|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 387 |
14 Kasım 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Tatil geliyor tatil!.. |
Merhabalar,
Kocaman tatile kaldı 1 hafta. Öğrenciyken böyle denk gelen tatiller varmıydı hatırlayamıyorum ama eğer olmuşsa sanırım zil takıp oynamışımdır. Yaş ilerleyip iş hayatına atılınca seçtiğim işler nedeniyle tatilin heyecanını doyasıya bir türlü yaşayamadım. Salla başını al maaşını dönemi sayılabilecek birkaç yılı çıkartırsak şöyle ağız tadıyla bir tatil yapamadım. Hasbelkader artizlik yaptığım yıllarda elalem haldır haldır tatil programları yaparken ben ve benzerlerim bayramlara şeker olmak için harıl harıl çalışırdık. Hele bir de yeniyetme toz yutucu iseniz üzerinize düşen ekstra bir sürü hamallık nedeniyle nefes almaya vakit bulamazdınız. Matine suare yetmez bazen 3 oyun, turne derken uyumaya fırsat olmazdı. Tam rahatlayacakken sahneden istifa edince, tiyatro anılarımda hep tatil öğütücüsü olarak kaldı. Biraz daha ergenleşince bu seferde dış dünya ile ilişkili işler buldum kendime. Bizde tatil olunca onlar çalışır, haydi bizde çalışırız, onlarda tatil olunca bizde zaten olmaz gene çalışırız. Tam anlamıyla kara bahtım kör talihim durumları yani.
Eee insanoğlu sonunda evrim geçirip olaya adapte oluyor. Ben de tatili yoktatille değiştiriverdim lügatimde, oldu bitti. Üstüne birde yokparayı ekleyince kaymaklı kadayıf oldu. Züğürt tesellisi ya, bir de kalkıp buna 'Aman tatilde çok rahat çalışılıyor, ses yok, arayan yok, alacaklı yok, ödeme derdi yok, ohh yan gel çalış'ı ekledim tam oldu. Şimdi büyüklerimiz uygun görüp 3 günlük bayramı dokuz doğurtup bana en büyük iyiliği yaptılar. 9 gün bir elim balda, bir elim yağda, ayaklarım yerde, parmaklarım klavyede bir güzel çalışacağım, ohh be bundan iyisi Şamda kayısı. Birikmiş işleri bitirir, Kahve Molasına da biraz cila atarım, tatili dönüşü ünüme ün katarım olur biter. Vallahi de billahi de hasetimden yazmadım bunları. Yüzde epeyi doğru, kalanı da kuduran bendimi yatıştırmak için psikoretapi. Siz bana bakmayın, kendinize güzel güzel planlar yapın. Gezin eğlenin. Büyüklerinizin elini öpün, çocuklarınızı lunaparka götürün. Bakın olanağınız varsa yurtdışı gezilerini mutlaka inceleyin. Son derece makul fiyatlarla çok güzel turlar var. Tatile gitmiyoruz ama ilanları takip ediyoruz. Kendim için bakıyorsam namerdim. Hep sizin için benim sevgili kahvecilerim...
Cumartesi günü sevgili Ebru'nun doğum günü. Haftasonuna denk geldiğinden kutlamayı bugünden yapmak zorundayım. Sevgili Ebru, çeyrek asıra bir kala seni tanıdığıma çok memnunum. Eminim tüm KM ailesi de bana yürekten katılıyordur. Senin helalinden 3 tane daha çeyrek asır devirmeni, sevdiklerinle, esenlik dolu günler geçirmeni tüm KM ailesi adına diliyorum. Yalnız lamba cinine sordum, bu dileklerin gerçekleşmesi için tek şart yaşadıklarını bizlerle eksiksiz paylaşmanmış. Benden söylemesi...
Fincanlarda 54 siparişe ulaştık. Ancak bu hızla gidersek işimiz zor. Amaç yılbaşından önce fincanlara kavuşmak biliyorsunuz. Bayramdan önce 500'ü bulmak zorundayız. Hadi ama yaaa.... Hepinize nezlesiz, gripsiz bir haftasonu diliyorum. Hoşçakalın...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
İnsan'ca : Yankı Yazgan Yaşlı ve bilge bir somon aranıyor |
|
Doğum günümün 25-30 dakikasını ayna karşısında geçirdim. Saç
kesimi, ne yazık ki, bu kadar çok zaman alıyor. Boynumu sıkan
bir örtünün üstündeki yüzümü, zorunlu olarak seyrettim. Her
berbere gidişimde olduğu gibi... Ama her seferinde bu kadar çok
farklılık görmezdim. Oysa yüzümün dokusunda değişiklikler
vardı, derim eski esnekliğini yitirmiş gözüküyordu. Saçımdaki
beyazlıkların miktarının normal olup olmadığını berbere mi
sorsaydım? Ne de olsa uzmandı. Aynadan onu da seyrettim. Son
birkaç yılda ne kadar çok değişmişti. Gerdanlanmış, gözlerinin
altında küçük torbalanmalar olmuştu. Az önce de bel
ağrılarından, kolayca hastalanıverdiğinden şikayet etmişti.
Doğum günü için parlak sayılamayacak bir sohbete girmektense
susup oturdum.
Yaşlanmasak olmaz mı? Zaman geçse, ama bedenimiz, beynimiz
"bozulmadan" kalsa..Yoksa yaşlanmaya mecbur muyuz? Olaya çok
basit bir gözle bakıldığında, yaşlanıp ölmenin dünyadaki nüfus
artışını dengeleyerek ve kaynakların ekonomik kullanımına
hizmet ettiği bile söylenebiliyor. Ancak, ölüm nedenlerinin
önemli bir bölümünü organizmanın eskimesine bağlı olmayan dış
etkenler ( kaza, afet gibi) oluşturuyorlar. Yani yaşlanma
olmasa da ölümler olacak.
O zaman, niye yaşlanıyoruz?
Geçen yüzyılın önde gelen biyologlarından A. Russel Wallace
yaşlanmayı evrim teorisiyle bağdaştırırken, önceki paragrafta
sözünü ettiğim "kaynakları ekonomik kullanma" ve sonraki
kuşaklara "fırsat verme" varsayımını öne sürüyor. Evrim
teorisine göre, "iyi bir şekilde çoğalmak" ve genlerin
olabildiğince çok kopyasını üretmek bir canlı türünün temel
hedefidir. Bu hedefe ulaşmak için vakitleri geldiğinde ölerek,
türlerine hizmet ederler. Pasifik bölgesindeki somon
balıklarının ölülerinin kısa zamanda çürüyüp suya karışması,
suyun besleyici maddelerle zenginleşmesini sağlar.
Dolayısıyla, sudaki "genç" somonlar daha iyi beslenmiş
olurlar.
Ama, Pasifik somonlarının (1) ölümlerinden bir süre öncesine
gözümüzü diktiğimizde, somonların üreme hızında müthiş bir
artış olduğunu görebiliriz. Bazı biyologlar bu gözlemi farklı
bir evrim stratejisine bağlıyorlar. "Bir organizma gençliğinde
ne kadar çok üreyebilirse, o türün nüfusu ve hayatta
kalabilirliği çoğalacaktır" diyen bu biyologlar birkaç örnek
daha veriyorlar. Örnekleri aktaran Robert Sapolsky'ye (2) göre
kısa ömürlü lepistesler, neredeyse hiç yaşlanmayan kaya balığı
türlerinden daha başarılılar. Evrimsel açıdan bir başarı
kastediliyor herhalde. Çünkü lepistesler gençken öyle bir
çoğalıyorlar ki, üreme bakımından biraz zayıf kalan kaya
balıklarının göreli ölümsüzlüğünü alt edebiliyorlar.
Sapolsky'nin verdiği bir başka örnek ise insanlardan: Gençken
üremeyi kolaylaştıracak özelliklerin (ileride zararlı olma
özelliği taşısalar bile) korunduğunu söylüyor. Prostat sıvısı,
sözgelimi. Prostat metabolizması ve hücre bölünmesinin
hızlılığı, genç bir erkekte prostat sıvısını döllenmeyi
kolaylaştıracak kıvamda tutabilir. Oysa aynı özellikler, daha
yaşlı bir kişide kanser oluşma riskini arttırırlar. Prostat
kanserinin ileri yaşlarda sıklaşması pahasına gençlikteki
üretkenliği destekleyen bu özelliklerin varlığı, yaşlanmayı
evrim için "zaruri" görenleri de destekler gibi…
Cinselliği kamçılayan hastalık
Şu pasifik somonlarının ölmeden önceki "seks düşkünlükleri"nin
(ya da can havliyle üremelerinin) bir benzerine, Huntington
koresi diye bilinen genetik hastalıkta rastlanıyor. Kırk
yaşlarındayken başlayan ve çeşitli nörolojik belirtilerle
seyredip, on-onbeş yıl içinde ölümle sonuçlanan bu hastalığın
başlangıcı psikiyatrik bir hastalık gibidir. Cinsel ilgi,
istek ve aktivitede aşırı bir artış ilk belirtilerden
birisidir.
Huntington koresine ilişkin önerme şöyle: Eğer bir gen erken
sayılabilecek bir yaşta ölüme neden olacaksa, bu gende
öylesine bir karşıt özellik bulunmalı ki, aynı zamanda bireyin
(ölümünden önce) çoğalma "kapasitesini" de arttırabilsin.
Dolayısıyla, hastalığın başlangıç dönemindeki
"hiperseksüalite", (3) önceden belirlenmiş "erken ölüm" kararını,
türün varlığının devamı lehinde, dengeleyen bir davranış olarak
değerlendirilebilir.
***
Şu berberin aynasının karşısında böyle düşünüp dururken, ayna
ve yaşlanmayla ilgili, görünüşte tamamen ilgisiz bir şey geldi
aklıma. Altmışlı ve yetmişli yılların "acıklı" Türk
filmlerinde, nedense Ediz Hun tipinde birisinin, saçlarının
bir gecede ağardığını aynada dehşetle farkedişi. Çünkü hemen
öncesinde çok sevdiği kadının aslında "başka türlü" olduğunu
öğrenmiş, ya da başka bir acı verici olay yaşamış. O zamanlar,
"bu nasıl oluyor?" sorusuna, "artistin saçlarına un
serpiyorlar" gibisinden bir cevap verebilirdim.
Şimdi de, daha esaslı bir cevap bulmak kolay değil. Ama kısa
sürede çöküp, yaşlanan kişilerin bu dönem öncesinde "duygusal
şok" ya da "kronik bir stres" içerisinde oldukları söylenir.
Bunun hızlı yaşlanma (hem de jet hızıyla!) ile ilişkisi ise,
bugün vücudun bazı kaynaklarını (saç pigmenti gibi) jet hızıyla
tüketmesine bağlanıyor.
Hızlı ölümün biyolojik temeli
Pasifik somonlarının ölümlerinin çok hızlı bir yaşlanma
sürecinin sonunda olduğu belirtiliyor. Adeta genç yatıp, yaşlı
kalkıyorlar. Balıkların midelerinde ülserler açılmış.
Bağışıklık sistemleri dökülüyor. Dokularda önemli ölçüde
erimeler var. Aşırı bir enerji ve stok tüketimi gözleniyor.
Bütün bu değişiklikler glukokortikoid türü hormonların aşırı
salgılanmasının sonuçları. Glukokortikoidler organizmanın
alarma geçtiği, aşırı yüklendiği durumlarda bolca
salgılanırlar. Genellikle stres olarak adlandırılabilecek bu
durumların sürekliliği, glukokortikoidlerin sürekli varlığını
doğurur. Dolayısıyla, somonlarda gözlenen etkilere benzer
etkiler (ülser, hastalıklara karşı direnç azalması) insanlarda
da ortaya çıkabilir.
Aradaki paralellikleri düşününce, duygusal bir yüklenme
sonrasında genç yatıp yaşlı kalkmak bir Türk filmi mucizesi
olmaktan çıkıyor (Hoş, o mucizelerin çoğunun hakikatin kendisi
olduğunu düşünmüyor değilim).
***
Yaşlanmaya mecbur muyuz? Yaşlanmanın işlevlerine ilişkin öne
sürülen pek çok hipotez var. Hepsinde de, yaşlanan
organizmanın kendisinden ziyade, organizmanın ait olduğu türün
çıkarları açısından bir işlevsellikten söz ediliyor.
Türün yeryüzündeki varlığını güvenceye almayı hedefleyen
yaşlanmanın, tek tek organizmalar üstündeki etkilerine dair
fazla bir hipoteze rastlayamadım. "Bizim tür"ün üyelerinin
yaşlanmasının öyküleri ise ayrıca yazılıyor. Evrim teorisi
açısından düşündüğümüzde, aynaya her bakışta farklı bir yüz
görmek kaçınılmaz. Yaşlanmaya mecburuz…Somon gibi ve onunla
aynı gerekçelerle. Tek bir farkla. Nasıl yaşlanacağımız, nasıl
bir yaşlı olacağımız büyük ölçüde bizim belirlememize açık.
Siz hiç yaşlı ve bilge bir pasifik somonu gördünüz mü?
Meraklılara notlar:
1) Somonların bu özelliğine dikkat eden birisi daha var.
Freud. Ölüm içgüdüsünün hayatı uzatmaya hizmet ettiğine kanıt
olarak somonları gösteren Freud'un evrim teorisine ilgisi
bu kadarla kalmaz.
2) Robert Sapolsky'nin yazısında yaşlanmanın nasıl olduğuna
ilişkin değişik teori ve örnekler var. (The Sciences,
March/April 1991, s. 30-38)
3) Her cinsel aktivite artışının, "hiperseksüalite" olmadığını
(herhalde) vurgulamak gerek. Elbette, her "hiperseksüalite" de,
o "hiperseksüel"in sonunun yaklaştığı anlamına gelmiyor!
Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın Anadolu Aydınlanması |
|
"80.Yılında Türkiye Cumhuriyeti" sempozyumundan sizlerle paylaşmak istediğim ikinci ve son sunuş Prof. Dr. Sina Akşin'in. Aslında bu sunuyu önümüzdeki haftalarda ele almayı planlıyordum ancak gerek Baskın Oran'ın açıklamalarıyla ilintisi ve gerekse Atatürk'ü yitiriş yıldönümünün bugünlere denk gelmesi, elimi biraz daha çabuk tutturdu açıkcası..
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Sina Hoca'nın konuşma başlığı "Atatürk, İnönü ve 1950'den sonra İç Siyasetimiz" idi. Akşin sunuşunun başında, Atatürk'ün yıllarca ülkenin bağımsızlık savaşıyla anıldığını, daha sonrada kimi çevrelerce onunla yaşanan Cumhuriyetin ilk onbeş yılının "devletçilik" yönüyle öne çıkarıldığının altını çizdi. Oysa Akşin'e göre, onun adıyla birlikte bağımsızlığın hemen yanıbaşında asıl ışıklandırılması, taçlandırılması gereken kavram, "Bir islam ülkesinde ilk kez başlatılan 'aydınlanma harekatı', süresi ve kapsamı dikkate alındığında 'aydınlanma devrimi'dir"
Din ile devlet işlerinin ayrılması, medeni kanunun kabulü, medreselerin kapatılıp, eğitim birliğinin sağlanmasıyla somutlaşan; Avrupa'da yüzbinlerce ölüme malolan ve yüzyıllara yayılan 'hiristiyan ortaçağının' dan "aydınlanma" ya geçişin yukarıdan aşağıya yaratılan Anadolu'daki dışavurumuydu.
Prof. Akşin yaşanan büyük değişim'in, "aydınlanma" yönüne 1980'lerin sonuna kadar hemen kimsenin dikkat çekmediğini, bunu ilk vurgulayanların ise başta Macit Gökberk olmak üzere birkaç felsefeci olduğunu anımsattı.. Halkevleri ve Köy Enstitülerinin başlatılan aydınlanma devriminin tüm yurdu ve yaşayanları sarması, hazmedilmesi ve sahiplenilmesi için en önemli atardamarlar olduğunu belirten Sina Akşin, Atatürk'le simgeleşen bu hareketin 2. Dünya savaşının ertesi ortaya çıkan soğuk savaşın başında soluğunun kesildiğini ve 1950'lerden itibarende durdurulduğunu savladı, konuşmasında. Akşin'e göre yaşamı-siyaset dönemini- boyunca dört beş ciddi panik yaşayan İnönü, Sovyetler korkusuyla ABD'ye yanaşmış ve daha çok dışarıdan gelen telkinler sonucu partiye danışmadan tek başına çok partili seçim kararı almıştı.
