KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 384

 11 Kasım 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Atatürk Olmasaydı!..


Merhabalar,

Bir adam düşünün, kırklı yaşların ilk yarısında, uykulu gözlerle sürdüğü arabasının direksiyonuna sıkı sıkı sarılmış, yağan yağmurla ve buğulanan camlarla boğuşa boğuşa yoğun trafikte ilerlemeye çalışıyor. Rutin servis şöförlüğü görevini başarıyla tamamlamış kendi işinin başına gitmeye gayret ediyor. Saatler dokuzu beş geçeyi gösterdiğinde sıkışık trafik tamamen duruyor, adam kapıyı açıp dışarı çıkmak, etraftaki tüm yayalar gibi ayakta saygı duruşunda bulunmak istiyor. Ama yanındaki araba öyle yakın ki, kapı açılmıyor. Oturduğu koltukta kendine çeki düzen verip, basıyor kornaya. Gözün gördüğü heryerde herkes saygı duruşunda, kornalar sirenler birbirine karışmış. Adam boğazından yukarı doğru çıkan yumruya daha fazla dayanamıyor, o yumru hıçkırık oluyor gözyaşlarına karışıyor, iki yanaktan akan yaşları bile silmeye davranmıyor, çünkü saygıda kusur etmek istemiyor. Az sonra sesler diniyor, insanlar hareketlenmeye, arabalar yürümeye başlıyor. Adam tarifi olanaksız bir hüzün içinde, andığı ne babası ne anası, ne görmüşlüğü ne de duymuşluğu var. Tek bildiği yıllardır nesilden nesile öğrendikleri, okudukları. Ama hüzün yumru olmuş boğazında. Aklından geçen tek şeyi içinden tekrarlıyor. 'Teşekkür ederim'

Aynı adam masasına ulaşıyor sonunda. Açıyor bilgisayarını, her zaman yaptığı gibi ilk olarak giriyor Kahve Molası'na. Gece özenle hazırladığı sayıya alıcı gözle tekrar bakıyor. 65. yılda Ata'sını anmak için hazırlamış. Sevgili dostları güzel yazılarıyla renk katmış. Ne güzel mesajlar vardır yorumlarda kimbilir diye geçiyor içinden. Tıklıyor ilk yorumu, herşey çok güzel. İkinciye geçiyor. Birine takılıyor gözü. Bir yanlışlık olmalı diye geçiriyor içinden 3 defa okuyor ardı ardına. Yok doğru anlamış. Bir nankör densiz kusmuş gene içindekileri. Kimdir, neyin nesidir, yaşı kaçtır bilinmez ama saygısız, arsız ve densiz olduğu ortadadır. 'ooooof bıktık yahu kardesım bu kadar abartılısının bu ataturkun.' diye başlayıp, 'cumhurıyetu ben onemlı bısey kabul etmıyorum zıra adını cumhurıyet koydu ama ulkeyı bır dıktator gıbı yonettı' diye devam edip, 'neyse bugunu de ataturk zırvalarıyla gecırecegız gene- kahve molası da mahvoldu bugunluk maalesef' diye bitirmiş yediği haltı. Adam bu saygısızlığa seyirci kalmaz siler hemen kusmuğu. Günün ilerleyen saatlerinde biri daha çıkıp 'Bu adam Atatürk'çü, o zaman sınırları buraya kadardır' diyerek damgalar adamı. Oysa adamın tek derdi bu anlamlı günde saygıda kusur etmemektir. Bugünleri, bu güzel memleketi borçlu olduğu insanı saygıyla anmak ister ve kendi çöplüğünde saygısızlara, nankörlere, riyakarlara tahammülü yoktur hepsi o. Adam ne onun bildiğini sandığı anlamda Atatürk'çü ne de Atatürk sırtından prim yapmaya çalışanlardandır. Kurdukları dernek sloganı olarak 'Ordu Göreve'yi benimseyenlerle ne işi olabilir ki. Ama dünyanın teslim ettiği saygınlığı yok sayabilecek kadar densizleşenlere karşı duracak kadar da Atatürk'çüdür. Çünkü ona neleri borçlu olduğunu bilir, tıpkı bu güzelim memlekette yaşayan yediden yetmişe milyonlar gibi.

Milliyet yayınlarından bir güzel kitap çıkıyor. Yaşayan tarih Cemal Kutay'ın 'ATATÜRK OLMASAYDI' isimli eseri bu. Özgürlük demokrasi adına herşeyin tartışılabileceği savıyla, ölümünden 65 yıl sonra bile hiç eksilmeyen aksine artan bir sevgi ve saygı yumağıyla anılan Atatürk'e dil uzatmaya cüret edenlerin okumaları ve yedikleri haltı anlamaları için güzel bir fırsat. Vakit geçirmeden okumalı, sonra aynaya bakıp 'Atatürk Olmasaydı' diye düşünmeli ve hala o gücü bulabiliyorsalar kalkıp Kahve Molası'na yorum yazmalı bu cüretkarlar. Umarım anlatabilmişimdir arkadaşlarım!...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

C.Parkan Özturan

 Sahne Tozu : C.Parkan Özturan


   TURNE FOTOĞRAFLARI (1)

Kara tren zamanı bitti. Hızlı trenle çıkıyoruz turneye. Bostancı istasyonunda bekliyorum bir gece. Geceler uğursuz mudur, yoksa gece mi daha güzeldir ay ışığında? Bilemiyoruz. Bu biraz ruh halimize bağlı. Biz bunları düşünürken, hiçbir şey gecenin umurunda değildir aslında. Gece, biz geceye anlam yükledikçe vardır. Yoksa gece diye bir şey yok aslında.

