|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 386 |
13 Kasım 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Sessiz sedasız!.. |
Merhabalar,
Sessiz sedasız büyüyoruz bilmem farkında mısınız? Abone oluş hızımız pek tatminkar olmasa da sitemize bir kahve içmek için uğrayanların sayısı son 2 ayda hemen hemen ikiye katlandı. Artık yazı bulmakta da zorluk çekmiyorum. Oldukça üretken pekçok yeni dostumuzun aramıza katılmasıyla başlarda zorlandığımın bu sorunun da üstesinden geldik sanırım. Bir yudum kahve tatmaya gelip pasta, börek yemek için masaya oturup aramıza katılanları gördükçe bir şişiniyorum ki sormayın gitsin. Yazılara verdiğiniz tepkilerden pekçoğunu severek zevkle okuduğunuzu anlıyorum. Günün birinde aramızdan profesyonel yazarlar çıktığında hepberaber sokaklarda burnu havalarda dolaşacağız.
Yazıların artması ile daha önce karşılaşmadığım bazı sorunlarla da karşılaştığımı itiraf etmeliyim. Kullanılacak yazıları seçerken hernekadar adil davranmaya çalışsam da, elde olan olmayan nedenlerle bazı yazıları biraz fazlaca beklettiğimin farkındayım. Hatta bazen güncelliğini yitirmiş bir yazıyı kullanamama durumuyla da karşılaşıyorum. Bir miktar da çıta yükseldi sanıyorum. Yükselen çıtayı düşürmemek için yolladığınız yazılara biraz daha özen göstermenizi rica ediyorum sizlerden. İçerik ve ifade olarak hepsi birbirinden güzel olsa da zaman zaman sadece türkçe karakter kullanılmaması, gramere dikkat edilmemesi nedeniyle bazı yazıları geriye atıyorum. Sanırım artık yazıların şekil itibariyle hangi formlarda yayınlandığını hepimiz anladık. Bu forma uygun olarak yolladığınız yazılar hem benim işimi kolaylaştıracak hem de biranevvel kahveci dostların huzuruna çıkmalarını sağlayacaktır.
Dün başladımız fincan siparişi alımına ilk gün tepkileri tatmin edici oldu. Teşekkür ederim. Ancak henüz 24 sayısına ulaştık. Oysa 500'e ne kadar çabuk ulaşırsak, fincanlarımıza da o kadar çabuk kavuşacağız. Kredi kartı kullanamamız bir handikap biliyorum ama bu seferlik bu işi böyle halletmek zorundayız. Bu konuda anlayış göstereceğinize inanıyorum. Kahve Molası Fincanları için sipariş almaya devam ediyoruz. Ayrıntılar için ilgili sayfayı bir kez ziyaret etmenizi rica ediyorum sizlerden. İnternet çıkışı olmayan sevgili kahveciler bana fincan@kmarsiv.com adresinden ulaşabilir ve gerekli bilgiyi alabilirler. Konu ile ilgili görüş ve düşüncelerinizi yorumlarda benimle paylaşmanız işleyişi hızlandırmak açısından yararlı olacaktır. İlginiz için yürekten teşekkürler.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Bir öyküm var anlatacak!.. : Tarkan İkizler İLK TECRÜBE... |
|
Hiç kimsenin, göründüğü kadar saygıdeğer olmadığını bilemediğim yıllardı... İşi az, rahat bir masada, akşamı bulup, eli kolu dolu bir vaziyette eve dönme hayalleri kuramayacak kadar, toy bir memurdum... Güzel bir yere düşmüştüm... Daha yeni olduğum için de, çalışma arkadaşlarımın hepsi benden tecrübeliydi... Kendi aralarında, benim için, süresi belirsiz bir alışma devresi saptamışlar gibi, doldurulacak evraklardan başka bir iş vermiyorlardı. Zaten ben de, ne, nasıl olacak, hangi evrak hangi dosyaya girecek, bir şey bilmiyordum...
Ara sıra, adres sormaya giren biri, çalan telefon, öğle yemeğine gidip gelen diğer memurlar, her şey olması gerektiği gibiydi...
Bir tek amirim, biraz garip bir adamdı.
Aslında onun da pek bir şey yaptığı yoktu ama, ne bileyim işte, sağda solda dolaşan böcekleri toplamasına sinir oluyordum... Sıcaktan devamlı açık bıraktığımız camlardan içeri bir böcek girmesin ya da bahçede otların arasında iri bir tane bulmasın. Böceği eline alıp havaya kaldırarak, gözlerini kısıp, iyice evririr çevirir, bir an düşündükten sonra da, ya "Aslanım benim, be!..." diyerek zavallı böceği yanında taşıdığı küçük kavanoza koyar, ya da dudaklarını bükerek "Eğitim zaiyatı" der, kaldırır hayvanı otlara, aldığı yere fırlatırdı...
Yine böyle sıradan bir günün başlangıcında, masama daha yeni oturmuştum ki
İçeri giren amirimin " Haydi toparlan, seni de vazifeye götürüyorum" demesiyle, heyecana kapılıp telaşlandım. Kolay mı? İlk işim, ilk tecrübem olacaktı...
Hevesle hemen botlarımı parlattım, üstüme şöyle bir çeki düzen verip, yanıma alacaklarımı düşünmeye başladım.
Yanımdan geçen bir iş arkadaşım, diğer masada dosyaları istifleyene hafifçe gülümseyip, "Bu gece savaş var, savaş..." diyerek odadan çıktı... Masada oturana "Ne savaşı?" diye merakla sordum, o da bana anlamsızca "Napolyonu biliyor musun? İşte onunki gibi savaşlar" dedi... Ne demek istediğini anlayamamıştım.
Hiç olmadığı kadar çabuk bir şekilde, ayaküstü kahvaltımı yapıp, amirime hazır olduğumu, başka bir ihtiyacımız olup olmadığını sordum. "Jeep'e benzin koy, ben geliyorum, zaten küçük bir hırsızlık olayı, bir gecede çözer, geliriz." dedi.
Çok şanslıyım, daha buraya atanalı bir ay olmadan, ilk vazifem bir hırsızlık olayını çözmek olacak. Sorulmadan çıkartıp, amirime "Nasıl da akıl etmiş, aferin, adam olacak bu çocuk." dedirtebilmek için, fotoğraf makinesi, telsiz, el feneri, yedek pil, daktilo ve boş dosya kağıtları gibi, ne varsa toplayıp arabanın arka koltuğuna yerleştirdim. Amirim kapıda göründüğü anda arabaya atlayıp, motoru çalıştırdım...
Henüz beş on dakika olmuştu ki, elindeki, küçük çanta benzeri, kilitli siyah kutuyu arka koltuğun üzerine koyarken, benim yanıma aldıklarıma şöyle üstten bir baktı...
"Bunlar da ne?"
"Lazım olur diye düşündüm efendim."
"Ne yapacaksın bu kadar şeyi? Toplu katliam olayı çözmeye gitmiyoruz, altı üstü basit bir hırsızlık olayı."
"İsterseniz, dönüp bırakayım efendim."
"Yok, yok bu kadar yoldan sonra geri dönülmez, bir tek, sen benim kutuya dikkat et de bir şey olmasın."
Asilik edip de, kafası ezilememiş, iki üç kaya parçasını saymazsak, toz toprak içindeki yol, önümüzde dümdüz uzanıyordu. Ara sıra, aynadan arkaya baktıkça, Jeep'le geçtiğimiz yolda bıraktığımız toz bulutundan başka birşey görünmüyordu... Yarım saat böyle yol almıştık ki, amirim "Şurada dinlenelim biraz" dedi ve yol kenarındaki büyükçe bir ağacın yanında mola verdik... Kendi kutusu hariç, arka koltuktaki her şeyi, itip arabanın içine yuvarladıktan sonra, boşalan yere uzanıp, ayaklarını camdan dışarı çıkarttı... Kırmızı şeritli kasketini gözlerinin üzerine çekerken, bana da "Bir saat kadar dinlenip, devam ederiz. Sen de keyfine bak" dedi... Kahvaltının üstüne bir türlü içemediğim ve hep aklımda olan günün ilk sigarasını yakıp, ağacın altına uzanmıştım ki beni çağırdı...
"Sen Napolyonu bilir misin?"
"Bilirim efendim."
"İyi, iyi, çok güzel. Git sen de dinlen biraz..."
Dedim ya garip bir adamdı...
Bu Napolyon meselesi, savaşlar, aklım karıştı ama, yine de bir anlam veremedim. Ağacın altına gidip oturdum, az önce aceleyle söndürdüğüm, bütün sigarayı yerden alıp, ucunu kopardıktan sonra tekrar yaktım...
Vakit geldi, yine yola koyulduk, amirimin "Şuradan sap, buradan gir..." direktifleriyle, kendimizi bir saat içinde köyün girişindeki tepenin üstünde bulduk.
Amirimin işaretiyle durdum ve arabadan indik...
Bana kalsa, haritaya göre normal yoldan giderek, an az bir saat kaybederdim. Şimdi, yoldaki bir saatlik molada, vakit kaybetmemizi düşünmemin, ne kadar yersiz olduğunu görüyordum, ne de olsa yılların tecrübesi başka oluyor...
Tam karşımızdaki tepelerde, yer yer gümüş gibi parlayan dere, ormanın içinden aşağıya doğru akarken, kıvrıla kıvrıla geçtiği köyü ikiye bölüyordu. Gördüğüm manzara karşısında, tepemizdeki güneşin etkisi azalmış gibi, içimi tarif edemediğim bir serinlik sardı, en fazla beş-on dakika sonra, su kenarında serin bir yerde olacağımızdan emindim...
"Çok güzel bir köy, değil mi?"
"Güzelliği batsın... Buraya kadar boşuna getirttiler bizi. Bir türlü, kendi işlerini, kendileri halletmeyi beceremediler. Tabii, bir sakatlık çıkıpta, düşman olmak istemiyorlar birbirleriyle, nasıl olsa biz varız ya... Millet bize düşman olsun onlar rahat rahat gezsin, oh ne güzel iş..."
"Niye bize düşman olsunlar efendim? Biz görevimizi yerine getiriyoruz"
"Bilmezsin sen bunları, bir haltlar karıştırmaya görsünler... Suçlu olsalar bile kendilerini haklı görürler, yaptıklarını ortaya çıkardı diye, işlerini bozana düşman kesilirler... Buna karşı, benim de kendime göre yöntemlerim var tabii..."
Yamuk yumuk, dar yollardan, ustalıkla, beş dakikada aşağıya inip, köyün ortasındaki meydana ulaştık. Arabanın sesini duyanlar meydana toplandı, içlerinden, amirimi önceden tanıdığı belli olan, yaşlı biri yanımıza geldi...
"Buyurun efendim, buyurun, şöyle masaya geçin..." diyerek, yakındaki bir evin bahçesindeki gölgeliğe, sanki bizim için kurulmuş gibi duran masayı göstererek ekledi "...yoldan geldiniz, size bir yorgunluk kahvesi yaptırayım."
Kahveler gelene kadar, yaşlı adam olanı biteni bir çırpıda anlattı...
Yaşlı bir kadının, oğlunu evlendirmek için biriktirdiği başlık parası, kendisinin evde olmadığı bir sırada çalınmıştı... Bahsedilen para da, az-buz bir şey değildi... Bu kadar yüklü başlık parası istendiğini duyunca, geldiğimizden beri, hiç etrafta görünmeyen bu köyün kızlarını ben de merak ettim...
"Efendim daktiloyu getireyim mi?"
"Yok, yok... Ne daktilosu, ben demeden sen hiç bir şeye karışma"
Yaşlı adam atıldı "Getireyim mi kendini?"
"İstemez. Anlattıkların yeter."
Yaşlı adamın, yanındakilerden birine, kafasını kaldırıp, gözünle küçük bir işaret vermesi yetti, işareti alan genç , koşa koşa yanımızdan ayrıldı...
Bizimkiler başka şeylerden konuşmaya başladılar.
"Misafirhaneniz aynı yerde mi?"
"Evet, ama bu yıl bir yeniledik sorma, pırıl pırıl yeni boyalar mı dersin, cilalı taş kaplama yerler mi?... Al gelini koy içeri..."
Yaşlı adam, yine bir işaret çaktı. Anladığım kadarıyla, misafirhaneyi açıp hazırlamak için, bu sefer de iki kişi, koşa koşa işaret edilen tarafa doğru gitti.
Yaşlı adam, kafasını kaldırıp, yanımızda kalan dört-beş kişiyi öyle bir süzdü ki; etrafımızdaki herkes, yapacak işleri olduğunu söyleyerek, izin isteyip, bizi yalnız bıraktılar...
Amirim, yaşlı adama daha da sokularak, duyulmasından korkar gibi fısıltılı bir sesle sordu, "Yapanı biliyor musun?"
"Bilseydim keşke, ne gezer... Bu sefer hiçbir şey duyan, gören yok..."
"Olsun, sen bana bırak, yarın bu vakte kalmaz bulur, çıkarırım...Yalnız sen, biz misafirhaneye yerleştikten bir saat sonra, köyün en güçlü, kuvvetli yiğidi kimse, arkamızdan, onu bul gönder... Anlaştık mı?"
"Saati saatine bekle, tamamdır... Yeter ki bu olayı çöz, köy yerinde zanla yaşamıyalım. Daha haftası dolmadan, herkes birbirine bakıp yere tükürmeye başladı bile..."
"Sen işi oldu bil..."
Amirim bu kadar kesin konuşuyorsa, elbette bir bildiği vardı, az çok ben de anlıyordum ama, onun gibi olmak için daha on fırın ekmek yemem gerekiyordu. Biliyordum ki birazdan çevrede keşfe çıkacağız, tek tek köylüyle konuşup notlar alacağız, şüphelendiklerimizin ifadesini alıp, fotoğraflar çekeceğiz... Bütün bu uzun ve incelikli işler, böyle tecrübeli kimseler için oldukça alışıldık ve sıradan şeyler olmalıydı. Yoksa, bir haftadan önce, soruşturması bile bitirilemeyecek bir işi, "Bir gün." diye kestirip atmak, herkesin harcı değildi.
Yaşlı adamın tarifleriyle, misafirhaneye geldik. Kilitler kapılar, cam çerçeve açılıpta yerleşince, amirimi orada bırakarak, rehberimizi meydana geri getirdim. Döndüğümde, yaşlı adamı bekleyenlerin verdiği, tepsi dolusu yemekleri dökmeden getirebilmenin gururuyla, amirime seslendim...
"Amirim, buyurun sofra hazır...Hem de en âlâsından yemeklerle..."
Yemeklerimizi yedik. Misafirhanenin mutfağındaki çaydanlığa su koyup , sigaramı yakarak bahçeye çıktım...
"Bak, adamımız geliyor."
"Şu köyün en güçlü delikanlısı mı?"
"Evet, aynı zamanda o bizim kahramanımız da olacak"
"Nasıl yani?"
"Bekle ve gör, bu olayın, meslek anlayışında bir dönüm noktası olacağını göreceksin...Sen hiçbir şeye karışma sadece izle..."
"Emredersiniz!"
Ben gidip çayı demleyinceye kadar, genç yukarıya gelip, amirimin karşısına oturmuştu bile. Uzaktan pek anlaşılmasa da, yanımıza gelince kesin emin oldum. Bu gencin İri yarı haline bakarak, gerçekten de köyün en kuvvetli adamı olduğunu söyleyebilirdim. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra genç adam sordu;
"Beni niye çağırttığınızı anlayamadım, ama bir yardımım dokunacaksa seve seve...
"Evet, şimdi işimize bakmanın sırası geldi... Ben pek lafı uzatmasını sevmem... Aşağıda, bütün köyün gözü önünde kelepçe takılması, senin gibi herkes tarafından sevilen biri için yakışık almaz diye düşündüm."
Adam ayağa kalktı. Şaşkınlıkla, bir amirime, bir bana bakıyordu...
"Ne yapmışımki ben?"
"Şu başlık parası çalınan yaşlı kadını, ne kadardır gözlüyorsun?
"Kim ben mi?"
"Sen tabii, başka kim olacak?... Görenler var..."
"İftira amirim, iftira. İstediğinize sorun, ben öyle şey yapmam."
"Yapacak bir şey yok, en az on seneden başlar."
"Ama ben yapmadım ki."
"Mahkemede anlatırsın artık bunları, ben bilmem... Bir iki senede hemen gelir dosyan, mahkemeye çıkarsın, anlatırsın, inanırlarsa, sütten çıkmış ak kaşık gibi dönersin köyüne..."
"Ama... Ama... Ya o zamana kadar yattığım,çektiğim..."
"Orasına ben karışmam dedim ya, derdini onlara anlatırsın, ne de olsa biz de elçi sayılırız, görevimizi yapar aradan çekiliriz, gerisini onlar halleder..."
Genç adam iki göz iki çeşme ağlıyor, amirime kendisinin yapmadığını söyleyerek bırakılması için yalvarıyordu... Meslekte tecrübem az olsa da hayatta çoktu, o anda bu işi, bu adamın yapmadığına kalıbımı basardım...
"Bu kadar eminsen ne ağlayıp sızlanıyorsun, bir iki sene yatar, suçsuzluğun ispat olununca da çıkarsın... Geç bakalım şöyle, şu ağacın arkasına, sarıl bakalım iyice ağaca, hah şöyle... Ver bakayım ellerini...."
Amirim bana göre suçsuz olan bu adamı ağaca kelepçeledi, adam ağlayıp sızlıyor, yalvarıp yakarıyordu, amirim ise hiç oralı olmadan bana dönüp
"Koy bakalım şu çayları da, içelim..." diyince, ağaca kelepçeli genç adam yavaş yavaş umutsuzluğa gömülür gibi eğildi, eğildi, bacaklarını açıp ağacın etrafına dolayarak, yere çöktü... Bu oyuna nasıl geldiğini, nasıl kurtulacağını düşünüyordu...
Adam, bir kaç kez, yeniden konuşup kendini savunmaya kalksa bile, amirim hiç oralı olmuyor, lafını kesip, onunla ilgisi olmayan, köyle ilgili, başka şeyler soruyordu...
Sonra amirim genç adama yaklaşıp, "Senin kadar ısrar edenini görmemiştim, esastan da masum gibi görünüyorsun... Hani kanım kaynamadı desem yalan olur, böyle birinin hırsızlık yapacağı benim de aklıma yatmıyor ama..." diyince, genç adam yarasına tuz basılmış gibi birden toparlanıp ayağa kalktı, kendine göre, en baştan, olanı biteni, hergün yaptığı sıradan işleri anlatmaya başladı...
"Tamam, tamam." dedi amirim, "...sana bir fırsat vereceğim, yarın öğlene kadar gerçek suçluyu bulup getireceksin bu senin tek kurtuluşun...Çöz şunu."
Gittim, açtım adamın kelepçelerini... Önce her kelepçesi çıkartılanın yaptığı gibi kelepçelerin izlerini silmek istercesine, bileklerini ovuşturdu, sonrada gelip amirimin elini öpmek için eline sarıldı, amirim istemiyormuş gibi yaptıysa da sonra razı gelip elini verdi... Adam binbir dua, teşekkür arasında, arkasına bakıp başıyla selam vere vere, geldiği yolda kayboldu. Amirim kendi kendine ancak benim duyabileceğim bir sesle "Haydi oğlum! Göreyim seni." dedi.
Yaklaşık iki saat süren, bu tiyatro karşısında, kimi zaman lafa karışmamak için kendimi zor tutmuştum. Amirim "Sakın sen karışma" diye emir vermese, çoktan bu adamı orada savunmaya başlayacaktım... Adamın iyice uzaklaştığından emin olunca "Amirim, bence bu adam yapmamış" dedim.
Amirim de "Biliyorum..." diyerek içeri, eve girdi...
Bende hemen arkasından içeri girdim...
"Nasıl yani? Suçsuz olduğunu en baştan beri biliyordunuz da, niye böyle yaptınız?"
"Bütün köye, böyle yapsak daha mı iyiydi?"
Yavaş yavaş, neyin ne olduğunu anlamaya başlamıştım, yalnız aklıma birşey takıldı... "Amirim, ya bu çocuk esas suçluyu bulup getiremezse?"
"Hiç şaşmaz..."
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?"
"Napolyon 'İnsanları harekete geçiren iki şey vardır, menfaat ve korku' demiş. Bu her zaman kulağına küpe olsun."
Biraz daha bu konu üzerinde konuştuk. Bana, nerede, nasıl davranmam gerektiğine dair bilgiler veriyor, bu işin okulda öğretilenlerden ibaret olmadığını, meslek içinde elde edilecek tecrübelerden, asla vazgeçilemeyeceğini anlatıyordu... Hava kararmak üzereyken, kapı çaldı. Gelen elinde taşıdığı yemek tepsisi yüzünden, ter içinde kalmış bir köylü çocuğuydu... Tepsiyi alıp, teşekkür ettikten sonra, gidip dışarıyı son kez kontrol ettim. Amirime Jeep'ten bir şey isteyip, istemediğini sordum, sadece kilitli kutuyu getirmemin yeterli olacağını söyledi... Kutuyu getirip, kapıyı kilitledim. Yemeğimizi yemeye başladık. Yemeklerimiz bitmek üzereyken, cebinden çıkarttığı küçük anahtarla, kutunun kilidini açtı ve kapağı araladı. Kutu kendisine doğru durduğu için, ben içindekileri göremiyordum. Sofrayı toplamaya başladım...Kutunun kapağını tekrar kapadı. İşimin bittiğini görünce de,
"Gel bakalım, seninle bir savaş yapalım." dedi.
"Savaş mı?"
"Savaş ya, ne sandın." diyerek, kutunun kapağını sonuna kadar açtı...
Daha önce, böyle birşeyi hiç görmemiştim. Kadife kaplı kutunun içinde, birbirlerine yapışık gibi yanyana dizilmiş, on tane minik asker, yirmi kadar, kağıda düzgünce saplanmış toplu iğne, iki tane, birşeyler içmeye yarayan, bildiğimiz plastik kamışlardan, bir tebeşir, bir UHU ve bir de bugüne kadar bir kaç kez gördüğüm, şu böcekleri topladığı kavanoz vardı... Bakışlarımdan bir şey anlamadığımı düşünüyor olacaktı ki "Gel de anlatayım." dedi.
Bir yandan bana anlatıyor, bir yandan da anlattıklarını tek tek uygulayarak gösteriyordu...
"Bak şimdi. Bu askerler, yarısı senin, yarısı benim... Masaya tebeşirle büyük bir daire çizeriz... Sonra daireyi ikiye böleriz... Bir kamış sana, bir kamış bana, on iğne sana , on iğne bana... Sonra bu kavanozdan bir böcek alırız ve askerlerden birini UHU'yla üstüne yapıştırırız" Böcekleri hiç iğrenmeden tek tek tutup, bütün minik askerleri sırayla üzerlerine yapıştırdı. Askerlerden kendine ait olanları kendi tarafına, benimkileri de benim tarafıma, dairenin içine yerleştirdi... En sonunda da, nasıl yapılacağını gösteren bir el işaretiyle, kendisine bakmamı isteyerek, ağzına aldığı toplu iğneleri kamışın içinden üfledi...İğne plastik askere saplandı...
Kendimi tutamadım...
"Tam isabet!"
"Kimin tarafına düşman askeri geçerse, o mağlup olur, ona göre..."
Böcekçikler, ne yaptıklarını biliyorlarmış gibi, sırtlarındaki askerlerle karşı cepheye doğru koşuyor, çizgiyi geçemeden, üzerindeki asker vurulduğu için, düşen askerin ağırlığıyla yana yatıp, oldukları yerde debeleniyorlardı... Bu, hem saçma, hem insanı irkilten oyun, bir süre sonra bana da eğlenceli gelmeye başlamıştı... Belkide sabaha kadar oynayacağımız bu savaş oyunu, telef olan böcekler yüzünden, ancak bir iki saat kadar sürdü...
Amirim, oyuncaklarını kaybetmekten korkan çocuklar gibi, dikkatli bir şekilde, herşeyi toplayıp, kutusundaki yerlerine kaldırdı...
Sonra, bana doğru döndü, "Napolyon, 'Savaş, anarşinin panzehiridir...' diye, boşuna dememiş, başı boş bıraksaydık, şimdiye kadar çoktan bunlar birbirini yemişlerdi..."
Şimdi, diğerlerinin niye, ikide bir savaştan, Napolyondan, gülerek bahsettiklerini anlıyordum. Demek ki onlar da, daha önceden, bütün bu olanları, başka bir kasaba ya da köyde yaşamışlardı... Yataklarımızı yapıp yattık, uzun bir süre bunları düşündüm, rüyamda sabaha kadar, at üzerinde savaşıp durdum...
Sabah, kapının gümbür gümbür çalmasıyla yerimizden fırladık. Hemen koşup kapıyı açtım. Dün bıraktığımız genç çocuk.
Gömleği, yediği dayaktan kan lekeleriyle dolu başka bir genci, kolundan sıkıca kavramış, bize bakarken, "İt oğlu it, kendi anasının paralarını çalıp kumarda yemiş. Bir de, kızda gönlü yokmuş da, anası zorla evlendirmesin diye yapmış..." diyerek, kolundan tuttuğu diğeriyle birlikte dizlerinin üstüne düştü...
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Yaşamın Telvesi : Rita Ender |
OYUNUN TAŞLARI, YAŞAMIN OYUNCULARI
Yaşamı bir oyuna benzetmenizi isteselerdi onu en çok hangi oyuna benzetirdiniz? Konkene mi yoksa bir çift zara bağlı tavlaya mı? Paraların zapt edilemediği Monopoly'e mi yoksa satranca mı?
Benim cevabım sonuncusu olurdu. Satranç. Bence yaşam satranç tahtasının üzerinde...
Satranç 7. Yüzyıldan bugüne gelebilmiş bir dünya oyunu. Kişiye beyin jimnastiği yaptırarak onun zihninin işleyişini yansıtan en güçlü oyun belki de.
İşte yaşam da kişilerin zekalarını,yüreklerini sergiledikleri bir oyun. Tıpkı satranç gibi siyah ve beyaz karelere sıkışmış bir oyun. Oyunda sadece iki takım var; siyahlar ve beyazlar...Belki de iyiler ve kötüler...
Siyahların da beyazların da kudretleri eş. Her ikisinin de takım arkadaşları aynı güçlere sahip. Bir takım 16 oyuncudan oluşuyor. Bunlardan 8'i piyon, 2'si at, 2'si fil, 2'si kale, 1'i şah ve 1'i vezir. Hayat en büyüğünün etrafında dönse bile kendini en çok yansıtan yan kahramanlar...
Piyonlar orta direği temsil ediyor; örnekleri çok olan. Özgünlüğe hiç ulaşamamış, sesini duyurmak için çaba sarf edemeyen insan tiplemesini sergiliyor.
Kaleler bana güveni çağrıştırıyor. Tahtanın iki başında durarak duvar örüyor sanki dışarıya. Güveni sarsmıyor çünkü ileriye de gitse geriye de gitse hep düz yürüyor.
Atlar ve filler ... Bence oyunun en özel taşları. Atlar "L" şeklinde giderek farklılığını koyuyor ortaya. Bazen şaşırtıyor. Filerse tedbirli dik kafalıları anımsatıyor. Upuzun yolları kat ediyor ama hep bildiği yoldan; çapraz ilerliyor.
Bir de şah(lar) var bu oyunda, bu hayatta. Vezirden sonraki en büyük taş. Burnu havada şah bana hep yalaka insanları hatırlatıyor.
Oyunun kıymetlisi: "vezir". Her şey o en güçlünün etrafında dönüyor. En son dakikasında bile uyarılıyor karşıdaki oyuncu tarafından. Düşman "şah" dediği zaman vezir kendini koruyor. Yok eğer koruyamazsa ölen vezirin arkasından duası okunuyor: "Mat!"
İşte böyle siyah ve beyazlarıyla bir satranç yaşam! Karşı takımla doyasıya mücadele ederken zihnini,yüreğini ve sağduyunu koyuyorsun tahtaya! Bütün taşların önceden belirlenmiş kuralların dışına çıkmadan savruluyor bir oraya bir buraya. İçlerinden biri vezir; biri de kendisinden 7 tane daha bulunan piyon oluyor. Derken oyun bitiyor. Bir bakıyorsun ki piyon da vezir de aynı kutuya giriyor. İşte o zaman fark ediyorsun ki farklı kalan sadece renkleri. Siyahlar ve beyazlar... İyiler ve kötüler...
Rita Ender rita@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Seda Esen |
Adam sızım...
Aşk; beyin, duygu ve ten işidir derdim hep.
Her yerim acıyor. Şimdi neremi törpülesem, daha iyisi yok etsem?
Beynimi mi?
Düşünmemek lazım.
Düşünme...
Düşün...
Düşü...
Düş...
Duygularımı mı?
Sigara söndürüyorum üstlerinde. Bana mısın demiyorlar.
Ya çok taşlaşmışım ya da çok duygusalmışım.
Taştan duygusal.
Duygusal...
Duygu...
Duy...
Tenimi mi?
Soğuk duş almış gibiyim. Tenim taşımıyor artık beni. Eskiden dokununca anlaşılırdı içim.
Şimdi sadece dışımın örtüsü tenim.
Tenim...
Teni...
Ten...
Herkes sancılarımın buharlaşacağını, ayrılığın tadını çıkarmamı söylüyor. Tadını çıkarıyorum ben de. Mayhoş, acı, buruk bir tadı var. Bak ne kolaymış birinin hayatından çıkmak. Teşekkür etmeliymişim bu iyiliği için. Beni bu hale getiren birine teşekkür edemiyorum. Üzgünüm. Toparlanırım ama. Nasıl ki mutluluğu bitmez sanıyorsam o sevda zamanlarında, şu an da acıyı tükenmez sanıyorum.
Ama tükenecek, bitecek, geçecek gidecek. Mi?
Merak ettiğim bana neye mal olacağı bu gidişin. Neye?
Yokluğunun sevda altında görünmez oluşunun ikinci günü. Oysa farkındaydım biliyorsun. Haftalardır, belki de aylardır kaybedişimizin.
Doğum günün kutlu olsun. Hediyeyi veren sen oldun ama. Daha paketine bile dokunamadığım bir hediye. Açmaktan korktuğum. Senin korkularının hediyesi.
Korkunun ecele faydası var mı?
Ben ecelin değilim ki.
Bana ne faydası var?
Hiç!
"Gesi bağlarında üç top gülüm var..." dı.
Belki bir gün yine bir çift selamına güvenirim.
Belki...
Bel...
B.....
Alırım ileride bir nefes ben de…
Seda Esen sedaesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey |
AY... ÖYLE KEYFİMİZ YERİNDE Kİ?
ANLATAYIM DA ANLA NE KADAR KEYİFTE OLDUĞUMUZU.
Dün buralarda olmaz bir şey oldu. Bir hafta evvel Riyad’daki terörist saldırıda ölenler arasında buradan tanıdığımız iki komşu ailenin kimi fertlerinin de olduğunu öğrendik. Bir ailenin iki çocuğu, diğer aileden de iki çocuğun annesi. Geçen yıl burada birlikte oturuyorduk. Benim selamdan öte merhabam yoktu ama Lübnanlı diğer ailelerle çok sık görüşüyorlardı. İnanılmaz bir yas havası vardı bizim sitede. Olayı öğrendiğimizin ertesi gecesi yağmur yağmış. Sabah uyandık ki iğrenç kötü, koyu gri bir hava her taraf göle dönmüş. Çok geçmedi, sabahın 10'unda bir yağmur daha başladı. Önce normal yağarken sonra birden kudurdu ve zaten kökü toprağın az altında olan palmiyeleri dibinden söktü attı, bütün evleri ve bahçeleri sel bastı. Mübarek bardaktan değil kovadan boşalıyordu sanki. Elektriklerimiz, telefon bağlantımız, yani dünyayla bağlantımız kesildi. Akşama kadar aralıksız şiddetlice yağdı. Kimi evlerin içi ayak bileklerine kadar su doldu. Artık yapacak bir şey yoktu oturup yağmurun dinmesini bekledik. Sonunda saat akşam 5 gibi durdu. Durdu ama canımıza da okudu. Bütün site savaş alanına dönmüştü. Her yer çamur ve pislik. Kimse bu sulara aldırmadan bütün komşular birbirimizi ziyaret ettik. Zarar ziyan çok mu yardım edilecek bir şey var mı diye. 25 yıldır ilk kez bu kadar şiddetli yağmış. Olivier diyor ki şehir trafiği allak bullak olmuş. Meydanlarda, her yerde arabalar ilerleyemez olmuşlar, stop etmişler, bağıran, çağıran yardım isteyen vs... Olivier öğleden sonra 3'de geleceği işten akşam yedide ancak evde olabildi. Ben de çıkıp şöyle bir dolaştım sitede . Yazık, bir sürü küçük kedi yavrusu suda boğulmuştu. Yani büyük bir felaket atlattık. İnsanların çoğu dün gece otellerde kaldılar.
Bizim evde neredeyse hiç zarar yok. Biraz yüksek ve eğimli olduğu için, yağmurda duvarlardan, pencerelerden içeri giren su yağmur durunca kapının altından aktı gitti. Bugün de sanki dün yağmur yağmamış hiçbir şey olmamış gibi hava ve her şey aynı. Bütün sular çekildi, hava sıcaklığı yine kırk dereceyi buldu ve ıslak yerler anında kurudu. Yani bugün buraları görecek olsan, dün burada olup bitene inanmazsın. Hiçbir şey olmamış gibi. Evler yağmura göre yapılmadığı için, sıcak iklim evler. İnce duvarlar, ince sıvalar. Pratik yani. Burada iki günde koca bir evi inşa ediyorlar... Ülke yağmura alışık olmadığından kanalizasyon sistemleri de yok. Bu yüzden iki damla bir şey düşse gidecek yeri yok. Acısı da her yıl bir kez bu yıl da inanılmaz yağan yağmurda çıkıyor. Neyse her şey şimdi yolunda. Ben de şu sıralar; aman da pek rahatız, her şey yolunda, keyfimiz yerinde derken, önce bombalama olayı ve buradaki herkesteki tedirginlik... sonra yağmur ve sel... Artık şom ağzımı sonsuza kadar kapatıyorum.....:)))))
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.748 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
EVLER
Bazen kışkırtır dinginlik, biraz da
bu yüzden üstlenir ya insan uzakları:
Pazar yerlerinden dönen o hüzne yatkın
kadınların ve küçülen krallığındaki yorgun
haritacıların düşlerine daha fazla
girmemek için. Uçsuz düzlüklere, tozlu
bir yola açılan arka kapı bulunur hep,
kulağı ıslığında bir küheylan. Aslında her ev
kendi masalına kapanmış, kuytu birer
bilmecedir; Kimler kurmuş, hangi töreye
yaşlanmışlardır artık güçtür anımsamak.
Birkaç mimar adı sayar kişioğlu, bir o kadar
mühendis ve duvar ustası. Oysa bir ayraç
açık durur hep, seni izler. Sen uyanır
harfleri örtünürsün: Uyanınca çünkü yazılmalı
düşler.
Tuna Kiremitçi
<#><#><#><#><#><#><#>
BEKÂR EVİ
Şu son iki yılı ömrümün
bir büyüyü bozmakla geçmiş.
Çok kuvvetli bir büyü
sayılmazmış da zaten.
Ve o iki yıl,
aynı evde oturmak için gösterdiğim
doğa üstü performansmış;
sevgilimi değiştirme çabası,
hayata yeni düzen.
Ama tek konuda bile
istenen başarıyı gösterememiş
olmam yüzünden,
bir sürü yarıda kalmış
parlak fikirle giriyoruz
üçüncü yılına evimizin
Ve gittikçe daha az enteresan
bir komşu olduğum
hissine kapılıyorum,
şu teyzeler açısından:
Gençten, efendi bir oğlan,
onun çıplak ampulleri.
Tuna Kiremitçi
Yukarı
|
Sıkıyorsa alın anahtarı bakalım!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.evyap.com.tr/sabunlar_tarihce.htm
...Geçmişi M.Ö. altı binlere kadar uzanan sabun kullanımı, zamanla günlük yaşantımızın önemli bir parçası haline geldi, vazgeçilmez oldu. Fenikeliler sabunu bulana kadar, kül ve kil geleneksel temizlik aracı olarak kullanıyordu. M.Ö. 600'de bulunan ve kullanımı ortaçağda genişleyen sabun...
http://www.onurair.com.tr/tr.asp
Bu web kısayolunu reklam olsun diye değil, örnek olsun diye veriyorum. Yurt içi ulaşımlarında biraz maliyetli bile olsa bize zaman kazandıran hava yolu taşımacılığından faydalanabilmek en doğal hakkımız. Umarım diğer havayollarıda yurtiçi seferlerine başlar ve fiyatlar daha makul seviyelere kadar düşer.
http://www.geocities.com/TimesSquare/Realm/1086/turkish/oykuler/oykuler.htm
..."Bir insanin yasaminin en onemli kismi, iyilik ve sevgi adina yaptigi kucuk, isimsiz ve animsanmayan eylemlerdir." Ergelik donemindeydim ve babamla sirk bileti kuyrugunda bekliyorduk. Sonunda bilet gisesiyle aramizda tek bir aile kalmisti. Bu aile beni cok etkiledi. Hepsi de 12 yasin altinda tam sekiz cocuklari vardi...
http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/021107/elestiri.html
...Romancıların birbirlerine gereksinmeleri ne kadarsa, eleştirmene gereksinmeleri de o kadardır. Ne eksik, ne fazla. Eleştirmenin onlara gereksinimi de daha çok değildir. Bir Fransız şairi, “Kaçın bu adamdan, ısırır, eleştirmendir,” dermiş. Siz de böyle düşünmeyi sürdürebilirsiniz...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Handy File Find and Replace v1.2 [361k] W9x/2k/XP FREE
http://silveragesoftware.com/ftp/HFFRSetup.exe
Bir sürü dosyanız var ve içlerindeki birkaç cümleyi kolayca değiştirebilmek istiyorsunuz. O zaman bu programı açıp kullanacaksınız. Windows daki arama fonksiyonu gibi, arıyor, buluyor ve değiştiriyor. Kaç tane dosya olduğu hiç farketmiyor.
Yukarı
|
|
|