Nufusunun büyük çoğunluğu köyde yaşayan, okuma yazma bilmeyen genç Türkiye Cumhuriyet'inde başlatılan eğitim devriminin bir on yıl daha sürdürülmesinin bile çok kalıcı ve yaygın "özgür yurttaş"la somutlanan düşünme değişimleri yaratacakken, cehaletle demokrasi oyununun o sıralar pusuda bekleyen şeyh ve ağaların yeniden canlanmaları için fırsat yarattığını açıkladı, daha sonra Prof. Akşin.
Halkevlerinin ve köy enstitülerinin kapatılıp, eğitim birliğinin parçalanmaya başlanmasıyla 1950'lerden bu yana fiilen, dış oyunlarla da destekli, özü aydınlanma olan devrime karşı en hafif deyimiyle "kısmi" bir karşı devrim sürecinin yaşanmakta olduğunu tanımlayan Akşin Hoca, bu karşı devrim sürecini baş başlıkta değerlendirdi.
Karşı devrimle hayat bulan ya da bir başka deyişle onun yarattığı birinci özellik, her şeyin bir "maddi kalkınma modeli"ne indirgenmesi, bunun zihinsel uyanışa tercih edilmesiydi. "Plan değil pilav istiyoruz." "Küçük Amerika olacağız"larla başlayan bu eğitimi, kültürü utakaka eden süreç, seksenlerden sonra mali sorumsuzluk ve ahlaksızlıklarla tüm değerleri altüst etmişti.
Karşı devrimin ikinci özelliği, devrimi durdurması ve dondurmasıydı. Aydınlanmanın, devrimci geleneğin gizlenmesi için 'Tören Atatürkçülüğü'nün başlatıldığını vurgulayan Akşin Hoca, O'nun adının uluorta kullanılarak her şeyin bir sis perdesi içine alınmasının karşı devrimin ilerleyişini kolaylaştırdığını anlattı.
Üçüncü temel özellik ise, oy almak için şeyh ve ağalara başvurulması idi Sina Akşin'e göre. Onların talepleri ile Köy Enstitülerinin kapatılıp, İmam Hatiplerin açıldığını belirten konuşmacı, emperyalistlerin ülkeyi bağımlı hale getirip, sömürmeleri için uygun ortamında bu şekilde yeniden ele geçirildiğini belirtti. Dış güçlerin planları ile içteki karşı devrim taraflarının çıkarları ortaklaşıyordu ve aynı ortaklık bugün de yabancı sermaye ile ele ele vermiş bir avuç yerli sermayedar grubunun da belirgin katılımıyla sürüyordu. Değişik söylemlerle, bu işbirliğinin çirkin yüzünün örtülmesini de bugün kendi maddi çıkarları doğrultusunda medya üstlenmişti.
Karşı devrimin dördüncü belirgin özelliği, Akşin Hoca'ya göre, "Mali Sorumsuzluk" başlığında irdelenmeliydi. Osmanlıyı da batıran borçlanma ve kapitilasyonlara, var gücüyle direnen genç Türkiye Cumhuriyet'inin lideri, bağımsızlığının ancak ekonomik bağımsızlıkla kalıcı olabileceğinin ayırdında idi. Oysa yine 1940'ların sonlarından itibaren başlatılan aşırı borçlanma adım ve adım ülke özgürlüğünü yiyip bitirmişti. Elli küsur yıl sonra gırtlağına kadar borçlandırılmış Türkiye'yi ABD ve onun güdümündeki uluslararası finans kuruluşları ile AB yönlendiriyordu. Karşı devrim ölçüsüz borçlanma ile aydınlanmanın, eğitimin, başlatılan devrimin yolunu, soluğunu kesmişti. Borçlanma, özellikle seksenlerden itibaren alelen hırsızlık, bankaların, ülke kaynaklarının hortumlanması ve peşkeş çekilmesiyle yeni aşamalara tırmanmıştı. Nihayet beyhude yatırımlar, hiçbir teknik ve ekonomik önceliği olmayan otoyollar, havaalanları gibi politik, dışa bağımlılığı pekiştiren adımlar borç ve soygun sarmalını derinleştirmişti.
Sina Akşin Hoca, karşı devrimin beşinci özelliğini, "Ahlaksızlık" olarak tanımladı. Yöneticiler, politikacılacılar demokrasinin canına ot tıkayacak ne kadar yaklaşım varsa hepsini 1950'den sonra denemişlerdi. Faili meçhul cinayetler, derin devlet, iti iti kırdırmak, dinci örgütlenmelerin kollanması, korucular, bazı ülkücülerin tetikçi olarak kullanılması hep "yüksek ve derin politika" çerçevesinde güya ülkenin çıkarları adına devreye sokulmuştu ama geride yitip gitmiş binlerce can, güven duyulmayan bir devlet ve örselenmiş bir ulus bırakmıştı.
Sina Akşin konuşmasının sonunda, başta aydınlanma olmak üzere 1923 devriminin bütün atar damarlarının dış güçlerle ele ele önce şeyh ve ağalar destekli politikacılar ve onların uygulamaları ile kesildiğini, sonra bu ortamda yetişmiş fakir, eğitimsiz halkın oylarıyla karşı devrimin kendisine daha doğrudan hizmet verecek yöneticileri, söylemleri ve adımları devreye soktuğunu anlattı. Akşin AB'nin hiç bir zaman kapısında dilenen bir Türkiye'yi içeri almayacağını, Türkiye'nin yeniden nefes almasının onurlu, kişilikli ulusal çıkarları koruyan dış politikalar ile mümkün olabileceğini belirtti. O'na göre bu silkinme içte başta nitelikli ve dinsel olmayan bir eğitim ile aydınlanmanın canlandırılıp, sürdürülmesi ile gelişecek, kuşkusuz dünyada bugün yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeleri dikkatle süzen ancak mutlaka Türkiye'den atılacak idari ve ekonomik adımlarla hayat bulacaktı.
Son altmış yılın yönetimleri, nüfusunun yaklaşık yarısı yoksulluk ve açlık sınırında yaşayan, varsıl yoksul arasındaki farkın, uçurumun her geçen gün derinleştiği, iç ve dış borçları toplamı iki yüz milyar doları geçmiş bir Türkiye yarattılar. Eğitim birliği yıkılmış, aydınlanmasının önü kesilmiş; çoğu taşralısı, kente göçeni ve güya aydını köşe dönmeye koşullanmış bir ülke..
Şimdi örtünme özgürlüğünün tesisi ve dini eğitimin önünün daha da açılmasıyla 'gerçek demokrasi'nin sağlanacağı savlanan, geniş olarak ABD ve AB'nin istemleri ile iç ve dış politikanın oluşturulduğu bir süreci yaşıyoruz.
Bu ülkenin bazı sözde okumuşları ise, bütün bu yıkım faturasını Cumhuriyet'e kesip, 'özgür birey, küreselleşen dünya masallarıyla' çoğunluğu uyutmayı; günlerini gün etmeyi sürdürüyorlar.
Akşin'e göre, yeniden var olma, insanca yaşama umudu azalmıştır ama bu umudu hala tazeliyebiliriz.
Yeter ki, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu güce dayalı bu dünya düzeninin ve onun 'zayıf ülkeler' için öngördüğü uydu yapının insanlara, geniş halk topluluklarına mutluluk, karın tokluğu getirmeyeceğini bilelim;
Yeter ki aydınlanmanın, eğitimin önemini yeniden kavrayabilelim,
Yeter ki insanlık onur'unun hala en yüce değer olduğunu kabullenebilelim.
Yeter ki bunlar için uğraş verelim..
Akşin Hoca bunları söyledi, anımsattı..
Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kaşif Kahveci : Betül Ayhan |
Almes Usulü Veda -3-
Uyandığımda Kutay'ın başı omuzlarımdan dizlerime düşmüş, kuruyan gözyaşlarından eşofmanımda beyaz tuz lekeleri kalmıştı. Güneş doğuyor. Dışarıyı görmesem de pencereden çamaşır odasına dolan kızıllıktan anlıyorum bunu. Akşamki yağmurdan kalan bulutlar sanırım bunlar. O kızıllığın içinde gri halkalar oluşturmuş, pencereyi ebru bir tabloya benzetmişler. Omzumda ki eli fark ettiğimde korkuyorum bir an.
- Uyumadınız mı siz?
- Uyuduk ya işte.
- Benim odaya niye gelmediniz.
- Ya ne bileyim aklıma gelmedi.
- Murat mı? Diye soruyor Kutay'ı göstererek.
- I-ıh abisi.
- Gitsin benim odada uyusun be, yazık şunun haline bak.
- Uyanırsa uyumaz bir daha, bırak kalsın.
- Sen nasılsın?
- Nasıl olsun be kuzen? Nedir bu hastalık?
- MS
- Hah çok anladım sağoalsın.
- Uzun yaaa, anlatamam şimdi sana, viziteye çıkıcam zaten birazdan.
- Al işte gene salak muamelesi yaptın bana. Otursana dizlerin ağrımadı mı?
- …
- Şansı var mı?
- …
- Yok yani?
- Allah'dan ümit kesilmez.
- Anladım…
Kutay sesimize uyanıp beyaz önlükle Selma'yı görünce panikle sıçrıyor. "Kuzenim Selma, bahsetmiştim ya" diye yatıştırmaya çalışıyorum. Mesneti çekilmiş virane bir duvar gibi yeniden yanıma çöküyor. Gözlerini kapatıp birkaç derin nefes aldıktan sonra kulağıma eğilip "Almes giderse bizi bırakma tamam mı" diyor. "Bırakmam, söz"… İlk kez dillendiriliyor bu korku, tüylerim ürperiyor bir an. Almes giderse bu şehre bir kez daha gelebilir miyim? Nasıl ağır bir istek karşısında, nasıl zor bir söz verdiğimin farkındayım ama bazen söylenmesi gerekenleri söylemeli insan, yalan da olsa.
- Sigara var mı Şebo?
- Kuzen yaa hadi bize sigara bul.
- Kahve?
- Süper olur valla diyorum Kutay'a bakarak. Ses çıkarmaması onay anlamına geliyor.
Selma biraz sonra 4 kahve 3 sigara ve Murat'la geliyor. Gözlerindeki şiş bütün yüzüne yayılmış. "annemle babam geldi odaya, ben de sizi arıyordum" diyor Kutay'ın yanına çökerken. Annemle babam… Almes bu kelimeleri duyabilmek için ne kadar zamandır bekliyordu… Ben Almes'li anıları tekrar yad ederken Kutay erkeklere özgü bir samimiyetle sarılıyor Murat'a. Beynimin duvarlarına çarpıp eko yapıyor bu ses; annemle babam, annemle babam, annemle babam, annemle babam …
- Senin otobüsün kaçta?
- Dokuzbuçuk
- Siz de bu gün dönecek misiniz, diye soruyor Murat'a dönüp.
- Kuzenim Selma diye araya giriyorum.
- Biliyorum, odada tanıştık az önce. Ben bekleyeceğim diye yanıtlıyor Selma'yı.
Bekleyecek… Neyi? Herkesin bildiğini, ama kimsenin söyleyemediğini bekleyecek. Aslında hepimizin korkuyla, boş bir umutla içimizden beklediğimizi Murat dışından bekleyecek. Selma sabah turu için odadan çıkarken üçümüz cezaya kalmış çocuklar gibi yan yana oturmuş sessizce bekliyoruz. Bir tek ben bekleyemeyeceğim…
Sessizlik… Sonu olmayanlardan, ne zaman biteceği bilinmeyenlerden bir yığın sessizlik. Baş kahramanı aynı, birbirinden farklı onlarca farklı senaryo geçiyor her birimizin beyninden, susuşlarımızdan belli.
- Ben gidip Almes'e veda edeyim artık.
- Saat kaç oldu ki?
- Sekiz, ancak yetişirim.
- Geri gelecek misin? diyor diğeri.
- Şu izin işini ayarlayıp geleceğim.
Önce Kutay'a sarılıyorum. "teşekkürler geldiğin için, kendine iyi bak" diyor, kendinin bile zor duyduğu bir sesle. Gözlerine bakıp susuyorum sadece. Murat "gel tamam mı, sana ihtiyacımız var" diyor. Geleceğim, geç kalmazsam geri geleceğim. Yine sımsıkı sarılıyoruz Murat'la. Dün akşamkinden bile daha sıkı sarılıyoruz.
Almes'e veda etmeye gidiyorum. Almes'e nasıl veda edilir ki? Ben Almes'e daha önce hiç veda etmedim ki…
- Bekliiciiim, diyorum kirpiklerimi kırpıştırarak, en Belgin Doruk sesimle.
- Çıkamazsam bana temiz çamaşır ve çorap gönder diyor kocaman bir kahkahadan sonra.
- Arasına Birinci sigarası da koyarım.
- Tamam ben de hocaya karşı bağlama çalıp kürsüye her dakika için bir çentik atarım.
Şimdi ben temiz çorap ve çamaşırların arasına Birinci sigarası koyup kolinin üzerine hangi adresi yazacağım?
Devam etmeyecek.
BeT bayhan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Günden Kalanlar : Ebru Kargın ÇEYREK ASIR OLDU, BEN BURALARA GELELİ... |
|
Yine yağmur yağıyormuş, hatta kar... Bu günde öyle, tüm doğum günlerim gibi yine ıslak caddeler, sokaklar... Belki de bu yüzden çok seviyorum, hazanı, kışı...
Mutlu muyum, hüzünlü müyüm bilmiyorum ama, ilk defa bu kadar etraflıca düşünüyorum her şeyi. Yeniden gözden geçiriyorum... Asla ve daima dediğim şeyleri, prensiplerimi, başarılarımı, eksiklerimi, komplekslerimin hala hüküm sürüp sürmediğini, aklımı, ruhumu, hiç olmadığım kadar objektif halimle yeniden yargılıyorum her şeyi. Beni buna iten nedir bilmiyorum; sadece düşünmek istediğimi biliyorum.
En net hatırladığım geliş yıl dönümü, 14. yılımda olmuştu. Ne kasılmıştım, ne kapris yapmıştım. Yok artık öyle çoluk çocuk muhabbeti, yapmayın bana, koskocamanım... Ya ne işiniz var sizin evde gidin Allah aşkına, ben arkadaşlarımla kutlayacağım aaaa... Abla biraz ruj sürsene bana, yok o değil, kırmızı olan... Ne bu böyle ayıcıklı terlikler falan, bunu mu aldın bana e pes doğrusu, 14 yaşımdayım ben ! Bu ne biçim etek, hiç sevmedim, kısa olsun yahu biraz ne o öyle minik kızlar gibi. Saçımı boyatsam mı anne, şöyle sarı falan... Yok yok bu çocuk hiç bana göre değil, kirpikleri çok kısa dikkat etmedin mi, bu ilişkiyi bitirmeliyim hemen. Ay yok artık okunur mu Milliyet Kardeş Dergisi falan, Blue Jean, Hey Girl varken...Anneeeee.... Ayy ne biliim, Felan, falan, yaniiii, hey tiki... Hadi güselim öptümmm... Bayyyy...
Bundan sonrası nasıl geçti çabucak, son sürat... Öyle hızlıydı ki her şey, tek bir kareyi bile dondurup düşünemiyorum şimdi. Biliyorum ki bundan sonrası da son sürat geçecek ve bir gün güm diye bitecek. Hayır yanlış anlamayın, ölüm korkutmuyor beni, korkak değilim. Her koşulda eninde sonunda bir gün başka diyarlara göçmek fikri üzüyor beni. Öyle çok seviyorum ki dünyayı bir gün burada olmayacağımı bilmek... İstemiyorum. Her şeyiyle hayatı ve her çeşit insanın içinde barındığı bu kocaman kainatı çok ama çok seviyorum. Hep buralarda kalmak, bu dünyaya ait olmak istiyorum. Olmaz mı ?
Şu filmler ne zaman gerçek olacak; hani biri ölümsüzlüğün formülünü buluyor. Ve tüm insanlık sonsuzluğa uzanıyor. Ne zaman olacak bu ? Benim gidişime yakın yetişir mi ? O filmlerdeki insanlardan biri yanıma gelip, " üzülme ebru bak, ölümsüzlüğün formülü bulundu, hep burada kalacaksın" diyecek mi ? Yıllar geçecek ve ben hiç gitmeyeceğim öyle mi ? Yaşımı soracaklar ve ben 836 yaşındayım diyebileceğim. Zamanın yitip gitme kaygısı olmadan yaşayabileceğim...
Böyle olmayacak ama değil mi ? Peki böyle olsa, ben o gün, " hayır, ben artık gitmek istiyorum" diyeceğim belki de ? Zamanın insana getirdikleri ve götürdükleri karşısında ki ince çizgide, gitmek ve kalmak arasında seçim yapmam gerekse cevabım ne olacak ?
Bilmiyorum...
Size, çeyrek asırlık biri olarak bunu düşünmemin çok saçma geldiğini biliyorum. Yok yok, ben öyle kendi doğum gününde, kendi doğum gününü kutlayan ve kutlatanlardan değilim asla. Sadece çeyrek asırlık olmak fikri itti beni bunları yazmaya. " Eee ne anlatıyorsun mu dersiniz ? " bilemiyorum ama ben anlatayım, içimde kalmasın istedim. Son zamanda, bir korkudur aklımda " içimde kalmasın " hali... Sormayın gitsin...
Şimdi hediyelerime cevap vermek için, sadece biraz daha satır lazım bana. Hepsi bu, yeter de artar bile...
Canım Annem, her ne kadar planlarının dışında oluşmuş olsam da, beni dünyaya getirip, iki eziyetine bir eziyet daha ekleme cesaretini gösterdiğin ve annem olduğun için, minnettarım sana...
Ablam... tekrar dünyaya gelsem kesinlikle yine senin kardeşin olmak isterim. Böyle demiştik biz, böyle istiyoruz...
En sevilen... Bu kadar kadın içinden beni seçtiğin ve deli gibi sabredip beni çektiğin ve beni, aşkı sensiz düşünemez hale getirdiğin için binlerce teşekkür ederim sana... İyi ki beni seçmişsin, çünkü bende seni seçmiştim.
Manevi ama bence asıl olan babam, yeniden aynı cümle, " insanların aynı kandan gelmesi değil aynı candan gelmesi önemlidir " diye sen öğretmiştin bana... Öğretmiş ve göstermiştin. Sahip çıkmam gereken her şeyi artık biliyorum, hakkını asla ödeyemem bunu daha iyi biliyorum.
Son olarak ta, Sevgili Kahve Molası ahalisi ve dostlarım, beni ben olduğum için sevip, kabul ettiğiniz, seçmiş olduğum kimlikten taviz vermemi anlayışla karşıladığınız ve nedenlerime ve sonuçlarıma kafa yormadığınız için binlerce teşekkürde sizlere.
Hayatımı hissedilir kılan tüm hediyelerim karşısında eğiliyor, diz çöküyorum...
Ve Tanrım, her zamanki gibi, beni izliyorsun biliyorum... Hep yaptığım gibi, yine aynısını yapıyorum, havaya bakıp, gözlerimi kapatıp, yüksek sesle, " Tanrım, her şey için teşekkür ederim" diyorum...
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Poplu-yorum : Hakan Güler |
Deniz SEKİ...
Onu ilk önce "POP SHOW" şarkı yarışmasında izledik.
Güzel bir fizik...
Duru ve güzel bir sesi vardı.
Doğru şarkı söylüyordu.
Ve hakkıyla birinciliği aldı.
Sonra bir geçiş dönemi...
Sessizlik...
ve
ilk albümünü ortaya çıkardı.
İddiası albümün isminden belliydi; "HİÇ KİMSE DEĞİLİM" dedi.
Klip şarkısı Sezen AKSU imzalı bir şarkıydı;
..."AHMET"
Kolay ve melodik bir şarkıydı...
Kraliçe'nin (!) O dönemde ki eşi olan sevgili (Ahmet UTLU)'nun ismini taşıması; şarkıyı ve Deniz SEKİ'yi geniş bir kitleye tanıtmış oldu.
Sesini ve görüntüsünü çok doğru bir şekilde buluşturan nadir şarkıcılardan biri; Deniz SEKİ.
Ama şarkıcı kimliğiyle kendisini tam olarak ispat etmiş olduğu albüm; kendisinin söz ve bestelerinin ağırlıkta olduğu "ikinci albümdü"
Deniz SEKİ özellikle çıkarmış olduğu "ANLATTIM" adlı ikinci albümüyle müzik dünyasında kalıcı olduğunu ispatlamış oldu.
Albümde çok güzel şarkılar vardı, özellikle; "Zor mu", "Sana Sığınıyorum" ve bir Ajda klasiği olan "Dile Kolay"
Ve bu şarkılara çekilmiş olan özenli klipler
Bu albümle çok daha geniş bir yelpazede müzik dinleyicisi ile buluşmuş oldu.
...................
Ardından yine bir suskunluk dönemi,
Ve sonrası "NASİHAT isimli üçüncü albümün doğuşu.
İlk klip şarkısı da olan (ki bence albümün tek ve en güzel şarkısıydı) NASİHAT güzel bir çalışmaydı.
Ama bu üçüncü albüm; şanssız bir döneme denk geldi...
Gerek albümü oluştururken şarkı seçiminin özenli olmaması,
Gerekse; özel hayatının müzik hayatının daha önüne geçmiş olması sonucu "NASİHAT" maalesef başarısız bir prodüksiyon oldu.
NASİHAT'ten nasibini alarak (!) kendi kabuğuna çekilme dönemi yaşayan DENİZ SEKİ şimdi dördüncü albümüyle bizlerle yeniden buluştu.
"AŞKLARIN EN GÜZELİ" adını vermiş olduğu bu son albümüyle, şu günlerde en çok dinlenilenler ve satan prodüksiyonlar arasına girdi.
(POPSTAR/ Türkiye/ Jüri üyeliğini de yabana atmamak lazım, eee ne demişler;
reklamın iyisi kötüsü olmaz).
Son dönemde özellikle Türk Pop Müziği'nin kısır döngü içinde olduğunun aşikar olduğu bu zamanda (ki, yeni beste ve söz yazarlarının artık çıkmaması, farklı prodüksiyonların artık olmaması ve çıkan albümlerin hep aynı aranjörlere emanet olduğu bir dönemde) güzel bir iş yaptı ve bizlere bir nostalji rüzgarı yaşatarak, bize unutulmaz 1970'li yıllarda dinlediğimiz şarkılardan oluşan özenli ve çok özel bir albüm hediye etti.
Albüm; içeriğinden, fotoğraflara, hatta kapak konseptine varana kadar, titiz ve başarılı bir emeğin ürünü.
Deniz SEKİ; İlk klip şarkısı olan; "Yarım Kalan Aşk" başta olmak üzere, kulaklarımızda ve dilimizde yer eden; "Böyle Gelmiş Böyle Gider", "Sensiz Saadet", "Aşk Dediğin Laftır" gibi bir çok güzel unutulmaz şarkıyı bu albümde başarıyla seslendirmiş.
Biz müzik severlere de arşivlik bir çalışma kazandırmış.
Sesine ve emeğine sağlık.
Yeni şarkılarıyla bir kez daha Deniz SEKİ,
Umarım bu çalışma "YARIM KALAN AŞK" tan ibaret olmaz.
Bundan sonrası için yeni şarkılarının yanı sıra,
Bu eski unutulmaz lezzetleri de ikram eder.
Bizde zevkle dinleriz.
................
Kulağınızdan ve dilinizden müzik eksik olmasın.
Hakan Güler hakanguler@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi (Urla Manzaraları)
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.748 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
HAYAL OYUNU
Ellerindi ellerimden tutan
Ellerimdi ellerinden tutan...
Bıraktığı anda ellerimiz ellerimizi
Gökyüzüne vuracaktı gölgeleri ellerimizin
Kimbilir kaç martılar halinde
Bir masada karşı karşıya
Seyrederken dudaklarını senin
Dile gelmiş ilk Türkçeydik
Henüz başlamış kül rengi bahar
Ne savaş, ne barıştık biz...
Bu dünyaya yeni gelmiş bir diyar
Manolyaya gece konmuş kumrular...
Can Yücel
Yukarı
|
Uzaktan kumanda gene kayıp!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.sahibinden.com/pls/sahibinden/AdDetail.DoIt?AdId=556856
Sahibinden.com web sayfası olarak benim de sık sık başvurduğum önemli bir ortam. İkinci el ürün satışlarımın bir kısmını buradan gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Bu kısayolunu verdiğim ilan çok hoşuma gittiği için sizlerle paylaşmak istedim. Özellikle genel özellikler kısmına dikkatinizi çekmek istiyorum. Sanırım biraz aceleye gelmiş...
http://home.tr.net/ibrahimberksoy/park.htm
...Park işçileri, park alanını çitlerle çevirip ilk çam fidanlarını dikmeye başladıklarında mahallenin çocukları gözlerinin önündeki bu küçücük çam fidanlarını pek küçümsediler. İnce uzun bir şerit gibi uzayıp giden park alanına koşut Bozantı Caddesi boyunca birbirine yaslanarak çoğalan sekizer katlı apartmanların yükseğinden bakılınca dikilen çam fidanları çocukların gözünde iyice küçülüveriyor, neredeyse varlığıyla yoklukları bir oluyordu...
http://www.fotografya.gen.tr/issue-9/anadolu_kapilari.html
...Geçtiğimiz yılın Aralık ayında yeniden kapı fotoğrafları çekmek için Muğla'ya gittim. Yanımda yurtdışından gelen fotoğrafçı bir dostum vardı. Yola çıkarken ona Muğla evlerini, Muğla bacalarını hele hele kapılarını anlatmış ve adamı coşkulandırmıştım. Beş yıl arayla Muğla'ya gelip sokaklara dalınca kanım donmaya başladı. O güzelim ahşap kapılar yerlerini...
http://www.oursworld.net/ingilizce-ders/pratik-ingilizce.htm
Türkler için pratik ingilizce öğretmeyi amaçlayan iddialı bir web çalışması.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Spamihilator Online v0.9.7.2 [578KB] W98/2k/XP FREE
http://www.spamihilator.com/
Hepimizin ortak derdi olan SPAM' e karşı geliştirilmiş bir program. Outlook Expres ve Outlook'la entegre çalışabiliyor. Kurarken kendisi otomatik olarak hesapları alabiliyor. Ancak alamazsa sizin manuel olarak giriş yapmanız gerekiyor. Çok çeşitli filtreleme seçimlerinden sonra SPAM'lerin birçoğundan kesin olarak kurtulabiliyorsunuz. Ancak bu tür programları kullanırken dikkatli olmakta yarar var. Her an kurunun uyanında yaşı yakarak gerekli pekçok postanın yok olmasına neden olabilirsiniz. Benden söylemesi.
Yukarı
|
|
|