Çekçekli valizimle ben istasyonda bekliyoruz. Bir garip tren çekip götürecek beni Ankara turnesine. Turne sevenlerdenim. Askere gitmek gibi bir şey bu turne. Bir süre için, her şeyi unutmak durumunda kalırsın. Hatta cep telefonunu da kaparsan, hayatı ertelersin bir süre. Tadını çıkarırsın hayatın. Bir sihirli değnektir üstüne değen. Bir an bal kabağı araba olur, biner gidersin düğüne. Koca bir onbeş gün unutacağım İstanbul'u. Onbeş gün atta gideceğim.

Bir Ocak gecesi. Soğuk. Ama bu soğuk diğerleri gibi koymuyor. Para kazanmıyorum. Bir gariplik, oğlum yarım kilometre uzağımda ve sıcacık yatağında uyuyorken, ben ona ılık ılık sarılamıyorum. Gözlerim nemli, burnum ıslak, bir sigara yakıyorum. İttirici "yeni dünya düzenimde" kısa samsunla söyleşip duruyoruz, geceden sabaha, sabahtan geceye kadar. Bir kısa samsun yakıyorum. Çok genç yıllarımdan kaçak sigara içtiğim gecelerden fragmanlar geliyor aklıma.

"Pakancım, abarttın ama. Bitir şu turneyi gel. Seyircilere söyle, Ferhan babasını çok özledi, Pakan biraz da Ferhan'a lazım de. Kızmaslar onlar" diyor. O ömür boyu turneye çıktığımın farkında değil. Daha minik o küçük bile değil. O seyirciyi patronumun ismi sanıyor. Eskiden tiyatrodan eve geldiğim zaman, "Pakancım, seyirci sana aferin dedi mi" diye sorardı. Garip bir çocuk oğlum. Benim oğlum, benim gibi oğlum. Uzun zaman da Hakan Şükür ile çok şükürü de aynı kişi sandı.

Derin nefesler çekilir sigardan, çekilmezse sigara, sigara olduğunu anlamaz, sigaraya karşı ayıp etmiş oluruz, sigaranın morali bozulur. Onbir buçuk oldu, tren yok ortalıkta. Obsesifim ya.. Panik oluyorum. Ne oldu bu trene...

Çok bekletmez beni, buruk Ankara treni. Yarım saat gecikmeyle. Yaşasın tren geldi... O Ankara seferine başlanacak, o paralar kazanılacak. Deli gibi para kazanıyorum ama cebimde on param yok. Kazandığımı, ankara pazarı poşetine koyup, bankalara:
-Buyrun abi... şeklinde kerizce veriyorum. Oğlumun diyetini ödüyorum. Bu yüzden üzülmüyorum bu verdiğim paralara. Başım dimdik söylüyorum "buyrun abi" lafını. Başarmanın gururunu yaşayarak.

"Kara tren gelmez mola, düdüğünü çalmaz mola"... Tren geliyor, tern beni aldatmaz. O benim arkadaşım. Bir kıyak çekip, düdüğünü çalmıyor. Benim orada olduğumu kimse bilmesin diye. Gizliyim, yasaklıyım o zamanlar. Kapıları icra memuru çalarsa, tren en arkadaşım.
-Hayır sayın icra. Doğru, Parkan buradaydı ama az evvel gitti. Nereye gittiğini bilmiyoruz. Sigarasını yakıp, kaldırımları tıkırdatarak, yürüdü gitti karanlığın içine... diyecek ve beni lokanta kompartımanında oturan Osman abi'min arkasına saklayacak. Osman abim çok şişman, o beni iki kere perdeler. Turne trenine kadar beni sevmeyen Osman abim, sonunda beni anladı. O beni çok severek ve can siperane saklayacak, hatta ara sıra çaktırmadan rakı bardağını bana uzatıp:
-İç, iç sen güzel içiyorsun diyecek..

Düdüğünü çalmadan gelen trene binip, yerimi buluyorum. Valizimi koltuğumun yanına bırakıp etrafa bakıyorum, Azra ile annem annem uyuyorlar. Anlaşıldı diğer ekip Lokanta da. Oraya geçiyorum evet ordalar. Şamata yapıyoruz. Osman abim
-Gel buraya sen. Senin mecburi yerin ayrıldı...

Karşısına oturtuyor beni. Garsonu çağırıyor. Ne içeceksen söyle, diyor.
-Yahu daha soluklanmadık. Dur bir selam diyelim, nasılsın diyelim, iyilikte misin afiyette misin diyelim. Cümle kuralım. Ayıp bir şey değil ya...
-Tama işte cümle aralarında boşluk kalmasın, ağzımız kurur. Gırtlağı ıslatalım.
-İyi peki... Rakı içiyim garson abim.
-Rakı burda bulunmaz.
-Ne bulunur?
-Bira.
-Tamam o zaman sen beş on beş şişe bira ver. Ankara'ya kadar ancak idare eder. Anlaşıldı ki ben bu gece nöbetçi içici olarak Osaman abime eşlik edicem... Osman abim yüzünü ekşitiyor anlıyorum ki, raconda bir yanlışlık oldu.
-Rakımız var, biraya doyurma karnını...
-Abi o rakı seni idare eder. Yolun ortasında treni durdurmak zorunda kalmayalım.

Durdurur Osman abi treni. İçkisizliğe çok sinirlenir. Urfa'da oyun sonrası davet edildiğimiz sıra gecesinin başında birden delirip:
-Sıçarım ben böyle sıra gecesinin içine. İçki yoksa bu gece kaç sıra lan. İçkisiz sıra gecesi mi olur. Bu çiğ köfte niye var o zaman? İçki içmeyeceksem, gecenin sonundaki mırra yı ben niye içiyorum, hasta mısınız lan siz...

Ben eyvah olay çıktı, yanına gidip sakinleştireyim diye düşünürken, Urfalı babalar "Helal delikanlı adammışsın Osman abi" şeklinde gidip, ona birkaç şişe büyük rakı buldular. Rakı biterse, bu adam birden bire imdat frenini çekip, rakı verin ulan, demez mi der.

Osman abi, rakı kalmazsa lafıma çok kızmış belli. O her zaman yanında taşıdığı koskoca, mavi, derin dondurucudan üç şişe rakı çıkardı. Mesaj alındı, söz devam edildi.

-Tamam o zaman yiyecek bir şeyler versene abicim bana. Beyaz peynir, söğüş domates salatalık, kızarmış patates Falan gibi, yiyecek adı altındaki, gereksiz meze tabaklarından serpiştir abicim.. Ha birde tuzluk verirsen sayın abicim...
-Bura tuzluk olmaz.
-Ha pardon ben burayı meyhane ile karıştırdım. O zaman sizin rakı bardağınız da yoktur.
-Burada rakı bardağı bulunmaz.
-Tabi canım çok haklısınız. Burası Tarihi Galatasaray hamamı olduğu için, rakıyı kurnadan içmemiz gerekecek. Tamam abicim, senin canın sağolsun. O zaman ben yanında garnitür olarak çatal istesem.
-Burda çatal bulunmaz.
-E yok ananın camı, diyemiyorum, terbiyesiz olan benim, garson efendi adamdır ama düşünüyorum, çatal yerine ne kullanabilirim diye. Yani işaret parmağımı mızrak olarak kullanıp, mezelere hedef tahtası muamelesi yapamam ya... Baktım sonuç kesim mağlubiyet...
-Ya tamam abicim, belli ki sen işinin ustasısın kafana göre takıl. Ben cezama razıyım.

Garson övülmekten hoşnut, ağız kenarları kulağına yakın geldi ve:
-Tamam abi... diyerek olay mahallini terke etti. Osman abim bana plastik ve uzun bardaklar ayarlamış, hemen rakıları koydu.
-Abi bira gelicek.
-Oğlum o görüntü olarak masada duracak, biz zuladan rakıyı içicez.
-Tamam o zaman abi...
-Osman abi, bu devlet demir yolları özelleşse, adam gibi garsonlar ve mutfaklar ayarlayabilirler mi?.. diye soruyorum zevzevkçe. Kayra öyeden sesleniyor.
-Parkan, burada garson bulunmaz...

Dingildiyor giderek akraba olduğumuz tren kopartımanları
Hayatımızdan fragman
Düşe kalka yürüyoruz rayların dikenli taşlı hatlarında
Selasız geçmeye devam ediyor ömrümüz.
Seyirterek kaçan fotoğraflar yapışmış trenin camlarına
Bakmaya kıyamıyoruz kaşlarımız acıyor
Öyle bir yama ki hayatımız hayatımızn çok altındayız.
Eskişehir'in oralarda bir yerde duruyoruz. Neden durduğumuz belli değil. İyice bakıyorum camdan dışarıya Osman abime çaktırmadan. Çünkü o, o sırada bana fenerin durumu hakkında sosyal refomlarını anlatıyor. Halbuki, o sene fenerin tedavisi imkansız, Osman abim buna inanmak istemiyor.

Halimize gülüyor mudur hiç eskimeyen Eskişehir? Göremiyorum, gece çok karanlık. Aptal bir çocuk korkusu yokluyor içimi. İstanbul'dan çok uzaklara düşüyoruz yavaş yavaş. Ya bir daha göremezsem. İstanbul'da İki Ferhan bıraktım. Ya bir daha göremezsem? İlk kez Ustamsız bir turneye çıkıyorum. Çok korkuyorum, o yanımda olmadan ben ne yaprım, bir an ağlamak geliyor içimden... Bir an Usta bana bir şey olursa oğluma sahip çık diyorum içimden, hiç sallamayacağını bilerek. Ama onun varlığı yinede bana kan kuvvet, özlediğimi anlıyorum, en az oğlum kadar.

Eskimeyen Eskişehir, bende "Gecedeste" etkisi yapıyor, peçetelere not almak istiyor ama peçete bulunmaz, meyhane sandığım tarihi Galatasaray hamaında.

"Usta geçecek birgün bunlar değil mi" diye soruyorum içimden, yüzüm Ferhan'ın İzmir turnesi kırmızılığında ve onun "geçmeyecek" dediğini bilerek.

-Yahu bu Mustafa denizlinin gitmesi gerek... dedi kendime geldiğimde.. Bu İ.. Galatasaraylı yahu..
-Çok doğru Osman abi, iyi bir şey olsa biz onu niye yollayalım, kendimiz kullanırız.. diyorum, çocuk gibi mutlu oldu.
-Yahu hayatta tek sevdiğim Galatasaraylı sensin, buna çok şaşırıyorum, diyor. Gülüyoruz. Tren dingildeyerek kalkıyor, eskimeyen Eskişehir'i eskitmeye çalışarak.. Gece kağıt gibi buruşuyor, yol alıyoruz, kuğulu parkın yabancı uyruklu kuğularına doğru...

C.Parkan Özturan
parkan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kesme Şeker : Mehtap Yıldız


URFA NOTLARI - I

Bilenler bilir Güneydoğu' nun en sarı-sıcak şehirlerinden birisidir Urfa.. İlk kez 1989'da gittiğim, 2001'deki yedinci gidişimde ise bana on altı ay ev sahipliği yapan şehir..

AFSAD olarak, GAP İdaresi ile ortak sürdürdüğümüz fotoğraf projeleri nedeniyle, defalarca gidip geldiğimiz, bölge şehirleri arasında bana her zaman en kendini koruyan, en renkli, en mistik, en görülesi ve en yaşanası yerlerden biri olduğunu kabul ettiren Urfa...

İşte şimdi başka bir gözlükten bakacaktım Urfa'ya, GAP'ın tünel çıkış ağzındaki Bölge Müdürlüğü'nden.. Karar vermem öyle pek kolay olmamıştı ama sonunda yaparım dedim. Verdiğim kararın ağırlığının Ankara'daki bekleyiş dönemimde yaşadığım iç sıkıntıları ve pişmanlıklarda kalacağını sanmıştım gurbet öncesi.. Bir haftada alışırım diyordum kendime ve sevdiklerime, karamsarlığımı umuda ve sevince çevirmeye çalışarak..

