KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 370

 21 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler

Ebru Kargın

 Günden Kalanlar : Ebru Kargın


   KENDİNE YENİK NESLİM...

Bazen, hayata dair beklentilerimiz istediğimiz gibi gelişmiyor ve gitmiyor maalesef. Bir şeyler hediye gibi gelirken, bir şeyler de geldiği gibi gidiyor. Mutluluklarımız, mutsuzluklarımız, acılarımız, başarılarımız... Hepsinin barındığı hayatımız... Ve onu yaşamak zorunda olan bizler... Kimliğimiz...

İşte tüm bunlar gelip geçerken, bazen kıyısında seyirci kalıyor, bazen tam içinde, bazen dışındayız. Bazen de yaşadığımız bir acıya, deneyim etmek zorunda olduğumuz içi dışı mutsuzlukla dolu olan acılarımıza çakılı kalıyor aklımız... Aşamıyor, ardımızda bırakamıyor, yeni bir adım atamayabiliyoruz.

Philippe Djian "Betty Blue" adlı kitabının bir bölümünde ki cümlelerde, şöyle demiş,

" Ahh benim zavallı kuşağım; henüz hiçbir şey yaratmamış olan, ne çabayı nede isyanı tanıyan ve tek bir çıkış yolu bulmadan için için kendini yiyen zavallı kuşağım. Kuşağım intihar etmek üzereydi."

Bu satırları okurken, irkildiğimi hissetmiş, dahası beni uzun süre düşündürtmüş ve meşgul etmişti aklımı. Dürtüldüğümü sanmıştım. Sahiden de böyle olabilir miydik ? Olabilirdik, hatta daha da fazlaydı belki de... İşte anlatacağım da tam olarak bununla ilgili, Philippe Djian' ı doğrular nitelikte. Hani denmemiş mi , "hepimiz birbirimiz için ayna gibiyiz" diye... Aynayız ya hepimiz, dünya dediğimiz şeyin içinde, hayat adlı oyunu oynadığımız... Olaylar neredeyse aynı ama, aynaya yansıyanlar farklı. Eee hayat denen çark herkes için başka dönüyor ve herkes farklı yaşıyor, oynuyor...

İşte bir görüntü daha bizlere...

Altı yıl önce tanıştık onunla. Oldukça akıllı, hızlı düşünür, yetenekli ve kompleksiz bir kadın. Daha 30 yaşında. Benimde sayılı dostlarımdan biri.

Geçmişe dair bir takım problemlere gömüldü zamanında ve orada çakılı kaldı. Aslında hepimizinkinden farklı değildi onunki. Biraz aşk, biraz ailevi sorunlar, biraz da ne istediğini bilememenin karışımından oluşmuş, aşılamamış ve kaos haline dönüşmüş bir durumdu. Bana göre kolay şeylerdi, ama herkes aynı yaşamıyor ki hayatı. Her çeşit çözümü düşünmüş, uygulamış ama sonuç alamamıştı kendince. Onu en çok zorlayan kısım, ne istediğini bilememekti bence. Her dostun yapacağı desteği verip, elimden geleni yaptım. Aslında garip bir çelişki ile onu hem anladım, hem de anlamadım. Anladığım kısmı içinde bulunduğu psikoloji, anlamadığım tarafı ise, bunu neden bu kadar yokuşa sürüp, trajedi haline getirmiş olmasıydı. Ya ben çok hafife alıyor dalga geçiyordum yaşamak denen olguyla, aslında onun düşündüğü kadar korkunçtu, yada benim düşündüğüm kadar hafif, onun haliyse gerçek olandı. Bu büyük bir çelişki, hani "ne yaman çelişki bu böyle" derler ya, ondan.

Yine bir gün yine takılı kalmış aklı ve içten içe onu yiyen huzursuzluğu ve mutsuzluğu hakkında konuşuyor olduğumuz bir an, " uzman yardımı almayı düşünüyorum " dedi. Evet olabilirdi, sonuçta işin içinden çıkamıyordu, iş bilenin kılıç kuşanandı. Teorik olarak doğru bulduğum dostumun, pratikte daha başka sorunlar ile dipsiz kuyu gibi olacağını bilemezdim.

Öncelikle iyi bir psikiyatr bulundu. Bir kaç seans neticesinde ruh huzuru ve sükuneti, çok profesyonel biçimde tartıldı. Çeşitli seanslar, terapiler uygulandı ve ilaca geçişte karar kılındı. Dostuma en uygun olanı seçildi. Hani şu, yan etkisi en az ve uyku yapmayanlardan. Özenle seçildiği muhakkak. Çünkü terapi ve ilacın bileşiminde sonuç alınmaya başlandı. Can dostum gün be gün çok daha iyi olmaya başladı. Tabi bu hemen olmadı, ilaca başlamanın ardından iki ay zaman geçti. Saptanmış olan kullanım miktarı yine titizlikle ayarlandı. Burada amaç, bu süreci atlatıp, gerekli ruh dengesine ulaşmak. Yani geçici bir ilaç takviyesi.

"Sonuca gel" dediğinizi duyar gibiyim, ama sürat beklemeyin bu yazıdan... Lafı yeterince eveleyip geveleyeceğim. Bu konuyu kendimce çok ciddi buldum.

Evet, ilaç kullanılmaya başladıktan iki ay sonra gelişmelerde başladı. Bir defa o depresif dostum, pozitif hayata geçiş yaptı adım adım. Olması gereken düzeyde dingin, daha olumlu, hayatın içine iyiden iyiye girmeye başlayan, aklının takılı kaldığı şeyleri minimum seviyeye düşürmeye başlamış bir kişilik, yani ait olduğu gerçek kendine kavuşmasına çok az kalmış gibiydi. Sonuca üç adım yakın, gerçeğe ise bitmez bir yol başlamıştı.

Bir süre sonra, benim güzel yüzlü, güzel gözlü dostum daha çok post gibi görünmeye başladı daha çok. Neden mi ? Neden, iyi bir soru... Neden belli... Fazla mutluydu bu defa. Şaşkınlık vermedi ilk zamanlar, herhalde böyle olması gerekiyordu ( mu ? ). Hayır, hiç ama hiç gerekmiyordu. Bu defada fazla mutluluk, bu sahteydi, gerçeğe artık kilometrelerce uzaktık, anlamadım...

İlacı kullanmaya başladığı zamandan bu yana yaklaşık bir yıl geçti. Yolunda gitmeyen bir şeylerin varlığı ile ilgili belirtiler başladı. Önce garip bir tansiyon belirdi. Bir bakmışsınız düşmüş, kızcağız tuzlu ayranlarla dolanıyor, bir bakmışsınız çıkmış, şekerli su, el ayak titriyor. Neler oluyordu ? Hava değişimi mi ? Öyle diyordu, " hep oluyor, mevsim değişikliklerine kolay adaptasyon sağlayamayan bir metabolizmam var benim". Benimkide garip işler ama, onun gibi olmuyorum. Şaşkınlık ile anlamsızlık arasında kaldım. Ta ki, kalp çarpıntıları başlayana kadar. Tipik bir kalp çarpıntısı ama neden ? Neden bir sorun yokken olsun ki ? Asla doktora gitmek istemedi. Ne yaptıysam inatla tepti. Geçici olup olmadığını anlamak için, beklemekten başka çarem kalmadı. Her ne kadar dostumda olsa, bir yere kadar söz geçirebildim...

Bir gün evde birlikteyken, benim bayağı zamandır denk gelmediğim kalp çarpıntısı başladı gene. Su getirdim, içti. Ne olduysa işte o an oldu. Bayılmak mı demek gerek, ölüyor olmak mı bilemiyorum. Duyuyor ama, konuşamıyor, kaskatı gerilmiş, nefes almak istiyor ama alamıyor... Ambulans çağırıp, o arada elimden gelen ne varsa yapmaya koyuldum. Bu kadar çok, nadiren korkmuşumdur... Çok korktum, ölecek sandım, deli gibi pişman oldum. Neden onu dinlemeyip, tutup yaka paçada olsa bir doktora götürmedim ki... İstediği kadar kızsın, hatta küssündü... Neden yapmadım ve ona neler oluyor ?

Hastanede, bu sorularıma gerekli cevapları bulmuştum artık. Birkaç saat önce yaşadığımız olaya, tıpta " panik atak " deniyordu ve o klasik ama gelişkin bir panik atak nöbeti geçirmişti. Yani yeni değildi. Peki ben nasıl bilmiyordum ki ? En yakınlarından biri hatta en yakını olarak ben bunu neden bilmiyordum ? Bilmiyordum, çünkü saklamıştı. Neden mi saklamıştı ? İşte bu tam anlamıyla karabasan...


İlaç tedavisinden sonuç almaya başlayınca, doktoru ilacı kesmişti. Ama o kesmemişti. Doktorunu bile kandırıp ve bunu oldukça profesyonel olarak yapıp, ilaca devam etmişti. Üstelik dozunu gün geçtikçe arttırıp ve hiçbir mantığa dayanmaksızın kullanmıştı. Bu olay olduğunda ise, sabahları uyanınca yarım içmesi gereken ilaç, ( bu yaklaşık olarak 5 ay önce son verilmiş bir tedavi olmasına rağmen ) bu günkü ve kendi belirlediği şartlarda, sabah iki, akşam ikiye çıkmış, günde dört tane tüketilir hale gelmişti. O ilacı tedavi edici bir yardımcı olarak görmekten çok zaman önce vazgeçip, mutluluk hapı haline getirmişti. Uyuştukça uyuşmuş, sahte mutluluklar yaratıp ( halüsinasyon görmek bile dahil ) sözde mutlu olmaya çalışmıştı. Sonuç ise içler acısı...

Bu gün her şey çok olmasa bile biraz daha yolunda görünüyor. İlk iş olarak ona Philippe Djian' ın Betty Blue kitabını hediye ettim. İşin içinden çıkabilmek mümkünken, nasıl çıkılmaz hale getirdiğini görmesini ve artık bunu çok iyi bilmesini istiyorum... Kendine söz verdi, şimdilik geçeceğini düşünüyorum, onaracak kendini, hissediyorum. Ama böyle mi olmalıydı ?

Hayat, her çeşit sürprizin ansızın gelebileceği ve bizlerin bunu kaldırmakla sorumlu olduğu inancımı hatırladım bir kere daha... Sorumlu olduğumuz kimse yoksa bile ( bu çok iyi bir mazeret ) önce kendimden sorumlu olduğumu yeniden hissetim. Eğer acıysa bile yaşadığımız, hissettirdiğinden çok yaşamak istediğimiz şeklini biz belirliyoruz biraz da olsa. Bazen fazla kaçıp, bazen de çok ayak altı yapabilecek yeteneğe sahibiz. Kendimize zarar vermeden, belirleyeceğimiz bir yaşama stili en azından hasta etmeyecektir. Bir süre için, biraz depresif olup, zamanla onarabileceğizdir kendimizi. Yeter ki onarmak isteyelim. Yeter ki, " evet artık bu kadar yeter silkelenme, onarılma ve uyanma zamanıdır" diyebilelim.

Kendi neslim adına, bu konularda üstümüze yok diye düşünüyorum. Nasıl olmuştu da olmuştu işte, bu hale getirmiştik ? Getirmiştik. Yitik, batma eğilimli, olayları aşma konusunda yeteneksiz, aslında zehir gibi ama dramı seven bir nesil olmuştuk. Bir şekilde bunu pekalasından beceriyoruz işte. Yanlış anlaşılmasın, bu hesabın içine kendimi de katıyorum, hem de hiç gözümün yaşına bakmadan.

Her şeyin içine pek güzel yerleştirmişiz. En güzel şarkılar ölümlü, acılı olanlar. En iyi dediğimiz şiirler yine acıtanlar. Resimlerimiz bile solmuş... Nasıl bakarsan öyle görürsün tablolarımız, evimizin en güzel duvarlarına asılmış. Nasıl bakarsan mı ? Nasıl yansıtırsam değil, nasıl görmek istersen... Ne oluyor bize ? Biz büyüdükçe mi kirleniyor her şey ? İşte alın, benden bir cümle, yine aynı, yine aynı...

Ne için olduğunu bile düşünmeden, alışmışız bir kere, kabul etmiş, mutlak bir doğru gibi yaşıyoruz. Aklımız çalışmıyor mu yeterince ? Çalışıyor, çok fazla çalışıyor. Atraksiyon ihtiyacı hissedecek kadar çalışıyor hem de... Uyuşturucu maddeler de bu şekilde girmiyor mu hayatımıza, içimize ?

İstedim ki paylaşalım. Gördüklerimi anlatayım. Bu arada kendi kabul görmüş fikirlerimi sorguladım. Vardığım sonuç Aynı Philippe Djian ın satırları gibi." Ahh benim zavallı kuşağım; henüz hiçbir şey yaratmamış olan, ne çabayı nede isyanı tanıyan ve tek bir çıkış yolu bulmadan için için kendini yiyen zavallı kuşağım. Kuşağım intihar etmek üzereydi. "

Bu yazıyı yazmama müsaade eden sevgili dostum B.S' ye teşekkür ederim...

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

Melih Çelik

 Fincanın İçinden: Melih Çelik


   Kamera Arkası Güncesi

Kolay değil tabii. Sen kalk sabahları evden çık, ofise git, akşama kadar çalış, yorgun argın herkes evine giderken yürüyerek yirmi dakikada gittiğin evine değil de, akşam işçıkışı trafiğinde 1,5 - 2 saat yol tepip İstanbul'un öbür ucuna git. Ucu ucuna programa yetiş, muhtemelen senden önce oraya ulaşan konuğunu bulup merhaba hoşgeldiniz de, hemen ardından ona yapılan makyajı fırsat bilip içerdeki işlerin aksamaması için koştur dur.

Son iki üç haftam böyle geçiyor açıkçası. Her gün olmasa da haftada 3-4 akşam yukarıdaki senaryoyu tekrar yaşayıp duruyorum. Geçenlerde, "Melih Perşembe akşamki konuğumuz kim, ayarladın mı?" diye sorduklarında içimden dur dedim. Benim 1,5 yıldır okuduğum bir e-gazete var. Okurların yazar olduğu, iş yoğunluğuna tam bir mola verdiren bir kahvem var. Neden olmasın dedim, bu seferki konuğumuz Kahve Molası olsun. Hemen ardından sevgili editörümüze bir mesaj gönderdim. Sade, içeriği tam belli olmayan, sadece konu kısmında "TV daveti" yazan bir mesaj. Cevap gecikmeden geldi: "Öyle bir kanal mı var?"

Çok da yabancı olmadığım bir soru aslında. Perşembe akşamı sevgili 'edit'imizi konuk ettiğimiz Technology Channel hakikaten yeni bir kanal. Daha eylül ayında yayına başlayan, bizlerin de ekip olarak haftada altı günden 12 program hazırladığımız bir kanal. Şu an kabloda falan da olmadığı için insanlar bu soruyu sorabiliyor haliyle. Neyse, gün boyu süren e-posta trafiğinin ardından "sizi konuk edelim" soruma olumlu yanıt alıyorum. Tamamdır, konuğumuz Cem Özbatur!..

İlk paragrafın tekrarı bir yolculuğun ardından kanala ulaşıyorum. Hemen en üst kata çıkıp konuğumuzu buluyorum. Merhaba hoşgeldiniz der demez, "ben bir içeriyi kontrol edeyim, altyazıda geçecek isimleri bildireyim, rejiye girip siteyi görünür kılayım" sözlerimin ardından koridorda rüzgarla yarışan ben. Haberlerin bitimiyle beraber stüdyoya dalıyorum. Hemen işlerimi halledip makyaj odasına dönüyorum. Zamanla yarışmam gerek içeriden sürekli son 5, 4, 3 dakika sesleri gelip duruyor. Sunucumuz Cavit Önen ile 'edit'imizi tanıştırıp program hakkında kısa bir bilgi geçiyorum. Tüm konuklara yaptığım 'aman spotlara dikkat, bu spotlar adamı terletir' uyarısını tekrarlayıp son iki dakikayı rejide geçiriyorum. Mikrofon testleri, son kontroller, son 30 saniye, jenerik!..

Tamamdır, reji tarafında işler hazır. Bir aksilik yok, konuşma esnasında ekrana ve arka plandaki büyük monitöre verilecek site görüntüsü de tamam. Başlıyoruz. İlk iki dakika su gibi akıp geçiyor. Ardından rejideki arkadaşlar kamera 3 Cavit'e dön, konuk terini silsin sesi geliyor. Bu konuşma program bitene kadar çeşitli aralıklarla tekrarlanıyor. Programın bitimine son bir dakika. Evet, Cavit'e söyleyin toparlasın, bitiriyoruz...

Zaman zaman konuk bulunamadığında ekran önündeki yerimi alıp haftanın yorumunu yapıyorum. Kamera önünde de, arkasında da olsam 10 dakika göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor. Canlı yayının heyecanını ve keyfini sürüyorum. Toplam 10 dakika, ama benim stüdyoya gelmem 2 saati buluyor! Olsun, bu keyfe değer... Şimdi bir sonaki 30 dakikalık Net30 programları için hazırlık yapmam gerek, konuğumuzu uğurlayıp aynı senaryoyu tekrarlamak için geri dönüyorum.

Teşekkürler edit, kırmayıp geldiğin için... Görüşmek dileğiyle,

Melih Çelik
melih@kahveciyiz.biz

Yukarı

 GÖLGELİK : Oktay Coşar


SIRADAN BİR KABUS

Odanın içinde dolanıyorum kendimden habersiz. Küp şeklinde odalar hayal ediyorum içinde binlerce ben'in olduğu. Sıkışmışız hepimiz. Yer bulmaya çalışıyoruz temiz bir nefes uğruna. Ben bana çarpıyorum öbür ben bana öbür ben de bana. Hangi ben benim? Hangi ben ben değilim? "Bir ben vardır benden içerü!" Lakin hangi ben ben de saklıdır bilemiyorum. Küp odanın içinde uzun metrajlı bir kabus klasiği bu…

Bütün benlerim göz göze geliyor. Retina tabakalarımızı sömürürcesine irdeliyoruz. Karmaşanın içinde bir atlı karıncaya binip sallanıyoruz hepimiz. Ama sonra üzülüyoruz. Bir karıncanın, incecik sırtında bir atı taşıyamayacak kadar güçsüz olduğunu bilerek…

Küp odada yuvarlak bir delik açılıyor. Bir ışık huzmesi tüm gözleri ve tüm kabusları kamaştırıyor. Kurtuluş mu bu diye sırayla çığlık atıyoruz. Benlerden biri "değil" diyor elindeki bardağın su dolu yarısını göstererek. Bütün benler o beni saf dışı ediyoruz hemen. Bardaktaki suyu da küp odanın içindeki begonyalara döküyoruz. Begonyanın yaprakları uzamaya başlıyor. Deliğe uzanıyor. Yapraklarına tutunup çıkıyoruz delikten...

Küp odayı terk ediyoruz bütün benlerimle. Delikten ışığa doğru koşturuyoruz. Sonra sırasıyla ve çizgi halinde aynı zamanda tüm şaşkınlıklarımızla boşluğa düşüyoruz. Düşüyooruuuzz…

Dümdüz bir ovanın en görünmez yerine konuyoruz bir kuş eminliğiyle. Bir tabela görüyoruz : " COŞKU : 50 KM"

Hepimiz çığlıklara bürünüyoruz. Hoplayıp zıplıyoruz. O sırada yuvasında şekerleme yapan dev Anka kuşu duyuyor patırtılarımızı. Kanatlanıp yanımıza süzülüyor. Korkuyoruz. Hemen devekuşu misali kafalarımızı toprağa gömüyoruz.

"Korkmayın sizi gidi masal cahilleri" diyor.

Ben, ben ve ben ve diğer benler kafalarımızı topraktan çıkarıyoruz. Anka kuşunun yüzündeki gülümsemeyle sonsuz bir oh çekiyoruz sırayla.…

Hepimize teker teker numaralı biletler veriyor. Biletlerin üstünde bugünün tarihi ve saati yazılı. Şaşırıyoruz. O, şaşkınlığımızı kanatlarıyla susturarak :

" Evet biletlerdeki numaraya göre kanatlarımdaki koltuklara yerleşin ben sizi coşkuya götüreceğim" diyor.

Hepimiz koltuklarımıza oturuyoruz. Horoz şekeri yalarken duyduğumuz bir mutlukla doluyor içimiz. Emniyet kemerlerimizi takıyoruz. Ve Anka kuşu en asil haliyle uçmaya başlıyor. Yerden yükseliyoruz. Yükseliyoruz... Yükseliyooruuzz…

Geçtiğimiz yerlere bakıyoruz ben bakışı. Bir park görüyoruz. Parkta çocukluğumuz elinde balonuyla günün tadını çıkarıyor. "Heyyyyy!" diye bağırıyoruz çocukluğumuza… Duymuyor... Sonra bir kır görüyoruz. Gençliğimiz sevgilisinin elinden tutmuş mutlu mutlu bir şeyler anlatıyor. "Heyyy gençliğimiz! Bize bakk!!! Anka kuşunun kanatlarındayız! Coşkuyaa gidiyoruz!" diyoruz. Ama ne duyuyor ne de görüyor...

Sonra şimdiki halimizi görüyoruz. Bir trenin içinde yapayalnız ağlıyor. Üzülüyoruz. "Heyyy sennn, biz seniizzz! Bize bakk!!" diyoruz.. Duymuyor…

Ve bir tepenin ardındaki denizi fark ediyoruz. Deniz bizi görür görmez dalgalarıyla bir kalp resmi çiziyor ve ufuk çizgisiyle gülümsüyor. Bizde ona gülümsüyoruz. Anka kuşu da gülümsüyor. Aniden aşağıya süzülüyor. İçimiz çekiliyor. Haykırmakla haykırmak arasında bir tereddüt yasıyoruz. Ve usulca iniyoruz.

Anka kuşu geldik diyor. Bize doğru kanatlarıyla vedalaşıyor ve uçuyor eski yönüne. O sırada parlayan bir kapı görüyoruz. "Çoşku"nun o kapının ardında olabileceğini düşünerek koşmaya başlıyoruz. Kapı gerilim filmlerindeki o ürkütücü kapı açılma efektiyle aralanıyor yavaş yavaş. İçeride gri,insana bu yaşamda değilmiş izlenimi veren bir loşluk hakim. Az ileride bir su birikintisi görüyoruz. Suda bir iz beliriyor bakmamızla. Biz yani bizlerden biri yani ben'i yatağımızda mışıl mışıl uyurken görüyoruz. Baktıkça bizimde uykumuz geliyor. Gözlerimizi kısıp, ağzımızı olabildiğince kenarlara açarak esnemeye başlıyoruz hep birlikte…

Sonra hissedemediğimiz, algılayamadığımız bir arzuyla suya atlıyoruz teker teker. Bir süre suyun içinde şaşkın ve mahmur bakışlarla parazitli görüntülerimizi seyrediyoruz. Sonra görünmez oluyoruz giderek. Ve bir ses duyuyoruz aniden :

"Günaydın sevgilim! Kahvaltını hazırladım!"

Ve bütün benler artık bir ben oluyor bende. Yaşamın içindeyim artık. Sevgilimin gözlerine yaşadığımın bilinciyle bakıyorum uzun bir süre :

"Nihayet geldim coşkuya" diyorum.

Anlamamış bir ifadeyle bana bakıyor... "Boş ver diyorum" gülümseyerek. Sonra ayağa kalkıyorum bir yürek hafifliğiyle. Pencereye yanaşıp yeni ağaran sabah manzarasını izliyorum. Birden gökyüzünde uzaktan süzülen dev bir kuş fark ediyorum. Coşkuyla dönüyorum hemen sevgilime ve her yaşanan bir sırdır aslında diye düşünerek :

"Günaydın sevgilim! Günaydın!!" diyorum…

Oktay Coşar

Yukarı

 Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey


TEKNOLOJİ, BEN VE GEÇMİŞ GÜZEL GÜNLERİM

Rahat rahat evimde oturmuş, televizyon karşısında kara ekmeğimin üzerine şöyle bol tarafından yağ sürmüş yerken, kendi keyfimi kendim bozdum. Yok yok, ben adam olmam. Bunu biliyordum da böyle kendi kendimi ele vereceğimi de hiç tahmin etmiyordum doğrusu…. Açıklayacağım…

Şekerim ben sıra dışı bir insanım (! ?) Öyle sıradanlığı, basitligi sevmem. Mesela, ben her sabah uyanırım. Hani sizin yapmadığınız gibi. Sonra kendimi bir koklarım, idare edecek gibiysem duş almam. (Öğleden sonra kokular dayanılmaz olmaya başlayınca, eli mahkum, banyonun yolunu tutuyorum tabii) Kahvemi yapar, oturur bilgisayarın başına, açarım maillerimi, beklerim günlük gazetemi. Allahıma bin şükür KAHVE MOLASI adlı gazetemin şimdiye kadar geciktiği ya da adresime gelmediği vaki değildir. Aaaaa… o da ne ? Ayol hafta sonları gazeteme birşeyler oluyor, ille de bir kaç kez gelecek mail boksuma. Aynı tarihli gazete belki on kez gönderilmiş. Editörümüz uyuyor muuuuuuuu ? O an yüce şahıslarını bir kaşık suda boğasım geliyor ama şükretsin aramızda kilometreler var….

Kendimi bildim bileli teknoloji ile aram hep " son dakika golü " gibi oldu. Nasıl mı efendim ?

Şöyle yani ;

1- 80'li yılların başında hemen hemen her eve renkli TV girmişken, bizde siyah beyez olanı da cortayı çekince o yılların sonlarına kadar, ellerimizde sümüklü mendillerimiz, Küçük Emrah filmlerini izlemeye komşuya giderdik. Bir, iki, uç derken, artık onlar da açmazdı kapıyı bize….Bütün ışıklar söndürülmüş, evde çıt yok. Yani anlayacağınız " evde kimse yok " ayakları. Yer miyiz ? Bal gibi de evdeler. Televizyonun renkli kıpırtıları Karagoz misali perdeye yansıyor anadın mı ? Neden sonra babam halimize acıyıp bir TV getirdi eve. Siyah beyaz. Neyimize yetmiyor. Bir küçük kusuru var sevgili kutumuzun ses var, görüntü yok. O zamanların da önemli bir dizisi var. Şimdi tam hatırlamıyorum ama " Saat Sabahın Dokuzu " Genc bir kız intihara kalkışıyor, tülden geceliği gecenin mavimtırak karanlığında meleklerinki gibi uçuşuyor falan… Millet TV' ye yapışmış gibi izliyor diziyi. Bizim canımız patlıcan mı ? Biz de izlemek istiyoruz. Ne mumkun ? Sonunda ortanca abim çözümü buldu. Evimiz bir işçi sitesinin dördüncü katı. Karşı bloğun ikinci katındaki humanist işçi ailesi pencere perdelerini çekmemiş. Dizi başlıyor. Beş kardeş pencere önüne Menemen testisi gibi dizilmiş, karşı komşudan görüntüyü izliyor, bizim külüstürden de sesi dinliyoruz…. Neyse uzatmayayım lafı…. Daha o günlere ait ne hikayeler var bir bilseniz. Günler torbaya girmedi ya onları da daha sonra anlatırız…. Sonuçta bize renkli televizyon 37 ekran şeklinde, 90'lı yılların başında girdi….

2 - Hakkını yemeyeyim, telefon evimize çok çabuk girdi ama daha nemenem bir şey olduğunu anlayamadan elden kaçırdık. Çünkü efendim benim sevgili babam, telefon her çaldığında, hiç telefon görmemişler gibi saldırıp, her seferinde açıyormuşuz, " aç kapa, aç kapa bozacaksınız aleti " diye söktü kabloları. O günden sonra da telefonla tekrar buluşmamız yıllar sonraya rastlar…..

3 - Bilgisayar diye bir sey bulunmuş. İnsan beyninden daha hızlı çalışıyormuş. Bir düğmeye basıyormuşsun anında bütün bilgiye ulaşıyormuşsun. Hadi canım sen de…. Olur mu öyle şey. Bir düğmeye basınca açılan kapılar, kordonsuz konuşulan telefonlar vs… ancak " Uzay 1999 " da olur. Bilgisayar denen bu alet o yıllarda, ben kendisini hiç görmedim ve benim gibi görmemişler arasında bir mit gibi dilden dile dolaştı durdu.

4- Cep telefonları çıktı. Üniversite yıllarımda daha tek tük. Altında arabası olanın mutlaka cep telefonu da var. (Bu arada araba telefonundan hic bahsetmiyorum. Ne arabam oldu ne de kendisini yakından görmüşlüğüm var. Ancak yabancı filmlerde o kadar) Cep telefonu olan arkadaşlarımızın en sevdigi şey, eşşek kadar eriksonları masa üstüne bırakıp, bak benim de telefonum var, diye hava atmalarıydı. Bir keresinde kafede otururken birinin cep telefonu çaldı. Tabii o zamanlar, öyle zırt pırt değişik melodiler çalmıyor. Hepsi tek tip. O anda herkes masa üstündeki telefonuna sarıldı. Keleklerden biri de cep telefonu diye televizyonun uzaktan kumandasını atmış cebe. Tabii ne karizma kaldı herifte ne de artık bizimle kantinde oturacak yüz…. Yaniciğime daha cep telefonuna para verip de almışlığım ve cebime koymuşluğum yoktur. Hatta birinden rica etmişsem iki dakika kullanmak için, hiç bir düğmesine dokunmadan konuşup, biter bitmez de yine dokunmadan kendisine teslim etmeyi tercih ederim. Neme lazım, yanlış bir düğmeye dokunurum falan…

Butun bunları niye anlattım ? Sabırlı olun, açıklayacağım.

Bütün bu anlattıklarım artık mazide kalıp da birer hoş anı olduğunda köprünün altından da çok sular geçmiş ve ben teknolojiyle barışmıştım. Yani, hala bir cep telefonu sahibi değilsem de en azından basit olanlarının, nasıl kullanıldığı hakkında fikrim var. Evimde kocaman bir renkli televizyonum ve neredeyse bütün dünya kanallarım mevcut. Son model CD playerim, international hatlara açık bir telefonum, bir bilgisayarım ve elbette internet bağlantım var…. Eh durum boyle olunca da hepsinden faydalanmak icap ediyor takdir edersiniz.

Son birkaç yıldır Türkiye'de yaşamadığımdan, Türkiye ile tek bağlantım eş-dost maillerim ve sevgili gazetem KAHVE MOLASI. Yayınlandığı günden beri üyeyim ama nasıl, ne zaman ve kim tarafından uye yapıldığım konusunda en ufak bir fikrim yok. Ama sebep olan sağolsun. Yaklaşık iki yıldır sesiz sakin takip ediyorum gazeteyi. Yazılara ve yazarlara bayılıyorum. Ama en büyük korkum, editörün her seferinde, biz okurlara yazı yazmamız konusundaki ısrarlı tutumu ve benim de ona bir gün bir şekilde yakalanmam. Ne yalan söyleyeyim, birileri pişiriyor ben de etliye sütlüye karışmadan bir güzel yiyorum. Ama gelin görün ki her seferinde de yazmadığım icin büyük pişmanlık duyuyorum. Abi adam vicdan azabı duymamıza sebep oluyor. Ben de ha bugün yazarım, ha yarın yazarım derkeeeeeeen…. İki yılı köşe bucak saklanarak atlattım. Daha bu böyle sürer giderdi ya bakmayın, yazının başında da belirttiğim gibi (tabii siz bu arada yazının başını çoktaaaan unuttunuz) kendi kendimi ele verdim. Teknolojinin kurbanı oldum.

Hafta sonları adresime defalarca postalanan aynı günkü gazeteler artık canıma tak demişken, dur şu editörü bir güzel fırçalayayım da aklı başına gelsin, dedim kendi kendime. Mail attım. Iki satırda bildirdim derdimi. Oh, rahatladım. Ay adam yememiş içmemiş, mailimi alır almaz cevap yazmış. Öyle de güzel ve motive edici yazmış ki, sorunun sebebini de öyle yumuşak dille açıklamış ki sormayın. Bütün yağlarım bir anda eriyiverdi. Oturdum makina başına. Tık..tık..tık…. Yaklaşık iki yıldır köşe bucak kaçarken sonunda yakalandık işte….

Eeee…. Editörüm güzelim, kendin kaşındın, günah benden gitti. Şimdi sor bakalım, ben neden yazmıyordum şimdiye kadar? Bilemedin değil mi ? Söyleyeyim. Sevgili gazetemin aklı başında yazarlarının ve yazılarının düzenini bozmak istemedim de ondan…. Yazacağım ıvır zıvırla da okuyucunun başını ağrıtmak ve zamanını çalmak istemedim de ondan… En önemlisi de artık kurtulamayacağın bir bela olmak istemedim de ondan……. Eh … bütün bunlara sebep sensin. Ne ekersen onu biçersin. Şimdi gör bakalım el mi yaman bey mi yaman…. Dinsizin hakkından da imansız gelir……. Yazacağım işte hem de her fırsatta. Şimdi aradan çekil bakalım şöyleeee, hah..

Sevgili okuyucularım bir sonraki yazımda buluşuncaya kadar, beni unutmayın anacığım…. Yallah , byeeee

Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_186.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.569 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


GELEGEĞİN SORGUSU

1.
Kara hançerin lanetini yıkamalı akşamları
düzgün saçlara damlayan terlerimin kayganlığına
dokunma gidersin sevecen cellat ülkelerinin birine
tanrıların ateşini taşıyan günahkar iskelet görüntüleri
sarıyor etrafını karayılan gömleklerini giydiriyorlar
çok dizlerine yumul korku çığlıklarının derinliğine
insanlarla çarmıha ger cesaret gerginliğiyle kopan
sonsuz ve ürkek inançlarını teker teker

2.
Tarihin birikmiş bakirelerini soyuyorum
terlemiş ellerimi gezdiriyorum göğüs uçlarında
kalçalarına saçlarına dudaklarına
dokunuyorum
incitmeden büyüyen urlarımın emriyle
yıkıyorum

3.
Durma sözcüklerin kesintili ağırlığında
takip et geleceğin arkasında bıraktığı izleri

Kürşat Ural

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


Laz Profesör

Dünya Genetik Projeler Yarışması yapılıyormuş.

Tüm ülkelerden genetik profesörleri yarışmaya çalışmaları ile katılmış.
İlk Fransız profesörün çalışmasının başına gelmişler.
Jüri başkanı çalışmasının ne olduğunu sormuş. Fransız profesör başlamış anlatmaya:

- "Ben inek genleri ile tavuk genlerini birleştirdim. Ortaya çıkan mahlukatın eti kırmızı et kadar lezzetli, beyaz et kadar sağlıklı oldu", demiş. Ardından diğer çalışmaları ülke ülke gezmeye başlamışlar.

Sıra gelmiş Türkiye'den bizim Laz profesöre.
Jüri başkanı: - "Sizin çalışmanız nedir?", diye sormuş.
Laz profesör anlatmış:

- "Ben" demiş, "karpuz genleri ile hamam böceği genlerini birleştirdim!"

Birden tüm jüri üyelerinden bir kahkaha kopmuş ve başkan Laz profesöre:

- "Bu çalışma ne işe yarar?", diye sormuş.

Laz profesör:

- "Acayip işe yarıyor, karpuzu kesiyorsunuz, çekirdekleri kaçışıyo!"

<#><#><#><#><#><#><#>



Oldumu bundan olacak işte!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.populermedikal.com/ilkyardim.htm
...Hiçbirzaman karşılaşılmasını dilemediğimiz öyle durumlar vardır ki böyle bir durumda bu sayfalardaki bilgileri okumanız bir hayatı kurtarabilir... Özellikle ilkyardımın ABC'si olarak adlandırılan dökümanı okumanızı özellikle tavsiye ediyorum.

http://www.perakendegunleri.com/
22/23 Ekim 2003 tarihlerinde düzenlenecek olan Perakende günleri ile ilgili tüm detayları öğrenebileceğiniz faydalı bir kısayol. Bu kısayolu neden veriyorum? Çünkü ben de orada olacağım. Ne iş yaptığımı veya beni merak edenleri bekliyorum. Tabiki sadece bir merhaba demek isteyenleri de... (Stand no: 108B . BATU Ltd. Şti.)

http://www.hepsievcil.com/
Evcil hayvanlarla ilgili her türlü bilgiyi alabileceğiniz detaylı bir web sayfası. Kedinizin davranış problemi mi var? Yoksa köpeğinizin mutsuz ve yalnız olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya akvaryumunuzdaki balıklar, belki de eskisinden daha durgun görünüyorlar. Hepsi ve daha fazlası için...

http://www.milliyet.com.tr/ekler/vitrin/19990529/konu/konu9.html
...Lezzet kadar sağlıklı beslenmenin de önemli olduğu günümüzde Teldolap, her iki faktöre de dikkat edenlere sesleniyor. Fanatikliğe kaçmamak için et ürünlerinin de bulunduğu bu yeni mekanda vejetaryen yemekleri ağırlıkta...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


NotePad XP v2.0.0.138 [1.82M] W9x/2k/XP FREE
http://www.acsoftware.org/NotePadXP/setup200138.exe
Sakın ola adının notepad olduğuna kanıp, windows notepad'le karıştırmayın. MS Word'u düz yazı yazmak için kullananlar için, o programı kolaylıkla bir kenara koyabileceklerini söyleyebilirim. Minimum gerekli herşeyi bünyesinde barındıran bu programı mutlaka deneyin derim. Bir küçük not, tıklamayla açılması arasında geçen süre sadece 1 saniye. Dikkate değer değil mi?

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031021.asp
ISSN: 1303-8923
21 Ekim 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri