KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 365

 14 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Allahın Sevgili Kulu!..


Merhabalar,

Gıpta etmemek elde mi? Rahmetli Özal'ı bile kıskandıracak düzeyde şaşalı, görkemli bir kurultayın ardından oybirliği ile güven tazeledi sayın başkan. Allahın sevgili kulu olduğunu biliyordum ama 'Yürü ya kulum' ihsanına bu denli mazhar olacağını tahmin edememiştim. Son üç yılda yaşadıklarını düşününce, hemen herşeyin onun yükselişine endeksli olduğunu görüyorum. En berbat anlarından bile güçlenerek çıkmasını sağlayacak gelişmeleri yaşamasını hep bu sevgili kul imajıyla açıklayabiliyorum. Ringte yumruk yedikçe hacıyatmaz gibi kalkan, hata yaptığında rakibinin de ayağının kayıp düştüğü bir şanslı boksör gibi görüyorum kendisini. Şöyle bir düşünün geçen bir yılı. Şu iş başkana zarar verdi diyebileceğiniz herhangibir olay hatırlıyor musunuz? Krizler, savaşlar, tezkereler, ekonomik ve siyasi kütlemeler, küçük düşmeler, çizilen karizmalar, hepsini yaşadık ama tam bunlar olurken milli takım Dünya üçüncüsü oldu. 12 dev adam, bayan voleybolcularımız, Süreyya Ayhan hep o yükselen tansiyonu düşüren, halkın ilgisini başka yerlere çeken olgular olarak ön plana çıkmadı mı? Birinci tezkere mecliste takılınca bile üzülmeye fırsat bulamadan , Dünya gözünde kazandığımız saygınlıkla gülücükler atmaya başlamadı mı? El sürülemeyen Uzan-an ellere uzanınca bir taşla 2 kuş vurup siyasi rakibini ekarte etmedi mi? Uygulanan IMF politikalarının enflasyona olumlu yansıması ona denk gelmedi mi? Daha bir sürü örnek sayılabilir onun Allahın sevgili kulu olduğuna ikna olmak için.

Aysbergin görünen yüzünde olup bitenler ısrarla beyan ettikleri değişim rüzgarlarını efil efil estirken suyuna altında kalan ince ayarları yok sayabilir misiniz? Takiyye mi yapıyorlar yoksa gerçekten mi değiştiler bunu zaman gösterecek. Ama görünen o ki bu kul yürüyecek ha yürüyecek. Ne zamana kadar? Bilemiyorum. Sıradan vatandaşa bir türlü yansıyamayan olumlu göstergeler gün gelip yurdum insanını da mutlu edecek mi? Onu da kestirmek zor. Ancak şu bir gerçekki, yapılan yada yapılmaya çalışılıp anayasaya çarpıp dönen her ince ayar, aslında partilerinin tabanına sunulan birer çiçek demeti. Orman kanunu, YÖK yasasında yapılmaya çalışılan değişiklikler ve benzerleri hep gizliden şifai olarak yapılmış bir anlaşmanın maddeleri gibi. Diğer taraftan vatandaşın sırtına yüklenilmeye çalışılan ekstra yükler, 3 kuruşa peşkeş çekilen, sonucu karanlık Irak macerası, yapılmaya çalışılan ince ayarların bedelleri olarak zuhur etmekte. Ama dedikya bunlar Allahın sevgili kulları. Bu şans, bu iman onlarda olduğu sürece yükselişlerini sürdüreceklerdir, hiç şüpheniz olmasın...

............

Yazılarınız yavaşta olsa gelmeye devam ediyor. İlginize çok teşekkürler. Bu konuda birkaç şey söylemek istiyorum izninizle. Haklı olarak yazıların yayınlarının gecikmesinden şikayetleriniz oluyor. Birkere hepsini değerlendirmek için çaba sarfettiğimi bilmenizi istiyorum. Yazı seçimindeki kıstaslarım hiçte öyle TSE standartlarına benzemiyor. Kendimce önem verdiğim birkaç konuyu paçal edip sayıları hazırlıyorum. Yazılarınız birkaç temel kuralı ihlal etmiyorsa mutlaka yayınlanacağından emin olmalısınız. Yollamadan önce birkaç kere okuyup bazı yanlışları düzeltmeniz, mutlaka türkçe karakterler kullanmanız, mümkünse word dokümanı olarak yollamanız, beni epeyce rahatlatacaktır, bilesiniz. Yazılarınızı gerçek isminizle yayınlamayı arzu ettiğimi de unutmamanızı rica ediyorum. Hatta her yazarın resmini kullanmak en büyük dileğim. Birde sizleri 'Misafir Kahveci' olmaktan kurtaracak köşe isimlerini bana önermenizi hararetle bekliyorum. İlk yazılar misafir olabilir ama ikinci yazıdan sonra artık misafirlik bitiyor, anlaştık mı?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   Dönülmez Akşamın Ufku..

Nuray'ım.. Aldım sabah sabah beni şaşırtan, sevindirik eden mektubunu Kahve Molası sayfasından. Bilirsin severim ben de mektup formatını.. Zaten yazmak istiyordum dönülmeyen akşamın ufkundan döndükten sonraki duygularımı.. Varsın bu da böyle olsun, bu yolla gitsin cevabım, dostlara ve Nuray beyhanımıma dedim.. Dinle madem..

Saat 22:34'tü. İnternette işim vardı, bağlandım. Gönder/Al tuşuna bastım. 20 tane kadar mail, aktı ardı ardına. Bir dakika önce, 22:33'te yollanmış son bir tanesi, en üstte, anlamsız bir bıçak gibi, üzerinden parlayan keskin ve hain bir ışıkla yakarcasına duruyordu bir başına.. 'Tuğrul Şavkay kardeşimizi kaybettik!' yazmakta konu başlığında. 11 Eylülde, ikiz kulelerin alt katlarında çırpınan insanlardaki gibi bir duygu sardı bedenimi, yanıyor, çöküyor herşey üzerime. Doğru olamaz bu.. Tuğrul ve ölüm.. yan yana gelemiyecek iki kelime. Yaşamın, hem de iyi yaşamanın maestrosu, entellektüelliğin yıkılmaz kalesi, şarabın, kadının, yemeğin, gustonun yılmaz bekçisi, savaşcısı.. Tuğrul.. yok ha?

Sonrası tahmin edebileceğin gibi, boş umutlar, acabalar, sonraları da eşe dosta haber edişler, ağlayışlar ve çapsız ritüeller vs vs... Kuzenler, kardeşler vs toplandık birçok yerinden dünyanın. Ağlaşıyoruz ara sıra.. Donuğuz.. Katılaşmışız.. Bir ara birimiz sordu; 'Biz niye ağlıyoruz? Tuğrul'a mı kendimize mi?' ve soruyu soran verdi cevabını da 'Biz Tuğrul'a ağlamıyoruz. Kendisi hep derdi, 'Kralların yiyemiyeceklerini yedim, içemiyeceklerini içtim!' Tuğrul iyi ve imrenilesi bir hayat yaşadı. Onun arkasından ağıtlar yakmamızı gerektirecek hiçbir yoksunluğu olmadı. Bizler, itiraf edelim ki kendimize ağlıyoruz, onsuz kaldık diye!'

Gördün mü Nuraycığım, insan ne denli bencilmiş!! Doğruydu söylediği.. Tuğrulun arkasından ağlamaya gerek yoktu ki gerçekten.. Biz bencilce kendimize ağlıyorduk.. Hocalar doluştu.. Dualar falan.. Sıkıldık.. Çıktık üç beşimiz dışarı, attık kendimizi boğaza, oturup bir sahil lokantasına lüfer yiyip rakı içtik. Şerefine kadeh kaldırdık kardeşimizin. Eve dönünce gördük ki, bir başka kardeş-kuzen grubu da bizlerden habersiz aynı şeyi yapmışlar bir başka lokantada.. Bu yakışırdı zaten..

Dünya üstünde bu kadar gereksiz insan boşu boşuna havayı, suyu, toprağı kirletirken bi Tuğrul mu fazlaymış be Nuraycım? Olur mu böyle şey? Ne yazık ve acıdır, bu kadar derin bir birikim, böylesine rafine ve düzgün birisinin yılların emeği ve aklı ile oluşmuş benliğinin yok olması.. Ne büyük kayıptır bu ve telafisi de nasıl olanaksızdır! Kahretsin! Kabul etmek çok zor.

Üç yıl önceydi, Beyoğlu'nda buluşmak için sözleşmiştik. Her zamanki gibi gecikti. Ama arayıp haber de verdi. 'Dert etme, ben de hiç değilse bir iki kitapcı gezerim.' dedim. Kitapcıları dolaştıktan sonra Pera Palas'a gittim, gelmişti. Oturup lafladık. Aldığım kitaplara bakmak istedi. Bir kopya da İncil vardı kitapların arasında. Yüzü aydınlandı, 'Çok severim!' dedi. Bazı bölümleri okuduk birlikte. İşte bizim papaz semineri böyle başladı. Tam iki yıl sürecek uzun bir maraton. Her hafta Çarşamba akşamları saat 19'da Divan Oteli'nde buluşup, gece yarısına kadar süren okuma seansları. Tuğrul neredeyse tamamını ezbere biliyordu kutsal kitapların, şaşarsın! Müthiş bir zevkle geçti bu iki senemiz. 2003 yılı Haziranında o günlerimizi özeldiğimizi konuştuk, ve papaz seminerinin bir ikincisini yapmaya karar verdik. Yeni bir okuma ekibi kurduk, ve ilk toplantıyı yaptık. Bu ilk toplantımızda tatil kararı aldık, ve Ekim'de buluşmak üzere ayrıldık yeni ekipten. Ekimin Tuğrulsuz geleceğini aklımıza bile getirmemiştik o zamanlar.

Bizden önce yaşamışlar, bizimle birlikte yaşayanlar ve bizden sonra yaşayacaklar.. Bir nehir gibi, her bir su molekülü bir şekilde bir diğerine değerek ağır ağır akmakta yaşam ve zaman. Aslında hiçbirşey ölmüyor, herşey yaşıyor hep. Eğer lazımsa bir teselli, böyle bir teselli var aslında.

Tuğrul iyi yaşamanın ustasıydı. İyi yemek, iyi şarap, iyi müzik, iyi kitap, iyi gezi..Yakınları olarak bizler pek çok şey öğrendik ondan. Sadece yakınlarıyla değil, tüm bir toplumla paylaştı bilip öğrendiklerini. Bu kıraç topraklardan yemyeşil bir vaha suladı. Herkeslerin yaşamın sadece politika, ekonomi, döviz, faiz vs'den oluştuğunu zanettiği dönemlerde bir başına kaliteli bir yaşam, gusto ve hayatın tadı türküleri söyledi. Onun sayesinde gazeteler sayfalarını açtılar bu konulara. Sanılanın aksine, Tuğrul'un evinde Cahteau Margaux ya da Petrus şişeleri boşaltılmazdı. Buna maddi gücü de yetmezdi ihtimal. Yaşamdan tad almaktı yapılan, ve o bir imbik gibi süzmeyi bilirdi binyıllardan bu yana gelen insan emeğini, birikimini ve geleneğini. Herşey bir kutlama, bir ayin bir ritüeldi onun için, asla gelişigüzel ve özensiz yaşamadı. Herşeyin ve her anın hakkını vermeye çalıştı, çevresindekilerin de farkındalıklarını artırdı. Gün olur çıkar gelir, gizemli bir laf eder;

'Yeni bir dernek kuruyorum, seni de genel sekreter yapıcam kuzenim!'
'Hayırdır Tuğrulcum, neymiş o?'
'Sürekli kuruluş halinde evlilikle mücadele ve fuhuşu teşvik Vakfı!'

Örgütçü adamdı. Mutfak dostları ve Şarap Dostları derneklerini kurmuştu. Şu sıralar da yüksek alkollü içkilerle ilgili bir topluluk kurmayı planlıyordu. Bu örgütçülük onda çok eskiden kalma bir alışkanlıktır aslında. Aslında kimseler bilmez ama memleketin ilk banka hortumcusuydu da aynı zamanda! Kurduğu bankayı yıllar önce batırmış, bizleri de büyük zararlara sokmuştu! Yok, öyle para pulla işi olmazdı.. Bu başka bir bankadır. Sevgili Tuğrul'un sırtı çok kaşınırdı, 10-15 yaşlarındayken bizler 'Kaşıbank' diye bir banka kurmuş ve biz ufaklıklara 'ileride bu bankaya yatıracağınız birikimleriniz, size de misliyle dönecek' diyerek sabah akşam bizlere sırtını kaşıtırdı.. Dediğim gibi, bizler yıllarca bu bankaya yatırım yaptık.. Sonra banka battı ve biz bırakınız faizi, ana paramızı bile tahsil edemedik kendisinden..
Anılar bitmez Nuray'ım..

Şimdi artık senin de dediğin gibi, normal akışa dönmek, dotlarımıza bolca zaman ayırmak, yaşadığımızın farkında olmak ve hayatın hakkını vermekten başka yapılacak bir şey kalmıyor. Ve mümkünse bizler de arkamızda kalıcı ve güzel şeyler bırakabilmenin peşini kovalamalıyız.

Lüfer çıktı Nuray beyhanımım... Sana ayrılmış olan, ızgaranın üstünde.. Rakısı da yanında.. Hayat beklemez..

Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ebru Kargın

 Günden Kalanlar : Ebru Kargın


   NELER OLUYOR ?..

Lokomotifim bir kere rotayı şaşırdı yıllar önce, bir raydan çıkış o çıkış... Lokomotif mi ne ? Hemen açıklık getireyim; ben şimdi vagonum, aklımda lokomotifim. Yıllarca hiç sorunsuz yaşadık böyle gül gibi. Ama artık vagon olan ben, lokomotif aklıma yenik düştüm maalesef...

Düzenin bozulduğuna dair ilk belirti, ağlayan bir maske resmi görüp çok beğenmemdi. Ne var bunda diyecekseniz sakın demeyin bu sadece ilk belirti.

Bir gün dişim için bulunduğum bir klinikte sıramı beklerken, herkes gibi bende bekleme salonunda, "sıkılmasın hastalar" diye özenle her ay alınan dergilerden birine bakıyorum. Sayfalardan birinde, çok güzel görünümlü ağlayan maske resmi fena halde gözüme takıldı. Beklediğim süre boyunca hep inceledim resmi. Yok ne güzel işçilikti, yok çok anlamlıydı, yok şuydu yok buydu derken, sayfayı koparıp çantama koydum.

Akşam eve dönünce çıkarıp yeniden baktım. Yine çok beğendim. "Bunu bir şekilde ölümsüzleştirmeli" diye düşünmeye başladım. İlk aklıma gelenler arasında, resim yeteneği olan ve biraz da profesyonel bir dosta kara kalem olarak tablo haline getirtip duvara asmak. Diğer fikir ise, çok profesyonel bir fotoğrafçı ile temasa geçmek, neler yapılabilir öğrenmek. Hatta ikisini de mi yapmalı karar bile vermeyip, aklıma ünlü bir söz gelince vazgeçtim. ( Her ne kadar almış olduğum terbiye buna elverişli olmasa da hadi söyleyeyim :) Görmemişin oğlu olmuş tutmuş ..... koparmış ) Tekrar düşünmeye karar verdim, benim ağlayan maske resmini garantiye almak için cüzdanımın içine koydum. ( Hayır efendim, o zamanlar kapkaç üzerine teoriden pratiğe geçiş yeni başlamıştı, yıl 1997 )

Neyse ben bu resmi cüzdanımda unuttum, hatta hiç aklımda bile yok. Resimle ben, anlık bir aşk yaşadık ve bitti. Bitti mi ? Şimdi dikkat, anlık aşk, bir ömre nasıl yayılır ve ölümsüzleştirilir, dahası nasıl cılkı çıkartılır onu örnekleyeceğim. ( Cılk yerine daha uygun bir kelime var ama, "cılk" daha estetik, terbiyemle daha kardeş )

Bir arkadaşımın evinde misafirlikteyim, o ve ben olarak sıradan bir günün, sıradan bir öğlenine hayat veriyoruz. Tam biz yayılmış film seyrederken, çat kapı dayısı geldi. Tam "hadi ben kaçayım diyecekken", arkadaşım atılıp, " aaa Ebru dayım geldi dün Hollanda' dan, bildiğin dayılardan değildir, çok eğleneceğiz" dedi. Ne demekse ? Bilmediğim dayı sahiden çok farklı ve çok matrak, 45 yaşlarında bir adamcağız çıktı. Neredeyse kan kardeşi olacaktık. Uzun uzadıya bir muhabbet, bir şamata, pür neşe geçirdik bir kaç saati. Bir ara arkadaşım kahve yapmak üzere mutfağa gidince, değişik dayı ile ben iş güç konuşmaya başladık.

- Ya sahiden dayı ağabey, ne iş yapıyorsun Hollanda' da ?
- Gülmeyeceksin.
- Gülmeyeceğim.
- Dövme yapıyorum.
- Nasıl yani, bildiğimiz türden mi ?.. Hani şu vücuda...
- Evet aynen öyle.
- Güleceğim. Dayıda olsan güleceğim işte...
- Baştan anlaştık olmaz, gülme.
- Ayy nefret ederim ben o dövmelerden ya. Ne o öyle, çiçekler, böcekler, ıvır zıvır.
- Bu bir sanat, ben böyle değerlendiriyorum, ayrıca çok kazançlı bir iş. Hem benim müşterilerim senin dediğin gibi, böcekti kuştu yaptırmazlar pek.
- Ee ne peki ?
- Daha profesyonel resimler. İşlenmesi zor şeyler, çok kişiye özel dövmeler yani.
- Dövme işte ya, ölene kadar üstünde taşıyorsun iğrenç.
- Canım herkes sen gibi düşünse işsiz kalırım.
- Valla kalırsan kal ne o öyle kaçık gibi, dövmeymiş............... ! Bir dakika, ne dedik demin, ölene kadar... Profesyonel resim... İşçiliği zor... Özel...
- Evet, ne oldu ?
- Buldum, buldum, buldum...
- Ne buldun ?

Evet buldum ! Çantamı alıp yanına oturdum dayı ağabeyin. Onun meraklı bakışları arasında, cüzdanımı aldım elime ve maske resmini çıkardım, ona uzattım.

- İşte bu.
- Çok güzel resimmiş sahiden.
- Yanında gerekli malzemelerin var mı ?
- Ne malzemesi ?
- Ya işin ne senin dayı ağabey ?
- Dövme.
- İyi ya işte onun için gerekli malzemeler.
- Var, birkaç arkadaşıma sözüm var onun için getirdim yanımda.
- Tamam işte, anlaştık, hadi başlayalım.
- Hayda, ne diyorsun dövme mi yapacağım sana ?
- Evet işte bu resmi.
- Sen reşit misin hem ? Annen baban ne der ? İyi düşündün mü ? Az önce iğrenç diyordun dövmeler için.
- Şimdi demiyorum haydi ama başlayalım.
- Kimliğini göreyim.
- Al bak işte 1979 reşidim.
- Evet, bir ay olmuş sadece.

Gerekli hazırlıklar yapıldı ve başladık dövülme işlemine.
Arkadaşım, gerekli çay kahve servislerini yapıp durdu. Her yeni içecek getirişinde, dayı ağabeye " dayı o zaman bana da yapacaksın " diye tutturdu. Her boşları götürüşünde de bana, " acıyor mu " diye sordu.

6 saat 38 dakika sonunda bitti. Hiç bitmeyecek sandım ama bitti. Hiç sevmediğim bir tarzın temsilcisi gibi oldum. Anlık bir resim aşkı, profesyonel olarak ölümsüzleşti. Şimdi ne mi düşünüyorum ? Olmuşla ölmüşe naçar !

Bazı insanlar asla uslanmaz, bende onlardan biriyim işte. ( Tanrı böyle yaratmış ) Bu dövme hadisesiyle lokomotif doğru raya girdi sandıysanız, fena halde yanıldınız. Bu sadece bir başlangıçtı.

Dayı ağabey Hollanda' ya döndükten sonra, aklın ürünü ben, yeni bir aşka düştüm. Ayağımın altına yani tabana, renkli bir gülen yüz yaptırmaya karar verdim. Her insanın fantezileri vardır. Yazın şezlonga serilip güneşlenirken, sıcaktan mayışıp uyuyakalıyorum. Hala uyurken gülümseyemiyorum. ( çok denedim olmuyor ) İşte bu aşamada ayağımın altında ki gülen yüz dövmem devreye girecek. Altı yıl oldu bekliyorum, hala dayı ağabey memlekete gelmedi. Güvenebileceğim birine denk gelir gelmez hemen yaptıracağım.

Bu gün de randevu aldım bir piercing merkezinden. Yarın sabah gidiyorum. Düşündüm de, kaşa yapılan minik başlı piercing oldukça hoş fikir olarak geldi. Minik olmalı, iş güç sahibi insanım... Piercing aşkıma da yarın sahip oluyorum. Artık başka hiçbir şey yapmak yok, söz verdim kendime.

Aklıma bir şey takıldı; acaba diyorum, dayı ağabey gelseydi de gülen yüz dövmemi yapsaydı sonuç bu olur muydu ki ? Yani bilinç altı bir açık mı oluşturdu bende ? Gülen yüzü yaptıramadım diye, piercing ile mi kapatmaya çalışıyorum ? Bunu bir danışmalı Sayın Prof. Dr. Nevzat Tarhan' a, en iyi o bilir...

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci: Burcu Künteci


BİR ANNENİN ÇOK GİZLİ GÜNLÜĞÜ

Ekim 2000: Hamile olabilirim. Sigarayı bırakmam gerekecek ne yazık ki.Şu testin sonucunu öğrenmeden beş on sigara daha içmeliyim acilen. Her an arayıp sonucu bildirebilirler. Evet, hamileymişim. Elveda son sigaram. Seni özleyeceğim.

Kasım 2000: İnternetten öğrendiğime göre doktorlar sıkı tiryaki annelerin günde beş tane içmesine izin veriyorlarmış. Gizli GİZLİ KÖŞE BUCAK KAÇARAK SİGARA İÇMEYE SON. Desem de son olmadı. Elimde sigara gören herkes uzun ahlaksal, sağlıksal öğütler verdiğinden içip de içmiyormuş gibi yapmalıyım. Ne acı!

Aralık 2000: Üç ayda altı kilo aldım. Aslında kilolar son aylarda alınırmış.Ben şimdiden şiştim. Eski giysilerimin hiçbiri olmuyor. Elveda kot pantolonum, gömleğim ıvırım zıvırım. Merhaba hamile pantolonum, jilem ve jilemin rengine uyan iki kazağım. Karnım ne zaman büyüyecek acaba? Şöyle kocaaaman bir karnım olmasını istiyorum. Gören herkes anlasın hamile olduğumu. Otobüste, minibüste bana yer versinler.

Ocak 2001: Sütten nefret ediyorum. Kocam bana zorla süt içiriyor sürekli. Çocuk için iyiymiş ama benim için hiç iyi değil. Midem bulanıyor sütten. Bir de tavuk. Çoook iğrenç kokuyor. Benim tavuk sevdiğimi bilen tüm eş dost ise tavuk yemekleri hazırlıyor. Benim için, ben seviyorum diye, bana özel... Ama ben tavuğun adını bile duymak istemiyorum!

Nisan 2001: Kocam kaza geçirdi, bacağı kırıldı, hastanede. Yanında kayınvaldem kalıyor. İlk defa pişman oldum bu çocuğu yaptığım için. Ben kocamın yanında olmak istiyorum ama o hastaneye gelmemi bile istemiyor.Mikrop varmış falanmış filanmış. Ameliyat olacağı günü benden saklamışlar üzülmeyim diye. Neye yaradı? Ben bütün gece deliler gibi ağladım, hem üzüntümden hem de saklamalarına çok kızdığımdan.

Mayıs 2001: Karnım çoooooook büyüdü. 100 m ileriden bile kolayca fark ediliyor. Sokakta yürümek istemiyorum artık çünkü herkes sürekli karnıma bakıyor. Beni durdurup "ikiz mi?" diye soruyorlar. Değil efendim ikiz falan değil sadece Allah benim "kocaman bir karnım olsun, herkes fark etsin" dualarımı fazlasıyla kabul etti. Keşke kocaman bir karın yerine sağlık sıhhat isteseydim.

Haziran 2001: Bu ay sonunda doğurmam gerekiyor. Bıktım bu hamile giysilerinden. Eski giysilerimi geri istiyorum. Koca bir dolap dolusu giysi ve ben sadece iki pantalon, iki jile, iki gömlek giyebiliyorum. Tam tamına 25 kilo aldım. Boyum da kısa olduğundan yürümeme gerek kalmıyor top gibi yuvarlanıyorum.

Temmuz 2001: Oğlum doğdu. Peki ben neden mutlu değilim? Allah'ım bu ne büyük bir sorumluluk böyle? Bu küçük yaratığa ben bakacağım sürekli. Beslenmesi, temizlenmesi, hastalığı, sağlığı, mutluluğu, üzüntüsü her şeyi ama her şeyi benden sorulacak. Ben buna hazır mıyım acaba? Bu soruyu kendime çok önce sormalıydım. Biraz geç kaldım. Lohusa depresyonu denilen şey bu mu? Ev ne kadar kalabalık, gelenler, gidenler, biri geliyor sütün yetmiyor diyor,biri geliyor mama verin diyor, biri geliyor erkek çocuğu doymaz sürekli emzir diyor ama kimse benim fikrimi sormuyor. Göğüslerim çoktan yara oldu. Herkes evine dönse de çocuğumla başbaşa kalabilsem.

Ağustos 2001: Gaz sancısı.İşte benim kabusum. Bugün kocam yoktu, misafir yoktu, çocuğu uyutup kendime zaman ayıracaktım. Kitap okuyacaktım, dinlenecektim, aylak aylak oturacaktım. Kocam kapıdan çıktığı anda oğlum ağlamaya başladı, ondan sonraki dört saat boyunca ağladı ağladı ağladı. Ben de bir yandan ağladım, bir yandan dört saat boyunca çocuğu kucağımda taşıyıp sırtını sıvazladım, masaj yaptım, karnını ayaklarını sıcak tuttum, emzirdim, emzirdim, emzirdim, kitap okumayı, aylak oturmayı bırak tuvalete bile gidemedim.

Ekim 2001: Ben hala kilo veremedim. Eski giysilerimin büyük bedenli olanlarına döndüm ama küçük bedenler dolabın bir köşesinde bekliyor.Emziriyorum aslında, tabi ki kilo veremem. Şu süt verme işi bir bitsin incecik olacağım.

Haziran 2002: Oğlum yürüyor. Bu ne demek, sürekli peşinde dolaşıyorum demek.Hava mis gibi, çay bahçesine gidiyoruz. Herkes oturuyor, çayını içiyor, manzarayı izliyor, muhabbet ediyor. Ben çocuğun peşinden parkın her bir yanını dolaşıyorum. Oturup bir çay bile içemedim. İçtiğim buz gibi çayları çaydan saymıyorum tabi ki.

Ekim 2002: Üniversiteye başladım. Çocuğa kayınvalidem bakacak. Oğlumu çok özlüyorum. Okulda kimse adımı bilmiyor "evli ve çocuklu" olarak anılıyorum. Geceleri ancak çocuk uyuduktan sonra ders çalışabiliyorum. Çocuk uyursa, ben uyuya kalmazsam, gece boyunca on kez beşiğe koşup çocuğu pışpışlamazsam, ders çalışabiliyorum diye düzeltmeliyim.

Temmuz 2003: Oğlum üç yaşına bastı. Allah'ım yaşlanıyorum! Hala on kilo fazlam var. Süt müt de kalmadı ama veremedim fazla kilolarımı. Olmadı işte. Napayım? Gözümün içine baka baka bir bardak dolusu meyva suyunu dökmeye, çiçeklerin yapraklarını koparıp saksıları yere devirmeye başladı velet. Hayır, yaramaz falan değil yalnızca biraz hareketli o kadar. Çocuk evde sıkılıyor en iyisi sahile çay içmeye gitmek. O da parkta oynar.

"Hayır oğlum, kardeşe vurulmaz. Sen kardeşin kamyonunu verirsen o da ağlamaz annecim. Oğlum kovanı küreğini evde unutmuşuz nereden bulayım ben sana şimdi kova? Hayır oğlum az önce çıkolata yedin sana cips alamam. Annecim, ağlama geç oldu eve dönmek zorundayız. Oğlum beni bekle, elimi tut. Hayır oğlum, öyle yolun ortasına boylu boyunca uzanılmaz. Oğlum! Bırak çabuk o kedinin kuyruğunu!"

"Babaannesi, oğlum seni çok özlemiş. Benim de çarşıda işim vardı. Evde yediremedim, sen karnını doyurursun. Altı da kirli olabilir. Çıkmadan önce bakmıştım ama yolda kokular gelmeye başladı. Ben fazla geç kalmam. Sizin istediğiniz bir şey var mı?"

Elveda annelik merhaba özgürlük:O)

A.Burcu Künteci

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 Yazı-Yorum : Leyla Ayyıldız


   DENİZATI

Gözlerini aralamaya çalıştı isteksizce, etrafa şöyle bir baktı, dağınık bıraktığı ortalığa... Yataktan çıkmak istemedi canı... Hem ne yapacaktı ki, dünkünden ne farkı olacaktı bugünün?... Emekliliğinden öncesini düşündü, nasıl da kalkardı sabahları... Kahvaltısını edişini, bir telaş otobüse yetiştiği zamanları... Saatleri yetmeyen günleri düşündü. Zamansızlıktan yapamadıklarını, ertelediklerini...

Ya şimdi?... Şimdi fazlasıylaydı vakti, hem de çok fazlasıyla... Dolduramayacak kadar çok... Epeydir kendini kötü hissediyordu. Yalnızlık, alışık olmadığı tek düze ev hayatı...

Basit bir kahvaltı hazırladı kendine, bayatlamış ekmekleri ıslatarak balkonundaki mermer denizlik üzerine koymuştu. O kahvaltısını yaparken serçeler de konuğu oldu. Üzerini giyindi. 'Yürümeli' dedi...

Sahile indi yine, hep sıkıntılı zamanlarında yaptığı gibi. Bebek'te parkta oturdu bir süre. Yanında getirdiği kuş yemini güvercinlerin yiyişini izleyerek... Biraz yürüdü boğaz boyunca...

Birden bir ses işitti. 'Denizatı, denizatı!'... Hemen sesin olduğu yöne doğru yöneldi. Cam kavanozun içindeydiler, nasıl da güzeldiler... Bir genç kız sesi işitti; 'Onlar evde de yaşar mı?' diye soran... 'Tabii ki' dedi denizatını satan adam, 'bir bardakta dahi yaşarlar'... 'Nasıl yakalıyorsunuz onları?'. 'Açıklardan' dedi adam içinde kırmızı renkli bir sıvı olan şişeyi göstererek 'bununla'... Kızın burnuna doğru uzattı, keskin sirke kokusundaki sıvıyı. 'Nedir bu?' dedi genç kız. 'Bu şarap ve sirke karışımıdır, süngerleri buna batırırız, uzun ağlı kepçeleri açık denizlere salarız, dayanamazlar bu kokuya, hemen gelirler'...

Bir süre onları ve denizatlarını izledi... Denizatlarını da görebileceği bir banka oturdu. Az sonra kız da ilişti yanına...

'Oturabilir miyim' dedi kız... Her ikisi de denizatlarını izledi uzun uzun...

'Bilir misin' dedi yaşlı adam kıza uzaklara bakarak, 'Bilir misin, en vefalı ve sadık canlıdır o gördüğün denizatları. Oldukça zor eş seçerler. Erkekleri bazen düello ederler rakibiyle. Birbirlerinin kuyruklarından tutup hareketsiz kalırlar bir süre, biri renk değiştirinceye dek sürer bu, ya da burunlarından üflerler uzun uzun, rakipleri alabora oluncaya dek. Beğendikleri dişilerini elde etmek için ellerinden geleni yaparlar... Eşlerini bulduktan sonra ise sürekli sadık kalırlar. Herhangi bir nedenle birbirini kaybeden eşlerden dişi olanı, kımıldamadan öylece sabit kalır uzun süre... Erkeği ise eşinin dönmeyeceğine inanınca kendine uygun bir eş bulabilmek için uzun süre gezinir... Zorlukla yeni bir eş bulur ya da yeni bir eş bulmaya gücü yetmez, ölür'...

Dikkatle dinliyordu genç kız... 'Gerçekten mi? Ne ilginç.'

'Evet' dedi yaşlı adam... 'Yşte o uzun burunları ardında gizlenmiş hüzünlü bakışları bundandır. Efsanevi bir değer verir onlara, o uzun burunları, sırtlarındaki çıkıntı ve vücutları üzerindeki kabartılı doku... Renkleri genelde kahverengi ya da siyahtır, çok nadir kırmızı ve sarı renklileri de olur, kiminin üzerinde nokta ya da çizgimsi süsler vardır... Erkekleri doğurur... Doğurur demeyelim de şöyle; dişiler yumurtalarını salgıladıkları yapışkan bir maddeyle erkeğin karnına ya da kuluçka kesesine yapıştırırlar. Bir tür hamileye benzer erkekleri ve artık erkek beslemektedir yumurtaları, yumurtadan çıkan genç yavrular babaları ile yüzerler bir süre, kendilerine yetmeye başladıktan sonra ayrılırlar babalarından...'

Genç kız şaşırarak dinlemeye devam ediyordu.

'Türleri çok azaldı' dedi yaşlı adam... 'Öldükten sonra kıyılara vuranları toplayan çocuklar haricinde ticaretini yapanlar vardır.. Çinliler damar sertliği, astım gibi hastalıkların tedavisinde kullanırlar, losyon da yaparlar... Brezilya , Çin , Dubai , Ekvator, Misir ,Endonezya ,Japonya , Kuveyt gibi ülkelerde denizatı kurularından çeşit çeşit hediyelik eşyalar, mücevherler yapılarak satılır. Bu aşırı tüketim nedeniyle şimdilerde kalım mücadelesi vermekteler...'

'Ne çok şey biliyorsunuz' dedi genç kız, yaşlı adama... 'Evet' dedi yaşlı adam 'Çok okurum'... Gülümsedi kız... Teşekkür etti yaşlı adama... Yaşlı adam genç bir kızın yüzünde gülümseme olabildiği için mutluydu...

Ayağa kalktılar ayrılmak üzere... O sırada hala balıkçı satmaya çalışıyordu denizatlarını. 'Tut yavrum, korkma. Elinle tut' diyordu bir çocuğa, elindeki denizatını uzatarak... 'Yaklaştır kulağına, yaklaştır... Bak bir at gibi kişner o... Gece sessizliğinde daha iyi duyarsın...'

Sahi kişniyor muydu?

Leyla Ayyıldız
ayyildiz@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci: Semih Tanrıver


HÜZÜN ADASI

Bir ilkbahar sabahı ılık rüzgarla birlikte yüreğime vuran özlem miydin sen. İçime ansızın, usulca bırakılan taze yalnızlığım mıydın yoksa. Sanırım içimde ne olduğunu asla anlayamadığım yanımdın benim. Her özlediğimde daha çok sevdiğim, benden her kaçışında sevgini bıraktığın, senden her vazgeçişimde sevginden vazgeçemediğim ve bir anlık yokluğunda bile kendimi sürgünde hissettirdiğin için özeldin.

Bu çocuk kalbim sana söylenecek binlerce sözle, yazılacak binlerce satırla doluydu güzel olan her şeyi söylemeliydim, paylaşmalıydım seninle ama o kadar acizdi ki kelimeler. Seni her görüşümde farklı bir şey hissediyor anımsıyordum. Uzaktan seyredişlerimde gündoğumu kadar güzel ve erişilmez olduğunu düşündüm halbuki uzanıp tutabileceğim kadar yakındın bana. Sessiz sakin köşelere sığındığında durgun bir deniz görürdüm gözlerinde, bilirdim yüreğinde bir o kadar dalgalı, fırtınalarla dolu. Vurdumduymaz tavırların bir martının özgürlüğünü anımsatırdı, sözlerin saflığı, beyazı, bir vapurun peşine takılıp kaçışların benim bir kafesteki mahkumiyetimi, dönüşünü bekleyişlerimi...

Dedim ya! Uzanıp tutabileceğim dokunabileceğim kadar yakındın bana. Gitme diyebilirdim kolundan çekip gözlerine bir ısrar kusabilirdim. Benimle kal diyemezdim, hakkım yoktu hiçbir şeye tek kelime edemezdim. Sensiz kalma ihtimali vardı aleyhine kurulmuş her cümlenin sonunda. Çekip giderdin yoksa bilirdim sevgili dostlarım adımı bile edemezlerdi sana. Uzaktan olmalıydı her şey duymamalıydın sen kimseye anlatamazdım, derinden olmalıydı hissetmemeliydin. Yürekten olmalıydı, ne seni yüreğimden, ne yüreğimi kendimden söküp atamamalıydım. Uzakta olmalıydı her şey sen yanı başımda, gerisi uzakta...

Son günlerde eskisi kadar sık göremiyordum bir görünüp bir kayboluyordun. Olsun arada birde olsa görmek güzeldi, sen güzeldin, hayat güzeldi, seninle her şey güzel... Arkadaşlarından duymuştum. Bir sevgilin olduğunu söylüyorlardı. Yoksa bir tanem ellerinin sıcağını, teninin kokusunu, sevgisini birileriyle mi paylaşıyordu. Yoksa o sözleri benden değil de başkalarından mı dinliyordu. Oysa seni en çok ben seviyordum seni en güzel ben yazıyordum. Seni ben seni ben... olamazdı, olmamalıydı böyle biri. İnanmadım günlerce kaçtım, senden senin bir başkasını sevme ihtimalinden. Sonra sen anlattın bana sevgilini. Işıl ışıldı gözlerin, nasılda gülümsüyordun. Sanki o dünyanın en mükemmel insanı, sen en mutlu kadınıydın. Peki ben peki ben kimdim, neydim. Ne olacaktım.

Ne vardı sanki bu kadar abartacak, anlatırken mutluluktan uçacak, beni bir hüzün girdabında boğacak, beni kahretmeye ne hakkın vardı. Hayalin, umutlarım, yazılarım, şiirlerim, tatlı hüzünlerim, keşkelerim bana yetiyordu. Senden hiçbir şey istememiştim, beklememiştim. Her şeyini benimle paylaşan sen aşkını paylaşmaya nasıl da cesaret etmiştin. Bana ne diye haykırasım geliyor "Bana ne bana ne senden, sevgilinden, yapmayı sevdiğiniz şeylerden, sana nasıl baktığından, hayatından, hayatınızdan, hayatımdan bana ne..."

Birilerinin hayatına mı kastetmeli yoksa alıp başını gitmeli mi?

Artık sadece hayalin ve ben vardık. Akşamları mum ışığında yemek yiyor, sonra sabahlara kadar Tanju Okan'ın şarkılarıyla dans ediyorduk. Bazen dizlerine uzanıyor yanaklarımda pişmanlığın sıcak yaşlarını hissederek uyanıyordum. Lanet okuyordum hayata ve bana. Annemin söylememi yasakladığı sözleri savuruyordum birbiri ardına. Bir şizofren gibi hissediyordum kendimi. Yüreğimde hesaplaşmalar sürüyor, bir yandan sana diğer yandan günlerdir kaçtığım, seni göremediğim için kendime kızıyordum. Bir kadın kendisinden başka hiçbir kadının olmadığı bir yürekten başka ne isteyebilirdi.

Yine saçmalamaya başlamıştım bir şeyler yazarsam rahatlarım diye düşündüm ama güzelliğini anlatmakta aciz kelimeler öfkemi ifade etmek istediğimde de yetersiz yüzünü gösteriyordu. Saçma sapan şeyler karalıyordum yine;

Bir çocuk saflığında sevmek seni,
Acıtmadan dokunabilmek sana,
Saklayabilmek seni
En çocuksu korkularıyla birlikte,
Senden başka hiçbir kadının
Olmadığı ve olmayacağı bir yürekte
Seni öldürmek,
Ağlamak ardından
bir çocuk saflığında
Ölebilmek senin için,
Ölmek senin için,
Öldürebilmek senin için.

Bir kelime sıyrılıvermişti birkaç satır arasından gözüm ona takılıp kaldı. "Ölmek" ölmek istiyordum belki çare belki değil ama beni bu sıkıntıdan kurtarabilecek tek şeydi. Ne Ümit Yaşar' ın şiirleri nede İbrahim Sadri' nin sesi hiçbir şey ifade etmiyordu zati. Bir hüzün adası olmuştu bedenim, yüreğim. Hayallerim, anılarım orayı mesken tutmuş, sıkışmış, umutlarıma da bir mezar kazılmıştı bir daha çıkmamacasına. Hani vardı ya "Merhaba hüzün adası ben sevda gemisi" hüzün adası bendim ve sen bana bir daha MERHABA demeyecektin.

Sevda gemim, ay yüzlüm yüreğine ilk ve son kez son baharı yaşattıysam özür dilerim. Geçmişte bir yerlerde birkaç güzel anıyla hatırlanmak ve artık orada yaşamak umuduyla güzün soğuk rüzgarlarıyla birlikte senden son kez GİDİYORUM.
...
"Yaşa bu hayatı sevdiğim, limon gibi sömürerek,
tüm ekşiliğine rağmen tadını alarak yaşa."(?)
...
Hep İlkbaharı yaşaman dileğiyle bir tanem,
SEVGİYLE KAL...

Semih Tanrıver

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_181.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Isparta sokaklarından bir silüet. Fotoğraf: Hülya Galitekin

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.518 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


ARTIK KONUŞSAK

Salih Bolatbir klakson rahatsızlığı var sokakta
pencerede bir temmuz çırılçıplak
avcumuzdan kayıp giderken küçük bir şey
saatlerce susmak neye yarar göğe karşı
kafka'nın gizli mektuplarını okumak
eleştirmek ilahi komedya'yı
bahçede güzü tartışırken iki ağaç
neye yarar uyanmak sabaha karşı
artık konuşsak.
adını koymasak da aşktı
masada aynı boşluğa bakmak.
sureleri sevebilir ama kendini sevebilir mi
bilmediği bir dille ibadet eden halk?
iyi ki sözlerinde bir aşık veysel sağduyusu
bir karacoğlan içtenliği bakışlarında
yoksa bir gün durup dururken çatlardı bu bardak
ister ölümü çağrıştıran resimler yapmış olsun goya
ister bir tabutu didikler gibi çalsın menuhin
çatıda şafağı bölüşürken bir kaç kuş
neye yarar uyanmak sabaha karşı
artık konuşsak.
adını koymasak da aşktı
aynı yoldu adımlarımızı unutmak.
biz ki çok tanık olduk tornacıların ellerine
ortada hiç bir şey yokken ölüp gidenlere
hani gülsek suçlu bulunacaktık çocuklar tarafından
ağlasak büyükler abarttığımızı düşüneceklerdi
bir kış vardı ki unutmak mümkün mü karı
nasıl boşanmışlardı kızaklarından köpekler
nasıl bitirmiştik soluk soluğa anna karenina'yı
yazı nasıl beklemiştik camları buğulandırarak
uykumuzu kurcalarken hain bir düş
neye yarar uyanmak sabaha karşı
artık konuşsak.
adını koymasak da aşktı
aynı suya umutsuzca dokunmak.


Salih Bolat

<#><#><#><#><#><#><#>

SENİN DÖNEMİNDE

seni tarih sandım. yapmam gereken işler
sandım, bıçağın altında uyuyan tehdit
anlayamadığım şeyler, otların arasında parlayan.
senin döneminde taştı süt.

sendin, yağmur altındaki akasya ormanı
trafik levhalarındaki kurşun delikleri
ankara'daki evlerin karanlık damları
bir dal hanımelindeki içtenlik.
senin döneminde geçildi çit.

kırlangıçlar afrika'ya varmıştır, diyor otobüs şoförü
-otoyaldan yanarak geçen bir tilkiyi gösteriyor-
yorulmuşlardır, deniz boyunca uçmaktan.
sana vardığımı sandım, düşler boyunca koşmaktan.
senin döneminde silindi flüt.

Salih Bolat

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


BRİGİTTE BARDOT'u HATIRLAYANINIZ VAR MI?

Hani akılları baştan çıkartan, Fransız olmasına rağmen Viet-Nam daki tüm Amerikan askerlerinin cüzdanından çıkan, bir içim su, o zamanların çıtır kızını.

Bizim anlatacağımız BB değil. Hatta ondan da güzeli, daha çekicisi ama kızın şansı da yook, "elinden" tutanı da. Uzun lafın kısası iki dirhem bir çekirdek St. Tropez sahillerinde elinde plaj çantası şaşkın şakın dolaşıp soyunacak bir yer dahi bulamazken; Plaj yakışıklılarından kemal yaşlarında bir bey:
- Ben size yardımcı olabilirim. İsterseniz havlunuzu tutiiim demiş.

Kızcağız da candan bir teşekkürle kocaman plaj havlusunu vermiş adama. Adamın kolları kadar yuvarlak bir alanda küçük hareketlerle üstünü değiştirirken, bakmış ki adamın gözleri içerde.

- Ama mösyö siz de hiç centilmen değilsiniz !!! demiş.

Mösyö ise:
- İyi ama sizde gerçek sarışın !!???

denizce.com

<#><#><#><#><#><#><#>



N'apsın adamcağız yahu?!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://80ler.hypermart.net/
...Belki hatırlarsınız, bir zamanlar telsizler yasaktı. Yasak kalktıktan sonra, bir telsiz furyası başladı, herkesin elinde, arabasında, evinde bir CB, yani telsiz oldu. Her köşe başında bir "CB Shop" türedi. Bu, günümüzdeki cep telefınu furyasına çok benziyor. O zamanlar telsiz geyikleri başladı, telsizden arkadaşlıklar kuruldu, sonra cafelerde falan buluşuldu...

http://www.aktuelnet.net/
Bir çoğumuz tarafından ilgi ile izlenen ve hatta günlerce tartışılan süper yapım filmler vardır, "Şeytanın avukatı" gibi filmlerden bahsediyorum. Dublaj yapılırken Türk düşünce yapısına göre ve hatta biraz da abartarak seslendirme yapılırsa ne olur? İşte bu olur. Kötü mü olur? Orasına da siz karar verin artık.

http://www.marvin-klose.de/iconwar%5B1%5D.swf
Sevdiğim bir reklam filmi var, halen oynuyor, "Meyvalar gaza geldi" diye başlıyor. Aslında sadece bir soda reklamı olmasına rağmen ana fikri baştan söyleyip beni yormadığı için metin yazarı arkadaşa teşekkürler. Bu kısa yoldaki ana fikir ise "ikonlar gaza geldi." Görün bakalım ne olmuş.

http://www.funnyplace.org/
Gag isimli programı seyrettiniz mi? Hani Gülse Birsel'in sunduğu ve hatta beni gülmekten çatlatacak kadar güzel sündürdüğü, ayrıca Fasih Saylan isimli sağlam dalgıç ve yönetmen'in yönettiği eğlencelik program. Bu adamlar bu kadar reklam'ı nereden buluyor diyordum ben de. Meğer bu iş için olabilecek en sağlam kaynaklardan bir tanesi de internetmiş.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


DVD Shrink v2.3 [318k] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=107178
Yeni nesil bilgisayarlarda artık eskisi gibi yer problemmimiz yok. Eee birde DVD Rom varsa DVD keyfini sürmemiz işten bile değil. Ama DVD lerin backup'ını alıp bir DVD Burner ile kopyalarını yaratmayı isterseniz, işte o zaman bu programa ihtiyacınız var. DVD nin istediğiniz bölümlerini alıp bilgisayarınızda saklayabiliyor, direkt bilgisayardan izleyebiliyor yada yeniden bir DVD ye kaydedebiliyorsunuz. Hoş uğraşlar ama biraz masraflı galiba, ne dersiniz?

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031014.asp
ISSN: 1303-8923
14 Ekim 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri