|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 382 |
7 Kasım 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Değişik bir konu!... |
Merhabalar,
Bugün biraz farklı bir konuda dertleşeceğiz. Benden duymaya alışık olmadığınız birkaç laf edersem hazırlıklı olun lütfen. İşin gerçeği lafa nereden gireceğimi de bilemedim bir türlü. Yanlış anlaşılmaktan korkarım. Sizden ricam, aşağıdaki lafları önyargısız okumanız. Geçen sürede birbirimize bukadar olsun güven verebildiğimize inanıyorum. Söyleyeceklerim aslında bir yazılı düşünme egzersizi olacak. Bugüne değin birkaç dostumla paylaştığım düşüncelerimi sizlerle de üleşmek, üleştikçe güzelleşmek istiyorum ne yalan söyliyeyim. Uzatmayalım, girelim lafa ucundan...
1,5 yılı aşkın süredir sizlere günün belli bir bölümünü hoşça geçirmenizi sağlayacak bir ortam yaratmaya çalışıyorum. Ortaya çıkan işten ziyadesiyle gurur duyuyorum. Sizlerin takdiri, yüreklendirici mesajları ile güç topluyor ertesi gün gene aynı çoşku ile yeni sayıyı hazırlamaya başlıyorum. Nitelikten ödün vermemek adına olabildiğince saf kalmaya gayret ediyorum. Gelinen noktanın da zirveye yakın olduğunu hissediyorum. O yüzdendir ki birtakım endişeleri de birlikte yaşıyorum. Böylesi bir yayın sürecinin zirveye varması ile düşüşe geçebileceği endişesi bu. Bugüne kadar karşılıksız olarak gönülden harcadığım çabaların gün gelecek yetersiz kalabileceğinden endişe duyuyorum. Bırakın birgün yayınlanmamayı, birkaç saat gecikme olduğunda bile sizlerden gelen mesajlar beni sonsuz mutlu ettiği kadar korkutuyorda. Yüklendiğim sorumluluğu birgün yerine getirememe durumunda kaldığımda çok mutsuz olacağımın farkındayım. Başından sonuna kadar tek kişi ile götürülemeyecek boyutlara ulaştığımızı hissediyorsunuz sanıyorum. 'Yayın Kurulu'na teşekkür eden mesajlar aldığımda gülümsüyorum ve gururlanıyorum. Bu kadar çaba ile yapılanları bile takdir ettiğinize göre, demekki gerçekten bir yayın ekibi olarak çalışsak neler yapabileceğimizi hayal ediyorum sürekli. Ancak nihayetinde bende sizlerden biriyim. Benimde hayata dair yükümlülüklerim çuvalla sorunum var. Sizleri Kahve Molasından yoksun bırakmamak için göğüs germeye çalıştığım pekçok engel var yaşadığım. Beni aştığına inandığım KM'yi kendi sorunlarımdan soyutlama gereği ile karşı karşıyayım. Bunun da yolunun kendi ayakları üzerinde duran bir yapıya kavuşmuş 'Kahve Molası'ndan geçtiğini düşünüyorum.
KM nasıl kendi ayakları üzerinde durabilir? İşte asıl mesele bu. Bu konuda birkaç dostumla paylaştığım hayallerim, projelerim var kuşkusuz. Hatta birkaç adım atılmışı da var. Hayallerin hepsinin ortak paydası KM ailesini birarada tutmak, çoğaltmak ve herşeyden önemlisi daha fazla memnun etmek. Her denklemde olduğu gibi bu hayal denkleminin de birkaç bilinmeyeni var. En önemlisi de tahmin edebileceğiniz gibi para. Bugüne kadar birkaç lira için ortalığı kirletmemek adına reklam bile almayan ben hayallerim için taviz vermeye hazır hale geldim. KM'yi paralı yapmak gibi komik bir düşüncem asla yok, olamaz da. Ancak bize yakışır sponsor yada sponsorların olabileceğini düşünüyorum. Hatta bazı hayata geçmeye hazır projelerde ortaklık, imece usulü yardımlaşma bile düşünülebilir diyorum. Şu ana kadar söylediklerimin ışığında sizlerden fikir cimnastiği yapmanızı, olanaklar dahilinde yakın çevrenizde sondaj çalışmalarına ağırlık vermenizi rica ediyorum. Olgunlaşmış projelerimi dileyenlerle paylaşmaya hazırım. Bu konuda yapacağınız irili ufaklı her türlü katkının size yol, su, elektrik olarak geri döneceğini bizzat taahhüt ediyorum. Amacım köşe dönmek değil, başladığım işi geliştirerek uzun yıllar sürdürmek. Önünde sonunda, öyle yada böyle bu hayallerin bir kısmını da olsa gerçekleştireceğim. Ama aynı ailenin fertleri olarak zevk aldığımız bir işte birlikte adım atmayı isteyebilecek kahveci dostlarımı yok sayamazdım. O nedenle kafamdakileri yazılı olarak seslendirmeyi yeğledim. Bu konudaki görüşlerinizi benimle paylaşmanızdan sonsuz mutluluk duyacağım. Önümüzdeki hafta sonunu bu konuyu da düşünerek değerlendirmenizi rica ediyorum. Her ne kadar sürç-ü lisan ettimse affola. Mutlu ve umutlu haftasonları hepimize. Hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
Yukarı
|
|
İnsan'ca : Yankı Yazgan İlk travma |
|
Kafesteki yavru sıçanlardan birisi, annesi ona yüz vermedikçe gidip gidip sürtünmeyi epey bir sürdürdü. Her yaklaşışında gördüğü bu yabancı muamelesine akıl erdiremez bir tavır takınıyor, usanmaksızın annesinin çevresinde dolanıyordu. Birkaç saatin sonunda, kenara çekilip, önüne konan tabldot yemeklere bile yüz vermemeye başladığında, "anneden kötü muamele görmüş yavru" için bir hayvan modeli olmuştu bile... Beyin dokusundan ve beyin-omurilik sıvısından alınan örneklerde anneden ilgi bekleyip de alamadığı saatlerin biyolojik yapı üzerindeki etkilerini araştıranlar, kortikotropin salgılatıcı faktörün (CRF) neredeyse iş yapmaz durumda olduğunu gördüler.
Annenin "kötü muamelesi" başlamadan önceki düzeyinin çok altına düşen CRF'nin ana görevi stres dönemlerinde strese ilişkin bedensel düzenlemeleri yapan hormon ve peptidlerin (örn. Kortizol) uygun salgılanmasın sağlamak... Oysa, kötü muamele gören yavrunun devamlı stres hâli, vücutta strese ilişkin ne kadar hormon ve peptid varsa, hepsini kana salıverdirdiğinde, telefonların kilitlenmesine benzer bir şekilde, CRFyi köstekliyordu.
Yavru sıçanın yemeden içmeden kesilmesine, köşedeki alkol biberonunda kendini teskin etmesine ya da bir kenarda kös kös oturmasına sebep olan durumun bir tür depresyon olabilecğini düşünebilirsiniz. Peki, bir antidepresan kullanmak bu süreci tersine döndürebilir mi? Sıçana 3 hafta süre ile paroksetin (bir tür antidepresif ilaç) verdiğinizde, iki şey oluyor: CRF salgılanımı normale dönüyor. Sıçan hareketlenip kafesteki sosyal hayata, yiyip içmeye geri dönüyor.
Geçmişin yaraları sarılmış sayılır mı? Çocukluğunda ihmal edilmiş, kötü muamele görmüş kişiler depresyona girdiklerinde benzer bedensel değişiklikler oluyor mu? Amerikan Psikiyatri Birliği'nin bu yıl San Fransisko'daki toplantısında konuşmacılardan Charles Nemeroff insanlardaki CRF ve kortizol değişikliklerinin benzer olduğunu belirtti. Depresyonu etkileyecek tedavilerin bu biyolojik değişiklikleri de düzeltmesi beklenebilir, eğer travma, hormonal değişiklikler ve depresyon arasında bir ilişki var ise....
İlaç firmalarının etkinliğinin fazlasıyla hissedildiği bir kongrede, CRF ve kortizolün etkilerinin geri döndürülmesi için sadece antidepresanlardan söz edildiğini düşünürseniz, yanılırsınız. Nemeroff ve arkadaşları çalışmalarında, depresyon tanısı konmuş kişileri çocukken "kötü muamele" görmüş olanlar ("kötü muamele gördüğünü, ihmal edildiğini düşünenler" belki daha doğru bir terim olabilir) ile olmayanlar şeklinde iki kümeye ayırıyorlar. Uygulanan tedavi ise üç çeşit: yalnızca kognitif-davranışçı psikoterapi, yalnızca antidepresan, hem antidepresan hem psikoterapi. New England Journal of Medicine'de 2000 yılında yayımlanan çalışmada, psikoterapi olmadan uygulanacak ilaç tedavisinin daha ziyade "çocukluğunda kötü muamele görmemişlerde" (travmatize olmamışlarda) işe yaradığı gösterilmiş. Çocukluk travması olan depresif kişilerde ise, psikoterapi olmaksızın ilaçların etkisi çok zayıf kalmakta...
Çocuğunu ihmal ettiğini, onunla yeterince ilgilenmediğini düşünen anne-babalar: Bu eksiğinizin ne ölçüde kötü muamele ya da travma olabileceğini, çocuğunuza nasıl zararı dokunacağını soruyor, suçluluk duygusu içinde kıvranıyor olabilirsiniz. Ama, hiç yoktan, bir de çocuğu depresif mi yaptık diye dertlenmenize yol açmak istemem... Çocuğunuzu travmatize etmeniz, onun biyolojik yapısını bozacağınızı "garantilemez" (böyle niyeti olanlar varsa!). Zira, ihmal edilmeye gelmeyenler, kolayca travmatize olanlar, stresin bedensel etkilerini kontrol eden biyolojik dengelerin dış etkilere fazlasıyla açıklığını kontrol eden genlerden yana pek şanslı değiller... Dış etkiler, küçük yaşlardaki travmatik olaylar, "ihmal ve kötü muamele" sayılabilecek her şey dengelerini altüst etmeye yeterli oluyor. Çocukların davranışlarındaki bozulmalar bu altüst oluşun ilk işareti... Kim kolayca travmatize olabilir, bunun nesnel belirlemesini yapabilecek biyolojik testler henüz yok, ama dikkat dağınıklığı ya da hiperaktivite diye bilinen durumdaki çocukların en kolay incinenlerden olduğu biliniyor. Yaşananların travmatik olarak algılanmasını kolaylaştıran bir biyolojik sisteme sahip olan bu çocuklara "muamele"miz, gerekli gereksiz kortizol salınımını, kortizolü gördü mü kana daha fazla karışan değişik sitokinleri ve CRFnin giderek etkisizleşmesini getiriyor. Beynimizin dış dünyayla ilişkisini düzenleyen bölgelerinin işlevlerini bozan bu karmaşık görünen denge değişikliğinin Türkçesi şu: Anne-babadan ihtiyaç duyulanı alamama, hayatın tadını daha başlangıçtan kaçırabiliyor. Hayatın tadını almak için son fırsat bu değil bereket versin...
Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın Baskın Oran Ne demiş? |
|
31 Ekim-01 Kasım 2003 tarihlerinde Ankara Devlet Konuk Evi'nde Türkiye Barolar Birliği tarafından "Sekseninci Yılında Türkiye Cumhuriyeti" sempozyumu düzenlenmişti. Cumhuriyet, Siyaset ve Uluslararası İlişkiler, Ekonomi, Sanat, Avrupa Birliğine Uyum Sürecinde Türk Hukuku, Bilim ve Eğitim , Dünden Yarına Üniversiteler başlıklı oturumlarda birbirinden seçkin konuşmacılar bildiriler sundular.. Hızlı ancak dikkatli bir bilanço çıkarma gayretiydi ortaya konan.
Bense bugün sizlerle bu sempozyumda Baskın Oran Hoca'nın "Küreselleşme ve Bağımsızlık İkilemi" başlıklı ilginç sunuşunu paylaşmak istiyorum.
Prof. Oran, kısa bir bildiri özetini de dinleyicilere önceden ileterek yaptığı konuşmasının girişinde bazı tanımları yerli yerine koymamız gereğinden hareket etti. Küreselleşmeyi, onun alt yapısını 'Uluslararası Kapitalizm' olarak isimlendiren Baskın Oran dünya tarihindeki emperyal saldırıları (aşamaları olarak ta okunabilir.), akılda kalacak tarihlere bağlıyarak üç evreye yerleştirdi. Daha büyük pazarlar elde etme amacıyla aşılan kırılma noktası tarihleri; 1490'lar ki, Batı Yayılmacılığının ve sömürgeleştirmenin ortaya çıkması, 1890'lardan başlayarak sanayileşme ve tekelci kapitalizmin olgunlaşması ve nihayet 1990'lardan itibaren devlet destekli kapitalizmin ve kontroldışı sermaye hareketlerinin ulusal sınırları silikleştirmesi. Ancak Baskın Hoca her tarihin simgesel kullanıldığını, örneğin 1970'lerde çokuluslu şirketlerin ortaya çıkışını, 1980'lerde İletişim Devrim'inin hızlanmasını ve 1990'nın başında Sovyetler Birliği'nin çökmesinin son evreyi daha iyi tanımlayacak satır başları olduğunu da anımsattı.
A.Ü. Siyasal Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Baskın Oran her evrenin uygarlığa çelişkili etkilerini; sömürme ve gelişme, gelişmeyi aktarma gibi başlıklarla kısaca düşündürttükten sonra bireylerin ve halkların özgürlüğünden buna karşılık devletlerin bağımsızlığından söz edilebileceğini belirtti. Ona göre her iki kavramda da temel özellik "sınırlılık"tı. Bireylerin özgürlüğü bir başka bireyin özgürlüğünü tehdit ettiğinde sona eriyordu aynı şekilde devletlerin bağımsızlığının da ülkelerin iç yapısından ve dış güçlerin getirdiği sınırlamalardan etkilenen, yeniden şekillenen bir bağımsızlık sınırına sahip olacağı açıktı.
Baskın Oran daha sonra Türkiye örneğinde bağımsızlığın iç ve dış dinamiklerden nasıl etkilendiğinin izahına koyuldu. Oran'a göre, halkın etki yapabileceği, yöneticilerin daha iyiye ya da daha kötüye götürebileceği, iç dinamiğimizin bağımsızlığımızı sınırlayan, dış politikamızı etkileyen unsurlarını üç başlıkta toplamak olasıydı. Bunlardan birincisi, "askeri" olandı ve yıllardır Silahlı Kuvvetlerin ülkedeki rolü'nün ve Türkiye'nin emperyal devletlerce bir "ileri karakol" olarak görülüp değerlendirilmesi'nin sancılarını çekmekteydik. Diğer yandan da, "Güvenlik Devleti-Hukuk Devleti" sarkacında sallanıyorduk. İkinci 'bağımsızlığı sınırlayan iç dinamik-arka plan' "ekonomik"ti. Dış Borç/Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)oranı 1981, 1991, 2001 yılları için sırasıyla 0.23, 0.33 ve 0.57 olarak gerçekleşmişti. 'Dış Ticaret /GSMH oranı' ise yine aynı yıllar için 0.19, 0.22 ve 0.41 olarak izlenmekte idi. Diğer yandan 'Borç Faizleri /Vergi Gelirleri oranı 0.06, 0.31 ve 1.03 ' şeklinde ortaya çıkıyordu. Bu oranlardaki artışlar, bağımsızlıktaki azalışlar olarak okunabilirdi. Nihayet bizim icadımız 'banka hortumlama/GSMH' oranı ise içler acısıydı. İçleri boşaltılan bankalar milli hasılanın üçte birini kemirmişlerdi. İç dinamik-bağımsızlık ilişkisinde sorgulanan üçüncü başlık ise "siyasal-toplumsal" konularla bağlantılı olandı. Oran'a göre iki taraftan çekilen İslamcılık ve askeri başarılardan sonra gelen Tatilya'ya çocukların götürülmesi ve Vanspor'a yardımla sınırlı kalan sivil adımlar Kürt Sorununu 2000'li yıllarla taşımıştı. Bu kadar iç kamburu olan bir ülkenin bağımsızlığından söz etmek neredeyse olanaksızdı.
Dış Dinamikler ve bağımsızlık başlığında ise, Prof. Baskın Oran yine üç temel unsurdan söz etti. Ne ki bunlara yerel güçlerin etki yapması son derece zordu. 'Uluslararası sistem' ki birinci alt başlıktı, son yüz yılda gevşek iki kutuplu sistem, egemensiz sistem, katı iki kutuplu sistem gibi durumları geçtikten sonra bugün dengesiz sistem, hegoman devlet durumunu yaşamaktaydı. İki kutuplu sistemde ya da egemenlerin birbirini yediği, kontrol ettiği dönemlerde küçük milletlerden onların milliyetçiliklerinden söz etmek olasıydı ancak hegoman devlet karşısında ulusal devletçiklerden söz etmek abesle iştigaldi. İkinci alt başlıkta küreselleşmenin altyapısı konuşulmalıydı ve Oran'a gore Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) ve dahası spekülatif sermaye, hegoman devletin bile kontrol edemediği bir yeni oluşumu ortaya çıkarmaktaydı. 60 000 ÇUŞ, yarım milyonu aşan şubeleriyle dünya ticaretinin %70'ni yönlendiriyordu. Nihayet dış dinamikler ana şemsiyesinde üçüncü alt başlık küreselleşmenin üstyapısıyla ilgili olandı ve pankartlardan, markalara süzülüşü anlatmaktaydı.
Gelelim Baskın Oran'ın konuşmasının sonuç bölümüne. Oran'a göre küreselleşme'nin altyapısı olan uluslararası kapitalizme direnmek olası değil. Hatta tartışılmamalı bile. Küreselleşmenin üst yapısı kültürü ise bir yandan kapitalizmin yarattığı ortak yaşama biçimi olarak algılamak olası. Ancak Baskın Oran bu çerçevede emperyal devletlerin; farklı kültürlerin, azınlıkların uyum içinde, sorunsuz yaşamalarını da gözettiğini, asıl bu konuda sorun çıkarmamanın her şeyden daha önemli olduğunu vurguladı.
Prof. Oran'ın açıklamaları ışığında ne ulusal devletler kalmıştı, ne de onların bağımsızlıkları.. Göreli özerkliği elde tutmanın biricik unsuru (kuşkusuz ekonomi ve siyasayı da olumlu göstergelerle çalıştırarak) tüm azınlıkların haklarının korunması ve geliştirilmesidir. Hoca'ya göre aslında bu bir insan uygarlığı derdidir, azınlıkların kollanması kuşkusuz ülke insanının da kollanması, uygarlık düzeyinin yükselmesi anlamı taşımaktadır.
Belki Hoca bu sözcükleri kullanarak vurgulamamıştı ama yinelemek gerekirse, büyük canavarları kızdıracak ulusal söylemlerden, bu söylemlerin kontrol dışına taşıyabileceği azınlıklar ihlallerinden mutlaka kaçınılmalıydı. Belki bu şekilde, büyükler bizlerin yaşamda kalmasına izin verebilirlerdi.
Kabul etmek gerekir ki Oran'ın açıklamaları ülkede ve dünyada geçmiş ile bugün yaşananlarının nedenlerini, durumu açıklama da son derece anlaşılır tanımlar ve bağlantılar ortaya koyuyordu. Konuşması bittiğinde, Baskın Oran'a yöneltilen bir dizi soru arasında iki tanesi de bana aitti ve şöyleydi:
" Türkiye'nin bağımsızlığını neredeyse ortadan kaldırdığını savladığınız iç dinamiklerdeki olağanüstü olumsuz durumun ortaya çıkmasında altmış yıllık yönetimlerin payı ile emperyal devletlerin müdahalelerini (payını) nasıl yorumlamak gerekir?" Oran Hoca bu sorunun yanıtını dış siyaset'le ilgili kendi kitabını incelersem açıklamaları bulabileceğim şeklinde yanıtladı.
Hoca'ya ikinci sorum ise şöyleydi: " Emperyal güçlere ve küreselleşmeye direnmenin olanaksız ve hatta mantıksız olduğunu savlıyorsunuz. Böyle bir düşünce biçimi, ruh hali 1920'ler Anadolu'suna hakim olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkar mıydı?"
Bu ikinci sorumun yanıtı, biraz da panel sonrası ilave açıklamalarla netleşti. Sayın Baskın Oran'ın bazı açıklamalarının "kayıt dışı" olmadığını ve bendenizin de doğru anladığını varsayarak yanıtı şöyle paylaşmak olası: Bugün kendisi tarafından tek nefes alma yönü olarak gösterilen 'azınlıklara' insanca yaşama olanağının yaratılması ve sürdürülmesi, 1920'lerin Anadolu'suna da dayatılmıştı ve Cumhuriyetle gerçekleştirilen değişimler aslında Osmanlı'da birkaç yüzyıldır yabancı ülkelerin isteği ve desteği ile olgunlaşan daha 'batıca' yaşamanın uzantılarıydı. Mustafa Kemal'in tarihteki özgün rolü ise, egemen devletler birbirine düşmüşken ortamı iyi değerlendirip, tarihin ancak o diliminde mümkün olabilen bir karşı çıkış ile yeni ülke sınırlarını ortaya koyabilmesiydi. Bunun için halkı örgütlemesiydi.
Geldik azcık uzayan bizim yazımızın da sonuna.. Prof. Baskın Oran'ın onca gelişmeyi açıklamadaki konuşma tutarlığını ve nesnelliğini teslim etsekte; özellikle sonuç yorumlarının, diğer bazı grupların yanı sıra, en kibar deyimle 'büyük bir güvenilmezlik sorunu yaşayan' medyamızın birçok malum üyesince dile getirilenlerle, önerilenlerle ne kadar da büyük bir benzeşme içinde olduğunu gözden kaçırmak neredeyse olanaksız..
Bu benzerlik açıkçası benim aklımı çok karıştırdı! Yoksa medyada kirlenme filan yok (onu biz uyduruyoruz), insanlar yalnızca görüşlerini mi beyan ediyorlar? Ya da bu beyanlarda bulunanlarla, güvenirliliğinin, kirliliğin bir ilgisi mi yok?
Hocamız konuşmasındaki bunca geniş açıklamaları bizim nasıl uysal uysal oturmamız, yalnızca onların dediklerini yerine getirmemiz gerekliliğini anımsatmak ve başta azınlıklar olmak üzere insan haklarına da özen gösterirsek paçayı kurtaracağımıza bizleri inandırmak için mi etti?
Sonradan çok düşündüm. Prof. Baskın Oran konuşmasında bunca kelamı niye etti?
Peki, ben bunca kelamı buraya niye taşıdım?
Sahi niye taşıdım?
Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kaşif Kahveci : Betül Ayhan |
Almes Usulü Veda -2-
Yüzümü yıkamak için çıktığımda yolum refakatçi odasına düşüyor. Refakatçi odalarında kapı her açıldığında korkuyla o yana döner insanlar. Kötü haber vermemenin sevinciyle "sigaram bitmiş" deyip cebimdeki paketi çıkarıyor ve bir sigara yakıyorum, kimse üzerinde durmuyor. Sevgilisi gelmiş. Almes bak kim gelmiş. Nasıl tanıştıracağım diye boş yere stres yapmışsın onca zaman.
- Ya ben babama nasıl takdim edeceğim onu.
- Pek muhterem babacığım, damadınız Murat Bey teşrif ettiler dersin.
- Dalga geçme be deli, senide görücez.
- Ne görücen kızım ben kaçacam bilmiyor musun. Hem masrafsız, hem pratik.
- Yazıyorum bak bunları.
- İstediğin yere yaz, işime gelmezse çamur yaparım. Ne uğraşıyorsun yahu onlar kendileri tanışırlar.
- Aşkım ben gelmesem, sen gidip babamla tanışsan olmaz mı?
- Aşkım saçmalamaz mısın lütfen!! Ne diyeceğim ben babana? "Merhaba efendim ben kızınızı almaya gelmiştim de" O da hemen paket yapar dimi.
- Ya abi üzmeyin kendinizi bu kadar, sen Kemal Amca'yı bu kızdan kurtarıyorsun ya, paketle birlikte plaket bile verir sana.
- Şişko kapasana sen çeneni.
- İşinize gelmedi dimi Almes hanfendi. Ayrıca sensin şişko.
Yine Almes'li sinemaskop anılar… Almes bak ben sana söylemiştim boşa sıkma canını diye. İşte tanışmışlar bile. Murat Nermin Teyze'nin elini tutmuş, Nermin Teyze yine ağlıyor. Ben içeri girince Murat kalkıp yanıma geliyor, sarılıyoruz. Daha önce hiç bu kadar sıkı sarılmış mıydık? Hatırlamıyorum. Ne kadar öyle kaldık? Saçlarım ıslanmış. Neden ıslandı saçlarım?
- İyi misin?
- İyiyim.
- Hadi sen kayınçonla yukarı çık
Murat kafasını sallıyor sadece. Almes'in abisine bakıyorum, gözlerini 'tamam' anlamında kırpıp kalkıyor yerinden. Murat kağıt havlu rulosundan yırtılıp mendil olarak görevlendirilmiş bir parçayla gözyaşlarını siliyor. Diğer gözünden akanları ellerimle silip "şşşş" diyorum sadece, yine kafasını sallıyor. Ne demek bu 'şşşş'? Ağlama anlamında bir emir kipi mi yoksa anne ve babasının yanında daha güçlü görünmemiz gerektiğini anlatan bir hatırlatma mı? Anlamı her ne ise Murat anlıyor ve kafasını sallıyor. Murat'ın yerine ben oturup Nermin Teyze'nin elini tutuyorum.
- Kutay
- Efendim.
- Isıtıcıya su koymuştum, kahve yaparsın dimi Murat'a.
Kutay başıyla onaylayıp "Sen de bir şeyler ye" diyor. Bu kez ben onaylıyorum başımla. Nermin Teyze ağlıyor… Kim bilir Almes'li hangi anıları hatırlıyor şimdi.
- Ağlama Nermin Teyze, çok dua ettik, iyileşecek.
- İnşallah yavrum, inşallah.
Nermin Teyze niye ağlamasın? Keşke ben de ağlayabilsem… Bırakın ağlasın Nermin Teyze, içindeki zehir dökülür belki biraz.
- Efe nerde Kemal Amca
- Eve gönderdik.
- İyi yapmışsınız mahvoldu çocuk.
- Duş alıp geri gelirim dedi ama annesi söz verdirdi, uyuyup sabah gelecek.
- Bu gün geldi dimi o da?
- Hıı, bırakmamış hocası önce, son maça da çıkacaksın demiş.
- La havle yaaa.
- Yok, çıkmamış zaten maça, bu gün konuştuk hocasıyla, mahsus bırakmamış, biraz kendine gelsin diye.
- Hadi ya, bende sinirlenmiştim ne biçim adam diye.
Sessizlik… Yine sessizlik. Bozmalı bu karabasan sessizliği.
- Yemek yediniz mi siz?
- Yedik. Senin sandviçin de dolapta, hiç olmazsa atıştır biraz kızım.
- Yok Kemal Amca yaa, canım bir şey istemiyor.
Başımı Nermin Teyze'nin göğsüne yaslayıp farkettirmemeye çalışarak ağlıyorum. Nerdeyse içimden ağlıyorum gibi bir şey. Nermin Teyze Almes'in saçlarını okşar gibi okşuyor saçlarımı, Almes'in saçlarına da değen elleriyle. Nermin Teyze'nin kalbi, göğüs kafesinden kaçmaya çalışır gibi atıyor. Yine ıslanıyor saçlarım. Geldiğimden beri ağlıyor Nermin Teyze. Bir insanda bu kadar gözyaşı birikebilir mi? Gözyaşı da amipler gibi bölünerek mi çoğalıyor, ondan mı bitmiyorlar hiç?
- Ben yukarı çıkayım da Kutay gelip uyusun biraz.
- Kızım sende uyu biraz, çok yoruldun. Bir anlamı yok orada beklemenizin.
- Yok Kemal Amca ben yolda uyudum zaten. Hem Murat'ı da yalnız bırakmayalım.
- Arkadaşlarınız gitti mi?
- Bilmiyorum ki teyzecim, belki kafeteryadadırlar.
- Hepiniz sağolun kızım, yalnız bırakmadınız bizi.
Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Islak yanaklarına minik bir öpücük bırakıp kalkıyorum yanından. Kendimi odalardan birine kapatıp sabaha kadar ağlamak istiyorum. Ama hangi odaya? Benim hissettiğim tek odada Almes öyle tepkisiz yatıyor. Orada ağlarsam uyandığında kızar bana.
Yukarı çıktığımda Kutay'ı kapının yanına oturmuş sigara içerken buluyorum.
- Yasak değil mi burada sigara içmek?
- Başlatma şimdi yasağından.
- Gel şurada çamaşır odası var, ben orada içiyorum.
İkimiz de yere oturup birer sigara daha yakıyoruz.
- Şebo
- Hı?
- Almes ölmeyecek dimi?
- Ölmeyecek.
Kelime olarak bile yakıştıramıyorum Almes'e ölümü. Sesimin titrediğini ben bile fark ediyorum, tüm heceler boğazımda düğüm olup, ses tellerimi yırtarak çıkıyor dudaklarımdan.
- Sende inanmıyorsun.
- Allah'tan ümit kesilmez.
Çocuklar gibi hıçkırıklarla ağlamaya başlıyor Kutay. Ne yapacağım ben şimdi? Ne olur ağlama. Ben de ağlamaya başlarsam bir daha ikimizi de kimse susturamaz. Sigarasını marleylerin üzerinde söndürüp hıçkırıklarını omzuma gömüyor. Ben başımı arkaya yaslayıp bir sigara daha yakıyorum. Gözlerimi her kapadığımda Almes'in muzurluk yapan küçük çocuklar gibi haylaz gülümsemesi beliriyor gözlerimin önünde, Kutay'ın saçları da ıslanıyor bu sefer.
Devam edecek…
BeT bayhan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Boxing Helena |
|
Ben film seyretmeyi bilmezdim eskiden. Ekranda ne görürsem ona bakar, alegorik yaklaşımlardan habersiz, öylece, yüzeydeki hikayeye takılır, salatalık gibi girdiğim sinemadan, hıyar gibi çıkardım.. Anlamazdım bir şey.. Hem anlamaz hem de konuşurdum, bayır aşağı yuvarlanan boş gaz tenekeleri gibi..
Sonra sonra, insanın kuyruğu çıkar gibi bir akıl, bir derinlik oluştu bende, ve başka hikayelerin de anlatıldığını anladım yüzeyde görünen hikayenin altında.
Boxing Helena, Helena'yı Hapsetmek.. olarak çevirirsek yanlış olmaz sanırım. Bu filme takılıp kaldı aklım bir süredir. Olağanüstü güzel, sosyal ve popüler bir kadın, ve tesadüfen karşılaştığı bu kadına aşık olup büyük acılar çeken, iletişim sorunları içinde kıvranan zengin, asosyal bir cerrah. Bu ikilinin deli ötesi hikayesi etrafında gelişiyor olaylar.
İzlememiş olanlar için kısaca hatırlatalım. Çevresinden kimsenin haberi yokken, bir sebeple kadın cerrahın evine gidiyor, adamı ziyarete, adam evde biraz aşırıya kaçıyor, kadın evden kaçmak, oradan uzaklaşmak istiyor, ve acele ve biraz da korkuyla geri geri kaçarcasına çıkarken evden, aniden gelen bir kamyon çarpıyor kadına, ve kaçıyor araç.. Doktor bunu fırsat bilerek kadını içeri taşıyıp evinde ameliyat ediyor. Daha sonra da tesadüfen şahit olduğu birkaç telefon etme, ya da kaçma girişiminden rahatsız olup, her kaçma denemesinde uyku ilacı enjekte edip, evdeki ameliyatları sürdürüyor, taa ki kadın iki kol ve iki bacaktan yoksun, bir torso olarak kalana kadar.
Çılgın doktor, hergün sabah işe giderken kadının ağzına besliyor kahvaltısını. Ve akşam geldiğinde önce banyoya götürüp yıkıyor kadını, en güzel giysilerini giydirip, kendi elleriyle makyaj yapıp, saçlarını tarıyor Helena'nın. Böylece, çeşitli olaylarla sürüyor film..
Biz toplum olarak konulara siyah ve beyaz olarak yaklaşmayı seviyoruz. Ara renkler yok bizde. Ben de ilk izlediğimde adamı anlayamamıştım. Nasıl olur da böyle bir şeyi yapabilir bir insan diye. Sonra sonra, bunun bir ara renk sorunu olduğunu düşündüm, ikili ilişkileri sorguladım.. Ve dehşetle gördüm ki, benim kurguladığım bir sürü ilişki de dahil olmak üzere, pek çok ilişki aslında Helenayı hapsetmek üzerine kurulu yazık ki.
Özgürlükten dem vurur, övgüler düzeriz özgürlüğe. Yalandır bu, belki kendi adımıza özgürlüğü özlüyor, istiyoruzdur, ama karşımızdakine asla uygun görmez, bahşetmeyiz bunu. Güvensizliğin dalgaları sürekli çarpar kıyılarımızda.. gece gündüz, durmaksızın. Bu dalganın sesi hiç kesilmediğinden olsa gerek, rahatsızlığımız bitmez ve özgürlüksüz ilişkilere yöneliriz.
Nasıl olur da bir insan bir insanı hapsedebilir?
Hiç kafese yeni girmiş kaplan gördünüz mü? Vahşi hayvan sürekli gidip gelir kafesin içinde. Ters giden birşeyler olduğunun-taa derinlerinde-farkındadır. Adını koyamaz belki.. Ama ha bire, durmaksızın, ara vermeksizin, yemek yiyip su içmeksizin gider gelir kafeste.. Gece gündüz.. Çok hazin bir manzaradır bu... Bilinçsiz bir bilinç vardır, çünkü özgürlük doğasında, damarlarında, hücrelerinde olan bir hayvandır söz ettiğimiz. İşte bu doğası nedeniyledir ki, ha bire gidip gelir kafeste, neyi neden yaptığını bilmeksizin.. Bitap düşene kadar sürer gider bu umutsuz yürüyüş... Ve bir gün bakarsınız ki, bir köşeye umarsızca kıvrılmış, patilerini yalıyor. Sanki yıllardır orada, o kafesin içindeydi, ve asla hiçbir zaman özgür olmamıştı.. Ani ve keskin bir kabul ediştir bu. Ve bundan sonra, belki de özgürlüğünü verseniz de artık alacak gönlü, özlemi kalmamıştır, kim bilebilir? Herşeye karşı kayıtsız, ilgisiz bir yaşantıyı, alışkanlıklar ve tekdüzeliğin tembel sükuneti içinde sürdürüp gider artık.
İşte kurup geliştirdiğimiz ilişkiler de genellikle bu biçimde yazık ki. Sonunda kendimizi de karşımızdakini de özgürlükten uzak, kayıtsız ve umutsuz hale getirmeyi nasıl da beceririz. Nasıl da beceririz hayatı monoton bir film haline dönüştürmeyi.
Amaç bu değildir şüphesiz, ama sonuç genelde bu olur. Zorunlulukla yapılmış seçimler değersizdirler. Sürekli göz hapsinde ve denetimde tuttuğumuz eşimizin sadakati için, sadakat diyebilir miyiz? Peki eğer özgür olsaydı, yine ve hala onun seçimi olacağımızı düşünebiliyor muyuz? Özgür olsaydı eğer, istediğini yapabilseydi, bize karşı duygu ve davranışları değişir miydi? Bu tehlikeden kaçınma güdüsüdür insan ilişkilerini tahakküm altında tutan. Özgür olup doğal seçim olduğunu bilmek (ya da denemek) yerine, hapis olup birliktelikleri riske atmamak..
Özgür ilişkiler kurup geliştirebilmesi için insanın, öncelikle özgüveninin sağlam olması gerekir. Birey olmayı başarmış olmalıdır insan. Başkasına bağımlı olmaksızın ayakta durmayı becerebilecek, entelektüel açıdan ve hatta ekonomik açıdan bağımsız bireyler olmalı ki, en azından özgür bir ilişkiden sözedebilelim. Bu yapıda iki insan, eğer ilişkileri bir de sevgi temeli üzerinde kurulmuşsa, bence pek korkmamalılar diğerini kaybetmekten. Böyle bir tehlikenin kapılarını çalma olasılığı az gibi görünüyor.
Son zamanlarda sıkça aşktan söz ediyoruz.. ama işin bu taraflarını da düşünmek zorundayız.
Aşkla sevdiğimiz birisini hapsetmeden, özgür bırakarak sevebilmenin yollarını aramak bulmak zorundayız.. Bu çabaya değer, çünkü aşkla sevdiğimizi kaybetmememizin yolu buradan geçiyor..
'Sevgili Ziya Akça Kayar ve Sevgili Leyla Ayyıldız'a katkılarından dolayı teşekkürlerimle'
Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Telli Telli |
|
Sıcak Yunan ezgisine M.Mungan'ın güzel sözlerinin katılımıyla oluşan ve bir zamanlar beğeniyle dinlediğimiz; "Telli telli telli..." diye başlayan şarkısı geliverdi aklıma Yeni Türkü'nün. Bulmacada; "Bir saz veya bağlama çeşidi" sorusuna İkitelli cevabını yazarken mırıldanmaya başladım ve sonra bunu "Bir kısım medyanın Babıali'yi terkedip toplandıkları yeni İstanbul semti" diye de sorabileceklerini düşündüm aynı cevap için. Bir yandan bulmacaya devam ederken bir yandan da kaseti dinlemeye başladım ve aynı şarkının; "Yenik düşüyor her şey zamana, biz büyüdük ve kirlendi dünya" sözleriyle irkildim. Telli telli.. Kirlenen dünya başta İkitelli.. Sözüm ona bir takım kelli felli ( aslı kerliferli imiş ) adamlar, bundan kelli medya bizden sorulur diye giriştikleri işin bir garip çiftetelli olduğunun ne kadar farkındalar acaba ? İlk zaman 2 telli kemanla çalındığından bu ismi alan çiftetelli, kızların grup halinde oynadığı bir Orta Anadolu oyunu. Kemalpaşa Çiftetellisi diye Ege yöresine has bir çeşidi daha var ki; aşk ve yaşama sevinci üzerine biraz hüzün katılmış gibi. Tıpkı, Yunan kültürünün Hasapikos, Zeybekikos ile beraber 3 temel oyun havasından biri olan çiftetelli gibi. Kültürlerin içiçe girdiği gördüğünüz üzere besbelli.. Zamanla gelişen teknoloji, tel sayısını da arttırıp üçtelli saz ile oynatmış bizleri.. Daha sonra 4 telli, 6 telli ve 12 telli versiyonları da çıkınca araya biraz klarnet, biraz kanun biraz da bas gitar ile ne harikalar yaratırım diyen Laço Tayfa çıkıvermiş günümüzde ve olmuş sana nefis bir çiftetelli..
Graham Bell'i telefonların aslı da ikitelli, full-duplex veya half-duplex data hatları sarmış her bir yanımızı, biraz çengelli olsa da internet hızımızı belirleyen işte bu data hattı, yani bir çift tel sonuçta. Hesap meydanda, Ali'nin sırt numarası 49 ise Veli'nin değil mi elli ? Sayılar işin içine girince bir ezgi daha takılıverdi dilime : "Kaptan bu bizim yağımız değil mi ?" diye başlayan senfoni "Shell Rotella yirmi elli.. hey !" diye bitiyordu hey gidi günler hey ..! "Vay canına sayın seyirciler bu gol kaçar mı ?" diye heyecanını bizlerle paylaşan değil miydi Spiker Güneş Tecelli ? Show TV'nin bir yarışması var idi; "Hop Terelelli Tek Soruda 250". Trajedi ve Komedi klasiği ise 80'li yıllarda olmuştur sanırım. "Benim adım Şaşmaz Bekir, beşer şaşar şaşmaz Beşir, kafamı kullanıp kendime güvenli bir yol seçtim, Banker Kastellii.." şarkılı reklamlarına kanan binlerce insanın ( babam dahil ) yediği vurgun unutulur mu ? Madem teknolojik sazlar da gelişmişti, elektro telli sazlar eşliğinde sağolsun Orhan Baba bize vermişti bir teselli.. Bu ilk hortumlama davasını bir teselli ile atlattığımızı sananlar yanılıyor..! Bir rivayete göre aynı Banker Kastelli, güfteci Şemsi Belli'nin; "Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin" güftesine nazire yaparcasına ille de bu adama para kaptıracağım diyenleri bir kez daha yangından geçirmiş. Konu ile bilgimiz sadece İkiçeşmelik semtinin mahallesi olan ve halk dilinde Kestelli diye adlandırılan semtte oturmadığı ve batan bankaların mütevelli heyetinde hiç mi hiç bulunmadığıdır. Tipinin de mafya filmlerindeki şişko ve purolu adam olan Joe Viterelli ile hiç bir benzerliği yoktur. Soyadı uygun olsa da İtalya'ya yerleşmemiştir Anadolu Ajans muhabiri Şenhan Bolelli gibi.
Yıllardır İtalya'da İnter Milan kulübünün sponsoru olan Pirelli, lastikteki ünüyle bir zamanlar bir model çıkarmıştı Çinturato diye. Belki de bu Çinturato Pirelli, bir zamanlar Fiat'ın eski sahibi olan Giovanni Agnelli'nin Murat 124'lerine takılmıştır ne dersiniz ? İtalya'ya girince; alımlı cazibeli anlamına gelen gelgelli sözcüğünden yola çıkarak, hem 70'lerin sexy oyuncularından Laura Antonelli, hem Baba filminde Apollonia adlı Yunanlı kızı oynayan Simonetta Stefanelli ve hem de Bernardo Bertolucci ve Tinto Brass'ın popo deyince ille de kadroya kattığı Stefanie Sandrelli söz etmeden geçilecek isimler değil dedim kafiyeli tellerimiz açısından. Bir de Tarkan'ın ikizi denen Peter Facinelli varmış. İtalya'ya girince çıkılmaz oluyor işin içinden, ....elli'den kurtulmak ne mümkün. Soluksuz devam ediyorum sizin için seçtiklerimle. 6 dilde şarkı söyleyen cazcı Anna Maria Castelli, gitarist-vokalist blues söyleyen Rita Chiarelli, müzisyen Gino Vanelli, ünlü caz gitaristi John Paul Pizzarelli ve caz kemancısı Stephane Grapelli müzik dünyasından. Yazar Giorgio Manganelli, Margherita Manzelli ve özellikle çiçek resimleriyle ünlü Maria Grazia Luffarelli ressamlar, kukla sanatçısı Maria Signorelli, Yoldaşlar filminin yönetmeni Mario Monicelli, "Who is the boss ?" dizisinin baş karakter oyuncusu Tony Micelli, Tex-Zagor-Mister No gibi çizgi romanların sahibi ve çizer Sergio Bonelli yanısıra pipo konusunda Savinelli, gömlekte Ravelli, çanta-cüzdan-ajanda üreticisi Nazareno Gabrielli, silah markası Benelli, hele hele Pavarotti'nin veliahtı kabul edilen kör tenor Andrea Bocelli ve ünlü "dance of the hours" eserinin sahibi Amilcare Ponchielli söz edilmeden geçilemez. Adam olacak çocuk nasıl ..okundan olursa belli 10 yaşında senfoni bestelemiş işte bu Ponchielli. 12 yaşında başına çarpan top nedeniyle kör olan tenor ise, yılmayıp bir de avukat olmuş üstelik. Bizim avukat olarak bildiğimiz ise sadece Petrocelli. Bir zamanların TV dizisinde rol alan sevimli Antonio ( sonradan Tony adını alıp ABD vatandaşı olmuş ). Veliaht tenorun kafasına topu atan elbette ne 1982 Dünya Kupası finalinde golü atan Tardelli olmuştur, ne sağbek Moreno Torricelli, ne Allessandro Altobelli, ne degaj yapıp topu saha dışına atan 143 kez milli olma rekorlu İsveç'li kaleci Thomas Ravelli, ne de formasını kafaya geçirip tribünlere ilk kez koşan beyaz saçlı dede futbolcu Fabrizio Ravanelli.. Bir ilginç rekor da Minelli elbette. New York NY ve Cabaret filmlerinin Liza'sı, artist anne Judy Garland ve yönetmen baba Vincente ile birlikte Oscar kazanan tek ailedir herhalde. Ne Machiavelli ve ne de küçük fıçı anlamına gelse de içi dolu turşucuk olan büyük rönesans ressamı Allessandro Di Mariano Filipepi Botticelli için Kahve Molası'nda yer darlığı çekeriz sanırım. Benzer şekilde Evangelisto Torricelli. Açık hava basıncı üzerine deneyleriyle bilinen bu İtalya'nın, bu güzel ve açık havada aklımı başımdan alması hususunu ben de anlamış değilim.
"İtalya'nın Kardeşleri" anlamına gelen milli marşlarının Brothers karşılığı Fratelli kelimesinin yanına "Lord of the Rings" gibi "il signore degli Anelli" kelimesindeki yüzük sözcüğünü de ekleyelim. Unutulmaması gereken bir de Carlo Coterelli var, hani adını sular seller gibi ezberlediğimiz bir zamanlar IMF Türkiye Masası Şefi. Biliyoruz ki; askerlik zaten 8.5 milyon IMF bedelli ( italyancada "casius belli" savaş sebebi anlamında imiş veya aynı anlamda daha güzeli casus belli ), düğüne fratelli olarak kimin katıldığı da belli, hele şu Gancelli ( Kıbrıs'ta demir bahçe kapısı anlamı varmış ) konusunu arabın çiftetellisi yalelli gibi uzatmanın ne manası var, ver ve de kurtul diyen ikitelli medyasının da desteğiyle, siz de giriverin kapısından fratelli, olsun AB karamelli, yoksa kapanacak kapılar temelli...
Üzerime çökünce Torricelli, başlamış olsam bile telli telli, geleceğim yer terelelli...
asesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.702 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
AKDENİZ YARAŞIYOR SANA
Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun
Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında
Hiç dinmiyor motorların gürültüsü
Köpekler havlıyor uzaktan
Demin bir çocuk ağladı
Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine
Ali Dumdum anasına sövüyor saatlerdir
Denizi tokmaklıyor balıkçılar
Bu sesler işte sessizliğini büyüten toprak
O senin sardunyalar gibi konuşkan sessizliğini
Hayatta yattık dün gece
Üstümüzde meltem
Kekik kokuyor ellerim hâlâ
Senle yatmadım sanki
Dağları dolaştım
Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir de var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine
Neden sonra buldum o kaçakçı mağrasını
Gözlerim kamaşınca senden
Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi
Ben düzde sanırdım yıkıntım
Örenim alkolik âsarım
Mut'un doruğundaymışım meğer
Senle çıkınca anladım
Eski yunan atları var hani
Yeleleri büklümlü
Gün inerken de öyle
Ağaçtan izdüşümleriyle
Yürüyor Balan Tepeleri
Yürüyor bölük bölük can
Toplu bir güzelliğe doğru
Kadınım
Yaraşıyorsun sen Akdeniz'e
Can Yücel
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.denizfeneri.org/
...Her şey 1998 yılında bir çatı altında yardıma muhtaç insanlara biraz olsun destek olabilme umuduyla başladı. Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği her geçen gün büyüdü, daha geniş kitlelere ulaşmaya başladı. İnsanlarımızın gözünde öyle bir güven oluşturdukki, bağışçılarımız akıllarında hiç bir soru işareti kalmadan, gönül huzuruyla yaptılar yardımlarını...
http://www.tcyov.org
TÜRKİYE ÇOCUKLARA YENİDEN ÖZGÜRLÜK VAKFI - Yasalarla ihtilafa düşen gençlerin kendine yeterli, donanımlı, sosyal yaşama olumlu şekilde katılmaları için çalışmalar yapan Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı (TÇYÖV) sanatla rehabilitasyon çalışmalarını aralıksız sürdürmektedir.
http://www.beyoglubeyoglu.com/
Beyoğlu ve çevresinde eğlence, dinlence ve genel amaçlı ulaşabileceğiniz bir çok adres için başvurabileceğiniz hoş bir kaynak. Beyoğluna gitmeden önce bu sayfaları incelerseniz, aradığınız türde yerleri bulmanızı kolaylaştıracak yönde hoş tavsiyeler bulabilirsiniz.
http://www.inferno.ie/Cowmov.html
İneklerin niye bacakları var? Hiç merak ettiniz mi. Ben merak ettim ve kısa bir araştırma yaptım. Gördüklerim karşısında ne kadar şaşırdığımı anlatmama gerek yok sanırım. En iyisi ekteki kısayolu tıklayın ve eğer ineklerin bacakları olmasaydı neler olabileceğini sizler de görün.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Windows Startup Inspector v1.0 [736KB] W98/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=107300
Farkında olmadan Windows'un açılışına pekçok programın gelip oturduğuna ve her açılışta kullanmadığımız pekçok programın yüklenerek belleği işgal ettiğine şahit oluruz. İşte bu program başlangıç programlarını görüp elemenizi, istemediklerinizi otomatik açılıştan kurtarmanızı sağlıyor. Bana kalırsa tüm Windows kullanıcılarının yanıbaşında olması gereken bir program.
Yukarı
|
|
|