KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 377

 31 Ekim 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Yoksulluk kader mi?


Merhabalar,

Bir geleneğin devamı niteliğindeki büyük iftar yemeklerinin verildiği o kocaman çadırlar birer umut kapısı olmuş insanlar için. Bir kap sıcak yemek uğruna saatlerce sıra bekleyen, yemek sonrası kalan yemek ve ekmekleri yanlarında getirdikleri kaplara, torbalara doldurup evlerine götüren insanları görmek sıradan vaka haline gelmiş. Asıl ilginci yüzlerinde utançtan eser kalmamış. Durumlarını kanıksamış halleri daha da iç burucu. Tenceredeki pilavı bir kavanoza dolduran genç bir kadının sorulan soruya 'Eve çocuklara götürüyorum' diye cevap vermesi ne kadar üzücü. Bu sahne karşısında taş bile ağlar eminim. Ben de ağladım. Herkesin derdi kendine biliyorum. Hepimiz kendi yoksulluğumuzla yaşayıp gidiyoruz. Kimileri için yoksulluk, alamadığı son model araba iken pekçokları için doymayan karın, ısınmayan ev yada iyileşemeyen hastalık demek. Ama sıcak evlerimizde tok karınla televizyonda izlediğimiz bu görüntülerden dersler çıkarmaya çalışmak da bir erdem. Çizilen parlak tablolara rağmen milyonlarca insanın bu güzelim memleketimde açlık sınırında olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yoksulluğu görmek için varoşlara gitmeye gerek yok. İstanbul'un göbeğinde Kadıköy'de, Şişli'de, Üsküdar'da, Fatih'te en can alıcı örneklerini bulmak mümkün. Lütfen duyarsız kalmayalım. Yolunuz bir iftar çadırının önünden geçiyorsa kafanızı uzatıp içeri bakın. Sizin benim gibi binlerce insanın orada olduğunu farkedip şaşıracaksınız. Ramazan, insanca duygularımızın canlandığı bir zaman dilimi. Bunu elimizden geldiğince değerlendirelim. Burnumuzun dibindeki yoksulluğu tanımaya, Deniz Feneri Derneğinin kampanyasına gücümüz elverdiğince katılmaya çalışalım. Katkıda bulundukça şükredecek çok şeyler bulacaksınız. Tıpkı bugün benim gözlerimden dökülen yaşları silerken yaptığım gibi. Ulusa seslenip, mutluluk, refah, başarı tabloları çizenlerin, sıradan insanların yoksulluğunu yok saymadığı, yoksulluğun kader olmadığı günlere duacı olun. Hepinize insanca duygularınıza gem vurmadan geçireceğiniz bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

Yankı Yazgan

 İnsan'ca : Yankı Yazgan


   Bana çocukluğunu anlat

Çizgisel Yankı'lar "Beni kimse anlamadı" diye başlayan bir konuşma, bu bültenin okuru için ne kadar şaşırtıcıdır? Karşınızdaki kişi, bir hastanız, ya da sizi kendisine seçmiş bir dostunuz olabilir. Geçmişini anlatırken, çocukluğundan kalma çarpıcı olaylar, bugünkü mutsuzluğunun kökeni olarak öne sürülür. Gördüğü kötü muamele, başına gelenler, çektikleri, mağduriyetinin gerekçeli öyküsü sizi bu günkü tanıya götürür. Anlaşılmamış bir hayatın tortusu ile uğraşmaya başlarsınız.

Çocukluk günlerinin hatırlanması, verilerin ön planda olduğu bir değerlendirme sürecinin bir parçası ise bu hatırlananlara güvenebilir miyiz? Yaşananlardan iz bırakanlar, zihninizin nasıl işlediğiyle yakından ilişkilidir. Bilhassa, yürütücü işlevler, bizi şimdinin tutsağı olmaktan kurtarıp, yaşananların kaydının tutulmasını, yaşanılacakların tasarlanmasını sağlar. "Şimdi ve burada"nın dışında da olabilmemizi sağlar.

Biraz sonrayı bekleyebilmesi için, çocuğun zihninde bir gelecek tasarımının olması gerekir. Geçmişten hatırladıkları, gelecekte olabilecekleri daha iyi "tahmin" etmeyi sağlar. Ayrılığa (anne ihtiyacının bir süre eksik karşılanmasına) ya da açlığa (besin ihtiyacının karşılanmasındaki gecikmeye) dayanabilmek için bu işlevlerin gelişiminin tam olması gerekir.

Yürütücü işlevlerin bir sebeple iyi ve istikrarlı işlemediği durumlarda (örneğin, bebeklik normal olarak biraz böyledir), her şey şu andaki somut ihtiyaçlara göre cereyan eder. Ama, bu durum, bir bebek için bile çok uzun süremez. Geçmiş ve gelecek hiç yokmuşcasına yaşayan bir çocuğun zorlanmalara dayanabilirliği pek az olacaktır. Yürütücü işlevler "optimal" işlemediğinde, buna paralel gelişen duygu düzenleyici sistemlerinin aksaması da kaçınılmaz.

Dikkatini aynı anda birden çok yere veremeyen, karşısındakini gereken sürelerde takip edemeyen bir çocuk... Çocuğun annesi ya da babası ile ilişkisi içerisinde alabileceklerini kısıtlayan bu durum, yanlış ve eksik anlamaları kolaylaştırır. Verilenler yetmez, çünkü verilenler ona eksik ulaşır. "Hep ilgi isterdi," diye tanımlayabilir annesi karşınızdakinin çocukluğunu, "hiç tatmin edemezdim onu". Çocuğuna neden yetemediğini bir türlü anlayamayan anne, kendini yetersizleştiren çocuktan uzaklaşır. "Annem bana hep uzak durdu"daki hakikat o noktada başlar. O noktaya nasıl gelindiğini öğrenemeyiz; çünkü o süreç karşımızdakinin zihninde yoktur. Dikkat edilmeyenler kayda geçmez. Dikkati çekenler çarpıcı, abartılı, vurucu olanlardır.

Dayak, iz bırakır. Anne, "onu bir kere dövdüm hayatında," dediğinde, o bir kerenin bıraktığı iz nasıl bu kadar büyük, şaşabilirsiniz. Ya da, dayak bir kere olmuştur; ama dayak yemiş gibi yapan olayların farkında değildir kimse. Bir durumdan onun anladığı ile benim anladığım arasında neredeyse her zaman ve her yerde farklar var ise, bu "anlaşmazlık" anlaşılmayı, anlaşılmışlık hissini bozabilir.

Farklı perspektifler. Benim ve onun görüşlerinin farklı olabileceğini kabullenebilmek için çok basit bir önkoşul var: iki farklı zihinsel taslağın aynı anda zihin ekranında, birbiriyle kıyaslanabilir biçimde gözlenebilmesi. Yürütücü işlevin bu kısmına, basitçe, bir tür dikkat/bellek işlevi diyebiliriz. İki uyaranın aynı anda işlem göremediği bir ön-beyinden (daha doğrusu beyinin sahibinden), anlamayı ve anlaşılmayı beklemek insafsızlık olabilir. İki uyaran ayrı modalitelerde (işitsel ve dokunsal, örneğin) olduklarında, önbeyinde barınmaları daha kolaylaşır. Sözlü bir alışveriş içindeyken, kabul ya da red anlamına gelen bir işareti kaş-gözle, elinizi dizine koyarak ya da basitçe gülümseyerek verdiğinizde, "dikkat engeli"ni aşmak kolaylaşır. Hiç bir çocuğun alnında "benim şu özelliklerim var" yazmaz; ama, davranışlarından çıkartabileceğiniz çok şey vardır.

Eşzamanlı işlem yapma kapasitesinin gelişimi, diğer kişinin farkına varmanın bir önkoşuludur. Karşılıklı ilişki ve alışveriş olabilmesi için, beynimizde birkaç kişinin (taslağının) sığması için gereken yeri açabilmeliyiz. Bu yerin açılması için uyarılmaya ihtiyaç vardır. Yürütücü işlevlere yataklık eden beyin özellikleri hangi ölçüde uyarılmamız gerektiğini belirler. Annenin (ve diğer yetişkinlerin), çocuklarının uyarılma ihtiyacını kestirmeleri, ipuçlarını görebilirlerse, mümkündür. Kendisinin farkına varıldığını farketmeyen çocuk, bu farkındalığı "iade etmekte" (empatik olmakta) zorlanabilir. Refleks anlamındaki empatinin gelişmesini bile zorlaştıran bu durumun izleri yıllar sonra psikoterapi görüşmelerinde görülebilir.

Hayat kimin denetiminde? Yürütücü işlevlerdeki zorlukların duygusal gelişimi ve alışverişi aksatmasının bir sonucu, çocuğun gündelik esintilere göre yol almasıdır. "Dış" etkilere fazlasıyla açıklık, çocuğun hayatının üstündeki denetim duygusunu zayıflatır. Anne-babalar ise çocuğun dilediği gibi savrulmasına seyirci kalıp, dış etkileri denetleme ve düzenleme görevini yerine getirmekte çeşitli sebeplerle zorlanabilirler. Hayat üzerindeki kontrolunu kurmakta zorlanan çocuk, bu kontrolu sağlamak için saldırganlıktan içedönüklüğe dek uzanan davranışlara girebilir. "Kendini kabul ettirmek için yapıyor" türü amatör açıklamalar, ne yazık ki, doğrudur.

Âcizlik duygusunu aşmanın yolunu, kaybetmemek için her şeyi yapmak veya hiçbir şey yapmayarak kaybetmemekten geçiren çocuk, obsesiflik ile hiperaktivite arasında salınır. Gerekene yöneltemediği dikkati, gereksize takılıp kalabilir.

Mükemmeliyetçi, tedirgin, hayat her an bitiverecekmiş duygusu içinde yaşayan, aceleci, sabırsız, öfkeli kişinin anlattığı geçmiş genellikle böyle bir şeydir.

Çocuk büyüdüğünde, düşe-kalka, hoplaya-zıplaya, ağlaya-güle bir şekilde büyüyüp karşımıza geldiğinde geçmişten beraberinde getirdiği bir teşhis olmayabilir. Çocukluk "sorunları"nın önemli bölümü "subklinik" gidebilir; sorun olmaksızın, sorun çıkartmaksızın; hayatın yükü ağırlaşıp da kendisini hissettirene değin. Sorumluluk ile sorunluluklar beraber çoğalırlar. Sorumlulukları yerine getirebilirliği azaltan etkenlerin başında ise, geçmişten bugüne kalan "hiç anlaşılmamış"lık gelir. "Hiç anlaşılmamış, hiç değer verilmemiş..." Verilen değer sinyallerini algılayamamış, da denebilir. Bugün de kendisini adam yerine koyulmamışlar, koyulmayanlar, arasında görmeye devam etmektedir.

Kişi hiç anlaşılmamış, yaptıkları hiç karşılığını bulmamış bir çocukluk hatırlıyorsa, bunun psikolojik terimlerle adı, biraz tercüme koksa da, düşük kendilik saygısı'dır. Düşük kendilik saygısından ben, kendi değerini biçememişlik'i anlıyorum. Kendi değerini bilemeyen, değeri bilinmemiş ve değerbilmeyen bir yetişkin olarak, yaşadıklarını fark etmekte zorlanır; farkedilmeksizin yaşananlardan tad almak ne kadar mümkün ?

Hayatın tadı nasıl? Cevap, hayatı ne tür bir tad nesnesi olarak gördüğünüze göre değişecektir: İyice çiğnendiğinde tadı alınan bir İzmir enginarı mı, yoksa dilinize değmesiyle birlikte şekersi tadıyla kendine bağlayan zahmetsiz "junk food" mu ?

Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz

Yukarı

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Cumhuriyet Çocuğu

Son hafta içinde, Cumhuriyet'in 80. yılıyla ilgili birçok görüş ortaya kondu, yazılar kaleme alındı. Günlerdir hazırlandığım Cumhuriyet konulu makalemin olası eleştiri, saptama ve övgülere yönelik içeriği öylesine yoğun değerlendirildi ki, özellikle bu kez duygularımı, düşüncelerimi paylaşmada istemeden bazı yinelemelere düşeceğim kaygısını taşımaya başlamıştım.

Açıkçası, sevgili 'Köylü Cumhuriyetçi', güzelim Ekmekçi Üstadın deyişi ile yazımı, iki satırı çatamayacağımı anlamıştım birkaç gün önce. Bunun üzerine Cumhuriyet için, onun temel değerleri adına birbiri ardına cümleler sıralamak yerine; bir kitabın, anıların sıcaklığında söyleşmek istedim. İlk usuma gelen ise Nihal Yeğinobalı'nın "Cumhuriyet Çocuğu" adlı kitabı oldu.

Yıllar önce okuduğum bu değerli anılar seçkisi, 1927 yılında elektriğin henüz girmediği bir Manisa kırsalında yaşama gözlerini - sahiden de bir 'Cumhuriyet Çocuğu' olarak- açan yazar, çevirmen Nihal Yeğinobalı'nın kendi yaşadıklarından yine kendisinin derlediği kesitleri içermekteydi.

Üç amcası Çanakkale'de şehit düşmüş, Yunan işgalinde çeyizleri yanan, mektepleri kapanan, "Gelin olmak istemiyorum, öğretmen olmak istiyorum." diye direnen, ne yazık ki fazla okuyamayan ancak harf devriminden sonra yeniden okullara koşan Gördesli Feride'nin çocuğu Nihal.

İşte Nihal Yeğinobalı'nın Cumhuriyet'in ilk yılları ve böyle bir anneyle yoğrulan aydınlığının tanıklığı, bugün bize ne de çok şeyler söyler, anımsatır diye düşündüm sonrasında. O'un; okumanın hem kutsal hem de işlevsel bir mutluluk olduğu, bu mutluluğu herkese gümüş tabak içinde sunan Cumhuriyet' i kavrayışını ve ona bağlılığını aktarsam, bir dolu söz kalabalıklığı yerine daha anlamlı ve özgün olabilir diye aklımdan geçirdim. Birkaç sahifeyi de aştım bu düşünceyi kağıda dökmekte. Yazıyordum yani..

Heyhat; meğer Cumhuriyet'in 80. yılını Altan'lar, Barlas'lar, Birand'lar, Koru'lar ve Özal'ların engin yorumlarıyla değerlendiren, "kutlayan" medya'nın bana hazırladığı sürprizden habersizmişim! Üstelikte CNN Türk'te, Yavuz Baydar'ın 'Soru Cevap'ının 29 Ekim Konuğu Nihal Yeğinobalı değil miymiş?

Keşke, bu Cumhuriyet Çınarı'nı herkes, herkes izleyebilseydi. Keşke reklamlarla ulu orta bölünen kırk dakikacığa; Cumhuriyet'le yediği ekmeği, içtiği sütü, soluduğu havayı inkar etmeyen sayıları bir avuç kalmış Atatürk Aydın'larından birinin kısacık cümlelerine sığışıveren sözlerini hepimiz kulaklarımızla duyabilseydik. O'nun yetmişli yaşına karşın yüzüne yansımış parlaklığını gözlemleyebilseydik.

Proğramın sunucudan gelen açılış, bir kaç izleyiciden gelen kapanış sorularının ana ekseni "Resepsiyon Krizi" idi. Sorular '2000'li yılların demokrat dünyasında eşlerin giysi ayrımına tabi tutulması kabul edilebilir mi? Bir orta yol bulunamaz mı?' şeklindeydi.

Nihal Yeğinobalı kıvırtmadan, 'ama'lara başvurmadan, bu sorulara bunca yıl sonra muhatap olmuş bir 'Cumhuriyet Çocuğu' olmanın burukluğu ancak bu sıfatı hakeden bir kararlılıkla dedi ki:

"Ne özgürlüğü, ne orta yolu? Demokrasi'nin ana ilkelerinden ve Türkiye Cumhuriyet'in temel yapı taşlarından biri erkek-kadın eşitliğidir. Kadını 2. sınıf insan gören anlayışın siyasal nitelikli dayatmasını kabullenmek, hele bunu özgürlükler çerçevesinde konuşmak mümkün değildir."

Kendisi kuşkusuz Cumhurbaşkan'ının tavrını yürekten desteklemektedir. Bu çağda bakışını, düşüncesini değerlendirmesi gerekenler türban zorlamasını yapanlar ve buna karşı duruşu krizmiş gibi sunan medyadır O'na göre.

Yeğinobalı, Cumhuriyet'in ilk yıllarına ait olan simgeleri, heyecan, güven, var olma uğraşı ve uygarlık savaşımı olarak özetledi. Yoksulduk ama yoksulluğu hissetmeyecek kadar paylaşımcıydık dedi. Özellikle Anadolu'da parlayan çoşkuyu, otuzlu yılların sonunda bile İstanbul'da gözlemleyemediği, büyük kentin yaşananlara daha 'soğukkanlı' baktığını belirtti.

"Nihal Hanım, devrimlere direnme yok muydu?" şeklindeki bir başka soruyu da, "Herkes kabul etti, içtenlikle benimsedi, çünkü teba yerine yurttaş olduklarını anlamaya başlamışlardı, çünkü herkese eşit davranılıyordu" şeklinde yanıtladı.

"Bugün ne değişti, geçmişle bugünün kıyaslaması" gibi bir başka soruyu haniyse ben bile seksen yılda başarılanlar çevresinde bir olumlu gözlemler içeren yanıt beklerken, 'Cumhuriyet Kızı'nın karşılığı kuşkusuz gerçekçi ve vurgulanması, öne çıkması gerekenlerdi.

Yeğinobalı, "Kültürden ve laiklikten verilen ödünler ve geri düşüşler" i en önemli dün-bugün farklılıkları olarak tanımladıktan sonra; altmışlı yıllara kadar olmayan örtünme tartışmasının sistemli olarak tırmandırıldığını belirtti. Türkiye Cumhuriyet'inin sıkıntılı ilk yıllarında neredeyse sıfır eğitim düzeyinde yapılan sıçramaları kayıt etti. Bugünkü eğitim-kültür yoksunluklarının, "Sonraki kuşak Cumhuriyet Yöneticilerine" sorulması gerektiğini söyledi.

Nihal Hanım elli kusur yıldır bağımsızlıktan verilen ödünlerin bugün küreselleşme masallarıyla yaygınlaştığından söz edemedi. Aynı şekilde derinleşen üretimsizliğin ve gelir adeletsizliğinin ise ulusal, planlı yaklaşımlar yerine yeğlenen ' Bazı yönetimler ve ve kesimler" destekli talanlarla açıklanması mümkünken; Cumhuriyet tutkusuna, ülküsüne mal edilmesindeki garipliklere, haksızlıklara da değinemedi Yeğinobalı..

Ancak duruşuyla, bakışıyla öyle bir 'Cumhuriyet Çocuğu' simgesi oluşturdu ki ekranda, proğram ertesi aynaya bakıp kendi yüzlerimiz, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızka kıyasladığımızda neyi, nasıl kutladığımızın ve ülke olarak bugün nerede, neden bulunduğumuzun karşılıklarını vermek kolaylaşıverdi.

Bunca yanlışa, ufuksuzluğa ve ihanete karşın Türkiye Cumhuriyet'inin 80. yaşına basması, çevresindeki coğrafyalar değişirken toprak bütünlüğünü koruması, en uygar Müslüman ülke olmasının sırrı herhalde kuruluşundaki mayanın sağlamlığında, o dönemde atılan adımların doğruluğunda aransa gerektir.

Bu toz dumanda, belki de her zamankinden çok kuruluş yıllarını, o yapılanmanın ilkelerini ve zihniyetin içeriğini anımsamak, unuttuysak yeniden araştırmak, öğrenmek ve önemlisi özümsemek gereksiniminde değil miyiz?

Cumhuriyet Çocukları'ndan.. Kar izleri bütünüyle örtmeden..

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kaşif Kahveci : Betül Ayhan


Almes Usulü Veda -1-

Gece miydi ortalıkta dolaşan yoksa kara bir yılan mı? Sessizliğin sesleri avare avare dolaşıyordu etrafta. Almes akarı kapatılmış ve rüzgardan yalıtılmış bir baraj gölü gibi devinimsiz yatıyordu ortaya çekilmiş beyaz yatakta. Beyaz ölüm rengi mi? Neden tüm filmlerde ölümcül hastaların çarşafları bembeyaz olur? Oysa halam fizik tedavi için hastaneye yattığında çiçekli nevresimler götürmüştük ona. Kavuniçi pijama takımını ve mavi geceliğini de. Her ikisini de sık sık hastaneye yattığı için özel hastane kostümü olarak almıştı. Ziyarete her gidişimizde onu bizden önce gelenlerle bu renk uyumsuzluğu içinde sohbet ederken buluyor, sarılıp mavi sabahlığının üzerinden sırtını sıvazlıyorduk. Sonra nasıl olduğuna, ağrılarının geçip geçmediğine, ne zaman çıkacağına, eve gelince hangi yemekleri istediğine dair sohbetler başlıyordu. Ama Almes'in tüm yatağı bembeyaz. Başucunda duran küçük abajurun ışığında bembeyaz yüzünü daha da soluk gösteriyor bu renk. Yarın dışarı çıktığımda gidip rengarenk yeni nevresim takımları almalıyım.

Filmlerdeki yoğun bakım hastalarının hala yaşadığını gösteren aletlerle osiloskop diye dalga geçerdik okuldayken. Kanalın birini hayata bağlıyorsun, diğerini insana. İki kanaldan alınan veriler senkron olduğu sürece sorun yok. Ama bir tanesi asenkron çalışmaya başladığında ya da girişlerden birinde kısa devre olduğunda sistem kendini güvenlik için kapatıyor ve bitiyordu yaşam, biz en acıklı olması gereken sahnelere bile kötü çekildiği için gülerken. O zaman Almes de orada olsaydı en çok o gülerdi herhalde bu aptalca esprilere. Ama gerçekte o kadar da komik değilmiş. İnsan ne olduğunu, neyi gösterdiğini anlamadığı aletlere bakarken uzaktan kumandası çalışmayan 51 ekran televizyondan seyrettiği gibi kayıtsız kalamıyormuş ışıklı çizgilerin inip çıkmasına. Almes şimdi de gülmüyor zaten.

Bu karanlığı sevmiyorum. Bu aydınlığı desek de olur. Karanlıkla aydınlık arası bir şey bu. Baktığım her yerde dev ekran sinemaskop anılar akıyor. Almes beni kantinde bırakıp giderken "bekle diyor, dersin birine girip geleceğim" Ben en Belgin Doruk sesimle "bekliiciiim" diyorum kirpiklerimi kırpıştırarak. Kocaman bir kahkahadan sonra "çıkamazsam bana temiz çamaşır ve çorap gönder" diyor. "Arasına Birinci sigarası da koyarım" "Tamam ben de hocaya karşı bağlama çalıp kürsüye her dakika için bir çentik atarım"… Şimdi ben temiz çorap ve çamaşırların arasına Birinci sigarası koyup kolinin üzerine hangi adresi yazacağım?

Konuşmasan da olur, sessizce aralansın dudakların…
Bir de gözlerin. Azıcık arala ki gözlerini ışık dolsun bu odanın, eşyaların etrafına. Yanımı, yöremi, sağımı solumu göreyim bende. Ellerini çanta kulplarımızla bağlayıp saçını ördüğümüz, 'seni cümle aleme madara ettiğimiz, üç kuruşluk karizmanı çizdiğimiz' günlerdeki gibi neşeyle öreyim yine saçlarını.

Orada öyle umarsız dururken, öyle kayıtsız, öyle sakinken o kadar narin görünüyorsun ki… Hani sanki hızlıca geçiversek yanından, ben ya da bir başkası yani, rüzgarından devrilip kırılıverecek kristal bir vazo gibisin. Güldüğünde suyun yüzüne çarpan şelaleler gibi sesler çıkaran sen değilsin sanki. Bir o kadar da vakur, ulaşılmaz. Uzaklarda ışıldayan sırça bir köşk gibi… Hatta öyle ki bu ışıltılar gözümüzü alıyor, yaklaşamıyoruz yakınına. Uyanmanı böyle bir heyecanla beklerken, uyanmandan korkarmış gibi fısıltıyla konuşuyoruz senin yanındayken kendi aramızda bile.

Saçlarını okşayamıyorum, ellerim tütün kokuyor. Ağzımda acı bir kahve ve sigara tadı var. Galiba kahveyi ikram edildiği kurumun özelliklerine göre, farklı standartlarda üretiyorlar. Burada içtiklerimin tadı ellibir oynamak için uyanık kalmaya çalışırken içtiklerime hiç benzemiyor. Yetişmesi gereken projeler üzerinde çalışırken uyanık kalma çabasıyla içtiklerime yakın ama biraz daha kötüce. Belki de çok içtiğim için böyle olmuştur. Bu acı tat içtiğim kahve, sigara ve mide hapından mı yoksa yokluğundan mı ayırt edemiyorum. Umarım mide hapındandır aksi halde yarına da kalacak. Sana dokunursam bu koku, bu tat sana da bulaşıp tertemiz uykunu kirletir diye, senin de ellerin duman kokup etrafındaki meleklerini rahatsız eder diye dokunmuyorum sana.

Şöyle hafifçe aralayıp dudaklarını bir-iki kelime söylesen, günlük hayatta hiçbir anlam ifade etmeyen cümleler kursan… Mesela adımı seslenip sonra da "sen mi geldin" desen ya da "geldin mi" veya sanki daha önce hiç yapmamışım gibi "taa İstanbul'dan kalkıp buralara mı geldin" desen. Nasıl da anlam katardı bu cümle yaşama bunca anlamsızlığın içinde…
Konuşmasan da olur, sessizce aralansın dudakların…
Gözkapaklarını yavaşça aralayıp bize değil, boş boş uzaklara baksan. Hani o gitmek istediğin zamanlardaki gibi… "Kalk gidiyoruz desen" sonra. Nereye diye sormam bile çünkü biliyorum, hiçbir yer bulamazsak sahile iner, birer sigara içeriz.

Bu karanlığı ya da aydınlığı, adı her ne ise (loşluk değil bunu biliyorum) hiç sevmiyorum. Baktığım her yerde dev ekran sinemaskop anılar akıyor. İçinde sen olan, ama şimdi senin yalnızca seyirci olduğun anılar.

Bir odanın boyu, bir uçtan bir uca en fazla kaç metre olabilir? Peki en az kaç metre olabilir? Bu odayı çok küçük yapmışlar. En uzun kenarda yürüdüğümde bile hemen bitiyor. Hayret, o Rapunzel saçlarını nasıl sığdırdılar bu odaya…

İnsan kulağı kaç desibelin üzerindeki sesleri ayırt edebilir? Böyle hiç kimsenin konuşmadığı iki kişilik odalarda sesin gücü daha da artıyor da ondan mı tüm sesler binlerce wattlık kolonlardan çıkar gibi kulağını tırmalıyor insanın. Koridorda dolaşan tek tük insanların yere sürttükleri terliklerinin sesi, daha önceleri varlığını bile ayrımsamadığım kol saatimin tik-takları, odaya nasıl girdiği belli olmayan bir sineğin vızıltısı (belki sinek yok da sadece kulaklarım çınlıyor), kapı aralıklarından, pencere pervazlarından süzülen rüzgarın belli belirsiz ıslığı, dışarıda şarkı söyleyen yağmur ve benim olmayan derin nefes alış verişler kocaman bir orkestra gibi tam tamlarla yankılanıyor beynimin içinde.

Bir beyinde kaç damar vardır? Binlerce? Milyonlarca? 20-25 tane bilyen varken 2-3 tanesinin kaybolması hiç önemli değilken binlerce minik damarcıktan birinin tıkanması neden bu kadar önemli? Belki de tek bir damar vardır, bütün aksonlar ve dendritler tek bir damar içinde ikişerli sıra halinde dizilmiş, vücudun değişik yerlerinden gelen sinyalleri bekliyorlardır, onun için bu kadar önemlidir belki de.

Bu gördüklerim rüya mı yoksa gerçekten seni mi hatırlıyorum? Bazı anılar aslında sana ait değilmiş de beynim kendisi uyduruyormuş gibi geliyor. Fabrika bahçesinde ip atlayan, parktaki karıncaları simitle besleyen, arabasına küstüğü için işe yürüyerek gidip gelen Almes'ler birbirinin aynı olabilir ama hiçbiri şimdi buradaki Almes'e benzemiyor. Bu Almes'lerden bir tanesi sen değilsin ve yanı başında seyrettiğimin sen'lerden biri olduğuna hala inanamıyorum - inanmak istemiyorum - Sen ve sensizlik ikinci cihan harbinden bile daha büyük bir çatışma halinde içimde. En iyisi ısıtıcıya kahve için biraz daha su koyayım ve gidip yüzümü yıkayayım.

Devam edecek…

BeT
bayhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   Sütlüce mi, Surdibi mi?

Surdibinde kaçak kesim yapılıyormuş. Kimileri diyorlar ki, toplum sağlığını korumak için belediye kontrolunda, damgalı resmi et yemektir doğru olan. Bu nedenle etlerinizi Surdibinden değil, Sütlüce'den almalısınız, ve muhakkak belediye damgasını aramalısınız.

İyi de kardeşim, kaçak kesimin tadı da bir başkadır, herkes bilir bunu. Yani şimdi steril koşullarda yetiştirilmiş bir buzağı alıyorsunuz, aradan yıllar geçince basbayağı inek oluyor bu.. Hani şimdi o kadar yıllık kendi kümesinizde, ahırınızda, yıllarınız geçmiş birlikte, kötülemek istemiyorum... Ama insanın canı da kimi zaman ne bileyim, bir ceylan, bir süt kuzusu isteyebilir, istemez mi yani?

Laflarımın yanlış anlaşılmasını istemem, yani erkekler her zamanki tavırlarını takınıp, sözlerimin sadece kendilerine olduğu yanılgısına kapılmasınlar. Sözlerim her iki cinse de. Bizde sanılır ki bu avcılık, kasaplık işlerine sadece erkekler meraklıdır, Yanılgıdır bu, yani erkeklerin kendi kendilerine uydurdukları bir çeşit iç ferahlatma operasyonu! Oysa kadınlar da sever kaçak eti. Yani bu bir insanlık hastalığı.. bir beslenme biçimi.. İnsan, insanlık macerasının başlarındayken, uzun yıllar boyunca avcı olarak yaşadı, mağaralarda. Bu onda bir alışkanlık yaptı ve hala avlanmak isteği duymaktadır insan, içgüdüsel olarak. Kadın, erkek.. her iki cins de bu eski alışkanlıklarını zaman zaman denemek, duyularını keskinleştirmek, yeteneklerini bilemek isterler. Onları biraz da serbest bırakmak gerekmez mi? Yani zaman ilerledi, medeniyet yol aldı diye, her türlü içgüdüsel çağrımızdan uzak mı duracağız?

Mesela insanlar hafta sonları pikniğe giderler, neden? Çünkü doğada yaşadıkları günlere özlem duymaktadırlar. Apartman hayatına alternatif, böyle de bir hayatları olduğunu, ara sıra hatırlamak isterler. Bu nedenle de hafta sonları arabalarına atlayıp, pikniğe giderler ailecek. Dünya üstünde her yerde adettir bu, her kültürde vardır. Peki neden bu gerçekleri görüyorken, bir türlü Surdibi gerçeğini anlamıyoruz, anlayamıyorum. Hep helal usullerle kesilmiş, kesim başlarken hoca tarafından aptesli namazlı dualar edilmiş, aziz mertebesine çıkartılmış Sütlüce kaynaklı, belediye damgalı et yiyeceğine, ara sıra av eti, ya da kaçak kesim yese insanlar, kötü mü olur? Tabii bu durumda zaman zaman domuz eti yemek, ya da yaban keçisi avlayıp barsakların bozulması tehlikesi de vardır, ya da ava çıktığında bir yılan sokması tehlikesi.. Ama bu tehlikeler var diye, bu eski alışkanlığımızdan neden vaz geçelim ki? Hayat zaten bir risktir, ama risk var diye yaşamaktan vaz geçecek halimiz yok, öyle değil mi dostlar?

Aslında bu tehlikelerin en büyüğü, ne nallı kuzu yemektir ne de sağlıksız koşullar.. En büyük tehlike zabıta tarafından yakalanmaktır..İşte benim çağrım da zabıtalara zaten. Yani onlara da hatırlatmaya çalışıyorum ki, hepimiz insanız, biraz hoşgörülü olalım. Çevreciler bir taraftan bağırır, 'yaban hayat elden gidiyor' diye, Şehirlerde belediyeciler uğraşır öte taraftan.. falan filan.. ahir ömrümüzü zehir ediyor bu kurallar...

Kurban mevsimi geliyor, ondan geli aklıma bu konular..

Herkese ağız tadıyla...

Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 Yazı-Yorum : Leyla Ayyıldız


   CÜMLE

Yıllar önce gördüm onu. Hayatın günlük telaşlarına kendimizi kaptırmış, ufuk çizgisinin yakınında bir yerlerde, durgun sularda teknemizi yüzdürüyorduk. Her şey yolunda ve sakindi. Yeteri kadar yiyeceğimiz, ulaşabileceğimiz yere kadar vardıracak azmimiz vardı.

Birden bir çığlık ile sarsıldık... Denizin ortasında onun çırpınan elini fark ettiğimizde, tüm yaşamımızın değişeceğini henüz bilmiyorduk. Ona yaklaşarak çırpınan eline bir kol boyu yaklaştık. Hepimizin birbirine sonradan söylediği şey şu oldu; ‘Hiç bir şey için bu kadar tereddüt etmemiştim’...

Elini yakaladık ve tekneye çıkardık... Yuttuğu suları çıkarmasına yardım ettik, üzerini değiştirdik. Ona kalın giysiler giydirdik. Hiç konuşmadı... Sıcak çay içirmeye çalıştık, gözlerine bakmadan. Bakmadan değil, bakamadan....

Kocaman siyah gözleri vardı. İçine baktığınızda kendinizden ve yaşamdan şüphe duyduran bakışları... Ya çok şey biliyordu, ya hiç bir şey... Ya çok zekiydi, ya da hiç... Ona yaklaştığınızda ölümcül bir ağın içerisine sizi çekeceğini hissedip ya hastalanmaktan korkuyordunuz... Ya da ışığının parlaklığında kaybolup, yok olmaktan... Bunların hangisi olduğunu anlamak için geçecek süre içinde girdabında boğulmaktan...

O ise cüretle bakmaya başlamıştı etrafına. Bize minnettar olup olmadığını dahi anlayamıyorduk. O geldiğinden beri tüm düzenimiz değişmişti. Bir hiç kadar yokken o, adlandıramadığımız bir huzursuzluk çökmüştü üzerimize... Orada var olması, orada öylece bakıyor olması hepimizi tedirgin eder olmuştu.

Bir gün bir şey fark ettik. Defterlerimden birini bulmuş üzerine bir şeyler karalıyordu. O defterden daha sonra hiç ayrılmadı. Birkaç kez cesaretimizi toparlayarak, işaretlerle defteri istediğimizi anlatmaya çalıştık. Gözlerine hiç bakmadan, bakamadan... Ama vermedi... Kendi aramızda dahi konuşamaz olmuştuk artık. Her şey ama her şey değişmişti... Ondan önce ve ondan sonra...

Ara ara kıyıya yanaşarak, demir atıyor, gereksinimlerimizi karşılaşıyorduk. Yine öyle bir günün sakin mavi bir sabahında uyandığımızda, artık teknede olmadığını fark ettik... Onu bulamadık...
Nereye gitmişti?

Bir daha hiç dönmedi. Yaşayıp, yaşamadığını öğrenemedik... Sadece iri siyah gözlerini yaşamlarımıza asıp gitmişti.

Onunla birlikte üzerini karaladığı defter de yok olmuştu. Günlerce aradık defteri. Onu yanında mı götürmüştü?

Deftere karalananlar hakkında yorumlar yapmaya başlamıştık. Anlamsız bir iki şekil mi? Ona dair bir sır mı? Bir not mu? Yoksa bir anlam mı?

Hatta bunu bir oyun haline getirmiştik. Ay ışığında toplanıyor, sohbet ediyor, defter üzerinde olabilecek şekil ya da cümleleri tahmin etmeye çalışıyorduk. Birimiz yazılanlarla alay edecek olursa, onun bıraktığı bakışları hissediyor ve ürperiyorduk. Gecelerce sürdü bu... Fark ettik ki, birbirimizi aslında çok az tanıyormuşuz...

Günler sonra tekne temizliği sırasında defteri bulduk, hepimiz çok heyecanlandık. Çığlık çığlığa bir araya toplandık, sayfalarını telaşla çevirdik...

İlk olarak karalanmış bir resimle karşılaştık. Uzun uzun inceledik. Soyut bir karalamaydı, harikulade bir resim, çok iyi bir ressamın çizebileceğinden daha mükemmel... Sadece güzel olduğuydu ortak kanımız. Neyi ifade ettiğinde ise hepimizin başka bir fikri vardı. Hatta şaşırıyorduk, bir diğerimizin hissettiklerini duyduğumuzda...

Heyecanla sayfaları çevirmeye devam ettik. Çok güzel bir el yazısıyla sadece şu yazıyordu;

‘ Bu senin cümlendir...’

Leyla Ayyıldız
ayyildiz@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Zeynep Meryem Pınar


SANA DAİR

Yorgun bir Pazar akşamındayız, doğrusu yapılabilecek en güzel şey vurup kafayı uyumak. Bende öyle yaptım, ama…
"Acı insanı uyutmayan şeydi,kollarda başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta başı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi".

Ben de uyuyamadım. Kaç zamandır böyleyim. Bazen tamam diyorum hepsi geçti,her şey düzeldi, bir kabustu uyandım… Ama an geliyor yine aynı acıyı yürek denilen o et parçasının en ücra köşesinde hissediyorum. içim acıyor derler ya, işte tastamam öyle, buruklaşıyorum… İşte o vakit kalkıyorum,hafızamın neresinde olduğu ve ne zamandan kaldığı belli olmayan bir şarkının dizelerini mırıldanarak yazıyorum…

Allah'ından bulasın sen kerime,
Seninde ateşler düşsün yüreğine,
Ağlamaktan kan dolsun gözlerine,
Seninde hasretler çöksün yüreğine.


İnsan hafızası ne tuhaf, hiç olmadık zamanlarda, hiç olmadık yerlerde hiiç hatırlanması gereken şeyleri bulup çıkarıyor derinlerden. Bilmem kaç yıl önce gördüğüm bi rüyayı, aynı kekremsi tadı bıraktığı için seni her gördüğümde hatırlıyorum…

Uzaklarda hep aynı melodi çalıp duruyor. Bu masum olduğu kadar suçlu melodinin beni uyutmadığı çok geceler biliyorum… Yine çok geceler biliyorum bitsin diye dualar ettiğim, vücudumun her bir zerresinin titrediği, sarsıldığım, sarsılarak ağladığım… Sen bunu hiç yaşadın mı?

Vücudunun ruhuna dar geldiği oldu mu? Hiçbir yerde dinlemediğin bir melodiyi senden başka hiç kimsenin duymadığını bilerek, acı çekerek ama zevkle dinledin mi hiç?

Biliyorum küçük şeyler sence bunlar ve ben yine büyütüyorum küçük şeyleri. Ama tüm küçük şeyler basit değildir, basit olmadığını her geçen gün daha iyi anlıyorum…

Gece binlerce yıldızı üzerimize yağdırırken senin bir tek yıldıza bile değmeden tek bi haleden nasibini almadan yürüdüğünü görebiliyorum. Anlıyorum ki yalnızlık gemisi çoktan demir almış bu limandan benide beraberinde götürüyor. O geminin talihsiz yolcusu olduğumu hissedebiliyorum. Orhan Veli'nin o malum şiiri nakarat gibi dolanıyor dilime..

Bakakalırım giden geminin ardından
Atamam kendimi denize,
Hayat güzel
Serde erkeklik var ağlayamam…


Galiba benim ondan farkım bu geminin gözü yaşlı yolcusu olmam…

Bu yazdığım ilk ve son mektup sana,sadece bilmeni istedim seni çok sevdim…

Zeynep Meryem Pınar
zeynepmeryem@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, devamını ve önceki sayılarını aşağıdaki adresten tek tıklamayla okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın...
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_192.asp

Devamı var

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.663 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


YOLLARI YIK VE KÖYLERİ BOMBALA

Yolları bombala
Yak köyleri
Balta girmeyen geceleri
Bitir birliktelikleri
Çok çetrefilli tümevarımlar
Her şey ölür,kalan sağlar ölür
Hiç iç açıcı değil göz delikleri
Dünyanın gözü önünde yıkım
Kırılıyorum aynanın birinde
Herkesin gözü önünde,
Seslerin olduğu yer
Hiçliğin doğduğu yerdir
Bana sorma bunu
Yollara sor
Yık köyleri
Karamsarlık özü ruhun
Gelişmek geriye doğru
Ön sözüdür ruhun,
Bu egzos dumanı
Bu kir tabakası
Bu Büyük Okyanus
Bu zaferi yenilginin,
Her şeyi bombala
Beni bombala
Kendini bombala
Tabana kuvvet gözyaşları içinde
Sevgimi bombala,
Bu kan katmanı
Bu yeryüzü ıssızlığı
Bu 3. Dünya Savaşı
Et yiyici yollar
Köyler körlere adanmış
Yak denizlerimi
Yak içimdekileri
Vasati 40 çöpten ibaret ruhuma
Getir kibrit çöplerini
Ve getir ellerimi ateşe
Buzları getir ayaklarımın dibine;
Yolu yok zamanın
Bir şeyi yok zamanın
Bu yüzyılların oyunu
Bu kırmızı başlıklı fahişe
Bu Kutsal Mesih
Bu Bitmiş Mesih
Yokum gündüzün sabahında
Olmayan gecenin bitiminde
Yolu yakılmış
Yolu yıkılmış
Savrulmuş,karışmış,
Her şeyi alınmış,
Bedenimin önsözünde
Yak geçmişi,
Yak geleceği;
İşte bu toprağın ve ışığın
Ve kaybolmuş karanlığın
Ve benim SON DİLEĞİMİZDİR

İlter Ezgü

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


MİSUR EKMEĞİNİN FAYDALARI

Yaşları 70 ile 80 arasında mahallenin üç ihtiyar delikanlısı birlikte keyif ederken içlerinden birinin küçük torunu koşarak gelir ve heyecanla:
- Koş dede koş ninem çocuk doğuruyor"

Biri sakin, ama diğeri şaşkın sormuş:
- Hayırdır arslanım, bu nasıl iştir?

Delikanlı ihtiyar gururla cevap vermiş;
- Misur ekmeği, koçum misur ekmeği...

Bizimki hemen koşmuş fırına, tezgahtar çocuğa;
- Bana elli tane misur ekmeği ver. demiş.

Çocukcağız şaşkın:
- Aman amcacuğum bu kadar mısır ekmeğini ne etçeen? akşama kalmaz taş gibi olur !!!

- La, herkesin bildiğini bi ben belmezmişim

denizce.com

<#><#><#><#><#><#><#>



Aaaa ne ayıp:-))..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.mazurek.net/
Robert Mazurek. Kimdir? Nerelidir? Hiç tanımadığım halde internet üzerinden çalışmalarını paylaşan ve benim beğenimi kazanan bir fotoğraf sanatçısı. Çoğunlukla doğa fotoğrafları üzerine çalışmalar yapan Mazurek'e çalışmalarını bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyorum.

http://www.mindspring.com/~thayer5/ffpages/contacts/mac/macgallery/akro.html
"Acro". Her ne yaparsanız yapın, işinizi ciddiye alın. Ve bir dilek tutarken lütfen dikkatli olun, belki gerçekleşebilir. ...In an effort to provide more focus to our flying sessions, the Marin Aero Club has decided to reinstitue periodic contests. We hope they will be more fun than stressful, and all skill levels are invited to participate...

http://www.baybul.com/ifal.php
baybul.com'dan isim falı. Mesela ŞAHABETTİN yazıp yorumla diyorsunuz: ...Tutkulu, kendine güvenen, dayanıklı ve sağlam bir İnsansınız. Buyruk almayı sevmiyorsunuz. Toplumsal kurallara saygılısınız. Duygu ve düşüncelerinize de saygı gösterilmesini istiyorsunuz. Büyük işler yapabilecek yetenekleriniz var. Açık yürekli ve gerçekçi bir kişiliğiniz var. Bazı taşanlarınızı geçmişte gerçekleştirememişsiniz. Önümüzdeki günlerde, iki girişiminiz olacak. Birinden kar edecek, diğerinden olumlu sonuç alamayacaksınız... diye bir yorumla karşılaşıyorsunuz.

http://www.papatya.com/134/index.php
...Ben ondört yaşındayken babam o kadar cahildi ki, yakınımda olmasına dayanamazdım. Ama yirmibirime geldiğimde öyle çok şey biliyordu ki, yedi yılda nasıl öğrendiğine şaştım -- Mark Twain... Hazır gelmişken papatya falına bakmayı ihmal etmeyin.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


GRL ASD 2002 v4.0n [2468k] Windows (All) FREE
http://www.GRLtechnology.com/get/GRL_ASD_2002_Setup.exe
GRL ASD, bilgisayarınıza yetenekli bir kapatma, yeniden başlatma seçeneği sunan bir program. Bu programla, bilgisayarınızın belli bir süre sonra kendiliğinden kapanmasını, networkten çıkmasını, network yada internet üzerinde bir başka makinayı kapatmayı ya da indirme işlemi tamamlandığında bilgisayarı tamamen kapatmasını sağlayabiliyorsunuz. Kişisel kullanım tüm fonksiyonlarıyla ücretsiz.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031031.asp
ISSN: 1303-8923
31 Ekim 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri