KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 394

 2 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Köleliğin Yasaklanması Günü!..


Merhabalar,

Gene atladık gördünüz mü? Dün 'Dünya AIDS Günü'ydü ve ben bunu ancak sabah radyoda gevezelik yapan 'Geveze'den öğrendim. Tatil rehaveti içinde telaşla hazırladığım KM'de böyle bir konuya değinmediğime hayıflandım doğrusu. Hakkında söyleyecek çok şeyim olduğundan mı? Haşaa, hepinizin bildiğinden tek bir fazla bilmiyorum. Amma velakin konunun ciddiyetinin farkındayım. Birkaç ay önce bir yavrunun okuyup adam olmasını isteyenler ve ona karşı kendi yavrularını korumaya çalışanlar arasında geçen güreş nedeniyle gündemimize giren AIDS, problemin tatlı şekilde halledilmesiyle gene gündemden düştü. Daha doğrusu düşmüş. Geveze telefonla bağlananlara soruyor: ''Sevgilinizin AIDS olduğunu öğrenseniz ilk tepkiniz ne olur?'' Yol boyunca 4-5 kişiyi dinleme şansım oldu. Biri ''Kıçına tekmeyi basarım'' diyor, bir diğeri ''Kesinlikle ayrılmam, elimden geleni ardıma koymam'' diye yalan beyanda bulunuyor, bir başkası ''8 yıl Rusya'da kaldım ben deneyimliyim, hemen bırakır kaçarım, bu zıkkım herşeyle bulaşıyor.'' diye zırvalıyor. Hemşirenin biri korkulacak birşey olmadığını anlatmak için 20 yıl evliliğin ardından kocasının AIDS olduğunu öğrenen kadının evli kalmaya devam ettiğini ve korunmayla her türlü fonksiyonu layıkıyla(!?) yerine getirdiğinden dem vuruyordu. Allah için bir Allahın kulu da çıkıp 'Koşar hemen test yaptırırım.'' demedi. Kadere bağlı yaşamı ne denli benimsemişiz yahu. Oysa AIDS sosyal bir hastalık. Sadece yakalananı değil, tüm çevresini etkiliyor. Bulaşma riskinin ötesinde, kontrollü yaşamanın bilincine varılması gerekiyor. Dönüp, yanımda oturan kızıma sen olsan n'apardın diye sordum. En akıllı cevabı o verdi. ''Sevgilimi mi soruyorsun yoksa kocamı mı?'' dedi ve devam etti: ''Sevgilimi boşar arkadaş olurum, kırmadan yavaş yavaş uzaklaşırım. Evliysem... Oooo daha çok var be baba, sende ne biçim sorular soruyorsun?'' Evet ya, hakikaten ne garip sorular soruyorum, yoksa gidip test mi yaptırsam? Aman Allah korusun. Atın ölümü arpadan olsun, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, sakla samanı gelir zamanı...

Dün atladık ama bugün atlamıyoruz ve bugün ''Köleliğin Yasaklanması Günü'' nü büyük bir çoşkuyla kutluyoruz. Sanırım güne konu olan köleler Afrika'dan devşirme siyah derililer ve o nedenle günah çıkarır gibi Amerika'da icat edilmiş. Bizde genellikle beyaz derili, gizli köleler olduğundan bugüne pek aldırış etmiyoruz. Uff amma laf ettim ama. Şimdi bir de kalkıp köleyi tanımlamam gerekir ki, şu saatte bunun altından kalkabilecek durumda değilim. Belki daha sonra...

Artık Kahve Molası'nın da 'Alacakaranlık Kuşağı' var. Evet ismi biraz garip ama 'Twilight Zone' Türk tadı taşıyorsa adı da 'Turkishdelight Zone' olur işte. Sevgili Levent Şenyürek bundan böyle fantastik kokulu hikayeleri ile bizlerle olacak. Ne güzel değil mi?

Temcit pilavı gibi hergün aynı şeyleri tekrarlamaktan inanın bıktım. Ancak bu Fincan konusu benim için artık bir onur meselesi haline geldi. Neden ilgi göstermediğinizi anlamaya çalışırken, işin içinden çıkamayıp kendi kendime garip figürler yapıyorum. Kızmalımıyım, üzülmelimiyim yoksa aman boşver mi demeliyim karar veremedim. İşin ucunda bir miktar para olunca fazla ısrarcı olmaktan da sıkılıyorum ama inanın sükutü hayal durumlarındayım. Zaman daralıyor ve ben çare üretemiyorum. Hiç olmazsa aranızdan bazıları bana bu durumu açıklasa da bende daldığım uykudan uyansam. Ne dersiniz?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   İYİKİ YAPMIŞIM.

Zaman zaman dost, zaman zaman düşman,
Nedir bu zaman, anlamak öyle zorki.
Çok mu seviyoruz nefret mi ediyoruz.
Kimi zaman yaratmak, kimi zaman da öldürmek için uğraşıyoruz.
Kimi zaman öyle değerli ki ayıramıyoruz bir anını bile, kimi zaman da geçersiz akçe harcıyoruz deli gibi.
Gün oluyor muhtacız, kazanmanın yollarını arıyoruz ,
Gün oluyor hoyratça kaybediyoruz.
Ama bilinen bir şey varsa o da en hızlı akışkan zaman.
Ve her akışkan gibi hızı da kendine özgü.
Geçsin istersiniz ilerlemez sıkışır iki küçük çizgi arasına da,
Dursun istersiniz bütün marifetini sergiler size.

Özlemlerin bitmesine ramak kala, uyur kalır akrep ile yelkovan.
Unuturlar görevlerini, istemez canları gitmeyi bir küçük çizgi bile. Size asırlar gelen aralıklarla bakarsınız ama, onlar hala aynı yerlerindedir.
Güneş inmez yerinden birtürlü devretmek istemez nöbetini aya.
Ay evrelerini uzatır.
Zaman geçersiz akçedir o an, harcamak istersiniz ama kimse almak istemez.

Ya sınırlı zaman buluşmalarında.
Günlerin , saatlerin hatta dakikaların geçmemesini istediğimiz anlarda. Her anın küçük bir çocuğun elinde sımsıkı tuttuğu şekeri kadar değerli olduğu zamanlarda.
Bakmak gelmez içimizden korkarız ama nasıl da hızla geçmiştir zaman.
Bütün marifetini nasıl da sergiler size akrep ile yelkovan denen iki palyaço.
Kendilerine ayrılan oyun alanında olanca hızlarıyla koşarlar, çizgilerin üzerinde duran yanacaktır sanki, dolap beygiri misali kovalar durular birbirlerini.
Ne zaman katetmişlerdir onca yolu anlayamazsınız.
Yüreğimize bağlanmıştır sanki saatin kadranı, ne kadar hızlı çarpıyorsa o kadar hızlı ilerler.
Bitmesin istersiniz an, geçmesin, dursun istersiniz ama durmaz zaman.

Kıymetlidir zaman kimi zaman, kimseye veremeyiz ucundan kenarından.
Sürekli dilimizdedir, vakit ayıramayız, zaman ayıramayız.
Bir telefonu, ufak bir ziyareti araya sıkıştıramadığımız anlarda kullanırız bu sözü.
Ayıramayız bir türlü bir telefonluk zamanı da,
O ayrılamayan zaman o an neye ayrılmıştır daha hayırlı bilinmez.
Ne yapacağımızı, nereye koyacağımızı bilemeyiz bazen de zamanı. Zaman için en acımasız son budur işte. Nasıl kullanacağımızı bilemediğimiz zaman, mutlaka ölür zaman.

İster hızlı geçsin, ister yavaş. İster dost, ister düşman içiçeyiz zamanla.
Onun hayatı bizim, bizim hayatımız onun elinde.
Böylesi bağlıyken yaşamlarımız birbirine iki tarafın da birbirini mutlu etmesi doğuracaktır en güzel beraberliği.
Her beraberlik gibi.
Kaybedilen zaman, bir şeyi kazandırmazken, harcanan vakit de nakide çevrilemiyor.
Dünü getirmemiz imkansız olsa da, yarın henüz bizim elimizde. Yarın ''İyiki yapmışım'' diyebilecek birşeyler yapmak için çok zamanımız var daha.

''İYİKİ YAPMIŞIM'' larınız çok olsun.

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Has Kahveci: Tunca Tünay


Güneşe Akan Su...

Uçağa binmeyi severim. Bulutların üstüne çıktım mı, özgürlük duygusu kaplar içimi. Başım bir dikilir, bir kendimi beğenmişlik gelir ki üstüme, hiç sormayın. Koca dağlar ufalır elimin altında. Bir adımda geçiveririm, uçsuz bucaksız durgun suları. Gülünç resimler çizebilirim ayın üstüne. Üflesem, yanımdan geçen yıldızları, bir mum gibi söndürebilirim. Bulutların üstüne bağdaş kurup, ayaklarımı boşluğa sallayabilirim. Güneşle koşmaca oynasam, onu geçerim. Bir akan suya yetişemem...

Aşağıda, üstüme basıp, beni boğan dev yapılar, bir soluğumla oyun kağıtları gibi üstüste devriliverir. Yüzlerce aracın dolaştığı yollar görünmez, kargaşanın sesi duyulmaz olur uçarken. İçindeyken ayırdedemediğim, sonbahar sarısı ağaçların yapraklarıyla, Nazım Usta’nın sevgili dostundan istediği, mutluluğun resmini çizip, ona uzatırım gizlice. Durgun denizden oyuncak gemiler toplarım, gökkuşağına gidebilmek için... Bir akan suya yetişemem...

Uçarken, hızla alacakaranlığa döner gün. Gün sarısından, bulut moruna çabucak geçilir. Renkler özünü yitirir gün batımında. Yeşilin rengi, toprağa, toprağın rengi buluta, bulutun rengi, soluk durgun suya vurur. Herşey parlaklığını yitirir, sessizce soluk alacaya döner ve her yer kararır giderek... Bir akan suyun şavkı kalır boşlukta...

Düşünüyorum da, yaşam akan bir su aslında. Hızına uymadığımızda, onun ardında kalıp, gün ışığı alamadığı için solan durgun suya, ya da bereketi kaçmış toprağa dönüveririz. Yaşamın ardında kalmak, giderek durağanlığa iter bizi. Oysa, durağanlığın, yaşamı yönlendirmek adına eylemsel hiç bir yanı yok ki. Beklemenin bezginliğini yaşamak, giderek içimizi daraltmaktan başka bir işe de yaramaz üstüne üstlük. Akan suya yetişemediğimizce, yaşamımızı yönetemeyiz. O da meydanı boş bulup, dilediğince oynar bizimle...

İyi de, nasıl yetişeceğiz akan suya? O, doğru saptadığı amacına ulaşabilme adına, sürekli devinim içinde. Zor koşullar, ara ara hızını azaltsa da, inancını yitirmeden akmayı sürdürüp, iç uzlaşmazlıklarından arındırıyor kendini. Mutluluğun türküsü oluyor sesi. Gözleri parlıyor sevincinden. Yoksa...

Yoksa, umuda gidişin şavkı mıydı boşlukta gördüğüm? İşte düşüncelerim tam bu noktaya geldiğinde, akan suyun gizini mi çözüveriyorum ne?

Umuda yönlendiğinde, güneşe akan su oluyor yaşam...

Tunca Tünay
tunca@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Hüseyin Alparslan


HAMAM BÖCEĞİ VE İNSANI BÜTÜNÜYLE SEVMEK -I-

"Babaaaaaaaa!"
"Babaaaaaaaa!"
"Hamam böceği vaaaaaaar!"

Hemen kilere koştum."Nerede bu böcek ilacı? . "Buldum buldum geliyorum kızım". Çocuk telaşlanmış. Ben , böcek ve elimdeki böcek ilacı baş başayız şimdi. Sanırım korkmuş hamam böceği.Eminim bir hayli korkmuş. Yerinden bile kıpırdamıyor. "Bak şu pisliğe" dedim.Kapkara gövdesiyle heybetli bir bakış attı bana .Zannediyorum baktı ! Biyoloji kitaplarında yazar mı acaba , hamam böceklerinin gözleri olduğu... Eğer yazmıyorsa literatüre kayıt etsinler! Hamam böceklerinin de gözleri var ! Üstelik böcek ilacını görünce kocaman oluyor o gözler !

Biraz önce ,uzamış kitap okuyordum.Nereden çıktı bu böcek.Kitapta psikoloji üzerineydi. İnsanı anlamak,bütünüyle sevmek...İnsanı anlamak , kişiliğini tanımak ona önyargısız ve art niyetsiz yaklaşımla oluyormuş.Bu yaklaşımın temel ilkesi de sevgiymiş.Hamam böceği insan olmadığına ve kişiliğini de bilmediğime göre sorun yoktu.Ona sevgimi " bak şu pisliğe" diyerek göstermiştim! Kitapta,doğayı ve insanı sevmek ; görerek ,tanıyarak , anlayarak,bilerek ,iyi ve kötü yanlarıyla ,çirkinlik ve güzellikleriyle,doğru ve yanlışlarıyla sevmekle mümkün oluyormuş. Pekte rahatlamıştım kitabın bu satırlarını okurken.Öyle ya ! İnsanı ve doğayı seveceğiz ! Nasıl ? İyi ve kötü yanlarıyla... Nasıl , çirkinlik ve güzellikleriyle ! "Yazar, kaç kez bir hamam böceği ile göz göze geldi acaba" dedim kendi kendime. Nasıl sevebilirim ben bu böceği. Bakmaya bile tiksiniyorum. Midem bulanıyor. Nasıl severim bu böceği ?

"Eee böcek ne yapacağız şimdi" Seni yok edebilirim bir çırpıda... Hem ne hakkın var benim evimde yaşamaya ? Kira bile ödemiyorsun! Var mı bedavadan yaşamak? İlacı üzerine doğrulttum . Biraz öteye kaçtı. "Anladı hınzır" dedim.Ama kurtuluşu yoktu.Kıstırmıştım onu bir köşeye.Elimde ise en güçlü silahım vardı. Böcek ilacı ! Bir iki kaçacaktı.Çırpınacak... Nafile kaçışlar olacaktı bu...

Ne de güzel yazmıştı yazar. "İnsanda doğa gibi bir bütündür" diyordu . "İnsanında kişiliğini oluşturan iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-hatalı ikilemleri vardır.İnsanda kişiliğini bu ikilemler arasındaki çatışma ve kaygılarda bulur.İyi ve doğruyu sevmek kolaydır .Ancak bu biraz kaypak bir yoldur.Çünkü iyi ve güzel kavramlar ve hatta çirkin yanlış değerler günden güne toplumdan topluma değişmektedir.İyi güzel ve doğruyu sevmek bencil bir sevgi çeşididir.Kısaca insan kişiliği bir bütündür. İnsanı bütünüyle seversek insanca sevgi var olabilir.Saplantılarıyla ,tutkularıyla , takıntılarıyla..." Bencil mi olacaktım , böceği öldürürsem ? Hep güzelimi seviyormuşum ? "Hadi canım sende" dedim yazara. "Kaç kez göz göze geldin hamam böceğiyle ?" Kitap yazmak kolaydı tabii. Böcek yoktu etrafında . Belki de midesini bulandırmıyordu böcekler. Yazara kızmaya başladım. İlacı yeniden doğrulttum böceğe.Yazarın ellerini hissettim omuzlarımda. "Dur,ne yapıyorsun ?" dedi. "Görmüyor musun "dedim kızgınlıkla. "Hamam böceğine hayat dersi veriyorum". Zavallı böcek şaşkın şaşkın bize bakıyordu. Bende bir güzümle yazara ,bir gözümle böceğe bakıyordum.Kaçmaması için tabii ki ! Hem nereye kaçacaktı ki. Elimde en güçlü silahım vardı. Onu bir çırpıda yok edebilirdim. " Kitabımı alabilir miyim" dedi yazar tebessümle. "Neden" dedim. Onu parasını ödeyerek almıştım kitapçıdan. Neden verecekmişim ki ? Yazar yine gülümsedi.

"Ormanları gezdin mi ?"diye sordu. "hayır" dedim kızgın bir sesle ... "Hiç gezmedim ormanları..." İnanmadı ! İnandırıcı olmaya da çalışmamıştım. Elbette ormanları gezmiştim. Kırlarda yuvarlanmıştım. Nehirler boyu yürümüştüm. Hatırlamıyorum , kaç kez kelebeklerin uçuşunu seyretmiştim , bahara kucak açan mevsimlerde...Uzanıp çimenlerin üstüne hayaller kurmuştum. Kimbilir kaç sefer , karıncaların hummalı çalışmalarını izlemiştim . Toprağın altında neler olup biter , merak ederdim , çocukluğumdan bu yana.

Kuzular , yayılırlardı çimenlere.İştahla midelerine götürürlerdi otları. Pilav yapılacaksa evde ,pirinçleri teke tek ayıklarmış bir dostum. " Bir taş görürsem , küfür ederim her seferinde" demişti. İçimden deli demiştim ona. Benden de delileri var diye düşünmüştüm. Kuzular öyle mi ! İyi-kötü, güzel- çirkin , doğru-hatalı ikilemi yoktu ... İştahla yerlerdi otları !

Babaaaaaaaaaaaaaa !
"Yazar nereye gitti kızım ?"
"Ne yazarı baba , hamam böceğiiiiiii "

Böcek ilacını tekrar doğrulttum. Hamam böceği korkudan açılmış gözleriyle bakıyordu. Gülmeye başladım. "Hadi kızım hazırlan" diye seslendim.

"Ormanlara gidiyoruz kızım , kırlara ... Şehri dolaşacağız , bakalım ne kadar var şu ikilemlerden "

Hüseyin Alparslan

Yukarı

 Poplu-yorum : Hakan Güler


Melih KİBAR / Sabah Saatin Dokuzu

Melih KibarOnu ilk Bazı şarkılar var ki, her daim hayatımızın içindedir.
Dilimize takılır melodileri,
Keyifle söyleriz bu şarkıları, yaşadığımız tüm zaman dilimleri içinde;
Bıkmadan... usanmadan... zevkle.
Ve bu şarkıların yaratıcıları vardır ki,
Adeta bir buzdağının alt kısmında yaşarlar.
Herkesin yüzdüğü yerlerde göremezsiniz onları.
Amaçları sadece doğru müzik yapmaktır.
Riyasız... ödünsüz...
İsimleri adeta kalitenin simgesidir.
Saygıyı her daim hakeden bir mücevher gibidirler.
Özenle korumak gerekir onları;
İste o değerlerden biridir; sevgili Melih KİBAR.

İşte öyle bir şey... içimdeki fırtına...söyle canım... hep böyle kal...
Onun müthiş besteleri.
Söz yazarı sevgili; Çiğdem TALU'yla beraber üretmiş olduğu ve hayatlarımıza kattığı şarkılardan sadece bir kaçı.
Ve dönemin büyük ilgi toplayan müzikalleri;
Hisseli Harikalar Kumpanyası ve Renkli Dünyalar...
Bu dev projeler için özenle hazırlanan müthiş besteler;
Sadece bu kadar mı?
"Hababam Sınıfı" ve "Bizim Aile" filmlerine yapılan müzikler...
Bir çok reklam müziği,

Sevgili TALU'nun vakitsiz ölümüyle nihayetlenen bu güzel müzikal birliktelik...
Ardından uzun süre kapalı kapılar ardında bir yaşam...
Notaların öksüz kalması,
Bir nevi müziğe küs hayat...

Ve
YADİGAR;
2001 yılının en iyi Albüm'lerinden biriydi.
Melih KİBAR'ın seçki albümlerinin ilki.
Bir çok ünlü vokalden yeni yorumlarıyla o unutulmaz şarkılar...
Ve Enstrümantal'ler
Ağzımıza sürülen bir parmak bal gibiydi.
Tadı damağımızda kaldı derken,
Zaman aktı geçti.
Ve yıl 2003...
"SAAT SABAHIN DOKUZU" oldu.
Seçkinin 2. Albüm'ü geldi.
Yine mükemmel... yine kesmiyor bizi.
Albüm 29 EKİM coşkusunun 80. yılını kutlar şekilde aramıza girdi.
Yine; Sözlü şarkılar ve enstrümantal olmak üzere iki kısımdan oluşturulmuş.
İlk kısım; 80. yıl marşı ile başlıyor.
Herşey Seninle Güzel, Tüm Bir Yaşam, Kazandım, İçimdeki Fırtına,
Bir Bakışın Yetti ve Koca Çınar.
Bu kez eski sahipleri yerine; Deniz SEKİ, Funda ARAR, Tuba ÖNAL, Onur METE, Zeynep ALASYA ve TÜZMEN'in sesinde hayat bulmuş.
Ben özellikle Tuba ÖNAL, Funda ARAR ve Onur METE'nin yorumlarını beğendim.
Albümün diğer bir yarısı olan Enstümantal'ler "Sessiz Veda" ile başlıyor.
Meltem CUMBUL'un başrolünü oynadığı "Duruşma" filminin müziği,
Devamında "Mi" adlı bir başka Melih KİBAR bestesine geçiyor.
Albüm;Meral OĞUZ'un TRT ekranlarında izlediğimiz olaylı dizisi
"Saat Sabahın Dokuzu" ve
Sevgi ve Rahmetle andığımız, Adile NAŞİT'in müthiş kahkahalarını da duyacağınız
"Bizim Aile" filminin müziği ile buluşarak,
Türk halkının her daim içinde çalmakta olan meşhur; "Mastika" (!) ile noktalanıyor.
Ve yine bize kalan;
Kulağımızda o sevilen melodiler,
Dilimizde sevdiğimiz şarkılardan oluşan bir parmak bal;

İdare edeceğiz tabii ki
Ta ki bir daha ki MELİH KİBAR seçkisine kadar...

Kulağınızdan ve Dilinizden müzik eksik olmasın.

Zorunlu Açıklama:
Deniz SEKİ ile ilgili yazı dosyası için bir hatırlatma yapmak durumunda kalacağım;
Ben Deniz SEKİ dosyasını ancak 17.11.2003 tarihinde okuyabildim.Yani. Yayınlandığı tarihten 3 gün sonra.bunun neticesinde;

I) Daha önceki yazılarımı ve yorumları da okursanız hiçbir zaman yazı ile ilgili olarak okuyucuların yorumlarını olumlu ve olumsuz bir şekilde dile getirdikleri "Kahve Molası" yorum köşesinde hiçbir zaman yanıt vermedim, vermem de. Ama Herkesin yorumunu dikkatle okurum.

II) Dolayısıyla sayfada sevgili İlke ERSOY ile karşılıklı yazışan "hakan" isimli adaşımla aynı ismi taşımamız dışında bir bağım yoktur.görüşleri kendisini ilgilendirir saygıyla karşılarım. Ama Sanırım İlke ERSOY "hakan" adıyla yorumunu yazan adaşımı ben zannederek cevap verme hakkını kullanmış. Bayağı bir polemik olmuş. Kişisel olarak üzüldüm.

Hakan Güler
hakanguler@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Turkishdelight Zone : Levent Şenyürek


Necronomicon

"Ve bu yazıyı hazır olmayana göstermeyin. Çılgınlık yaratır. İnsanda ve hayvanda."
* Necronomicon'dan


1.
Çalışırken dinlediğim bir radyo programında ismi geçince hatırlamıştım Bünyamin'i. Onunla neredeyse iki haftadır görüşmüyorduk. Aptalca onun beni aramasını beklemiştim yine. Çünkü genelde arayan o olurdu. Bense "meşgul" bir adam olarak görüşmelerimizi bu çağrılara bağlamaya başlamıştım. İki görüşme arasında da onu tamamen aklımdan çıkarıyordum. Oysa son konuşmamızda bana bütün içtenliğiyle açılmış, iyice yalnız, dostsuz bir insan haline geldiğinden yakınarak, şaka yollu da olsa, intihar edebileceğinden bile bahsetmişti. Ama ben, iş adamı kafasıyla, herhalde intihar etmeden önce arar, arayıp da bana bir haber verir diye düşünmüş olmalıyım. Sonra da işlerime gömülmüştüm yine. Sonuçta da, onun beni neredeyse iki haftadır hiç aramadığını böyle bir anda fark edivermiştim işte.

Hemen telefona sarılıp önce evinden sonra da cep telefonundan ulaşmaya çalıştım ona ama cevap alamadım. Belki rahatlatıcı birşeyler duyabilirim diye eski eşini aradım. Ancak o da Bünyamin'le bir haftadır görüşmüyormuş. Sonra yayınevine telefon açacaktım ki aklıma geldi. Son konuşmamızda yeni kitabı için söz verdiği sürenin dolmak üzere olduğundan, süreyi uzatmaya çalışacağından falan bahsetmişti. Kendime kızdım. Çünkü tamamen aklımdan çıkmış. Böyle birşeyi nasıl unutabilirim ki! Neremle dinlediysem onu! Evet, telefonlarına cevap vermiyordu çünkü harıl harıl kitabını bitirmeye çalışıyor olmalıydı şimdi. Yazacak birşeyleri olan birisi intihar edemez diye düşündüm. Yine de içim rahat değildi. Ona sürpriz bir ziyaret yaparak hem merakımı gidermeye hem de ayıbımı örtmeye karar verdim. Otomobilime atladığımda saat gece yarısına yaklaşıyordu. Sahil yolundan Dragos'a doğru, trafik polislerinin ve yol çalışmalarının izin verdiği kadar süratle sürdüm aracı. Elimde olsa bir ambülans gibi siren çalacaktım. "Nerdesin ulan Bünyamin?" diye söylendim kendi kendime. "Nerdesin?"

Suçlu hissediyordum kendimi. Çünkü aslında bir cüzzamlıdan kaçar gibi kaçmıştım ondan. Kurtulmaya çalışmıştım. Ona yanaşmak beni diğerlerinden uzaklaştırıyordu çünkü. Şimdi de beni onunla ilgilenmeye zorlayanın suçluluk duygusundan başka bir şey olmadığını biliyordum ve bu yüzden kendimi daha da suçlu hissediyordum. Direksiyona vurarak:

"Beni böyle boktan bir durumda bırakıp gitme!" diye bağırdım.

Sonra saçmaladığımı düşündüm. Çünkü ben de onun umurunda değildim elbette. Benim için herhangi bir şey yapmasını bekleyemezdim.

Maltepe'de kaza vardı. Önümdeki araçlar yavaşlayınca ben de frene bastım. Önce polisler çevirme yapıyor sandım. Meğer tutanak tutmaya gelmişler. Diğer araçlar kazaya bakmak için yavaşlıyorlardı. Bir araba fena devrilmiş. Oradan geçince tam gaz bastık yine. Sağ tarafta adalar üzerlerine ışıktan örtüler çekmiş uyuyorlardı. Önde de ışıklı bir vapur. Bu saatte ada vapuru var mıydı? Herhalde tamirata falan götürüyorlar diye düşündüm. Uzakta Dragos'un fıstık çamlarıyla kaplı karanlık silüeti göründüğünde girişi kaçırmamak için sol tarafa bakınmaya başladım. Dragos-Cevizli sapağından sola döndüm.

Evi biraz aramam gerekti. İki-üç katlı binaları çevreleyen yüksek bahçe duvarlarının arasından ağır ağır sürdüm arabayı. Çöp tenekelerini karıştıran sokak köpekleri arabamın farlarını görünce basılmış aşıklar gibi kaçışıyorlardı. Sağa dönüp tepeyi tırmandım. Bahçelerin içinde ve dışında, heryerde ağaçlar vardı. İncir ağaçları, fıstık çamları, zambaklar. Yoldan sapar sapmaz şehirden başka bir dünyaya girmiştim sanki. Zaten tepe sırtını beton yığını şehre dönmüş, yüzünü adalara çevirmiş. Dragos da kara içinde bir ada gibi.

Tepenin en yüksek noktasına ulaştığımda çıkmaz bir yolla karşılaştım. Arkada İstanbul bir ışık denizi gibi ayaklarımın altında uzanıyordu. Gece hasta griliğini saklamış, ışıklarıyla güzel gürünüyordu. Durduğum yerdeki evlerin çoğu inşaat halindeydi. Bir an sanki karanlık pencerelerden birileri beni gözetliyormuş gibi hissedip ürperdim. Hemen geri vitese takıp, başka bir yoldan yavaşça aşağı inmeye başladım.

Bir çocuk parkının yanında olacaktı ev. Çocuk için istemişti bunu Bünyamin. O da çocuğu için herşeyin en iyisini istiyordu. Ama yine de riskli bir işe girişmekten kaçınmadı. Gerçi o bunda büyük bir risk görmüyor gibiydi. İlk kitabı basılmıştı. Evin son taksidini öder ödemez, şirketteki pazarlamacılık görevinden istifa etti. Bütün çılgınlar gibi o da yaptığının çılgınlık olduğunun farkında bile değildi. Sonra kitap beklediği satışı yapamayınca işleri ters gitmeye başladı. Bir ara başka bir firmada pazarlamacılığa geri dönmek istedi ama iş bulamadı. Tam da kriz dönemiydi tabi. Karısının kazandıklarıyla geçinmek zorunda kalmışlar, Bünyamin de yavaş yavaş, bir ev kadını gibi, evin kölesi olmaya başlamıştı. Çocuğa baktı, bahçıvanlık, bekçilik yaptı. Bu arada yeni şeyler yazmaya çalışıyordu. Eşiyle araları da bu sıralarda açılmaya başlamıştı. Daha doğrusu, zaten varolup da gizli kalmış bütün sürtüşmeler böylece alevlenmişti. Bünyamin, bazen kendini yazdıklarına o kadar kaptırıyordu ki bu dönemlerde eşini ihmal etmiş olabilir. Sanki bir büyü onu etkisi altına almıştı. Öyle ki - bak, şimdi düşündükçe hatırlıyorum - bir gün bana yazdıklarının, yazılmak için onu kullandıklarını düşündüğünü bile söylemişti. O herşeyini kaybederken bir tek bu eser çıkıyordu. Önce eşi gitti, tabi çocuğunu da yanına alarak. Bünyamin o zaman iyice yalnız ve parasız kaldı. Sonunda da evini satışa çıkarttı.

Neden sonra buldum evi. Önce arabayı tanıdım. O da yanından geçtikten sonra. İlk anda fark edemedim çünkü toz içinde kalmıştı. Hemen arkasına park edip bir ipucu bulabilirim belki diye arabanın çevresinde dolandım. Onun bu hali iyice nefes nefese kalmama sebep olmuştu. Sonra arabanın arka kaportasına parmakla yazılmış bir yazı dikkatimi çekti. Yaklaşıp karanlığa rağmen okumaya çalıştım:

"Pislik!" diye yazıyordu. "Neden arabanı yıkamıyorsun!"

Bunları okuduğumda boğulacak gibi hissettim kendimi. Sinirden ve üzüntüden titreyen parmaklarımla tozlu kaportanın üzerine bir cevap karaladım.

"Çünkü ben ölüyüm!" diye yazdım. Sonra bir mendil çıkarıp kaportanın üzerine yazılmış ne varsa sildim. Evde ışık belirtisi yoktu. Cılız bir umutla, belki de uyuyordur diye düşündüm en son. Polise haber verip vermemek konusunda kararsızdım. Ancak bir kuruntu yüzünden panik yaratıp rezil olmak riskini göze alamadım. Olup bitenler konusunda daha fazla bilgi edinebilmek için bahçe kapısına doğru yürüdüm. Kilitliydi. İçeri nasıl girebilirim diye düşünürken, yüksek, taş duvarların üzerinde kalın bir kürk gibi duran azgın sarmaşıklar ilişti gözüme. Sağlam dallara tutuna tutuna tepeye kadar tırmandım. Sonra benzer bir yöntemle duvarın diğer tarafına indim. Kendimi bakımsız bir bahçede bulmuştum. Çok önemliymiş gibi ellerimi ve üzerimi temizledikten sonra eve doğru yürüdüm. Dış kapı içeriden kilitlenmişti. Zili çaldım ama cevap alamadım. Her geçen an merakım daha da artmaya başlamıştı. Biraz geri çekilip evin çevresinde dolaşarak içeri girebileceğim bir yer aramaya koyuldum. Çatıda, uydu antenlerinin arasında kara gölgeler gibi dolaşan kargalar vardı. Sanki onlar da eve girebilecekleri bir yer arar gibiydiler. Ürperdim. Koyu kahverengi, çürümeye başlamış tahta çerçeveli pencereleri inceledim. Sonunda aradığımı buldum. Mutfağın sürgülü penceresi yarı açık kalmıştı. Pencereyi biraz daha aralayarak içeri girdim.

Mutfakta ağır bir leş kokusu vardı. Sonunda, Bünyamin'in hayatta olduğuna dair bütün umutlarım tükenmek üzereydi ki buzdolabının kapağının açık bırakıldığını fark ettim. Yemekler, et parçaları sanki buzdolabı patlayıp onları dışarı kusmuş gibi mutfağa saçılmışlardı. Leş kokusu bu kokuşmuş etlerden geliyor olabilirdi. Ben de kusmamak için kendimi zor tutarak oturma odasına geçtim. Bütün ev, içeri hırsız girmişcesine dağılmıştı. Bir önseziyle mümkün olduğunca sessiz olmaya çabalıyordum. Bünyamin'e seslenmeyi de kesmiştim artık. Zaten çok ağır bir sessizlik vardı ve burada her ne olmuşsa çoktan olup bitmiş, artık yapabileceğim bir şey kalmamış diye düşündüm. Hemen dışarı çıkıp polis çağırmaya karar verdim. Aynı pencereden dışarı çıkmak için gerisin geriye mutfağa yöneldim. Oturma odasından ayrılmadan önce arkama dönüp eve bir kez daha baktım. İlk gördüğüm o düzenli hali gözlerimin önüne gelince içim burkuldu biraz. İki insanın sevgiyle, coşkuyla oluşturduğu ayrıntılarla doluydu ev. Sonra bir bela gelmiş ve o mutluluk uzun sürmemişti. Bünyamin'i aramayı ihmal ettiğim için yine çok kötü oldum. İnsanlığımı yitirmiş olmalıyım.

Pencereden dışarı çıkmak üzereydim ki mutfak masasının üzerinde duran kitabı gördüm. Ona henüz bir kitap denemezdi tabi. Daha çok bir kağıt tomarını andırıyordu. Ve uzun bir öykü kadar kısaydı. İlk çağ kitapları gibi orijinal bir nüsha. Beni öylesine kendine çekmişti ki dışarı çıkmaya çalıştığımı unutup sayfalarını karıştırmaya başladım. Kitapçıda bir kitap seçerken yaptığım gibi ortalardaki sayfalardan birinde rasgele gözüme ilişen bir cümleyi okudum:

"Düşünüyorum zannederken aslında düşünmüyorum." diye yazmıştı Bünyamin.
"Aklım zorlanıyor ve kaçıyorum. Alnımda bir ateş sanki bu fikirleri yakmaya çalışıyor, anlamaya direniyor. Bilincin kendini anlaması sonumu hazırlayabilir. Bilinç en yüksek noktasında geri düşüp çocukluğa, bebekliğe geri dönmek zorundadır. Kendini kaybetmeyen anlayamaz. Ya da anlayan kendini kaybeder."

Yazılanlar ilgimi çekmişti. Bir kaç sayfa daha çevirdim:
"Gece uyuyamadım, aklımın sol tarafını gördüm birden. Gördüm ve korktum. Öyle nefes nefese kalmıştı ki ve onun, kendimin farkında değilmişim ben, çırpınışımı göremiyormuşum, görmüyormuşum. Onu gördüğümde aklım ölmek üzereydi. Son gücüne kadar yırtarcasına kırbaçlanmış bir kalp gibi can çekişen bir et parçasıydı."

Sonra son sayfayı açarak, son cümleleri okudum.
"Dehşet, utanç ve nefretle kıvranıyorum. Unutmam gerek."

Sonunda baştan başlamak zorunda hissetmiştim kendimi. Ancak okumaya başlayabilmek için ilk sayfayı çevirdiğimde üst kattan gelen bir tıkırtı dikkatimi yeniden kulaklarımda yoğunlaştırmama neden oldu. Sonra birisi koşarak tahta merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Hiç beklemediğim anda ortaya çıkan bu gürültü beni afallatmıştı. Neyse ki bir korunma güdüsüyle toparlanıp mutfak kapısını kapattım. Ses kesilmişti. Bense korkudan nefes nefese kalmıştım. Oturma odasındakinin kim olduğunu anlayabilmek için eğilip anahtar deliğinden kapının diğer tarafına baktım. Merdivenin bittiği yerde sessiz, Bünyamin'i andıran bir insan silüeti duruyordu. Bütünüyle saçmaladığımı düşünüp kapıyı açtım. Eve hırsız girdiğini düşünüp telaşla aşağı inmiş olmalıydı.

"Aman abi," dedim; "Kusura bakma! Bendim. Telefon ettim Cevap vermeyince merak ettim. Kuruntu yaptım." Bünyamin, ya da her kimse, cevap vermedi. Bunun yerine bir köpek gibi hırlamaya başlamıştı. Ürperdim. O sırada mutfaktaki etlerin görüntüsü gözümün önüne geldi. Onların vahşi bir hayvan tarafından dişlenmiş olduklarını ancak idrak edebilmiştim. Kapıyı kapatmak üzere geri çekildim. Aynı anda da karşımdaki adam kükrer gibi sesler çıkararak üzerime saldırdı. Kapıyı kapatıp kitleyebildiğim kadar kitledim. Üç kez. O sırada saldırgan kapıya bindirmiş, kapının üzerindeki bütün cam parçaları dökülmüştü. O kapıyı kırıp mutfağa girmek için yüklenirken ben dışarı çıkmak üzere pencereye doğru atıldım.

Bahçeye çıkar çıkmaz, arkama bakmadan, tırmandığım duvara doğru koştum. Sonra mümkün olduğunca hızlı ve ama yine de dikkatli bir şekilde duvara tırmanmaya başladım. Kitabı koltuğumun altına sıkıştırmıştım. Bütün bu olanlar sırasında onu elimden bırakmamıştım ve bundan sonra da bırakmaya hiç niyetim yoktu. Duvarın tepesine çıkınca rahat bir soluk aldım. Geriye dönüp eve doğru baktım yeniden. Peşimden gelmemişti. Ev yine bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Birilerini aramalıydım ama kimi? Polis mi, ambülans mı çağırmalıydım. Tehlike geçtiğinde Bünyamin için üzülmeye başladım yine. Onu bir suçlu ya da deli sıfatıyla "yetkililer"e teslim etmeyi düşündüğüm için kendimden tiksiniyordum. Ancak yapabileceğim başka birşey de yok gibi görünüyordu.

Önce eski eşini arayıp olanları anlattım. Sonra da onun da onayıyla daha fazla vakit kaybetmeden ambülans ve polis çağırdım. Elimdeki kitap şimdi daha da fazla kendine çekiyordu beni. Büyük ihtimalle, Bünyamin'in çıldırmadan önce yazdığı son şeydi o, ve ona olanları anlamamızı sağlayacak tek ipucu olabilirdi. Yeniden sayfalarını karıştırmamak için kendime güçlükle hakim oluyordum. Sonunda duvardan aşağı inip arabama bindim ve kapıları kitledim. Polisin gelmesi daha bir on-on beş dakika sürebilirdi. Kitabın kağıt kapağını okşadıktan sonra sonunda ilk sayfayı açtım.

Arkası yarın

Levent Şenyürek

Yukarı

 Kahvecigillerden : Zeynep Meryem Pınar


BİR BABAYA İTHAFEN...

Bir gözyaşı damlası yanaktan aşağı süzülürken kaç devir yapar ki? Peki ya on gözyaşı damlası birbirlerinin hızını ne kadar etkiler?Gözyaşı damlalarının ivmeleri neye göre artar? Bu kadar çok gözyaşı nerde biriktirilir ki? Bu gözyaşı neden tuzludur,niye yakar ki insanın hem yüzünü, hem yüreğini? Tuz insanın içini yakar ve yüreği yananlar ağlarda ondan mı tuzludur gözyaşı?

Elimdeki derginin takıldığım sayfasına bakıp bakıp biriktirdiğim gözyaşlarını salıveriyorum birbiri ardına. Yeni doğmuş bir bebeğin uyuyan fotoğrafı var sayfada,uyurken annesinin parmağına minik elleriyle sıkı sıkıya yapışmış,bakıyorum baktıkça ağlıyorum.... "bu duyguyu tatmalısın" diyen bir babanın sesi yankılanıyor kulaklarımda...

Babamı hatırlıyorum elini alnıma dayamış dudağı mırıl mırıl dualar okurken, kuzum deyişi geliyor aklıma.Babalara şefkati çok yakıştırıyorum, annelere has diye bilinen şefkati böyle güzel taşıyan her babaya hayran oluyorum...

Ve onu hatırlıyorum.....

"Kim bu fotograftaki bebek" diyorum, "sence kim olabilir" diyor. Duraklıyorum sanki herşey duruyor. İçimden hayır diyorum, olamaz, olmamalı, ben bunu hiç düşünmemiştim... "Sizin bebeğiniz mi" diyorum. Allah'ım lütfen evet demesin diye dualar ediyorum." Evet "diyor, "görsen öyle büyüdü ki, burada göründüğü kadar sevimli değil şimdi".Zaten çirkin bir bebek diyorum, gülüyor, "ben hiç çirkin bebek görmedim" diyor, bütün bebekler güzeldir. Evet ama diyorum sizin bebeğiniz çirkin. Şaka şaka diyen sesimi duyuyor kulaklarım bebeğiniz çok güzel, Allah bağışlasın. Ekliyorum sonra Ömer Hayyam der ki" dünyanın sonu geldi, herşey bitti diye düşündüğünüzde yağmurdan sonra parıldayan yeşilliği,bir bebeğin uykudan uyanışını aklınıza getirin", dünyalara bedeldir. Ben buna inanırım diyorum. Evet diyor,ardından anlatıyor. "Eşimi hastaneye götürdüklerini telefonla haber verdiler,o kadar heyecanlandım ki araba kullanamadım, arkadaşa rica ettim o bıraktı beni hastahaneye. Yinede gecikmiştim, oğlum dünyaya merhaba demişti çoktan. Kucağıma verdiler, iletişimi ilk o başlattı minik elleriyle parmağımı tuttu, dünyanın en güzel duygusu, yaşadığım en güzel andı... Bu duyguyu muhakkak tatmalısın öyle anlatılır gibi değil,yaşamalısın..."

Yeni doğmuş bir bebeğin uyuyan fotoğrafı var okuduğum dergide, uyurken annesinin parmağına minik elleriyle sıkı sıkıya yapışmış, baktıkça ağlıyorum.... "Bu duyguyu tatmalısın" diyen bir babanın sesi yankılanıyor kulaklarımda...

Bu kadar çok gözyaşını niye biriktirmişim ki,bu kadar çok gözyaşını nerde biriktirmişim...

Zeynep Meryem Pınar
zeynepmeryem@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.823 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


AY KASİDESİ

Ahmet Necdet IV/Mare Tranquillitatis

Biz biz idik biz olduk / görmeyene göz olduk
Güneşin terkisinde geceye gündüz olduk

Kış geldi yaz dediler / bahara güz dediler
Sözcüklerle seviştik / şiir-söz'e giz olduk

Ağaçtık ağamadık / buluttuk yağamadık
Ayın beri yüzünde yağmursuz deniz olduk

Ay gitti yıldız gitti / gece ne çabuk bitti
Sessizlik Denizi'nde piştik eksiksiz olduk

Hep'le hiç'e büründük / varlık diye göründük
Yokluğun sarnıcıydık / belli belirsiz olduk

Biz siz idik biz olduk / büyülü bir yüz olduk
Gizimizi çözdüler: Ayda kalan iz olduk

Ahmet Necdet

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Aaavvv ne ayıp!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.thaiware.com
Daha önce www.download.com adresini bilenler için alternatif bir software sitesi. Tek farkı ana dilin thaice olması ve tabiki bazı detaylar ingilizce. Shareware, freeware ve trial olan bir çok software kullanımınıza sunulmuş.

http://www.alkol.gen.tr
Alkol kimine göre zevk, kimine eğlence kaynağı ama bazıları içince sapıtıyor. Alkol bir araç olmaktan çıkıp amaç halini almışsa alkolizm başlıyor. Bu site alkolizmi masaya yatırmış. Nedir, zararları nelerdir, tedavi edilebilirmi ve tavsiyeler.

http://www.moradam.com
...Ben kimim sorusundan yola çıkarak uzun ve dolambaçlı şüphe yöntemi sonunda varlığını ispatlamaya çalışan Descartes’in cogito ergo sum - düşünüyorum o halde varım önermesinde... Sanat, moda, felsefe, mimari, ekonomi, .. sanal dergi moradam.

http://www.komilizeytinyagi.com.tr/merak_ettikl_center.htm
Komili tarafından hazırlanmış zeytinyağı sitesi. Zeytinyaği hakkında bilmek istediğiniz, merak ettiğiniz hemen herşey var.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Notesbrowser v1.4 [2.4M] W9x/2k/XP FREE
http://www.notesbrowser.com/files/nbesetup.exe
Özellikle Outlook kullanmayanlar için güzel bir not ve yapılacak işler programı. Ufak bir ajanda programı da denilebilecek bu programda ayrıca alışveriş listeleri de yapmak mümkün. Deneyince seveceğinizi sanıyorum.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031202.asp
ISSN: 1303-8923
2 Aralık 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri