|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 390 |
19 Kasım 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Yeme bizi yapımcı!.. |
İyi haftalar,
Gelin bugün biraz incir çekirdeği doldurmayanlardan dem vuralım. Mesela çocukların duymaması gerekenlerden söz edelim olur mu? Sanki olmaz deseniz ben susacağım. Pınar kızımızı üzmüşler de ben yazmayacağım, hiç olur mu öyle şey? 3 senelik, büyük küçük çoluk çocuk o kanal senin bu kanal benim dizimiz 'Şorşaklar Duymasın' depresyona girmiş efendim. Dizinin geri kalanları ile evin hanımı Meltem Hanım kızımız diziye yakışmayan hal ve tavırları nedeniyle anlaşmalı boşanmışlar. Daha önce Pınar kızımız kocasını boşamış ama biz farkına varamamış olacağız ki arkadaşıyla samimi olmasına içerlemişiz. 'Mişiz' diyorum çünkü bizi bahane ederek yollarını ayırmışlar dediklerine bakılırsa. Yani ben kalkmışım 'Utanmıyor bir de havucun kafasını okşuyor, cıh cıh cıh' demişim. Bunu duyan yapımcı da Pınar kızımıza kapıyı göstermiş. Yemeyin bizi canım yapımcılarım. O kanaldan bu kanala çekirge misali zıplarken gitgide yurttaşlık bilgisi dersine dönen dizi yerlerde sürününce aklınızı kullandınız yemeyin bizi. Sizinki kadar olmasa da bizdeki akılda birşeyler fısıldıyor içerden içerden. Diziyi, becerebilirseniz, yukarı çekip geriye kalan birkaç kanaldan birine daha kakalayabilmek için değişikliğe ihtiyaç vardı. Hazır elde de bir şamar kızı olunca oturup bir karar verdiniz. 'Birol, Pınar'ı at, al baba al, sana bir Hülya' dediniz. 2 diziyi birarada çekip sürümden kazanma becerikliliğini gösterirken asıl önemli olan hikayeyi kaçırdınız ve başkaca bir şansınız kalmadı işte, haksız mıyım? Dizi kanal kanal dolaşıp gösterim sayısı karesiyle orantılı artınca seyirci de ne seyredeceğini şaşırdı. Şaşırınca da seyretmeyi kesti. Onlar kesince siz şaşırdınız, şaşırdıkça saçmaladınız, işin özeti bu üzgünüm. Bence en doğrusu bu işi Meltem'le birlikte bitirmek ve yeni projelere yelken açmak. Enerjinizi diriltmek için değil yaratmak ve yaşatmak için harcasanız daha ne kadar güzel projelere imza atarsınız kimbilir. Zaten çekmişsiniz 80 dizi. 3 kanalda döne döne sizi 4-5 yıl idare ederde artar bile. Siz de bu arada başka yapımlarla parsayı toplarsınız. Gelin direnmeyin bitirin şu diziyi. Yoksa Cem dediydi dediğinizde sizi ben bile kurtaramam:-))
Dün kırklı yaşların ortalarına demir attım. Kırktan sonra pek kutlamak taraflısı olmadığımdan pek kimselere söylemedim sanıyordum. Meğerse 70 milyon bu günü bekliyormuş, bah bah bah. Şaka bir yana, yeni yaşımı değişik iletişim araçlarıyla kutlayan tüm sevgili dostlarıma gönül dolusu teşekkürler. Tek tek cevaplamaya başladım önce ama sonra baktım olacak gibi değil, toplu bir cevap vermeyi seçtim. Takdir görmek, sevilmek çok güzel. Dünümü güzelleştirdiğiniz için sağolun varolun.
Sıra geldi sitem'e!.. Ben bu fincan işine içerliyorum bilesiniz. Bir hoşluk olsun diye başladık ama yoğun ilgi(?!) nedeniyle boşluk olacağa benziyor. Hergün en az 3-4 bin kişi tarafından takdirle izlendiği belgelerle sabit Kahve Molası ailesinden bugüne kadar topu topu 29 kahveci bu işe ilgi gösterdi. Doğum günümü bile en az 200 kişi kutladı yahu. Hayır bir yerde yanlış yaptıksa onu da söyleyin. Pahalı deyin, param yok deyin, ne gereği var deyin ama birşey deyin. Ya da en iyisi siz sipariş verin. Siparişleri toplayamazsam bu işin altından nasıl kalkarım diye kara kara düşünmeye başladım bile inanın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan CİNSEL ÖZGÜRLÜK, HEDONİZM, UYUŞTURUCU VE DEPRESYON |
|
"İç bade , sev güzel var ise akl-ü şuurun
Dünya var imiş yok imiş ne umurun"
Bu, asırlık içgüdülerin egemenliğini ifade eden sözün günümüzdeki karşılığı Hedonizm'dir. Bu akıma zevkcilik akımı da denilebilir.
Tarihte ilk defa Yunan filozofu Epikür haz peşinde koşmayı insanın amacı olarak tanımlamıştır. Antik çağda Ispartalılar 25 yaşına kadar sokaklarda çıplak dolaşıyorlar daha sonra örtünüyorlardı.
Günümüzde bu düşüncenin bilimsel kaynağı Freud olmuştur.İnsanın varoluş amacını zevklerini tatmin olarak tarif eden Freud, bunun bastırılması sonucu ruhsal rahatsızlıkların ortaya çıktığını savunmuştur.
Hedonistlerin özellikleri:
Birincisi "Her arzunu tatmin et , her zevki tat " ilkesini benimserler. Bunu engelleyen şeyler onların düşmanıdır.
İkincisi "En kutsal değer senin çıkarındır". Kendi menfeatleri için feda edemeyecekleri değer yoktur.
Üçüncü özellikleri ; çalışmayı sevmemektir. Kazanmak için ter dökmek onlara göre ahmaklıktır. İş ve çalışma insanın zamanından ve keyiften alıp götüren şeylerdir.Bunun için tembellik tercih etme ve zor şeylerden kaçma bu kişilerin özelliklerindendir.
Dördüncü özellikleri; kurallar yasaklar ve sınırlardan şiddetle nefret etmeleridir. Din ve ahlak gibi kelimelerden son derece rahatsız olurlar.
Ölüm gerçeği onları çok rahatsız eder. Düşünmemek için en büyük silahları olan alkol ve keyif verici maddelere yönelirler.
Beşinci özellikleri aileyi sadece cinsellik olarak görmeleridir. Hedonist düşünceye göre kadın yasak zevklerin aracıdır. Aile içi sorumluluklar, çocuk sahibi olmak onların rahatını kaçırır. Bunun için boşanmayı çok yaşarlar veya evlenmekten kaçınırlar.
Altıncı özellikleri son derece " ben merkezci" olmalarıdır. Şahsi menfaatlerini çok iyi kollarlar. Narsisisttirler sadece kendilerini severler. Kendilerini özel ve önemli görürler. Alçak gönüllülü olmayı ahmaklık olarak kabul ederler. Övgü ile beslenirler , eleştiriye çok duyarlıdırlar ve eleştirilmekten hiç hoşlanmazlar.
GÜNÜMÜZDEKİ ARTIŞI ?
Çağımızın insanı bilim adına zevkinin peşinde koşmayı idealize etti. Budizm dahil tüm semavi din öğretilerinin günah saydığı eylemlere savaş açıldı. Bu anlayışın bilimsel tezi "Freud'un insan ruhunun amacının zevklerini tatmin etmek olduğu , edemediği zaman ruhsal hastalıklar çıkacağı " öğretisi oldu. Böyle ahlak kelimesinin güncelliği ortadan kalkıyordu. Bu düşüncenin eğitimciler arasında da benimsenmesi ahlakın güncelliğini kaldırdı. Böylece 1960 'larda Amerika da din ve nikah karşıtı akımların ortaya çıkmasının bilimsel dayanağı oluşmuş oldu.
ACI BİR MEYVA : SATANİZM
ABD'de şeytan kilisesinin kurucusu La vey şöyle diyor: "İnsan bencil , çirkin , habis ve korkulması gereken bir varlıktır , kötü olan şey şeytan değil, aksine insanın kendisidir. Amacımız şeytanı memnun etmektir."
Satanizm'de alkol , esrar , şiddet ve sert müziğe sınır konulmadığı gibi onaylanır hatta teşvik edilir. "Yaşamak için ölmelisin , biz buraya ait değiliz" anlayışıyla toplu intiharlar yaşarlar. Satanistlerin en büyük amaçları sınırsız biçimde istedikleri her şeyi yapabilmektir.
Modern satanizm; uyuşturucu , seks ve sert müzikle dinlerdeki güven anlayışına bir başkaldırma hareketidir.
Hayatın cehennem, ölümün ise gerçek boyuta geçiş olduğu düşüncesine inanan satanist genç kolayca intihar edebilir.
Eylemleri esnasında "Umarım şeytan bizi seyrederken kıskanıyordur" derler. Kendileri dışındaki insanları aptal varlıklar olarak düşünürler.Kendilerini üst düzey klan olarak görürler.
Satanistler ibadetler ile dalga geçerler , kutsal nesneleri aşağılarlar , kedi-köpeği şeytana kurban ederler.Kurban seçilen insana işkence ve tecavüz ederler, grup seksi ayinleri yaparlar. Anne-babaya , geleneksel değerlere öfke ve isyan içindedirler.
Amaçları zevk ve iktidarı hedefleyen eylemlerdir.
Fakat bir müddet sonra depresif olurlar , hiçbir şeyden zevk almamaya başlarlar , şeytanı memnun etmeye çalışırlarken kendi yaşama zevklerini kaybederler.İşte o zaman bu dünya onlar için cehennem olmuştur.Artık ölüm vakti gelmiştir."Yaşamaktan zevk alanlar okumasın diyerek " mektup bırakarak intihar ederler.
CİNSEL ÖZGÜRLÜK
İnsanın varoluş amacını arzularını tatmin etme tezi oluşturdu. Bu tez bilimsel bir formatla sunuldu. Arzuların en zirvesi olan cinsellik tatmin edilmeliydi , bunun yaşam felsefesindeki yeri de cinsel özgürlük adını taşıyordu.
Cinsel özgürlüğün sınırsızca yaşanması mümkün mü?
YEME ZEVKİ;
İnsanın en önemli zevklerinden bir tanesi yemek içmektir.Yeme içmede sınırsızlık obez olarak son zamanlarda çok duyulan şişmanlık hastalığını ortaya çıkardı. Şişman insanda kanser dahil bir çok hastalığın aşırı biçimde arttığı bu gün bilimsel olarak doğrulanmaktadır.Hatta Amerika'da bazı sigorta şirketleri şişman kimseleri çok hasta olmalarını gerekçe göstererek sigorta kapsamına almıyor. Yeme zevkine sınır konulması nasıl doğru bir yöntem ise cinsel eylemlere de sınır konulmalıdır.
SINIRSIZ CİNSELLİK CİNSEL DOYUM EŞİĞİNİ YÜKSELTİYOR.
Geçmiş çağlarda kadının topuğunu görse bile orgazm olabilen insan, bugün esrar alınmadan orgazma ulaşılamaz hale gelmiştir. Tıpkı bugün çok pasta yiyen bir insanın bir süre sonra zevk alamaması gibi.
Cinsel beklenti düzeyi yükselen insan, kadını yasak zevklerin aracı olarak görmeye başlıyor. Eşi yaşlandığında başka cinsel obje arayışlarına giriyor. Bu anlayışta olanlarda para ve imkanlar müsaitse kırk-elli yaş civarında aile bağları zayıflar. Ardında da aile sadakatine uymayan eylemler başlar ve parçalanma sürecine girilir. Boşanmalarda çoğu zamanda faturayı çocuklar öder.
1955'de ABD'de boşanma oranı %10 idi. 1995'de bu oran %52 seviyesine çıktı. Sonucun böyle olmasında cinsel özgürlük adına hareket ettiklerini söyleyen aile ve nikah karşıtı akımların büyük rolü vardır. Bugün gelinen noktada ABD'de Hollywood'da aileyi ve mutlu yuvayı özendiren filmler yapılması teşvik edilmektedir.
CİNSEL ÖZGÜRLÜK VE DEPRESYON
Cinsel beklenti düzeyi yüksek olan insan bu beklentisine ulaşamadığı zaman ümitsizlik, karamsarlık veya öfke ve saldırganlık duygularına yönelir.
Cinsel doyumun en uzun süresi 8 dakikadır. 8 dakika sonra insan bedensel olarak hazzı kaybeder. Ama yaşam felsefesince cinselliği en büyük zevk olarak algılayan insan yine de tatmin olamaz. Aykırı cinsel eylemlere yönelerek tatmin arayışını sürdürür.
Lezzetim doğasında devam etme beklentisi vardır. Hazzın devam etmemesi kişinin kendisini kötü hissetmesine neden olur. Hedonist genç kurduğu felsefesine göre arzusunu tatmin edemiyorsa yaşama nedenini kaybeder.
Cinsellikten de aradığı zevkten tatmin bulamayan insan yaşam sebebini kaybettiği duygularına kapılırsa depresyona gidecektir. Bugün İngiltere de intiharla ölüm, trafik kazalarındaki ölümden daha fazladır. Sabıka nedenlerinden bir tanesi de cinsel özgürlüktür.
" 20 yaşında üniversite öğrencisi bir genç uyuşturucu kullanımı, cinsel sınırsızlık içerisindeydi". Kendisine bu yaşam tarzı ile toplum, aile ve geleceğine zarar veriyorsun, bu durumun gerekçesi nedir diye sorulduğunda şu cevabı vermişti." Dünyaya bir defa geliyorum canımın istediğini yapmayacaksam neden yaşayayım."
Yaşamaktan zevk almayı tek amaç edinen insan bir müddet sonra bu zevklerini devam ettirememenin sıkıntısını yaşıyor. "Devam etmeyen şeyde lezzet yoktur" gerçeği sürekli onun neşesini kaçırıyor. Yakalamaya çalıştıkça da bu lezzetleri elinden kaçırıyor. Daha fazla zevk isteği onu uyuşturucuya ve porno'ya yöneltiyor. Müstehcen yayınlar doyum araçlarının başında geliyor. Uyarılıyor ama tatmin oluyor.
Ancak yaşam felsefesini değiştirip özgürlüklerine sınır koymayı, ertelemeyi başarırsa rahatlıyor. Aksi taktirde amaçsız bir birey ortaya çıkıyor ve depresif olması doğal sonuç oluyor.
YÜKSEK İDEAL
Yüce bir ideali olamayan insan, hayatı sadece dünya hayatı olarak düşünen insan neden özgürlüklerine sınır koysun. Özgürlüklerine sınır koymak onun için anlamsızdır. Yaşamında yaşadığı lezzetleri terazinin bir kefesine, acıları diğer kefesine koyduğu zaman elem ağır basıyorsa yaşamak anlamsız demeye başlıyor.
Eğer lezzetlerini cinsellik dışında yüksek ideallere ve insanı hayvanlardan ayıran büyük değerlere yöneltebilirse depresyona karşı güçlü oluyor.
Bu yüce değerler insanlara iyilik yapmak, açları doyurmak düşküne yardım etmek, çocukları sevmek, üretken olmak, insanlara yararlı işler yapmak gibi özelliklerdir.
Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir ANNEMİN ÇIPLAK AYAKLARI |
|
Çocukluğumun Ankara'sında ''Polis Radyosu'' dinlenirdi...
Dinleyici istekleri, Türkçe Sözlü Hafif Müzik ve Kayıp Haberleri.
Ses tonu hiç değişmeyen bayan spiker, belediye otobüslerinde unutulan fotoğraf makinelerinden tutunda, evinin önünden çalınan arabaya kadar polise bildirilen bütün kayıp haberlerini, teker teker okurdu.
Cuma gece yarısı Ankara'ya gitmek üzere çıkılan yolun sonunda polis radyosu ile tekrar karşılaştım.
Yıllar sonra kulağıma geldi o umutsuz anonslar........
''2.5.1979 tarihinde, Keçiören'deki evinden, okula gidiyorum diyerek ayrılan ve birdaha kendisinden haber alınamayan.....'' diye başlayan kayıp haberleri.
Yıllar sonra çocukluğumun Ankara'sında gece yarısı geldi kulağıma.
Ertesi gün Annemin Çıplak Ayakları'nın gözümün önüne geleceğini bilmeden....
Ankara'da olmamın sebebi, kızıma ilk Anıtkabir ziyaretini yaptıracak olmamdı oysa.
Oysa diyorum çünkü ziyaretten amacım Ankara'dan hoş duygularla ayrılmakdı.
Cumartesi sabahı erkenden Anıtkabir'deydik.
Aslı'yı kucağımda aslanlı yolda taşırken, kendi çocukluğuma döndüm.
Babamın bizi ne kadar sık Anıtkabire getirdiğini, şu aslanlı yolda çekilmiş ne kadar çok fotoğrafım olduğunu hatırladım.
Karlarla kaplı aslanın üstünde durmaya çalışırken çekilen fotoğrafım hala babamın çalışma odasını süsler.
Şimdi de ben kızımı getiriyordum Anıtkabir'e, aslanların üzerinde resmini çekiyordum...
Nöbet bana geçmişti çünkü...
Şimdi de ben anlatıyordum ona Atasını. Tıpkı yıllar önce babamın bana anlattığı gibi.
Aslanlı yolun bitiminde Aslı'ya gözlerini kapatmasını söyledim, ben aç diyene kadar da açmamasını. Anıtkabir'in tam önüne gelince, Aslı'yı yere bıraktım ve gözlerini açtı...
Günlerdir okulda resimlerini yaptığı, boyadığı Anıtkabir karşısındaydı. 3,5 yaşındaki kalbinin hissedebildiği kadar, hafızasının alabildiği kadar Atatürk sevgisi minicik yüzünden öyle net hissedilebiliyordu ki..... Buğulanmış gözlerinin Ankara'nın soğuk havasını mı, ruhunun ateşini mi yansıttığını anlayamadık.
Minik ayakları ile merdivenleri teker teker çıkarken yüzündeki o heyecan hiç eksilmedi.
Mozolenin önüne gelene kadar.....
Anıtkabir'e gelmek istemesinin asıl amacının O'nu görmek istemesi olduğunu mozolenin önünde anladık. Israrla gözleri O'nu ararken, dilimiz döndüğünce burasının Ata'nın mezarı olduğunu anlatsak da Aslı'yı mutlu edemedik. ''Atatürk artık yok kızım'' sözü onu hayal kırıklığına uğratmıştı besbelli.
Neredeyse 2 saat süren ziyaretimiz boyunca o bana anlatabildiği, ben ona anlayabildiği kadar Atatürk'ü anlattık..... O'nun söylediği cümleler, okulda ve evde anlayabileceği şekilde ona anlatılanlardan ibaretti, dilinde de yeni öğrendiği şiiri......
Atatürk yoktu,
Düşman çoktu,
Atatürk geldi,
Düşmanı yendi.....
Atatürk haftası başladığından beri evde defalarca dinlediğimiz şiiri, o atmosferde bambaşka bir anlam kazanmıştı. Daha önce dinlediğim hiç bir Atatürk şiiri beni bu kadar duygulandırmamıştı.
Buraya kadar herşey öyle güzel gelişmişti ki, bizler görevini yerine getirmiş birer ebeveyn mutluluğu yaşarken, Aslı'nın aklı hala göremediği Atatürk'deydi.
Ankara'nın ayazından sonra bindiğimiz soğuk araba bile sıcak gelmişti, ta ki radyoyu açana kadar.....İstanbul'da o saatlerde yaşanan katliamı öğrenene kadar. Biz Ata'yı ziyaret ederken insanların İstanbul'da son nefeslerini verdiğini duyana kadar...Hayır artık arabada çok soğuktu hepimiz tekrar buz kesmiştik.
Annemin çıplak ayakları geldi gözümün önüne, çocukluğumun Ankara'sında.
Annemin çıplak ayakları.....
Sokakta oynanan oyunun en tatlı saatlerinde, sıcak bir yaz günü gördüğüm.
Kızkardeşimle birlikte sokakta oyun oynadığımız bir akşam üzeri, kulaklarımdan silinmeyen iki el silah sesi ve gözümün önünden gitmeyen yerde yatan gencecik bedenin arkasından, annemin çıplak ayakları. Evden silah sesini duyar duymaz kendini sokağa atan annem, kızkardeşimi ve beni atmaca gibi sarıp bahçede çatışmanın bitmesini beklemiştik.
Tekrarmı yaşayacaktık bunları, kızım da mı şahit olacaktı bu görüntülere?
Ben kızıma nasıl açıklayacaktım olanları. Kocaman bir ormanda herkese yiyecek ekmek, içecek su mevcut olduğu halde, sırf rengi farklı diye, farklı ötüyor diye, kartal serçeyi, aslan tavşanı öldürür...... Bu da onun gibi birşey mi diyecektim. İnandırıcı olabilecekmiydim, yalan söylerken.
Yıllar önce kaldırımda yatan genç, canını alan cani terörle kavuştularmı acaba istedikleri ülkeye?
Çocukluğumun Ankarasını arabanın içinden seyrederken, gözümün önünde annemin çıplak ayakları, kulağımda kayıp haberleri, ve Aslı'nın tane tane okuduğu şiiri....
Atatürk yoktu,
Düşman çoktu......
Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Arabesk : Kamuran Bulgurcuoğlu MEMLEKET NERE? |
|
Ruhu şad olsun, Barış Manço bir parçasını seslendirirdi: "arkadaş memleket nere, bu dünya benim memleket, hayır anlamadın, arkadaş memleket nere, bu dünya benim memleket" diye tekrarlanır nakarat bölümünde. Almanya'da yetiştim, İsviçre'yi gördüm, Kazakistan'ı gördüm, şimdi de Suudi Arabistan'ı görüyorum. Hem de turizm ve inşaat sektöründe çalışırken farklı milliyetlerde birçok insana yarenlik yaptım. Bütün kıtalarda, birçok ülkeyi dolaşmış bir adamla evlendim: uzun lafın kısası: "bu dünya benim memleket" sayılır oldu Manço'nun ki gibi.
Birkaç gün önceydi, Cidde'den seslenen bir KM-Yazarı, yazısında buraya ( ben de Cidde'de yaşıyorum 2 aydır ) ilk geldiğinde edindiği, daha çok olumsuz ögelerle dolu izlenimlerini paylaşmış KM-Okurlarıyla. Bu beni çok düşündürdü, sonuç olarak bu yazıyı yazmaya karar verdim.
İnsanın kanına çelebilik girince, bedenen ve ruhen gezginci - dünyalı - dünyalı olunca, bir başka algılıyor farklı kültürleri ve yaşamları. Farkediyor ki, siz ne kadar saygılı ve sevgili davranırsanız, karşınızdaki de o ölçüde okuyabiliyor gözlerinizden, ne kadar respekte edildiğini ve yine o ölçüde saygılı ve sevgili tepkiler veriyor. Çok basit bir etki tepki meselesidir bu. Şeriat kanunuyla yönetilen bir ülkeye, onları rahatsız etmemek icin tesettür kurallarına uygun girdim. Şüpheci ve aşağılayan tavırlardan uzak ( yani, aynı uçaktan inen ve örtünmemiş birkaç kadının takındığı yüz ifadelerinden tamamen arınmış olarak ) sevgili Doğan Cüceloğlu'nun tavsiye ettiği gibi "sizi olduğunuz gibi kabulleniyorum" yüz ifadesiyle yaklaştım görevlilere. Beni tatlı bir misafirperverlikle karşıladılar, hatta evrak ve bavul işlemlerimde yardımcı olması ve yol göstermesi için bir resmi bir görevli verdiler yanıma. Havaalanı çıkışında hemen üzerime geçirmem için, eşim buraların özel giysisi 'abbaya' yı beraberinde getirmişti, onu giydim. Onunla iki eski dost gibi selamlaştık ( eş gibi selamlaşmak icin arabaya kadar yürümeyi bekledik ). Bizim de içinden geldiğimiz kültüre cok da yabancı degil araplarınki: Buradaki kuralların çoğu Anadolu'da capcanlı yaşanıyor en nihayet.
Herkesin mayo ile denize girdiği bir yerde, şalvarlı yaşmaklı denize girmek nasıl garip kaçıyorsa, şalvarlı yaşmaklı denize girenlerin arasında da bikinili denize girmek cok tatsız oluyor, denediniz mi ? Ama yine de sanırım Hollanda'ya ya da Taiwan'a gittiğimde, doğrudan seks ve uyuşturucu endüstrisinin yamacına ilişmezdim herkes oralarda sabahlıyor diye.
"Sizi olduğunuz gibi kabulleniyorum, ama ben sizin gibi yaşamayı tercih etmiyorum"
Cidde'de çok yabancı var, Amerika ve Avrupalı'ların sayısı da hiç azımsanacak gibi değil. Compound ( özerk siteler ) araştırırken ve birkaç konsolosluğun davetine katıldığımda tanışma firsatı bulduğum Avrupa kökenli yabancılara, nasıl olup da bu kadar uzun yıllar ( 5-30 yıl ) burada memnun mutlu yaşadıklarını sormadan edemedim tabii. Dediler ki, kamu alanları hariç, kendi içimizde - compoundlarda - bildiğimiz gibi yaşayabiliyoruz. Oralarda havuzumuza giriyor, içkimizi içiyor, spagetti askılı elbiselerimizle şipidik şipidik dolaşıyoruz. Buradaki 3. kuşak Almanlar bile hala Alman'lığını biliyor, 2. kusak Amerikalı, tam bir Amerikalı gibi yetişiyor kendi kolejinde.
Osmanlı yüzyıllar sonra topraklarından geri çekildiğinde, o yore milletlerinin özerk devletler kuracak denli özgün yaşamış oldukları gibi, burada da insanın özüne dokunulmuyor. Almanya'daki 'assimilasyon' teranesini, ( burada yaşayacaksan özünü sil, bana benze dayatması ) düşünüyorum da... Sonra aklıma Türkçe dil ile eğitimin yasak oldugu AB üyesi devletler de geliyor.
Cidde, 'Canım Türkiyem'in İzmir karşılığı bir şehri Suudi Arabistan'ın. Ama... Ama... Bu şehir 5 şeritli yollarla örülmüş, savaş yok trafikte. Bütün yol kenarları ağaçlarla bezenmiş, meydanlar ve parklar küçüklü büyüklü birbirinden ilginç, sanatsal yapıtlar, heykel ve anıtlarla dolu. Terrrrtemizzz. Ne gürültü kirliliği, ne görüntü kirliliği. Yüksek, derme çatma, estetikten ve etikten uzak bina yok; herbiri bir mimarlık harikası yapıların. Hele bir Courniche Caddesi var, dersin caaaanım Kordonboyu... Kıskanıyorum biraz.
Eşimin yönetici olduğu yerde, 3 apayrı kültürden gelen çalışanlar için azaba dönüşmüş pilav meselesi bile 'hoşgörü ve saygı' çerçevesinde çözümlendi. Şimdi 3 ayrı pilav çeşidi çıkıyor her yemekte: Hint usulü, Uzak Doğu usulğ, bir de bizim bildiğimiz kavrulmuş şehriyeli pilav. Ekmek de öyle, arabic bread ( yufka ekmeği gibi ), Avrupa tipi esmer ünlü ekmek ve bildiğimiz baston ekmek. 70'li yılların başlarında salçasız yemek yiyemediği için Almanya'ya uçakla salça götürenlerin, bulgur ve tarhana bulamadığı için bulgur ve tarhana götürenlerin, aşağılanarak muamele gördüğü Türkler geliyor aklıma.
Kadınların kendi kimlik belgeleri yok, araba kullanamazlar. Ben eşimin yazılı izni olmadan ülkeye giremem, ülkeden çıkamam. Eşim yanımda olmadan ülke içinde başka şehire dahi gidemem. Eşim de yanında ben olmadan ailelerin bulunduğu özerk yerlere giremez. Örneğin, kızımızla ya da oğlumuzla çocuk eğlence merkezlerine gidemez, oralara sadece aileler girebiliyor. Çok acımasızca gibi görünüyor, ama derine indiğiniz zaman bunun aslında bir otokontrol sisteminin parçaları olduğunu farkedebilirsiniz. Kadının öyle ezildiği falan da yok, hepsi de, tabiri yerindeyse erkeklere kazaklarını ters giydiriyorlar. Burada çalışan arap kadınlar, diğer gelişmiş ! ülkelerdeki gibi kadın-erkek eşitsizliği içinde bunalmıyorlar. O ülkelerde kadınların çalışma hayatında ne zorluklarla yaşadıklarını bilmiyor muyuz ?
Araplar farklılar ve ilginçler gerçekten. Bir zamanlar medeniyetin beşiği olarak görülen yarımadanın halkı, şimdi tam aksi bir algılanışla muamele görüyor. Onların da kendilerini dünya önünde ifade etme zorlukları var ( tıpkı bizim gibi ). Üzerlerine tıpkı bizimki gibi acımasızca yapıştırılmış yaftalardan kurulamıyorlar bir türlü. İngilizce yayın yapan bir arap gazetesinde bir yazar şunları vurguluyor :
(devamı sonra, çünkü ayrı bir konuya giriyorum )
Kamuran Bulgurcuoğlu Cidde - Suudi Arabistan
Yukarı
|
|
Yazı-Yorum : Leyla Ayyıldız GÜLE GÜL |
|
Sararmış yaprakların rüzgarlarla savrulduğu bir Ekim günüydü. İşten çıkmış yoğun trafikte evine gitmeye çalışıyordu. Adım, adım ilerliyordu araçlar...
Büyük şehirlerde yaşayanlar iyi bilirler, eğer o yoğun trafiği eğlenceli hale getiremezseniz hem kendinize, hem de çevrenize zarar verirsiniz. O, keyif almayı öğrenenlerdendi. Ya neşeli radyo kanallarından birini ya da en sevdiği şarkıları dinler, mırıldanarak eşlik ederdi.
Akıp giden renkli, ışıklı trafikte huzur ile ilerliyordu. Birden bir arabanın arkasından koşturan adamı fark etti. Büyük kavşaklarda, trafik ışıkları yakınlarında, demet demet, alüminyum kağıtlara sarılmış çiçekleri satmaya çalışan adamlardan biriydi bu. Öndeki araç şoförünün elindeki güllerden almaya niyetli olduğunu hissetmiş olacak ki, aracın peşinden koşuyordu. Tehlikeli bir ekmek kavgası vererek... Her ne kadar trafik çok hızlı akmasa da, araçlar arasında sıkışma tehlikesi geçirdi bir iki kez... Tüm bunlara rağmen satamadı çiçeklerini. Çok sık rastlanılır bu manzaraya o kavşaklarda...
Olanları dikkatle izledi. Adama yaklaştığında pencereyi açtı. Trafiği durdursa da, arkasından gelen araçlar kornalarına bassa da, üç kırmızı gülü satın alarak, adama gülümsedi.
Üç kırmızı gonca gül... Zordur artık gül kokulu gül bulmak... Bunlar gül kokulu güllerdendi... Koklayarak yan koltuğa bıraktı... Üç kırmızı güle göz kırparak...
Evine ulaştığında vazoya yerleştirdi güllerini. Bir arkadaşı aradı az sonra, sesi kötüydü. Uzun, uzun dinledi onu, göz yaşlarını paylaştı. Telefon yetmedi ağlayışlara... 'Bekle yanına geleceğim' diyerek üzerine bir şeyler geçirdi. Masanın üzerinden anahtarlarını alırken, güllerine takıldı gözü. Çıkardı vazodan...
Gittiğinde arkadaşı perişandı, güllerle gülümsetti onu. Ona gülleri nasıl aldığını anlattı, masasına nasıl yerleştirdiğini... 'Bak, her gül böyle kokmaz ki' dedi... 'Evet, gülyüzlüm' dedi arkadaşı... Gece boyu dertleştiler...
Gecenin bir yarısı evine dönüp uykuya teslim etti yorgun bedenini.
Sabah kalkıp kahvaltısını hazırlamak üzere mutfağa gitti. Çayı ocağa koydu. Vazoya baktı, boştu... Masayı hazırlarken birden balkona ilişti gözü. Hemen balkona koştu. Epey önce çiçekliklere ilkbaharda açacak olan bir iki çeşit çiçek ekmişti. Ekmediği halde çiçeklerin arasından arsızca çıkan bir tür sarmaşığı fark etmiş, söküp atmaya kıyamamıştı. İşte o sarmaşıklar o sabah, 25 Ekim 2003 sabahında sarı, pembe, beyaz, kırmızı yer gülleri olarak açmıştı. Onlarca, onlarca gül...
Güle gül... Allah'ım sen ne yücesin...
Leyla Ayyıldız
ayyildiz@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Duygu Bayar |
ÜMİTLERİNİN LİSTESİNİ YAP ASİYE, ZATEN ŞURDA NE KALDI
Bazen olur ya, dilinin ucuna geleni söyleyiverir birileri. Kapıverir ağzından, tıkar yüreğine. Okkalıdır, tam yerindedir, tamamlanır mısın, daha mı yarım kalır cümleler, bilinmez...
"Sultan" diye bir makam var mıdır?
"Kenar mahalle masalı" dediğin be Sultan, getirip yüreğime çaktığındır. Reklam aralarında hani kendime geldiysem ve bir çay koymaya kalktıysam yerimden, gözüm iliştiyse malın mülkün, çulun çabutun resmi geçidine, belki bana sattığındır. Umursamam. Aslın değildir ki beni dünden geçiren, yarına savuran. Aslolandır. İçimin kenar mahalleleridir. Ne çağrıştırır bende, nereden bileceksin.
Ben sizi, bir dost evinde kalabalıkken gördüm ilk, ama siz daha kalabalıktınız onca laf kalabalığının arasında...Bir at arabası vardı altınızda, mahallenin taşlı yollarından sarsılarak geliyordunuz kameraya doğru. "Hoşgeldiniz" demek geçti dilimden. Söyledim de... içimden...
Aynılaşırken, yontulup birbirine benzerken, birbirinden ayırdedilemezken günler, "temkin" bir zırh olup kaplamışken yüreğini, hani birileri de çıkıp yansın, yakılsın, uçsun, uçursun istersin. İstersin ki, perdelerini örtmesin kimse akşamları. Meraklı mahalle kızları, başlarını uzatıp uzatıp laf atsın karşı pencereye, " gel kız, çay koydum, içelim" desin. Kız da hiç mızmızlanmasın, dedikodusunu kapıp, sızısını döküp saçıp, bir hırka bile geçirmeden üzerine geçiversin karşı eve istersin. Birileri de bağırıp çağırsın, saklamasın gözyaşlarını. Korkmasın küçük düşmekten koca adamlar. Saklamasın, saklanmasın hiç kimse...
Mahallenin uyduruk dişçisi çıkıp desin ki " Gidersem, ölürüm" diye gözyaşı döken delikanlıya: ""Bak ne güzel, ağlayacak bir şey bulmuşsun, hadi git, aşkından öldü desinler.."
Aşkından ölesin gelsin istersin....
"Bu güzellik tamam da, bu yoksulluk niye? Eskir mi umut yüreğinde, kullanılmamış güç bileğinde eskir mi?"
Yaşamışsan bilirsin. Alır yerine koyarsın sözcükleri. Belki dikkatlice seçilmiş ama pervasızca ağızdan çıkan bir kaç kelimeyle .... tamamlanır mısın, yarım mı kalır cümleler, bilemezsin...
"Sultan" diye bir makam var mıdır?
Bende, popüler kültür eleştirisine girişecek, "medyanın bir kitle kandırmacası olduğu" üzerine ahkam kesecek, aptal kutusunu yerden yere vuracak takat bırakmadınız.
Yine de diyecek bir çift sözüm var: hadi Seymen'in paçasından akıyordu serveti de, güller seriyordu Bahar'ının yollarına. Peki, sormazlar mi, Sultan, senin verecek neyin var? Ah sevmesi en kolay Seymenlerden dümen kırıp da, Sultanlara sapan kadınlar...
Ah be gişelerde birbirinin üzerinden atlayıp bilet almaya çalışanlar! Seymen gibisini sevmekte ne var?
Öyle bişey damıtıyorum ki gözlerimin sözgecinden... Bir adam bir kadına, bir Asiye bir Sultan'a bu kadar mı aşık bakar...
"Bugün her şeyi deneyecek kadar umutsuzum" derken bu kadar mı ağlar?
Karanlığın içine aydınlığı bu kadar mı saklar?
Bir deri kasketle bir solmuş ceket bu kadar mı yakışır bir insana, varsın imitasyon olsun, kim takar....
Duygu Bayar duygubayar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Bugün sizlerle ilk olarak new age ve ambianté müziğin önde gelen gruplarından Enigma'nın son albümü "Voyageur"ı, ardından son dönemdeki kaliteli çalışmalarıyla adından söz ettiren Alman sinemasından bir gerilim filmini "Dövme"yi ve son olarak Cahit Ülkü'den Orta Avrupa Yahudileri'nin Osmanlı dönemindeki devlet kurma hayalini konu alan "Son Hazaryalı" romanını paylaşacağım.
Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.
VOYAGEUR / ENİGMA :
1990'ların başında hayatımıza giren ve özellikle "Mea Culpa" albümünden beri her dönem dikkatleri üzerine çekmeyi başaran bir grup (aslında kendilerinin grup olarak tanımlanmalarından rahatsızlık duyuyorlar ve proje olarak anılmak istiyorlar) olan Enigma, "Voyageur" adlı albümünü çıkarttı. Romanya doğumlu Michael Crétu ve karısı Sandra Crétu'nun oluşturduğu grubun önceki albümlerinde yer alan pek çok parçası, film soundtracklerinde, TV programı jeneriklerinde, ve reklam cingıllarında kullanılmıştı. Ayrıca Enigma'nın bu yeni albümün çıkış parçası olan "Voyageur", BBC'nin tanıtım müziği oldu. Parça, radyoda spor haberleri, televizyonda ise bir yardım programı için kullanılıyor.
Kısa sürede New age / ambianté türünün önde gelen isimlerinden biri haline gelen Enigma, sıradışı melodileri ve şarkı sözleri ile dikkat çekiyor. Ülkemizde sınırlı bir kitle tarafından sevilerek dinlenmesine karşın albümleri dünya çapında milyonlar satan grup, her dinlendiğinde ayrı bir tat alabileceğiniz şarkılara sahip.
Enigma aslında Almanların II. Dünya Savaşı'nda kullandıkları şifreler anlamını taşıyor. Grup albümleriyle dinleyenlerini bu karmaşık şifreyi birlikte çözmeye davet ediyor.
Önceki albümlerinde mistik melodilere yer vererek ana temayı Tanrı olarak alan Enigma, son albümünün temasını değiştirerek yolculuğu çıkış noktası olarak alıyor.
"Voyageur" albümündeki 11 şarkı önceki klasik Enigma şarkılarından daha farklı olarak daha az flüt ve etnik melodiler ile rahip korosu bulundurmasına karşın, new age ve ambiancé müzik dinleyicilerinin kaçırmaması gereken kaliteli bir çalışma.
TATTOO (DÖVME) :
Kökleri Eski Mısır'a kadar uzanan, tek tanrılı dinlerin bir pagan geleneği olarak görüp yasaklamasına karşın günümüzde başta Ortadoğu olmak üzere bütün dünyaya yayılmış olan uluslararası bir kültürel öğedir dövme. Filmimiz cinayetlerle bu eski geleneği birleştiriyor ve karşımıza "Das Experiment" (Deney ), "Run Lola Run" ( Koş Lola Koş ) gibi son dönem popüler Alman sinemasının en iyi örneklerinden biri çıkıyor.
Polis Akademisi'nden yeni mezun olan Marc, katıldığı yasadışı bir partiyi polisin basması sonucu kendini bir ikilem içinde bulur. Ya baskını yapan dedektif Minsk için cinayet masasında çalışmaya başlayacaktır ya da olay yerinde unuttuğu ceketinin cebindeki haplar nedeniyle daha yeni başlayan kariyeri altüst olacaktır. Ancak Marc'ın anlam veremediği bir durum vardır: Dedektif Minsk neden onunla çalışimayı istemektedir? Genç polis, bu sorunun cevabını kısa bir süre içinde öğrenecektir. Minsk, iki yıl önce kaybolan kızını bulmaya çalışmakta ancak bütün uğraşları boşa çıkmaktadır. Marc'ın yer altı dünyası ile olan yakınlığı dedektif için kaçırılmaz bir fırsattır. Araştırmalar genç polisi önce yanmış bir kadın cesedine ardından bunu izleyen seri cinayetlere götürecektir. Kurbanların ortak özelliği derilerinin bisturi ile kesilmiş olmasıdır. Gelişen olaylar sonucu Marc vahşet, saplantı ve kanla tanışacaktır.
Orjinal dili Almanca olan film, yarattığı karanlık bol kanlı ortamı ile gerilim klasiği sayabileceğimiz "Kuzuların Sessizliği" ve "Yedi" gibi Hollywood yapımlarına gönderme yapıyor. "Dövme", son dönem Alman sinemasının en parlak yönetmenlerdinden biri olarak nitelendirilen Robert Schwentke'nin senarist ve yönetmen olarak yaptığı ilk uzun metrajlı film. Fransız / Alman ortak yapımı olan filmin başrolünde, Dostoyevski'yi konu alan "The Gambler"dan hatırlayabileceğimiz Johan Leysen'e, Christian Redl ve Nadeshda Brennicke eşlik ediyor.
Geçtiğimiz yıl 22. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nce "İnsan sapkınlığını kabullenişi ve acımasızca çizdiği kötülük resmiyle, üstün nitelikli bir janr filmi, kapkara bir mücevher" olarak nitelendirilmiş olan film büyük beğeni kazanmıştı. Benzerine Avrupa sinemalarında pek rastlayamayacağımız, gerilim türünü sevenler için izlenmesi gereken bir film "Dövme".
SON HAZARYALI / CAHİT ÜLKÜ :
Dünya üzerinde bugüne kadar en çok zulme, göç etmeye, baskılara maruz kalmış halklardan biridir Yahudiler. Bu halk üzerine sayılmayacak kadar çok tez yazılmış olmasına rağmen en çok tartışılan teorilerden biri kesinlikle Arthur Koestler'e aittir. Koestler, Orta Avrupa Yahudilerinin 8. Yüzyılda bu dine geçen Hazaryalılar olduğunu ileri sürmektedir. Bu tez özellikle Amerikan Yahudileri üzerinde etkili olmuş ve yazarının bütün eserlerini kitapçılardan toplatmışlardı.
Kitabımız işte bu tezin etrafında gelişen olayları, Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü dönemi olan, Avrupalıların "Muhteşem" diye tanımladıkları Kanuni Sultan Süleyman'ın padişahlığındaki durumlarını gözler önüne seriyor.
"Son Hazaryalı" tartışma yaratabilecek, cevabını bildiğimizi zannettiğimiz pek çok soruya da yer veriyor. Örneğin son Osmanlı Sultanı'nın kim olduğu gibi. Kitaba göre hepimizin bildiğinin aksine Osmanlı soyundan gelen son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin değil Kanuni Sultan Süleyman. Ardından iddialarına devam ediyor Ülkü. Yazarımız, Hazarya Yahudileri'nin devlet kurmak için Osmanlı Sarayı'na kadar uzanan planlarından, Hürrem Sultan'a kadar pek çok önemli noktaya ilişkin açıklamalarda bulunuyor. Aslında bir Hazarya Yahudisi olduğunu iddia ettiği Hürrem Sultan'ın (Rosa) saraya satılmasından II. Selim'in babasına hiç benzememesinin saraydaki yankılarına kadar bir sürü konuyu büyük bir cesaretle ele alıyor.
Daha önce "Pargalı İbrahim Paşa" ve "Rüstem Paşa" adlı tarihi romanların da yazarı olan Cahit Ülkü, son yapıtı "Son Hazaryalı"nın bir kurgu değil, tez roman olduğuna dikkat çekiyor. Temel olarak aldığı Arthur Koestler'in tezini tarihi gerçeklerle güçlendiriyor, kendi hipotezleriyle zenginleştiriyor. Ayrıca Hitler'in II. Dünya Savaşı sırasında yaptığı Yahudi soykırımının aslında bir Türk soykırımı olduğu da iddiaları arasındaki yerini alıyor.
"Son Hazaryalı", tarihi romanları, tezleri ve olaylara farklı açılardan bakmayı sevenler için okunması gereken bir kitap.
serdar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.763 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
ZÜMRÜT LONGA
Kedinin gözü henüz açıktı
Sabaha karşı fırtına çıktı
Yazlıkçılar uykudan uyansın diye
Yağmur gürültüyle indi siteye
Bozcaada üç beş kulaç ötesi
Taş plakta Hafız Burhan'ın sesi:
Tennenni tenni Tenes
Tenni tene Tenedos
Sardalya zamanıydı herkes şaştı
İskele'ye bir tekne kolyoz yanaştı
Önümde 70'lik rakı şişesi
Ardımda yüzyıllık palamut meşesi
Sarhoştum yağmura doğru koştum
İda'dan inmiştim Ege'ye düştüm
Tennenni tenni Tenes
Tenni tene Tenedos
Güngörmüş hatmiler gizemli güller
Yağmurlu günle sevişen Zümrütgiller
Sardalya zamanıydı yaz'ı savurduk
Somay'ımla olmadık düşler kurduk
Derken akşam oldu dindi fırtına
Ay bir yana Bozcaada bir yana
Tennenni tenni Tenes
Tenni tene Tenedos
Ahmet Necdet
Yukarı
|
Anlayan beri gelsin!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.renault.com.tr/2003/vcd.php
...Merhaba ben Demir Bükey, Tüm dünyada ve ülkemizde doğal şartlar, yolların durumu veya mekanik sorunların neden olduğu kazaların oranı aşağı yukarı %5’tir. %95 nedeni ise kazaların maalesef sürücü kaynaklıdır. Arkadaşlar, otolar kendi kendilerine marşa basıp yürümezler, hareket etmezler, frene basıp durmazlar, direksiyonları boşalmaz, kontrolden çıkmazlar, savrulmazlar, onlara bütün bunları yaptıran maalesef sürücünün kendisidir. Onun için bir otodaki en önemli faktör sürücüdür. Sürücü bir motorlu araca neyi verirse, yani doğruyu verirse doğruyu, yanlışı verirse yanlışı alır...
http://www.sehriye.com/sehriye/cda/sehriye_index/1,,426,00.html?eid=6959
İstanbul Feshane'ye gittiniz mi? Özellikle ramazan ayında bir başka olur feshane şenlikleri. ...Feshane bu yıl da İstanbulluları; Geleneksel Direklerarası Eğlenceleri, sevilen sanatçılar, Feshane Ramazan Çarşısı ve bin bir çeşit iftar lezzetleri ile buluşturuyor. 1999 yılında 100-150 bin kişinin ziyaretiyle sonuçlanan ilk şenlikten bu yana artan bir hızda katılım oranı yükselen Feshane'nin Ramazan Şenlikleri'ni bu yıl 750-800 bin kişinin ziyaret etmesi bekleniyor...
http://www.iris.com.tr/yemekeglence/yemekeglence.htm
Yemek yapmak sizin için bir eğlence olabilir mi? Yoksa bir işkence çeşidi mi? ...Sık sık sofralarımızı süsleyen makarnayı bu kez çok daha değişik ve çok daha lezzetli yemek istiyorsanız tarifimizi kaçırmayın...
http://www.bayburtnet.com/Yemeklerimiz.htm
Siz hiç Bayburt usulü ekşili dolma, tel helvası veya galacoş yediniz mi? ...Yemekler kültürümüzün bir parçası olarak asırlardan beri devam eden geleneksel bir yapının günümüzdeki uygulamasıdır. Bayburt yöresel yemeklerinde görülen genel özellik, un ve una bağlı yemeklerle, etli yemeklerin sebze ve zeytinyağlı yemeklerden çeşit olarak daha fazla oluşur. Bu da yörenin coğrafi şartlarının kültürel yapı üzerindeki etkisidir...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
|