|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 367 |
16 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Bir maniniz yoksa beklerim.. |
Merhabalar,
Enflasyon canavarı sütdökmüş kuzuya döndü diye sevinmiştik. Yıllardır alıştığımız zam oranlarının yerini alan %10-20-30 lar göğsümüzü kabartmıştı. Demek ki canavarla dans etmek kaderimiz değilmiş, kaşıkla verilip kepçeyle alınma dönemi çok şükür geride kaldı demiştik. Demiştikte, derken yutkunup bir kez daha düşünmeyi unutmuştuk. Gel görki hamam aynı tas aynı. Gene verilen kaşıkla, alınan kepçeyle. Koca devletin 2 gelir kaynağı var sağolsun. Biri herdaim dost tefeci amerikan destekli ayemef efendi hazretleri, diğeri vatandaşın cebi. Biri için Irak'a diğeri için tekel dükkanlarına hücum. "İçki sigara içtiğin yetmez, boyuna posuna bakmadan birde gidip araba alırsın ha, al sana ekistra öteve. Ek dedik alamadık, sıkıysa bunuda ödemeyin. Hohohoooo." Yenilen pehlivan güreşe doymaz misali dönüp durdukça anayasadan, babalara gelmemek için buluverdiler hemen bir yol. "Kabul görmüş bir ötevemiz var nasılsa, ekle ona ek verginin 2 mislini görsünler anyayı konyayı." Var mı böyle beleş memleket idaresi yahu? Senden gayri herkes para kazanmanın, memlekete para kazandırmanın peşinde koşsun sen de millete nasıl çelme takarım, cebine koyduğunu nasıl kaparımın hesabını yap. Olmadı, 5-10 bin askeri oraya buraya yolla al sekizbuçuk yeşili. Parayı veren düdüğü çalar anladıkta, misafirliğe giderken bile eve önce evin küçüğü yollanır da usulen sorulur. "Akşama maniniz yoksa annemler size gelecekler." denir. Soruyoruz adamlar "Gelmeyin hastayız, bulaşırız" diyorlar. Ama biz illa ilk misafirin peşine takılıp eve dalıyoruz. Ha bir de giderken, "kahve güzel olmazsa cezveyi kafanıza geçiriz." diye sallamaktanda geri kalmıyoruz. "Misafir misafiri istemez, ev sahibi kimseyi istemez" derler bizim oralarda. Garip olan bizi misafir istiyor, üstüne para da veriyor. Var bunda bir bityetniği ama neyse!...
..............
Eylül'de yayına başlayan bir "Technology Channel" ımız var bilmem biliyor musunuz? Bilmiyorsanız da şimdi öğreneceksiniz. Teknoloji içerikli yayınlara yerveren bu yeni TV Digiturk 39. Kanaldan izlenebiliyor. Bizim Sevgili Melih Çelik de yapımcıları arasında. Şimdi durup dururken bunları neden söyledim? Bir sorun bakalım neden söyledim? Efendim bu akşam 20:15-20:30 saatleri arasında "Net Var Net Yok" isimli programa Kahve Molası'nı temsilen katılıyorum. Hani belki yolunuz düşer seyredersiniz diyede buradan söylüyorum. Biliyorum herkesin izleme olanağı yok, o nedenle Sevgili Melih'ten söz aldım, bana bir kopyasını iletecek, bende sizin için siteye koyacağım. Program canlı ve bir kahve içimi sürede bitecek. Bir maniniz yoksa beklerim efendim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
Marmaris Balıkçısı : Osman Günay TOMBİLİK |
|
İlk defa ismiyle karşılaşmıştım.. İsmin özel oluşu, müziği, içinde barındırdığı şirin ve muzip hava pek çekmişti beni, itiraf edeyim.. Sonra kendiyle de tanıştım, hem etine dolgun, hem çevik-hem atak, kokusu mükemmel, hele yakından görün bir, pırıl pırıl derisine dokunmadan duramazsınız.. Biraz kadın anlatıyormuş gibi oldu, "sanıyorsunuz siz!!" Yok yok, kadın anlatmıyorum, anlatamıyorum desem daha doğru çoğu hemcinsim gibi, ya bulaşılmayacak, ya da uzaktan bakılacak.. İnsan anlamadan nasıl anlatır?? Uzatmayalım bu konuyu, hemen kadınlar sorguya başlar, gayretkeşler reçeteleri, adayları sıralamağa başlarlar ki bu benim iştahımı kaçırır.. "İştah kaçağı" kötü bir durumdur her canlı için, boşverin bunları, size bir "tombilik", buralar lehçesinde "gara palamut" muhabbeti yapayım da, iştahınız yerine gelsin, fazladan sorular ve merakları alıp, doygunluk hissinin en dibine gömelim gitsin...
Tombilik bir balık, palamuta benzer eni-boyuyla, huyu-suyuyla... Bilimsel adresi "scombridae" adlı uskumrular familyasından; "thunnus thynnus" olur kendisi, bir de "thunnus alalunga" var ki o da yakın akraba, ikisi de aynı kapılara komşu iseler de etleri farklıdır, thynnus biraz daha kırmızıcadır et olarak... Bu "thunnus" lar genellikle 60-200 kilo civarında oldukları halde biz buralarda çeşitli coğrafi ve teknik nedenlerden, 7-8 kiloya kadar olan yavrularla ilgileniriz.. Ama buralarda tutulanın çoğu, göç eden sürülerin genel boyu olan1-2 kilo civarındakilerdir, kocamanlar daha açık ve derin sularda takılır, ancak uzun yola giden ve kısmeti yerinde olan tekneciler, ya da profesyoneller tarafından avlanırlar.. Bilimsel kısma sonra takılırsınız, biz tekneciler, denizde gezenler ve amatör balıkçılar için pek önemli olan, balığımızın ele geçirilmesinin ayrıntısına ve tadına bakalım isterseniz...
Denizde gezerken, yol yaparken illa ki "sırtı" dediğimiz sürütme takımı arkamızdan gelir durur.. Ege ve Akdeniz de tekneler genellikle ya "rapala" genel ismiyle anılan yapay balıkları, zamanına ve yerine göre plastikten ahtapot-kalamarı, çeşitli kaşıklar ya da horoz tüyünden donatılmış çaparileri peşinden sürükler .. Bunların hepsine de ara sıra tombilikler saldırır.. Hele sürüye denk gelmiş ve doğru oltayı peşinizde taşıyorsanız standart bir teknenin buzluğu ve dolaplarından taşacak kadar balığı degavlamanız garantidir.. Benim gibi taktik geliştirmeyi seven meraklılar da, rakı masasında "ortaya karışık meyva" dan apartma, "ortaya karışık çapari" adını verdiğimiz, "Osman procesi" bir takım sürükler ki peşinden; her zaman çalışır.. Açık-ara dediğimiz cinsten bir çapari düşünün, onbeş kösteğin üçü beyaz tüy, üçü kırmızılı beyazlı tüy, üç tanede plastik ahtapot-kalamar, bir iki plastik balık, bir iki küçük kaşık, en sonuna da bir rapala.. Her keseye-her mideye-her iştaha uygun yemimiz, her yaratığı(!) kandıracak malzememiz olur, akşama da sofrada neredeyse balık garantidir.. (Siz gülümseyin çaktırmadan, ama Osman dediyse "garantidir!!" diye; öyledir.. Zira hem tuzlanmış balıklarımız, ev/kayık yapımı balık konservelerimiz dolaptadır... "Denizle senet yapılmaz!" sözünü de, anlamını da biliriz, bir sürü seferinde eli boş balıktan dönmek bir gelenektir amatör balıkçılıkta!!!) Zira balığın canının ne istediği, ne yiyeceği belli olmaz.. Etrafta sardalya varsa başka, gümüş varsa daha başka, kalamar geziyorsa ortalarda, tombiliğin (ve her balığın) seçip yiyeceği yem bambaşkadır.. Takımınıza ilk balıkları yapıştırın önce, sonra hangi cins yem seçtiğini saptar, yeni takımı öyle denize koyuverirsiniz.. Bu "ortaya karışık" takımınıza bizim "yamucak" dediğimiz orta-küçük boy akyalar,"beyaz" ya da "dişli palamut" adı verilen diğer palamutlar, eşek kolyozları, turnalar, lambukalar ve hatta şansınız yerindeyse ince kıyım kılıçbalıkları, marlinler bile gelir... O yüzden de ben bu "ortaya" cinsten takımları biraz kalınca tutarım ki; kısmetimize ne çıkarsa çıksın takım patlamasın, çekerken de "gitti-gidiyor" şeklinde stres olmasın.. Kalınlık yüzünden takımın avcılığı azalıyor olsa da amaca uygun oltayı yapmak sofraya konacak balığın kokusunu bile duyurur size.. (Meraklılar için örnek: ince takımı 60/35 yaparken, kalın takım100/60 şeklinde donatıyorum.. Hadi bir meraklı tüyosu daha, uzun damaklı, düz iğneler bu tür çapari için uygundur, kırmızı ibrişimi ihmal etmeyin!!!)
Denizde balık tutmanın keyfi başkadır.. Vapur iskelelerinden, ya da Akıntı Burnundan çapari-kaşık-seğirtme at-çek yapmaya, Vaniköy de has kefal peşinde koşmağa, Garipçe de torik kandırmağa, Beylerbeyi-Çengelköy de sandalla bahar kofanası kovalamağa benzemez.. Hem yelkenle fışır fışır rotanızda yol yapar gidersiniz, hem de etrafta oynak, martı saldırısı gözetler, arada oltayı kaldır-indir yapar, balık tutunca da makina fire-up, yelkenler laçka, Hemingway edasıyla yapışırsınız çıkrığın sapına... Tuttuğunuz balığı teknenin kıçına kadar getirdiğinizde, arka bahçedeki korsan sandığından bir altın lira tırtıklamışsınız gibi olur... Kepçeyi-kakıcı vurup ta dünyasını değiştirince ol mahinin(!), bizler hafiften koltuk kabartır, cigarayı dudağın arasına alarak, takımı yeniden denize koyveririz.. Hemen de "altın lira" dan ne gibi damak tadları, ne cins lezzetler çıkartılacağını hayal eder, varsa misafirlere ağız sulandırıcı hikayeler, göz sulandırıcı detaylar anlatırız... Ellerinize yapışmış taze balık kokusunu çaktırmadan içinize çeker, kıç portuçtaki kovada, ya da mutfak evyesinin kapağının altında hafiften patırdayan balığın sesini dinler, "Eksik olmasın taze balık sesi!!" şeklinde yukarılara bakarak selamlar, teşekkürler yollarsınız..
Uzatmıyoruz "tombilik" meselesini, nasıl yeneceğini de anlatalım, evde oturanlar ağız sulandırıp denize çıkmayı hayal etsinler, denizde gezenler de yeni bir lezzet katarlar kokpit masalarına belki... Yelken Dünyası dergisindeki "Damak Tadı"yazılarımın ilkinde, bir kaç sene önce bu "çiğ balık" reçetesiyle başlamıştım yazmağa... "Blue Bird" Mehmet Kaptan ın reçetesini modifiye edip, ortalara attık ya, bilirsiniz ben duramam değişiklik yapmadan, hem ilk reçetemizi tekrar vereyim, hem bir yeni ve değişik reçete var ki; pirimiz sevgili Sadun Ağabey bile beğenecek, tam onun tatlı dilinin, tecrübeli damağının tadı !!!
"Sistem aynı sistem!!", hikayedeki gibi, taze ve yeni tutulmuş balık fileto haline geliyor, siyah etler kılçıklar ve derisi atılıyor, tavla pulu kalınlığında kesilmiş taze balık eti tuzlanıyor, üzerine limon suyu konarak dolapta 20-30 dakika bekletiliyor.. Sonra dolaptan çıkarıyor, limon suyunu döküyor, tekrar keyfinize göre bir sos yaparak üzerine koyuyor, zeytinyağını da kıskanmadan koyuyorsunuz ki tarifimiz tamam olsun.. Soya ilave edenler, çeşitli baharat, köri, kırmızı biber, sarımsak, balsamico damlatanlar, taze otlar karıştıranlar yeni tadlar buluyor, alkışları topluyor...Amma, bir durum var ki; söylemeden geçmeyeyim, bu tür balık hazırlanırken ne kadar natürel olursa o kadar güzel olur, taze balığın o mis gibi, diri ve deniz kokulu etini fazla baharatla, muzuratla öldürmeyin derim ben..
Dedik ya; değişik tadlar aramaktan pek hoşlanır, yeni bir şey ortaya atarken de pek keyiflenir, pek hop-hop oluruz diye.. Yeni reçetenin hikayesini anlatayım size.. Balıkçılığın, boğaz deyimiyle "canlı", dolayısı ile çiğ balık mamulatının pek hızlı, pek yoğun olduğu bir gün, kumanyadaki limon mevcudu ışık hızıyla tüketilmişti.. Oltaya gelmiş, intihara yatkın karakterli tombilik te kokpitte yan gelmiş yatıyor kuzu gibi... "Hadi yahu, şu çiğ balıktan biraz hazırlasan da, dolapta soğumuş beyaz şarap vardı, çiğ balığı katık eder, yaşar gideriz!!" diye ısrar eden dostlara da hayır demek bize yakışmaz.. Bendeniz de dolapta bulduğum bir şişe şarap sirkesini ortaya çıkardım.. Her zamanki gibi ayıkladığım, tavla pulu kalınlığında kestiğim parçaları tuzlayıp ve birazcık da toz şeker serpiştirip sirkeyi boca ettim.. 20-30 dakika sonra da sirkeden çıkarıp balıkları, üzerine incecik sarımsak, biraz taze çekilmiş karabiber, ve taze nane yaprakları koyup masaya getirdim.. Alkışları bir reveransla karşılayıp, sirkede marine edilmiş balıklara daha başka ne tür soslar yapabileceğimi anlattım dostlara.. Sirkede bu usul marine ettikten sonra, limon zeytinyağı bile değişik bir tad veriyor.. Zencefilli, kakuleli, kırmızı biberli, küçük turşu parçalı, zeytinli, ekşi elmalı-soğanlı vesaire gibi çeşitli değişik tadlar deneyip, sonuçlarını ayrı ayrı tadıp değerlendirebilirsiniz.. Kimbilir belki sizin de damak tadınıza en uygun, en tamam, en güzel reçete baharat çekmecenizle oltanız arasında bir yerlerde bekliyordur..
Teknecilere tüyoları verdik te, şimdi mailler, telefonlar başlar bazı şehirlerde oturan, balığı ancak balıkçıdan satın alan okurlar haklı olarak "Eh be Osman Kaptan, biz ne halt edeceğiz, taze balığı kim kaybetti de biz bulacağız, nasıl yapayım ben çiğ balık??" şeklinde sorular soracaklar.. Baştan söyleyeyim, taze tutulmuş balıktan yapılanı gibi olmaz, ama tazeyse gerçekten balığınız, tombilik olmazsa da mutlaka taze, buzluğa girmemiş palamuttan, kolyozdan-uskumrudan, pırıl pırıl yerli hamsiden, tulum çıkmış ada izmaritinden, has kefalden, kılıçtan, lahozdan, lambukadan pek keyifli çiğ balıklar yapabilirsiniz.. Ben azıp geçen gün çim-çim dedikleri karidesi bile yamyamca tükettim, tadı hala damağımda.. Çiğden ayıklanmış taze karideslerinizin üzerine tuz, limon suyu, karabiber koyup bir kaç saat dolapta bekletin, sonra zeytinyağının sızmışından bolca ilave edin, suyuna taze ekmek, yanına bir kadeh anzorot, karşısına da biraz deniz kokulu, akça-pakça, sohbetli, kahkahalı-gülücüklü bir muhabbet koyarsanız keyif tam olur...
Artık uzatmayalım, isimiz var gücümüz var, sağlık ve sevgiyle dolsun ruhunuz, kalan yerlere de mutluluk tıkıştırırsınız...
*Kaynak biltek.tubitak.gov.tr
Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Ayşen Tekşen Kapkın |
SİNAN
Hepimiz bu gezegen üzerindeyiz. Gelenler, gidenler, gelecek ve gidecek olanlar. Kalanlar diye bir grup ise hiç yok. Birbirimizden hiç de farklı olmayan bir biçimde ve on binlerce yıldır "bu gezegenli olmayı" yorumluyoruz. Yorumlarımızdan bilimler, sanatlar türüyor. Onlardan medet umup baştan yorumluyoruz. Kimimiz yanıtı Mevlana'da, kimimiz Nietsche'de, kimimiz Buda'da, kimimiz Camus'da arıyor; bazen buluyor, bazan bulur gibi oluyor bazan da bulamıyoruz. Ama şurası kesin ki insanı insan kılan biricik şey, kitaplardan ayrı düşünemeyeceğimiz bu zihinsel etkinlik. Kenarda durarak rehavet içinde yaşamın akışını izleme lüksüne sahip olanları bir yana koyduğumuzda onu yorumlamak için yüreklerini, akıllarını paralayanların en büyük yardımcısı (eğer yanlarında bir üstat, bir Guru taşıma lüksleri de yoksa) kitaplardır herhalde.
Bu uzun girizgahtan sonra (haddimi kelli felli aşarak, ve editörün hoşgörüsüne sığınarak) bugüne dek hiç yapmadığım, hiç de ustası olmadığım bir şey yapıp sizlere bir kitabı anlatacağım. Gönül, kitaptan öte yazarını anlatmak isterdi. Çünkü Mehmet Coral o soylu arayışı tek bir kitabında değil tüm eserlerinde bir bardak su verircesine bir sadelikle, içtenlikle, "aydın"lıkla sürdürüyor.
Biz Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım adlı kitabından başlayalım. Kitap esas olarak Mimar Sinan'a yakılmış bir mum. Yaşamını iyi kötü, eserlerini epeyce, dehasını ise kesinlikle biliyoruz. Böyle bir kimliği temel taşı alarak daha neler anlatılabilir ki diye sormuştum kitabı okumaya başlarken. Hele hele bir roman kurgusu içinde. Meğer ne çok şey anlatılabilirmiş. Coral, "hayatlarının ufkuna doğru" ilerlemekte olan iki kahraman üzerine kurmuş masalını: biri Sinan diğeri Bulut. Kim bilir belki de biri Ying diğeri Yang? Biri geçmişe dönük sürdürüyor anlatısını diğeri geleceğe. Ve kitap akıp giderken, ustanın "Var olan her şey yekdiğerinin karşıtıyla sürekli bir değişim halinde. Işığa tutkulu olan karanlığı da tanımalıdır." dediği gibi Sinan Bulut'ta, Bulut Sinan'da çoğalıyor. Tıpkı onların çoğalışı gibi, Buda, Mevlana, Camus, Nietzsche, Hegel, Kierkegaard, Kafka gibi usta felsefecilerle biz İzmirlilerin söylencesel kahramanları, alçakgönüllü filozoflar İç Ali iç, deli Cengiz, Çolak Hasan, nane şekerci Hasan el ele verip -hiçbiri diğerinden ağırlıklı olmamak üzere- "bu gezegenli olmayı" anlatıyorlar. Aslında "anlatıyorlar" demek Coral'a haksızlık olacak. Çünkü kitapta hiç kimse hiçbir şeyi anlatmıyor. Sadece orada durup bazan tek bir cümleyle, bazan bir duruşla, kimi kez müzikle, kimi kez Sema ile biz okurların onların kimliğine bürünmemizi sağlıyorlar. Yaratıcılığın sihri de bu değil mi zaten?
Coral'ın tüm eserlerinde yüreğe çarpan müzik bu yapıtında da kendi payına düşeni gerçekleştiriyor. Klasik müzikten pek anlamayan bencileyin garibanlar bile enstrümanların yavaş yavaş parçaya girişlerini, hüzünlü inişleri, coşkulu çıkışları kolayca ayırt edebiliyor. Tüm kitapta var olan birleşme temasına uygun olarak Kutsanmış Ruhların Valsi, bir ilahiyle iç içe geçip Sema'ya durabiliyor.
Son sayfayı da çevirdiğinizde "bu gezegenli" olmak içinizi umutla dolduruyor. Gelmiş geçmiş, ünlü ünsüz bilgelerin, müzisyenlerin, mimarların, ozanların, yazarların, o güzelim serserilerin tenine değen "sonsuz meltemin" sizin de yüzünüzü okşuyor olması kıvanç veriyor. Aradığınız yanıtın bu bütünlükte olduğunu kavrıyorsunuz. Peki kavramak işe yarıyor mu? Kendi adıma "hayır" diyeceğim. Kavrayışın hemen sonrasında, ne yapacağınıza ilişkin bir belirsizlik duygusuyla ortada kalıveriyorsunuz. Yazarın işi bitmiş, DÜŞÜN KEMİĞİ YOK demiş, sahneden çekilmiştir artık. Size uçuşan repliklerden birkaç tanesini yakalamaya çalışmak kalır:
"Umutsuz olanı tende özlemediğini biliyorum Sinan. Ruhsal birliktelikte ise kimsenin engelleyebileceği bir şey yok. Düşsel yolculukların yelkenlerini şişiren rüzgar, herkes için bedava eser. Bırakalım iç dünyalar kendi yerçekimleriyle birbirlerinin etrafında dönsünler."
Ayşen Tekşen Kapkın aysen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Nurgül Eryeşil |
KADIN, KESMEŞEKER, AKREP
Kızın oturduğu çay ocağı kapanmak üzereydi . Çay ocağındaki yaşlı adam biraz daha erteliyordu kapatmayı kızın gözlerindeki hüznü fark ettikçe. Öyle ya hep gelirdi adam. Sessizce yaklaşırdı kızın yanına gözlüklerinin üstünden şöyle bir bakardı. Ve kız anlardı adamın geldiğini. Okuduğu kitabını kapatır, ayağa kalkar ve adama sarılırdı. Yaşlı adam için bir sırdı kız onu geldiğini nasıl anladığı. Bu bir oyundu, onun için, saçlarının beyazladığı, çok çabuk yorulduğu yıllara denk gelen bir oyun. Bir kere şaşırmadı, kız bir kere başka yöne bakmadı...
Oturduğu çay ocağı kapanmak üzereydi kız. Çay ocağındaki yaşlı adam neyse ki geç toparlanıyordu bu gün ...neyse ki ... Öyle ya hep gelirdi adam. Sessizce yaklaşırdı, okuduğu kitaba düşerdi adamın gölgesi kız anlardı adamın geldiğini, ayağa kalkar adama sarılır ve başlardı yaşamaya....
Koyu bir kahve isterdi adam. Ve bir kesme şekerini hep kız verirdi. Sadece bir kesme şeker. Çay ocağındaki yaşlı adam için bir başka oyundu bu .Bir başka sır...Üç tane şeker bırakırdı kızın çay bardağının yanına ... Biri adamın kahvesinde erirdi... İkisi kızın çayında. Ne çay ocağındaki yaşlı adam şaşırırdı, ne kız ....
Çayı yarım duruyordu kızın... Bir kesme şeker yanında saatlerdir... Yaşlı adam gelip almamıştı kızın soğuyan çayını ve sormamıştı" kızım tazeliyeyim mi" diye. Kız kitabını kapattı, ayağa kalktı, çay tabağının kenarındaki kesme şekeri alıp cebine koydu .. Bozuk paralarının hepsini bıraktı oraya .Ağır geliyordu çünkü fazladan bir ses ve gitti. Yaşlı adam öylece baktı arkasından. "Bu son galiba "dedi "bu son"
Kız çağ ocağını caddeye bağlayan pasajdan çıktı. O kısacık yolda çalmaya başladı telefonu. Oydu. "Yürüyorum" diyordu. "Nerdesin?" Kız karanlıkta gözüne çarpan ilk köşeyi tarif edip seni burada bekliyorum dedi.
Çok yorgun bir kalabalığın içinde beklemeye başladı adamı ... Caddenin hangi kıyısında dursa sığamıyordu. Ne yönden geleceğini bilmeyen bir düşmanı kollar gibiydi başı. Karşıdan karşıya geçmeyi ilk kez denediği gün geldi aklına kızın. Küçük bir kız çocuğuydu. Ona öğretilenler aklında ne yöne bakması gerektiğinden emindi ama cesareti yoktu işte. Kaldırımdan bir adımını atıyor kafasında hesaplıyor tam geçecekken bir araba engel oluyordu,ve her seferinde yanakları biraz daha kızarıyordu ama heyecan mıydı bu duygu utanç mı şimdi hatırlayamıyordu. Tek bildiği şey adam yanındayken karşıdan karşıya yalnız hiç geçmemişti. Biliyordu elini tutacağını. Bu gün araya giren o küçücük zaman dilimine rağmen adam onun elinden tutacak ve karşıya geçeceklerdi.
Kalabalıktan daha yorgun ve hiçbir zaman cesur bakamayan gözlerini seçti adamın. Adam onu arıyor ve sürekli gidip geliyordu kalabalığın içinde.
Çay ocağındaki adam "bu son olacak çocuk" dedi yarım kalan çaya bakarken... "Ne yazık ki yarım kalacak hep" dedi. Sandalyeleri bir bir topluyor kadının masasına bir türlü yaklaşamıyordu....
Araya giren zamanın bu aşkın faili olacağını bilmeden gitti kız adama...
Adam araya giren zamandan artan akrepleri avuçlarında saklayarak gelmişti oysa...
Kız adama koştu ve sarıldı. Adam avuçlarında getirdiği akreplerden birini bırakıverdi kızın omuzlarına. Canı yandı kızın ama daha çok sarıldı adama...
Çay ocağındaki adam masaları toplarken "bırakıverseydin kesmeşekeri " bu son kızım anlasana " diyordu
Kızın canı yandı, acıdıkça sarıldı, zehirlenmişti, farketti daha sıkı sarıldı...
Aldırmadı kız acıya "zehirler belki zaman, ama öldürecek kadar değil" dedi içinden...
Yürüdüler.......
Ta ki onları ilk kez birleştiren bir kahve fincanını buluncaya kadar.
Yürüdükçe akrep kızın sırtındaki terleri yalıyordu.
Nefes almayan, her şeyden soyutlanmış bir camekana girdiler. Birer bardak kahve istediler her zaman yaptıkları gibi... Kahveleri geldi kız elini cebine soktu onun için sakladığı kesme şekeri verecekti. "İç kahveni soğutma hadi" dedi, adam. Elini cebinden çıkardı kız ,masadaki şekerliğe uzandı .Bir kesme şeker aldı ve adamın avuçlarının içine koydu. Ve adam avuçlarındaki diğer akrebi bıraktı kızın ellerine ...
- Hadi anlat ben çok yorgunum. Nasıl gitti çalışman?
- Bir sürü ,insan hikayesi topladım...
- İyi
- İnsan böyle deneyimlerle dünya da yalnız olmadığını hissediyor. Özellikle biri vardı ki; iki çocuğu olan biri;
- Bana insanlardan bahsetme ,bana ne hiç tanımadığım insanların hikayelerinden,
Kız sustu ,adam son yudumu içti,
- Ben şimdi eve gider gitmez başımı yastığa koyup uyuyacağım dedi.
Akrepler kızın teninde dolaştıkça kızın teni ağlıyordu. Adam hesabı verdi, ve kalktılar masadan, yorgun kalabalığa karıştılar.....
- Sen korkar mısın ? Yürüyebilirsin yalnız, değil mi? dedi adam
- Yok yok ben hiçbir şeyden korkmam. Sen git, gitme vakti artık "dedi kız.
Adamın bıraktığı akrepler kızın vücudunda yön bulmaya çalışıyordu.
Kız "zehirlermiş zaman, hem de öldüresiye" diye geçirdi içinden. Adam eğildi kızı öptü ve son akrebi de bıraktı ve gitti...
Bu gece belki de epey geç kalmıştı çay ocağını kapatmak için, kızın yarım kalmış fincanını aldı çayını bile dökmeden tezgahın üstüne bıraktı yaşlı adam. "gerçi bu sondu ama" diye geçiriyordu içinden.
Kız çok uzun bir yolu yürüdü yalnız, geçmişe çarpmıştı başı, ve akrepleri yönünü bulmaya çalışıyordu. Bir caddeye geldi. Çocukluğunda karşıdan karşıya ilk kez geçtiği anı hatırladı birden. Korkuymuş o hatırlayamadığı duygu, fark etti.
Yaşlı adam ocağı kapatıp pasajın en kestirme yerinden çıktı.
Kız elini cebine soktu, kesme şekerini çıkarttı, sımsıkı tuttu. Kızın avuçlarının içi ağlamıştı.
Yaşlı Adam caddeye doğru yürüyordu.
Kız caddeye adımını attı.
Yaşlı Adam son otobüsüne yetişmeye çalışıyordu.
Kadının biri elini açın şunun dedi.
Akrepler yönünü buldu.
Adam kadının sesinin olduğu kalabalığa gitti. Dağılmış bir kitap yanakları hala sıcak olan kıza takıldı gözü...
Kızın elini açtı, dağılmış kesme şekeri aldı, saçlarının çok beyazladığı yıllara denk gelen ağır bir oyundu bu. Kalabalığa bakmadı çay ocağının olduğu pasaja gitti. Ocağın kapısını açtı. Tezgahın üzerinde duran yarım kalmış çay bardağının içine attı küçücük kalmış kesmeşekerini, soğumuştu çay, kızın yanakları hala sıcaktı.
Bu saatte eve vardı mı diye aramanın ne anlamı var, gitmiştir diye düşündü adam,
Çay kaşığıyla bardağın içine vura vura ezdi kesme şekeri Yaşlı adam...
Yatmadan önce aramam gereken başka biri var şimdi, gitmek için eve bir yolunu bulur o dedi adam,
Şeker ezildi, adam kızın hep oturduğu sandalyeyi çekti ve oturdu, ve bitirdi kızın yarım kalmış çayını " bu son acıydı çocuk rahat ol artık, bu sondu" dedi
BİTTİ
Nurgül Eryeşil nurgul@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
KM nereye koşuyor?
Türkiyemin bir yüzü maalesef Kahve Molamıza da fena halde bulaşma eğiliminde. Yorum yazarken ne düşünüyor insanlar diye çok merak etmeye başladım.
Şöyle mi düşünüyoruz acaba: "Bir yorum yazayım, yazarın canına okuyayım. Okuyanda helal olsun yorum yazana, yazıyı yazanı ne biçim morartmış desin."
Yoksa şöyle mi düşünmeliyiz : "Ne kadar kötü bir yazı. Acaba ne yazsam da yazıyı yazan bir dahaki sefere daha iyi bir şeyler ortaya çıkarsa."
Nasıl yazı yazarken bir emek harcanıyor ise yorum yazarken de aynı çabayı göstersek fena olmaz mı?
Ne oluyor bu topluma anlayamıyorum maalesef? Aslında anlaşılamayacak bir şey yok. Ekonomik sıkıntılar, evdeki geçimsizlikler, karımızla çocuğumuzla olan sürtüşmeler, iş yerlerinde ki gerginlikler, trafik sıkışıklığı, kalabalık, v.s. v.s. tabi ki bir şekilde bir yerlere yansıyacak.
Bu kadar sert, tahammülsüz yorum yazmayı inanın anlamıyorum. Anamıza babamıza sövseler bu kadar tepki göstermeyiz gibime geliyor. Yazıda bahsi geçeni de yazıyı yazanı da hiç mi hiç tanımam. Yani bir tarafı koruma altına almak istemiyorum. Sadece yorum yazarken biraz daha dikkat etsek, derim ben. Kimseye de bir baskı uygulamak haddim değil tabi ki. Herkes istediği gibi davranmakta serbesttir. Ben sanatçıyım, yazarım benim yorum yazışımda başka olur diye düşünüyorsanız orası başka. Ama bu güzel ortamı bir savaş alanına çevirmemek ve bu uğurda emek harcamak en büyük isteğimiz olmalı sanki. Yoksa öteki sitelerden pek farkımız kalmayacak yakında.
Yorumlardan bazı alıntılar yapmayı düşünmüştüm, ama buna gerek olmadığına karar verdim. Sadece çok beğendiğim kısa ve kısa olduğu kadarda upuzun yazılmış yorumlardan çok fazla şey anlattığını düşündüğüm yorumu aşağıya almadan edemedim. Bu da bir yorum işte. Bu yorumda eleştirmiş, yazanı yerden yere vurmuş. Bence tabii. Bu yorumu yazan arkadaşı da tanımadığımı bilmenizi isterim.
" Daha önceki yazılarınıza yapılan yorumlar ışığında stilinizi değiştirmek için çaba göstermeniz beni memnun etti. En azından dinlendiğimizi anlıyorum. Teşekkürler bunun için. Bu yazıda hoşuma giden başta yazılanların örneklenmesi. Gerçi bunun gerçek bir şahsiyete odaklandırılması o şahıs için rahatsız etti biraz beni. Belki de varsayımsal örnekler kullanılsa daha etkili olabilir. Tekrar sağolun. Saygılarımla."
Her daim sevgiyle kalınması dileğiyle birer adım öne çıkmak en güzeli.
F.Karaege faik@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : İlker Demir |
Çok seçicisiniz!..
'Masanın hangi tarafındasınız?' O da mı birinden alıntı yaparak soruyordu hatırlamıyorum, ama Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, politikanın masadaki duruşa göre değiştiğini yazıyordu bir yazısında. Sizce de öyle mi? Nasıl?
Hızlı bir muhalif misiniz? Şart degil, fanatik bir hükümetçi de olabilirsiniz. Hangisi? İkisinden biri olma zorunluluğunuz yok. Üçüncü ya da daha fazla seçenek üreterek, ondan da olabilirsin. Birinden olmak size aidiyet kokusu hissettiriyorsa ve karşı çıkışınızı süslemek istiyorsanız, en bi dublaj sesinizle ve de sağ parmağınız önde eski bir Yeşilçam jönü gibi "N'ayır!" da diyebilirsiniz. Hakkınızdır, lütfen kullanın.
Hadi biraz daha somuta gelelim. Seçimlerin iptal edilmemesi demokrasiye aykırı mı oldu? Ya da tersi mi? Masayı terazi, çıkarları tartılacak malzeme varsayarsanız, koltukta oturan iptali, karşıda oturan seçimi savunur hiç kuşkusuz. Bu kez tüm 'çi', 'cı' sonekleri olan adlarınızdan, aidiyetlerinizden arınarak cevaplayın soruyu. Cevabınız ne?
Dehap örgütlenme hilesi yaparak seçime girmek istemiş, seçim olmuş, oylar verilmiş, sayılmış, aylar sonra Anayasa Mahkemesi kararıyla, hile tespit edilmiş. Hile yapanlar kanuna göre cezalanacak. Konu bu kadar basitken, neden bu kargaşa? Neden bir leğen suda fırtına çıkarılır? Masa ve koltuk meselesi mi? Kayıkçılar böyle mi dövüş eder?
Peki, masanın karşısındayken aslan demokrat kesilenler, Başsavcı seçimler esnasında aynı noktaya parmak basarken neredeydiler? YSK, o zaman neden ciddiye almadı konuyu? Neden duymazlıktan gelindi? Toplum mühendisleri o zaman neredeydiler? Sizi gidi utangaç statükocular sizi! Sizi gidi statükocu radikaller sizi! Kürtleri seçime sokmadılar, AB'ye girmek istiyorlar zıtlığını yaşamamak için, o günlerde Başsavcıyı duymazlıktan gelin hep beraber, sonra Mahkeme kararına uymamak demokrasiye aykırı deyin! Yemezler!.
Verilen oylar mı geçersizleşti, Dehap'ın örgütlenmesi suçlu bulunduysa? Geçersiz oylar zaten sayılmadı. Bunlar biliniyorken, yaptığınız sizi yıpratmıyor mu sanıyorsunuz? Muhalefet olmak için muhalif olunmaz ki! Öyle olmamak için aslan sosyal demokratlar bile hiç muhalefet yapmamaya başlamışken sizin yaptığınızı kim kime yapar?
Koltukta olmadığınıza göre masanın bu tarafındasınız ama hiçbir ci, çi ile ilginiz yok, YSK'nın iptale ret kararı sizce doğru mu, değil mi? Susmak ta bir hak, kullanın lütfen. Ama sıra size geldiği zaman cıyak cıyak bağırın. Bari o zaman bağırın. Siz o zaman da bağırmıyorsunuz çünkü. Kuzu kuzu dinliyor, kuzu kuzu baş eğiyorsunuz her şeye. O yüzden size fazla sözüm yok. Ama statükocu demokratlara söyleyecek sözüm çok.
Siyasi Partiler Kanunu değişsin, lider sultası kalksın dendi, sustunuz. Baraj indirilsin, en yüksek Avrupa ülkesi kadar olsun en bi ehveni şerrinden dendi, sustunuz. Seçim oldu kazdığınız kuyuya kendiniz düştünüz. Kürtleri meclise sokmamak için bulduğunuz hileden dolayı yargılanmayacağınızdan eminsiniz tabi. Seçim oldu, halkın oyunun yarısı dışarıda kaldı, göstermelik demeçler dışında, gene sustunuz. Matematik bilmek şart değil, aritmetik bilmek bile yeterli, vekil sayısı, aldığı oy oranının iki katı olan bir seçilme sisteminin anti-demokratlığını bilmek için. Neden ana konularda susuyorsunuz? Tabiri caizse, neden eşeği değil de, kolanı dövüyorsunuz? Yoksa bu adaletsizlikleri bir gün kullanma hakkım olsun diye bir beklentiniz mi var? Yani muhalefetiniz dostlar alışverişte görsün cinsinden. Aydınlık korkunuz mu var yoksa?. Demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla değil de, korktuklarınızı başınıza getirmeyecek kadar istiyor gibi muhalefetiniz. Masanın o yanı bu yanı sizi pek ilgilendirmiyor anlaşılan. O zaman masanın etrafında olmak yetiyor size. Özkök'ün sorusu tam size göre.
Onlar için değişmiyor, masanın hangi tarafı. Size ne oluyor? Masanın tarafından size ne? Ne diye cevap arıyorsun boşuna?. Doğrudan demokrasiye geçilmediği sürece sürekli oy verip, birilerini o masaya göndereceksin. O zaman, adalet aramak için sana dokunmasını niye bekliyorsun? Karnından konuşmasana be kardeşim!..
İlker Demir ilkerdemir@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Ayşe Dikci |
HAYALLER
Hayat ne kadar ilginç ve karmaşık. İnsanlar da öyle... Bir gün hoşlandığından ertesi gün nefret edebiliyorsun ya da tam tersi hoşlanmadıklarını da delicesine sevebiliyorsun. Ve hep hayaller kuruyorsun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği umurunda olmadan. Öyle hayaller ki bazısı sana yıldızlar kadar uzak gelirken, bazısı elini uzatsan o anda dokunabilecekmişsin gibi yakın geliyor ve ister istemez tüm ruhunu garip bir heyecan dalgası sarıyor.
Hayaller,hayaller ve gene hayaller.... Kim yaşamış ki onlar olmadan, kim sevmiş, kim özlemiş hatta kim nefret etmiş ki!
Bazen seni, ayaklarını yerden keserek göklerde uçurur, bazen de,kim olduğunu, ne olduğunu önemsemeyerek sana acı üstüne acı verir. Gururludur, dik başlı, hep sevileceğini, hep özleneceğini ve hep aranacağını bilir de ondan. Hatta bazen o kadar ileri gider ki bensiz der hayat olmaz ve şöyle devam eder" ben hayatın başlangıcından beri varım, eğer ben olmasaydım medeniyet bu kadar ilerleyemezdi". Ve tartışmaya bile tenezzül etmez.Üstelik acımasızdır da.Onu ne tatlı sözler,ne masum bakışlar, ne de çaresizlik gözyaşları durdurabilir. Her şeyde "sonuna kadar" der ve sonuna kadar da gider.
Hayaller,hayaller ve gene hayaller.... Kim yaşamış ki onlar olmadan, kim sevmiş, kim özlemiş hatta kim nefret etmiş ki!
Sınır tanımaz,sana sadece kapıyı açar ve der ki gidebildiğin kadar... Eğer kendini kaptıracak olursan, işte o zaman tüm büyük mutlulukların değişmez, sadık takipçileriyle karşılaşırsın. Ne kadar gitmişsen o kadar düş kırıklığı, acı, keder ve gözyaşı... Ne kadar gitmişsen o kadar...
...............
Hayat çok garip, eğer bir şey istersen sana istediğini muhakkak verir, er ya da geç. Bilmem neden,benim isteklerim konusunda gayet ağır hareket ediyor. Eskiden olsa çıldıracağım, sevinçten öleceklerimi nedense hep benim için bir anlamı olmayınca veriyor. Belki de şöyle demek istiyor kendi diliyle: "Hani gerçekten senin için önemliydi; hani yıllar geçse de değerini hiç kaybetmeyecek, hep özlenecek, hep aranacaktı; hani son isteğin, son arzun, son duan olacaktı; hani...hani...hani...". İsteklerimiz.... eminim biz varoldukça asla bitmeyecekler ve devamlı yenilenip, güçlenip farklı karakterlerle, tekrar tekrar karşımıza çıkacaklar. Tabii onlar varoldukça hayallerimiz de varolacak...
Hayaller,hayaller ve gene hayaller.... Kim yaşamış ki onlar olmadan, kim sevmiş, kim özlemiş hatta kim nefret etmiş ki!
..............
Hiç düşündünüz mü neden hayal kurmak bu kadar sevilir? Hayallerin çekiciliğini sağlayan ne? Bana göre zıtlıklar... Neden mi? Güzel daha çok aranır çünkü çirkin var; iyilik daha çok benimsenir çünkü kötülük var;sevgiye daha çok değer verilir çünkü nefret var... Yaşamı sevmemizin nedeni de ölüme karşı duyulan öfke, korku ve nefret değil midir? Eğer ayrılıklar olmasaydı, kavuşmak bu kadar değerli olur muydu? Ya mutluluklar; acılar olmasaydı ne önemi olurdu ki! Hayalleri de bu yüzden seviyoruz işte. Hem mutlu olmamızı sağlıyorlar,hem de mutsuzluğumuzu... Yani ne onlarla ne de onlarsız... İşte benim hayallerim böyle!
Yaramaz bir çocuk gibi; değişken, deli dolu, dediği dedik ve hınzır...
Ayşe Dikci adikci@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.535 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
Sendedir Gizem
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin
Yaşadıklarını kâr sayma
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna
Ne kadar yaşarsan yaşa
Sevdiğin kadardır ömrün
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bilki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi
Sevdiğin kadar sevileceksin
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındaki kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin
Bunuda Öğren :
SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN
Can Yücel
Yukarı
|
NOPLiiS
Temelle Dursun kahvede toplaşmış arkadaşlarına Afrika seyahatlerini ballandıra ballandıra anlatıyorlarmış...
-"İlk cün ava cittuk... şanzimiz eyuydi... Ben 4 fil, 2 caplan, 4 yaban domuzi, 6 tane de nopliis furdim! Ha bu Tursin de epey attı ama sacede 2 tilkuyla bi denecuk nopliis furdi...
İkinci cün şansımız daha da eyuydi; ben 9 tane su aygirisu, 7 tane ceylan, 3 tane flamingo, sekiz on çivarunda da nopliis furdim... Ha bu Tursin de 4 tane boga yilani ile 8 tane yaban öküzuni devirdi daa... üstüne bir de 6 tane nopliis afladi!
Ha üçüncu cün.." derken ahaliden biri sözünü kesmiş:
- Uyy daa! Ha ben öbürkisi hayvancuklari taniiiyim ama, ha bu nopliis nedur bilmayrum daa! Nasil bir hayvandur oni bana bir anlatun hele!
Dursun şööyle bir duraklamış, ifadesiz gözlerle etrafına baktıktan sonra, biraz mahçup ve sıkılgan bir tavırla:
-"Ha onlaru biz de bilmayruz daa...!" demiş, "...ormanda gezerken kara kuri bişeyler çaliluklarin arasindan çikip "nooo pliiiis nooooo" deyu bağriirler. Ha piz da onlari furiruz daaa!"
<#><#><#><#><#><#><#>
Boynuzun böylesi düşman başına:-))
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
CapturePad v0.1b [759K] W98/2k/XP FREE
http://www.vrtainment.de/vrtainment_web/downloads/capturepad/cp_setup.exe
Ekran görüntülerini yakalamak için kullanabileceğiniz bir program. Webcam'inizden aldığınız görüntüleri kolayca avi formatında saklayabileceğiniz gibi, ekran üzerinde yaptığınız hareketleri avi, jpg veya swf olarak yakalayıp saklayabiliyorsunuz. Örneğin ekran görüntüleri eşliğinde bir program anlatımı yapmak istiyorsanız denemenizde yarar olabilir.
Yukarı
|
|
|