Toplum normlarına ve çevremizdeki pek çok insana göre farklı yaşadığımı, değişimlere açık ve zorluklarla mücadele edebilecek güçte olduğumu sanırdım. Ne kadar gezip tozmaktan hoşlanırsak hoşlanalım, bizim gibilerin ya da benim gibilerin ruhları tutsakmış mekanlara.. Bunu anlamam için yaşamımın on altı ayını orada geçirmem gerekiyormuş.. Ve de hiç de öyle kolay değilmiş aslında.. Teori ve pratik arasında hep varolan çelişkiyi yaşamak bana da nasipmiş doğal olarak. Yalnız yaşıyordum aslında ve çok da severdim yalnızlığı.. Tüm duygular gibi kimsesizlik duygusunun, yapayalnızlığın ne demek olduğunu anlamak için kurulu düzenimi bırakıp taaa oralara gitmem gerekiyormuş meğerse..

Çoğumuzun karşısına tek tek çıkan değişikliklerin tümünü bir çırpıda, bir arada yaşamıştım. İşimi, evimi, şehrimi aynı anda değiştirmiştim. En zor olanı da arkadaşlarımı, dostlarımı geride bırakmaktı. Elimi uzatsam yakalayabileceğim mesafedeki canlarım artık uzaktılar bana, uzaktım onlara.. Ne bekliyordum ki gurbetti işte..

Bazen de kızım sen de abartıyorsun diyordum kendime. İnsanlar yaşam kavgasında dünyanın öbür ucuna gidiyorlar, hem de bir daha ne zaman ne şekilde döneceklerini hayal bile edemeyerek..

Gidişimden on gün sonra ilk tatili fırsat bilip üç günlüğüne de olsa evime gelsem bile, ilk aylarda acısıyla, tatlısıyla öyle yoğun duygular yaşadım ki, kağıda kaleme döksem eski Türk filmlerine taş çıkartacak hüngür hüngür bir senaryo çıkardı ortaya..

Çölde bir cennet sayılabilecek kadar güzel ve yeşildi kampüs.. Ama sonuçta küçücük bir alan.. Misafirhaneden çık, bir bina ötedeki ofise ulaş. İş ortamında bir şekilde vakit geçiyordu ama sonrası bir kabus.. Çok az kimseyi tanıyordum ve insanları yeterince tanımadan yakınlık kurmak istemiyordum, herkese karşı güler yüzlü ve nazik davranmama karşın misafirhanede kader ortaklığı yaptığım insanlar da bana karşı son derece soğuk ve mesafeli durdular uzunca bir süre..

Küçücük bir radyonun bile hayatta ne önem taşıdığını işte o günlerde anladım. Gittiğimin üçüncü günü kendimi her türlü elektronik aletin bulunduğu Kapaklı Pasajı'na atıp, orta karar bir radyo edindim. Mutluluğumu tahmin edersiniz, çok eski bir dostu bulmuş gibi sarıldım ona, sadece bölge radyoları da olsa saatlerce her çeken kanalı dinledim.

Gidişimin ilk cumartesisi yaşadığım traji komik öyküyü anlatmadan geçemeyeceğim:

Sabahı öğleye bağlayan saatlerde ancak uyanabilmiştim. İki gündür yabancı bir heyetle bölgeyi dolaşmış, onları Diyarbakır'dan uğurladıktan sonra gecenin bir yarısında Urfa'ya dönmüştük. Dönüş yolunda içimi saran mutsuzluk ve acı sabah daha da katmerlenmişti. Çıkıp biraz dolaşmamın iyi olacağını düşündüm, zaten alış veriş yapmam da gerekiyordu. Şöyle bir Bedesten'i dolaşır, gazetelerimi alıp o çok sevdiğim Gümrük Hanı'nda çayımı içer, etrafı gözlemlerim sıkıntım dağılır diye servise bindiğim gibi soluğu şehirde almaya karar verdim. Şoför beni gideceğim noktaya yakın bir yerde indirdi. Kot pantolonumun üzerine giydiğim beyaz kolsuz tişörtümle, hem ağustos sıcağına hem de Urfa koşullarına olabildiğince uygun olduğumu, göze batmayacağımı düşünüyordum. Çekingen, ürkek yürürken kılık kıyafet satan tezgahların önünde oturan minik bir kız çocuğunun merak ve ilgi dolu bakışlarından yine de kurtulamadığımı farkettim. Yürümeye devam ettim ki arkamdan canhıraş bir feryat duydum, ödüm patladı.

- "Ablaaa, ablaaa"
diye nasıl bağırıyor, sanırsınız saldırıya uğradı.
Korkarak döndüm, biraz önce gördüğüm kız çocuğu hem koşuyor, hem de bağırıyor nefes nefese;
- "Ablaaa çok kötü, arkanda var ya !"
Arkamda ne olabilir ki diye düşündüm hızla, uygunsuz bir dönemimde değilim ki tatsız bir sürprizle karşılaşayım.
Nihayet yetişti, bir sır verir gibi eğilerek;
- "Arkandan sütyenin görünüyor",
demez mi?
Her halde sütyenimin askısı koptu, bir yerlerden sarkıyor diye düşündüm, elimi attım her şey yerli yerinde, sorun yok. O anda dank etti kafama, anladım ki iç çamaşırımın tişörtümün altından belli olması bu yavruyu çok rahatsız etmiş.

Uğradığım bozgunu anlatamam. Yeterince moral bozukluğunun üstüne dakika bir gol bir hesabı gerçekleşen bu olayla kendimi çok kötü hissettim ama çabuk toparlandım. Minik kıza bunun hiç de ayıp bir şey olmadığına dair öyle bir söylev çektim ki, bu kez şaşırma sırası ona geldi. Adını, yaşını sordum sonra sohbet kapısı aralamak için, ama yanımda biraz daha yürüdükten sonra ilk sokaktan sağa sapıp koşarak uzaklaşıp gitti. Kendimi ait olmadığım bu şehirde bir sokak başında kimsesiz, yalnız ve mutsuz bir başıma buluverdim. Sokaklar ve çarşı da avutmaya çabalamadı, cumartesi öğleden sonra olmasına karşın kepenkler bir bir kapanıyordu, bana da tekrar kampüsün yolunu tutmak düştü.

Ahh mehtap dedim, bir yerde yaşamak aynı yerde elde fotoğraf makinası ile dolaşmaya hiç mi hiç benzemiyormuş meğerse..

Bu öyküyü Ankara'daki arkadaşlarıma anlattı, çok eğlendiler ve dahiyane bir öneride bulundular; - "Kızım sorun mademki sütyen, sen de giyme olsun bitsin !!"

Buraya kendime iki aylık bir deneme süresi vererek gelmiştim. Oysa iki ayım dolduğunda henüz ne Gümrük Hanı'nda oturup kaçak çayımı yudumlayabilmiş, ne de Balıklı Göl'ün kenarında sakin sabahlar yaşayabilmiştim ama yavaş yavaş alışmaya başlamıştım altıncı aylara doğru. Yalın yaşıyordum alabildiğine, bazı özel durumlara aldırış etmezsem yaşamımın hiçbir döneminde böyle dingin duygular yaşamadım diyebilirim. O kadar ki görev nedeniyle çok sık gelip gittiğim evime yabancılaştım, nereye ait olduğumu sorgular oldum içten içe. Urfa yaşamını kendim için bir terapi olarak algılamak, kabullenmek etken oldu alışma sürecime. Onaltı ay kaldım o diyarlarda, ne çabuk ve nasıl akıp geçti zaman anlamadım bile.

Yaşam kadar yalın insanlar tanıdım, arkadaşlıklar kurdum zamanla.. Sevdim onları, doğallıklarını, içtenliklerini, dostluklarını yaşadım alabildiğine. GAP'ı onların gözüyle görüp nefesleriyle soluma onurunu tattım. Hayatım boyunca her zaman gülümseyerek anımsayacağım sevinçler, zaman zaman da burukluklar yaşadım , ama onları ömrüm oldukça biraz hüzün ama çokça mutlulukla hep kendimde saklayacağım. Şimdilerde ise iyi ki gittim, iyi ki yaşadım, iyi ki tanıdım diyorum..

Mehtap Yıldız
myildiz@kahveciyiz.biz

Yukarı

Kemal Duykan

 Görmüş Geçirmiş Kahveci : Kemal Duykan

   Tütsü

Anılarımı okuyanlar bilirler,benim çocukluk ve gençlik yıllarım Gaziantep de geçti. 14-15 yaşlarındayken yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum bu yazımda.

Sıcak ve soğuk demircilik yapılan bir atölyede çalışıyorduk.Benim ve benim yaşıtlarım olan iki arkadaşımla ustamız sıcak bölümde görevliydik.Bizden büyük olan diğer iki kalfamızsa soğuk bölümde çalışıyorlardı.

Sıcak bölümdeki işimiz maden kömüründe ısıtılarak kor haline getirilmiş demirleri/ çelikleri çekiçlerle döverek şekil vermekti.Ağırlıkları iki kiloyu geçen çekiçlere balyoz diyorduk.Yeteri kadar ısınmış madenleri döverken, bizim kullandığımız çekiçlerin ağırlıkları genellikle üçer kilo,ustamızınki ise bir kilo idi.Ustamızın işinin asıl zorluğu ve önemi, hata yapmamasında gizliydi.Çünkü ustanın bir zamanlama hatası yapması,ritmik şekilde birbiri arkasından ısınmış madenin üzerine inen çekiçlerimizin, birbirine çarpması demekti.Bu da çok büyük kazalara,ölümlere yol açabilirdi.Ustanın bir kilo ağırlığındaki çekici demire şekil vermede etkili olmaktan çok, yol gösterici ve balyozlar arasındaki iniş dengesini ve ritmini sağlayıcı nitelikteydi.

Ustamız dindar bir insandı.Daha çok da kendisini öyle göstermeye bayılırdı.Cuma günleri dini tatil olduğu için çalışmazdı.Ancak o bir günün açığını kapatmak için her gün işe sabah namazında başlardı, tabi ki biz de onunla beraber.

Yetim büyümüştü ustamız.Çok çalışkandı.Beş vakit namazını da kaçırmazdı.Yakınımızda büyük bir cami vardı, o caminin müdavimlerindendi.Camiye gidip gelirken mutlaka Kuranını da koltuğunun altında götürür getirirdi.Oysaki ne eski yazıyı okuyabilirdi ne de yeni yazıyı.Hiç mektep medrese görmemişti.Askerlikte yeni yazıyı öğretmeye çalışmışlardı ona ama öğrenememişti.

Aşırı kurnazlığından ötürü esnaf arasında hiç sevilmezdi.Ona kurnazlığı yüzünden Sıçan Abdi adını takmışlardı.

Bir gün yine üç kişi bir sıcak demiri döverek şekillendirirken ustamız saniyenin bilmem kaçında biri kadar zamanlama hatası yaptı ve o anda kıyamet koptu.

Gözlerimi açtığımda hastanedeydim.Ustanın bir anlık dikkatinin dağılması sonuncu çarpışan balyozlardan benimkisi sol tarafımdaki arkadaşımın,onunki ise benim alnıma çarpmış ve ikimiz de çok kötü yaralanmıştık.Ustamızın elindeki çekiç daha hafif olduğundan havaya uçmuş, biraz da şans eseri kazayı yara almadan atlatmıştı.

Arkadaşım Adem benden çok daha büyük yara almıştı.Doktorlar çok çaba harcamışlardı ya, canını da kurtarmışlardı Adem’in.Benim de alnıma bilmem kaç diliş atılmışlardı ki, izlerini hala taşırım.

Hastaneden çıktıktan sonra ustamızın o bir anlık zamanlama hatasının sonuncu oluşan kazanın nedenini öğrenmiştik.Eski belediye başkanlarından birinin ince uzun boylu çok güzel bir kızı vardı.Evleri demirci çarşısına yakındı.Bir yerlere gidip gelirken bizim çarşısından geçerdi.O zamana göre oldukça dekolte giyinirdi.Örneğin; kolsuz,bedenini sıkıca saran, çarpıcı renklerde ince ipek bluzlar giyerdi.Çok da havalı yürürdü zilli.Topuklarını yere vurunca, dimdik iri memeleri öylesine oynardı ki yerlerinden, gören genç-yaşlı erkeklerin felekleri şaşardı.O da bu ilgiden mutlu olmalıydı ki,daha kestirme bir yol olmasına rağmen geçiş için hep demirci çarşısını yeğlerdi.Eski belediye başkanının kızı çarşıdan geçerken hemen herkes işi gücü bırakır onu seyrederdi.Laf atanlar da olurdu ya,öyle kabaca değil.İşte yine o genç kız geçerken çarşıdan,ustanın gözü kızın kıpır kıpır oynayan memelerine takılmış bir an,faturayı Ademle ben ödemişiz.

İşin garibi bu olayın demirci çarşısına çok farklı yansımasıydı.Sözüm ona ustamız her sabah işyerini açınca tütsü yakarmış.O sabah dalgınlığına gelerek tütsü yakmamış.Kazanın nedeni buymuş.Ustamızın her sabah iş yerini açtığı zaman tütsü yaptığı doğruydu da,kaza günü yakmadığı doğru değildi.Ve bunu da hemen herkes biliyordu çarşıda,kazanın asıl nedenini de, ama ne gam.

O günden sonra hemen herkes atölyesini açınca tütsü yakmaya başladı demirci çarşısında.Ve giderek demirci çarşısından elekçi çarşısına,bakırcı çarsısına ve diğer çarşılara yayıldı hızla.Arada aklı başında birkaç kişi yakılan tütsülerin kazaları önleyemeyeceğini söyledilerse de,uzun zaman direnemediler, onlar da çevrelerinde oluşan baskılar sonuncu inanmadıkları halde kabullendiler tütsü yakmanın kazaları önleyeceğine…

Gaziantep’te bir söz vardır, yalanın ne denli hızlı dolaştığına dair.Derler ki:”Yalancının biri Tabakhane'de bir yalan uydurmuş,Arasa’ya geldiğinde kendisini de inandırmışlar”

NOT: Arasa ile Tabakhane Gaziantep’teki iki ayrı semtin isimleri, aralarındaki mesafe yaklaşık 4-5 kilometredir.

Kemal Duykan
kduykan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : H.Anıl Analan


Anlık Aşk

Trende yalnız yolculuk yapmak gibi kötü birşey yoktur. Daha da kötüsü sevmediğin bir yere gidiyor olmandır. Anlatacağım anımda bu ikisi de mevcut.

Adapazarı expresi, yolculuk İzmit'e doğru.

Tüm negatif duygu ve düşünceler, gelecek kaygısı, tiksinti ve daha insanoğluna bahşedilmemiş hisler. Tek başıma oturduğum koltuğumdan dışarıyı izlerken hissetiklerim. İçimden ettiğim küfürler tüm küfür ehillerinin başlarını döndürecek nitelikte.

Bunların altında tüm benliğim ezilirken, insanlığımdan arta kalmış bir kaç duygu ve düşünce dış kapıyı zorlamaya devam ediyordu.

Uçsuz bucaksız ve sıkıcı yeşil tarlalar, elektrik direkleri, bulutların arkasında mahçup bir güneş koskocaman bir alanı gölgeliyor. Adına utanmadan hala deniz denilen gri rengin utanacağı grilikte bir su birikintisi. Yarı açık camdan sızan tezek kokusuyla birlikte her tünelden geçişimizde panik havası oluşturacak bir zifiri karanlık.

Belirsizlik. Nereye gidiyorum? Amacım ne? Ben kimim? Gidince neler olacak? Umrumda olmalı mı?

Kütle giderek ağırlaşıyor. Ezilmekten yanaklarımdan ter boşanıyor. Sigara bile içmek istemiyorum. Gözlerimin freni boşalmış istemsizce hem dışarıyı hem de etrafı süzüyorum.

Yol, ilerdikçe uzaklaşıyor, uzaklaştıkça iğrençleşiyor.

Sesler duyuyorum. "Anneeaa gel gel bura booş" , " smit smid smid smid steyeeen " , " su su soook suuu ". Derken tuttuğumu bile unuttuğum kitapları(m) elimden kayıyor ve yere düşüyor. Eğilip almıyorum. Yanımdakinin şaşırdığını hissediyorum.

Az da olsa kırıntıları kalmış insanlığım beynime direk bir mesaj iletiyor. "Kendine Gel!"

Eğilip kitapları alıyorum.Kalabalıklaştıkça, içeriyi yoğun ve ağır bir koku kaplıyor. Sıkılıyorum. Köşeye sıkışmışım. Oturduğuma bile sevinemiyorum.

Tüm bunlar olurken hareketsiz duran elime bir sinek konuyor. Küçücük bir at sineği. Yavru olduğu her halinden belli. Bir anda kendimden sıyrılıp ona odaklanmamı sağlıyor. Larva halinden yeni sıyrılmış belli. Yeni ve temiz bir ruh. Bana bunu çağrıştırıyor.

Derken gerçekten kendimi iyi hissetmeye başlayıp "O benim sineğim" diye içimden geçirmeye başlıyorum. O da konduğu yerden memnun hiç kıpırdamıyor. Bu beni daha da mutlu ediyor. Ona isim düşünmeye başlıyorum. Sonra gözüm onda , bir anda klasik sinek hareketlerini yapıyor. Onu hayretle ve nereye gittiğimi unutmuş bir şekilde izliyorum.Önce kanatlarını düzeltiyor, ardından başını sanki saçları varmışda onları tararmış gibi kollarından biriyle yokluyor.

Derken sineğin kıçına gözüm takılıyor. Kıçını olması gerekenden daha aşağı indirmiş. Onu izlemeye devam ediyorum. Derken "PIT!" minik kahverengi bir nokta.
Sonra da uçup gidiyor.
Sineğin sevgisi beni ne kadar mutlu etmiş olacak ki bu son hareketi tekrar kaldığım yere dönmeme yol açıyor. Hatta bir ara onu bulup parçalara ayırmak istiyorum.

H.Anıl Analan

Yukarı

 Misafir Kahveci : Lütfiye Öztaş


BOZCAADA

" TANRI İNSANLARI UZUN ÖMÜRLÜ OLSUNLAR DİYE BOZCAADA'YI YARATMIŞ " sevgili okuyucular . Bozcaada'nın doğal güzellikleri, iklimi, tertemiz havası yaşanınca bu adanın insan ömrüne ömür katacağına inanıyorsunuz gerçekten.

Çanakkale'nin Bozcaada ilçesi Ege Denizi'nde Çanakkale Boğazı'nın karşısında. Büyük şehirlerden Çanakkale'nin Ezine ilçesine kadar otobüsle, Ezine'den Yükyeri iskelesine minibüsle, sonra da feribotla Bozcaadaya ulaşılıyor.

Feribot adanın doğu yakasına ilerlerken doğal güzelliklerinden pek bir şey fark edilmiyor, hatta ne kıraç adaymış diye de düşünebilirsiniz ama tam bu esnada Bozcaada Kalesi olanca görkemiyle karşınıza çıkıyor. Kale dantel dantel duvarlarıyla, restore edilmiş bembeyaz taşlarıyla, korkutmayan yükseklikte son derece zarif köşeli örülmüş kuleleriyle daha içini gezmeden bile görenleri cezbediyor. Bu gördüğüm en "exclusive" kale....

1455 -1456 yıllarında Fatih Sultan Mehmet'in Donanma Komutanı Hamza Bey tarafından Venediklilerden alınmış ve Ege Denizi'nde Türklerin eline geçen ilk ada olmuş. 1478 - 1479 yıllarında Gedik Ahmet Paşa kaleyi restore ettirmiş, daha sonraki yüzyıllarda da kale onarılmış ve 1815 yılındaki büyük onarım kale duvarına kitabe olarak işlenmiş.

Bozcaada Kalesinin Anadolu'ya bakan etekleri deniz kıyısına iniyor ve burada uzun bir gezinti terası, adeta kordonboyu oluşturulmuş. Bu en bakımlı, en zarif, en güzel kalenin arka bölgesi de ev ev restore edilerek, son derece özgün, seçkin bir mahalle yaratılmış. Özel evler, oteller, pansiyonlar inanılmaz güzellikte. Kaikias tesisinde bir süre kalmağa mı gelmeli ? yoksa uzaktan tanıdığımız bir doktor hanımın mı misafiri olmalı ?

Tarihi kalelere çıkılır, adeta tırmanılır değil mi ? Bozcaada Kalesine yürüyerek giriyorsunuz. Geniş geniş hafif yükseltili basamaklar, etraftaki çam ağaçlarının kokusu ve sizi ipekler gibi sarıp sarmalayan nefis rüzgar....Bu keyifli adımlar kalenin içinde birbirinden farklı, birbirinden güzel izlenimler yaratan köşelere ulaştırıyor sizi...Kalenin içi de dışı kadar ilginç bir de küçük müzesi var. Tarihe, mitolojiye, arkeolojiye meraklı olanlar için çok seçkin bir inceleme mekanı. Bozcaada Kalesi gece de bir başka güzel. Bu zarif kale gece ışıl ışıl aydınlatılıyor, seyretmeğe doyulamaz bir başka manzara daha ortaya çıkıyor. Bozcaada'da manzara seyrederken kulakları tırmalayan müzik sesleri, ısırdı ısıracak sivrisinek vızıltıları, her adımda çarpan insan kalabalığı, burun direğini kıran kokular yok, inanamıyorsanız , gelip yaşamak gerek....

Bozcaada sahilinin ve limanının gecesini mi gündüzünü mü anlatayım bilemiyorum, ancak gündüz parlak güneş ışıkları altında gövdesi bembeyaz, küpeştesi rengarenk boyalı motorlar, mavnalar, kayıklar gece de bu renklerin fosforlu rengine dönüşüyor aynen yağlıboya tablolardaki gibi. Limanın hemen arkasındaki sokaklardan birinde sanat galerisi açılmış, denizin verdiği ilhamla yaratı daha mı kolay ? Kafe ve barların herbirinde ancak içeri girince duyulan türk ve yunan müzikleri var. Bozcaada'da o dar sokakların açıldığı küçük meydanlardaki asırlık çeşmelerin su sesini duyabiliyorsunuz. Büyükşehirlerde akmayan çeşmelerin yapıları bile yok olurken Bozcaada'da hem görkemli yapısıyla hem de akan suyuyla tarihi bir çeşmeyle karşılaşıyorsunuz...

Artık Bozcaada'nın batı yakasına geçmeliyim. Yolların her iki tarafı göz alabildiğince yayılmış üzüm bağları, üzümler de tam bağbozumu olgunluğunda ve bu güzel adanın çalışkan insanları gururla üzümleri kesip, kasalara doldurup, traktörlere yüklüyorlar. İşte adanın öbür yüzüne doğru bütün yollar kasalarından üzümler taşan traktörlerle dolu. Tekrar şehre dönüyorum, bağbozumu traktörleri ya Çınar Çeşme sokağa, ya Emniyet sokağa ya da Lale sokağa ulaşıyor, çünkü adanın üç şarap fabrikası Ataol, Yunatçılar ve Talay fabrikaları buralarda. Bozcaada'da bu sokak isimleriyle fabrika aramağa gerek yok, şehri gezerken de kulağınıza gelen üzüm preslerinin sesleri sizi fabrikalardan birine mutlaka ulaştırıyor..

Ne çeşit üzümler, ne çeşit işlemler, ne tür şaraplar ; başlı başına bir ilgi alanı, mesleki kariyer sahası , engin bir hobi ..

Dışardan insanların gördüklerini, dinlediklerini, okuduklarını bile anlatmaya hadlerinin olmadığı bir ilim...

Ancak tüm bunların öznesi insan, işte o insanların kaderlerinde, meşakkatlerinde, sevinç ve kaygılarında o kadar çok ortak yaşantı var ki, yeter ki adanın güler yüzlü, konuşkan, medeni, saygılı, tertemiz yürekli insanlarına siz de aynı erdemlerle yaklaşabilin..

Bozcaada'nın batı yakasına geçiyorum ve en batıda Bores : Bozcaada Rüzgar Enerji Santralı. Otuz bin kişinin elektrik ihtiyacını karşılıyormuş, doğayı teknoloji kurtarmış ya termik enerji santralı olsaydı..... Bozcaada'nın arka yüzünde Ayazma, Sulubahçe, Habbele mevkileri en temiz deniziyle, en güzel kumsallarıyla olağanüstü koylar, sadece buralar mı Poyraz, Çapraz, Mermerburnu, Tekirbahçe de çok hoş bölgeler.

Deniz, üzüm bağları ve taş evlerde konaklama Bozcaada'da pek çok tesisin ortak özelliği hele bir de hamak varsa....

Lütfiye Öztaş

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.725 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


DOĞDUM BAĞLANDIM SANA

Bütün düşlerde olduğu gibi
anamın yaslı çehresinde olduğu gibi
içimde bir şeyler birikiyor

Savaşarak pişirilen toprağı
kıvır kıvır işleyen güneş
yitip gitti sanılan
bir sesi iletiyor

(...eriklere, ardıçlara, dallarını
yosunların bürüdüğü selvilere,
koruda kaybolan tavşanla, kaynağa
biriken pervanelere,
uçsuz bucaksız maviliğine denizlerin,
bulutu evcilleşmeyen dağların görkemine,
serin çığ taneleriyle ağırlaşan hasat rüzgarına,
yaylaların büyüsü keskin ayaza...)

Nihat BEHRAM

<#><#><#><#><#><#><#>

ŞİMDİ BİZ SEVİŞİYORSAK

Şimdi biz seviyorsak
yakarışlarla sarsılıyordur dünya
ateş ve yutkunuşu
yığarak kalbin billuruna

Şimdi biz seviyorsak
oynaşır buzağılar çayırlarda
elleri terli doğar çocuklar analarından
altında bir dağ gibi durulur gökyüzünün
anlam bulur çılgınlıklar ve ağlayışlar

Şimdi biz seviyorsak
– ki gönlümüzde cömert bir başdönmesi gezinir –
fısıldaşır camlardaki buğu
aşkın gülümseyişi başkalaşır
bulup çıkarır koynundan
yaradılışın kalkanını

İşte dal gibi endamı sevgimizin
gırtlağımızda huysuzlanan acımtırak titreyiş
işte gövdemizi fırlatarak girdiğimiz kavga
adımlarımızdan boşalan korda sarsılan toprak

Şimdi biz seviyorsak
– ki grevlerden
dövüşerek kuşatılan halktan öğrendik bunu –
ayrılığın olduğu kadar kavuşmanın
güvenin ve
verimli gürültünün yazlarını taşırız dünyaya

Çünkü biz sevişiyorsak
çırılçıplak işçileri var demektir sevginin

Nihat BEHRAM

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Böööğğğkkkk...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.tdk.gov.tr/tdksozluk/sozara.htm
Bazı kelimelerin anlamlarını tam olarak öğrenmek için genellikle yanımızda sözlük taşırız. Bu konudaki en güvenilir kaynak ise Türk Dil Kurumu sözlüğüdür. Anlamını öğrenmek istediğiniz sözcüğü sorgu kutusuna yazıp "ara" tuşunu tıklamanız yeterli olacaktır.

http://www.duygusalzeka.com/Html/makale0602.htm
...Araştırmacılar her ne kadar duygusal zekanın kalıtımsal olduğunu bulsalar da düzenli ve sistemli bir çalışma ile duygusl zeka öğrenilip, geliştirilebiliyor. Sizlere günlük hayata ve mesleki alanda duygusal zekanızı geliştirebileceğiniz 7 önerimiz var...

http://www.danismend.com
...“sorumluluk” kavramı gündelik yaşamımızda pek çok farklı şekilde karşımıza çıkıyor. Yine hepimiz bu kavramı kendi kavrayış düzlemimizde bir şekilde tanımlıyoruz ama, gerçekten nedir bu “sorumluluk”?...

http://www.tekadres.com/tekadres/content/mm1.htm
...Son günlerde iş dünyası her zaman olduğundan daha hareketli; pek çok şirket bünyesine katabileceği yeni profesyoneller arıyor. Üstelik çalışanlar da istekli, pek çok arkadaşınızın iş değiştirdiğini duyuyorsunuz. Siz de iş değiştirme zamanının geldiğini düşünüyorsunuz; ya maaş az geliyor, ya da patronla kavga ettiniz, belki de sadece daha iyi bir iş istiyorsunuz. Peki ama iş aramaya gerçekten hazır mısnız?

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


SetNameToTime v2.0 beta 2l [170KB] W98/2k/XP FREE
http://storcksoftware.com/setnametotime/
Dijital fotoğraf makineleri genellikle resimleri artan sayılar ve anlamsız harflerden oluşan isimlerle kaydederler. Bu programla tüm isimleri tarih ve saat olarak değiştirmek mümkün oluyor. Deneyin seveceksiniz.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031111.asp
ISSN: 1303-8923
11 Kasım 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri