzik setine çok sevdiği Bach'ın Air On the G String parçasını koydu.

Yüzlerce kuşun havalanmasını andıran yumuşak bir müzik odayı doldurmuştu. Ayağını uzatıp yavaşça viskisini yudumlamaya başladı.

Sonunda her şeyi elde etmişti. Her şeyi. Uzun süre böyle kaldı.

Birden telefon çaldı. Huzursuzlandı. Arayan kayınbiraderiydi.

"Otopsi için özür dilerim ama yapmak zorundaydım" diye söze girdi.

"Ne için? Anlamadım?" dedi.

"Aablamın sözlü bir vasiyetiydi. Ölürse, gömülmeden önce otopsi yaptırmamı istemişti benden. Hastalığı ve ilaçları onu evhamlı yapmıştı sanırım"dedi.

"Sen de doktoru ayarladın?"

"Evet, bin dolara hayır demedi. Neyse, sonuçta kuşkulanacak bir şey yok, her şey normal. Bilirsin ablamı çok severdim, onun isteğini kıramazdım" dedi.

"Anlıyorum, sende haklısın" dedi. Sesine sahte bir anlayış havası vererek.

"Neyse toprağı bol olsun. Seni de çok severdi ama işte beyni dayanamadı?"

"Beyni mi? Anlamadım"

"Otopsi raporunu okumadın mı? beyinde birden oluşan bir pıhtı öldürdü onu, hastalığından kaynaklanan. Allah kurtardı."

"Kalpten ölmedi mi karım?

"Ne kalbi? Sen yanlış biliyorsun. Neyse konuşmayalım artık bunları. Hepimizin başı sağ olsun, iyi geceler" dedi ve telefonu kapattı.

Öylece kalakalmıştı. Beyni bir anda sonsuz denecek bir hızda çalışmaya başladı.

"Karım normal yollardan öldü"

"Onu ben öldürmedim"

"O halde içinde, aspargam olan hapı yutmadı."

"O hap hala ilaç şişesinin içindeydi."

Yirmide bir ihtimalle o hapı kendi yutmuştu. Hemen yerinden fırladı ve banyoya gitti. Boğazına parmağını sokup kusmaya çalıştı. Biraz da kustu ama eğer aspargamlı hapı yuttuysa zaten çok geç kalmıştı. Doktor çağırsa bile artık çok geçti onun için.

Başı dönüyordu. İki duble viski içtiği için olabilirdi.

Yirmide bir ihtimal yani yüzde beş çok düşük bir ihtimaldi. Oldukça düşük. Yirmide bir ihtimal ölecekti ve yirmide on dokuz ihtimal yaşayacaktı. Yüzde doksan beş hayatta kalacaktı.

Çok yüksek bir ihtimaldi yüzde doksan beş. Kaygılanmasına gerek yoktu. Sakin olmalıydı. Hapları açıp içlerine bakabilirdi ama hangisi aspargamlıydı bilemezdi. Hepsi tozdu sonuçta.

Uyumak istiyordu. Uzun ve sakin bir uyku. Yarın sabah her şey yeniden başlayacaktı. Yüzde doksan beş ihtimalle gamzeli güzel sekreterini görecekti.

Birden sakinleşti ve üstüne bir kabullenişlik geldi. İçeri geçti, kanepeye uzandı ve Bach'ı dinlemeye başladı.

Gözleri kapanıyordu. "İki duble viskiden sonra normal" dedi kendine. Kalbi mi kasılıyordu? Yok hayır. Hepsi psikolojikti. Vicdanı onunla oynuyordu.

Ertesi sabah açık pencereden içeri dolan rüzgar tül perdeyi, sanki oyun oynar gibi çok zarif bir şekilde havalandırıp indiriyordu. Günün ilk ışığı odayı doldururken, yarı yarıya dolu viski bardağına silueti yansıyan adam, ısrarla sevimsiz bir bip sesi çıkartan çalar saatin sesine rağmen, hala kanepede uzanmış yatıyordu.

Gün yeni başlıyordu...

Mehmet Emin Arı
http://www.eminari.com

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_179.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.506 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


YAŞ KIRK

Her sabah saatin sekizinde
Aynı köşede bekliyor
Trenler geliyor
Trenler geçiyor
Yeşili solmuş mantosunun içinde
Kaybolmuş ince bedeni
Gözleri camsız pencere
Soruyor geleni gideni
Yaş kırk
Beden yorgun
Yürek kırık
Ben miyim o fotoğrafta
ince bir gülümseme dudaklarımda
Dün gece kahkahalarla gülüyordum düşümde
Başıma gelecekleri biliyordum sanki
Kar yağıyor sandım birden
Meğer yapraklarmış
Yerden rüzgarla göğe savrulan
Ne acımasız ne yüreksizsin
Düşündün mü nelere sebepsin sen
Saint Michel Odean Saint Germain
Nehir boyunca kitapçılar
Kaldırımda yüzlerce ayak
Kadın erkek çocuk yaşlısı genci
Beyaz siyah sarı her renkten insan
Sarhoş bir oğlan keman çalıyor
Çevresine aldırmadan
Ayın ardına gizlenme
Masalların prensesi
Yarı ışıkta bile mahzun yüzün
Bu ağacın altı yağmur uzanamazsın
Yirmi yıl geçmiş aradan
Büyümüş hüzün
Artık gezinemezsin o kıyılarda
Gidiyorum işte
Bavulum hazır
Vapurlar trenler evim olsun
Ostende'ın denizi soğuk
Meyhaneleri sıcak
Yüreğim bu sıkıntıyı
Uzun sarı saçlarına gömecek

Elif Su Alkan

<#><#><#><#><#><#><#>

KIRGIN SEVGİLİ

sevişmelerde düşledim seni
ardından bir gece yarısı
seine nehrine açılan o kayıkta
annenin gitme diyen sesi
uzadıkça uzuyor karanlıkta...
geçmişteki güzel günleri anımsamak
içindeki ateşi söndürmeye yetmiyor
esrik dalgalarla boğuşurken yüreğin
sevdanın bile sözünü etmiyor...
nicedir özlediğin sulara
kapıldın işte gidiyorsun.
görüntünden gizleniyorsun
sırtını dönüp aynalara...
korkar oldun gölgenden
kendini bile ürkütüyor sesin.
uykularımın düşmanı, kırgın sevgili
bu şiiri sana yazdım bilesin...

Elif Su Alkan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


ORMANCI

Birgün ormancının biri dalları nehrin üzerine sarkan ağacın dallarını keserken baltasını suya düşürür. "Aman tanrım" diye bağırdığında tanrı belirir ve "ne diye bağırıyorsun?" der. Ormancı baltasını suya düşürdüğünü ve yaşamını sürdürebilmek için o baltaya ihtiyacı olduğunu söyler.

Tanrı suya dalar ve elinde bir altın balta ile tekrar belirir. "Baltan bumuydu?" diye sorar. Ormancı "hayır" diye cevaplar. Tanrı suya tekrar dalar ve bu sefer elinde gümüş bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. "Baltan bu muydu?" Ormancı yine "hayır" diye cevaplar. Tanrı suya tekrar dalar ve bu sefer elinde demir bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. "Baltan bu muydu?" Ormancı "evet" der. Ormancının dürüstlüğü tanrının çok hoşuna gider ve baltaların üçünü de kendisine verir. Ormancı mutlu bir şekilde evine döner.

Bir zaman sonra ormancı eşiyle birlikte nehir boyunca yürürken karısı suya düser. Ve ormancı "Aman tanrım" diye bağırır. Tanrı yine belirir ve sorar. "Ne diye bağırıyorsun?" Ormancı "Karım suya düştü" der. Tanrı suya dalar ve Jennifer Lopez le birlikte geri döner. "Senin karın bu mu?" diye sorar. Ormancı "evet" der. Tanrı sinirlenmiştir. "Yalan söylüyorsun. Gerçek bu değil" der. Ormancı "Özür dilerim tanrım. Ortada bir yanlış anlaşılma söz konusu. Eğer Jennifer Lopez için hayır deseydim bu sefer Catherine Zeta-Jones ile geri dönecektin. O na da hayır deseydim karımla dönecek ve her üçünü de bana verecektin. Tanrım... ben fakir bir adamım ve üç karımın sorumluluğunu taşıyabilecek durumda değilim. Jennifer Lopez'e evet dememin sebebi budur."

Bu hikayeden alınacak ders : ne zaman bir erkek yalan söylüyorsa bunun iyi ve saygın bir nedeni vardır ve bu başkalarının yararı içindir.
Kendimiz için bişey istiyorsak ekmek musaf çarpsın!!

<#><#><#><#><#><#><#>


Yukarı

 Kıraathane Panosu


KAHVE MOLASI : Yemek Daveti

Kışa girmeden yapalım dedik bir yemek,
Yemek bahane elbet, maksat muhabbet,
* * *
Yemek dediğin değil mi bir nebze atıştırmak,
Önemli olan yazar-okur dostluğumuzu katıştırmak,
* * *
Yatışır birkaç lokma ile açlığımız nasıl olsa,
THEO Restaurant'da kadehler neşeyle dolsa,
* * *
O neşeyle sirtaki bile beklemez gönlümüz,
Felekten bir gece daha çalacaksa ömrümüz,
* * *
Belki de milli maç sonrası Bağdat Caddesi'ne çıkarız,
Kırmızı-Beyaz, Kırmızı-Beyaz diye ortalığı yıkarız,
* * *
11.Ekim.2003 - Cumartesi gecesi sıvayalım kollarımızı,
Bekliyoruz yazar-okur tüm Kahve Molası dostlarımızı...

Yemek bedeli 35 milyon olup, katılmak isteyenlerin Editör'e mail atmaları önemle rica olunur.

Son Bildirim Tarihi : 10.Ekim.2003 (Genel istek üzerine uzatılmıştır:-)))))

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.lovepixel.idv.tw/
Yüklenmesi uzun sürse de beklemeye değer bir web sayfası. Aslında bir web sayfasının giriş sayfası. Bu tarz bir görsel çalışmayı daha önce de tavsiye etmiştim. Diğeri hoşunuza gittiyse emin olun bu daha da güzel bir çalışma.

http://www.prodikeys.com/
Daha önce hiç dikkatimi çekmemiş olan orjinal bir klavye, yok yok bu başka birşey, iyi bir şey. Klasik klavyelerden sıkılanlar için güzel bir yeni nesil klavye. Sakın olaki patronunuza ben de bu klavyeden isterim diye tutturmayın. Sonrasında ne olur bilemem... :)

http://bakamer.balikesir.edu.tr/kazdai_ve_sarikiz_efsaneleri.htm
Efsanelere bayılırım diyenler için özel bir incelemenin detaylı tüm notları. Kazdağı ve Sarıkız efsanelerinin tüm variantları. ...Efsanelerimizin hepsinde Sarıkız adı ortaktır. Bu adı almanın sebebi ise genellikle kızın saçlarının sarılığından kaynaklanmaktadır. Ancak, bir efsanede kendine âşık olan delikanlının ölümüne sebep olduğu için atılan yumurtaların renginden dolayı bu adı aldığı anlatılmaktadır...

http://216.130.163.60/imr/ads/180pop.htm
Sakın olaki bu sayfa ve benzeri web sayfalarında sizlere verilen linkleri tıklamayın. Örnek olarak görmeniz için verdiğim bu kısayolda, kim gelirse gelsin mutlaka aynı ekran ile karşılaşıyor. "WOW! sizin ziyaretçi numaranız 50.000.000, tebrikler..." Sakın olaki bu tarz mesajlarla sizi yönlendirmeye çalışan web sayfalarına taviz vermeyin. Paşa paşa bildiğiniz sayfalarda sörf yapmaya devam edin.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


HoverSnap v0.8 beta [328k] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=107141
Hoş bir ekran görüntüsü yakalama programı. Tüm ekranı yakalayabildiği gibi, aktif olan pencereyi yada belli bir bölümü yakalatabiliyorsunuz. Yakalanan görüntüleri jpg, gif, png veya bmp olarak saklayabiliyorsunuz. Tanımladığınız aralıklarla otomatik yakalama ve kayıt yaptırabiliyorsunuz. Ayrıca üzerinde birde FTP programcığı var. İlgilenenlere önerilir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031010.asp
ISSN: 1303-8923
10 Ekim 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri