|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 395 |
3 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Daha önceleri nerelerdeydiniz!.. |
Merhabalar,
5 yanlıştan 1 doğru çıkar mı? Çıkar işte. 5 UEFA üyesi 45 dakikalık telefon görüşmesi ile idam fermanını imzaladığında sonucun böyle olacağını tahmin ediyorlarmıydı bilmiyorum ama Juvelilerin zil takıp oynamadıkları kalmıştır eminim. Aslarından yoksunmuş, zaten 2.turu garantilemişmiş, bunların hepsi züğürt tesellisi. Cimbom aslanlar gibi çıkıp Juveyi döve döve yendi ve 5 yanlış adama en güzel cevabı verdi. Ayaklarına sağlık. Bu türden aşağılanmaların bizleri nasıl galeyana getirdiğini bu adamların tasavvur etmesine imkan yok. Yanlış karar Dortmund'dan döndü, Cimbom düşeş attı. A be kardeşlerim madem zora gelince böyle oynayabiliyorsunuz da, daha önceleri nerelerdeydiniz? Siz hırslanacaksınız diye memleketimde bomba patlayacaksa vay halimize. Bombanın patlamasını beklemeden kendi bombalarınızı patlamanın yollarını arayıp bulun. İnşallah bu hırs sizi İspanya'da da idare eder. Yolunuz açık olsun.
.........
Bende ki fincan sendromu kronik hale geldi artık. Gözümü kapattığımda etrafımda fincanlar dans ediyor. Dün sizden yardım istemiştim, sağolsun 5-6 arkadaşım fikir beyanında bulundu. Bir tane yürekli kardeşim çıkıp ''tanesini 8 milyondan verip ne verdiini kimseye gösteremez isen hic birsey satamazs1n.Yanl1s yoldas1n hem pahali hem ne olduu belli degil'' demiş. Yerden göğe kadar haklı. Bu yorumu içinizden pekçoğunun yaptığına da adım gibi eminim. Ama sağolun coğunuz bu cesareti gösteremiyorsunuz. Bu konuyu sakız gibi uzatmaya niyetim yok. Son kez içimdekileri döküp bir daha bu konuda konuşmamaya karar verdim. Reklama devam edeceğim gayet tabi ama serzeniş son bulacak.
Efendim, bugün 395. sayısına ulaştığımız KM gerçek bir sevginin ve özverinin ürünüdür. Bu konuda tevazu göstermeyeceğim. İçinizden pekçoğunun bunun benim yegane işim olduğunu, 3-5 kişilik bir yapım ekibiyle birlikte çalıştığımı, paraya para demediğimi (nereden geliyorsa o para) düşündüğünü aldığım mesajlardan biliyorum. Eskiler biliyorlar ama yeniler için bir kez daha yinelemekte yarar görüyorum. KM'yi baştan ayağa ben birbaşıma hazırlıyorum. Ne yanımda bana yardımcı olacak bir ekibim ne de masrafları yüklenecek bir sponsorum var. Ben de hepiniz gibi ekmek peşinde koşan bir ademim. Gündüz vakti para kazanmaya yönelik işlerimin peşinde koştuktan sonra, geceleri 4-5 saat süren bir KM üretim sürecine giriyorum. Hatta son zamanlarda akşam saatlerinde başlamak zorunda da kalıyorum. Ve tüm bu uğraşın sonunda sizlere, sizlerden gelenlerle bir içimlik kahve hazırlıyorum. Bu işten tek gelirim sizlerden gelen yüreklendirici mesajlar ve sırt sıvazlamaları. Gider mi? Bu işten anlayanlar bunun hesabını rahatlıkla yapabilirler. Verilen emek, harcanan zaman da cabası. Onun değerini ancak ben bilirim. Peki ben deli miyim? Neden bu işi sürdürüyorum? Bunun cevabı ise çok basit, çünkü seviyorum. Doğru bir iş yaptığımı da sizlerin tepkisinden anlıyorum. Bu da bana ertesi gün yine yeniden aynı hırs ve sevgi ile çalışma şevki veriyor.
Mütavaziliğin de gereği yok. Bu türden bir işi yapan bir tanıdığınız varsa onu ben de tanımak isterim. Tek olmak bana gurur ve ayrı bir güç veriyor emin olabilirsiniz. İşte fincanlar da bu sürecin farkında olup bana destek olmak isteyen bazı dostlarımın verdikleri fikirden peydahlandı. Bir yandan elle tutulur bir KM ürününü paylaşmak ve imkan olursa bir miktar gelir elde etmek üzere yola çıkıldı. Ancak gelinen noktada görüldü ki bırakın gelir elde etmeyi yine cepten epeyce para çıkacak. Nedenine gelince, minimum sipariş sayısına ulaşılmadığında sipariş edilmeyenlerin de bedelini ödemek zorunda olmam. Hiç merak buyurmayın bugüne kadar sipariş veren 40 adet dostum yılbaşından önce fincanlarına kavuşacak. Ondan sonrası Allah Kerim. Herşey yolunda gitseydi bu işten KM ne kazanacaktı derseniz hemen söyliyeyim. Binlerce sipariş edemediğimiz için fincanların imalat, ambalaj, nakliye olarak toplam birim maliyeti 5-6 milyon lirayı buluyor. Demek ki tane başına 2-3 milyon kalır hayalini kuruyordum. Siz olsanız 400-500 milyon lira para kazanmak hayaliyle böyle bir işe kalkışır mısınız? Demek istediğim fincanlar ticari bir kaygı ürünü olmayıp sadece bir paylaşım arzusudur. İleride sizlere sunacağım KM ürünleri olacak mutlaka ama onları almanız için kafanızda boza pişirmeyeceğimden emin olabilirsiniz. Ama Fincan... İşte o biraz farklı, umarım derdimi anlatabilmişimdir. Uzattığım için beni mazur görün. Başta dediğim gibi bundan böyle reklam var ısrar yok. Bu arada unutmadan söyliyeyim, bugün ''Dünya Özürlüler Günü''. Belki bilmek istersiniz. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Cafe Azur : Suna Keleşoğlu |
Bir şehir, bir kaç an...
Sanki sözcüklerin tükendiği yerdeyim. Anlatılanların gözlerdeki kırışıklıklardan anlaşılabileceği bir umut gülümsemesi yüzümde. Yeniden yazabilmek böylesine zor muydu, her türlü başlangıca hazır ellerim için?
Uzun bir aradan sonra yeniden MERHABA...
Özlemler kadar derin soluklu bir başlangıç olması dileğiyle...
Bir kente düştü gölgem önce, uzaktan en çok özlenen kıyılarındayım sonbaharın sararan yaprakları arasında. Unuttuğum kokularını yeniden içime çekmek için taa uçaktayken nefesimi tuttum. Dedim ya unutmuşum...
Uçaktan bir ışık seli gibi görünen akşam trafiğini ve her zaman bir kaçış yolu bulan taksi şöförlerini. Havaalanından Beşiktaş'a kadar giderken, denizin akşam serinliğindeki balık kokusu ve yanyana dizili lokantaların parlak ışıkları ile merhaba dedim tüm özlenen şehirlerin en bedbaht güzeline. Ya da Teoman'ın şarkısı "Rapsodi İstanbul"daki gibi
-Hangi kentte bu denli acı var mı diye sormalıydım?
Onca yol yorgunluğunun ardından tanıdık bir yatakta martı sesleri ile uyanmak sabahın en ıssız saatlerinde...Ağzımın kenarında simit susamları kalmış geceki rüyamdan ve sabahı karşılayan martılarla beraber deniz kokusunu bir kez daha içime çekiyorum.
Sonbahar yağmur oluyor önce gözyaşlarımı gizleyen, sonra başımdaki papatyadan yapılmış gizli tacımı düşüren bir fırtına, sadece ellerim üşüyor...
Tüm sokaklarını yeniden keşfetmeliyiz.
Bu benim ilk sözüm seneye beni anne yapacak bebeğe. Daha içimdeyken tanışmalı hem aşık olduğum hem de aşkı bulduğum bu şehirle...
Zamanla değişen şehir mi, bizler miyiz? Zamana yenilen O mu, biz mi?
Önce kapanmayan çukurlarının sarsıntılarıyla şehrin hareketini tanıyor görmeden. Sonra bir yığın ses duyuyor anlamadan. Deniz kenarından karşı kıyıları seyrederken hafifçe hissettiriyor kendini, işte deniz kokusunu aldı diyorum. Sonbahara rağmen direnen ıslak güneşin eşliğinde Boğaz'ı seyrediyoruz, fonda geçen vapurların sesi. İşte bu bizim şehrimiz, daha görecek çok şey var, hazır mısın?
Eminönü'ndeki kalabalığa karıştıkça baharat ve kahve kokularını takip ediyoruz. Her kafadan bir ses geliyor, tüm bu kalabalığa alışık değilsin biliyorum. Ödülün Hacı Bekir badem ezmesi ve limonata. Bu kokuları, bu sesleri de hatırlamalısın, çünkü adım attığımız her yer bu şehrin bir parçası ve bir ucundan diğerine her semtine ayak basmadıkça duvarını süsleyecek İstanbul resminin parçalarını tamamlayamazsın. Ama vaktimiz az, bu sefer gördüklerimizle yetineceğiz.
Evet o bizim odamızda asılı kulenin resminin ta kendisi, tepesinden bu şehri seyredebilmeni ne çok isterdim ama çok yorgunum. Şehir yorgunu. Bir akşam üstü şehre inen hüznü görmelisin bu kulenin tepesinden ve her mevsimde kılık değiştiren eski şehrin siluetini uzun uzun seyretmelisin.
Dedim ya vaktimiz az ve sen yorgun, ben yorgun. En sevdiğim sokakları sona sakladım, daha çabuk hatırla diye. Tünel'den Taksim Anıtına kadar olan tüm sokaklarına ve kalabalık caddesine ayak izlerimizi bırakarak, seninkiler küçük yağmur bulutları gibi bir tek ben görüyorum ama seneye izini sürmeye geliriz yeniden.
Kalabalıktan korkuyorsun, korkuyorum. Bir zamanlar sabahları işe giderken geçtiğim bu caddede köşe başı simitçilerinin tezgahlarındaki sıcak açma kokusu gelmiyor artık burnuma. Sabahın ilk saatlerinde daha çok sevdiğim sokaklarda şimdi tanımadığım yüzler. Pasaj'da midye tava yemek şimdilik yasak bize, sokaktan nohutlu pilav almakta. Kokoreçi, ızgara kebapları, tantuniyi ve midye dolmasını unut. Ama tüm bu kokuları hatırla, bir de yeni açılan simit dükkanlarının kaşar peynirine karışan susam kokularını. Bu seferlik buralarda yiyemediğin kadar güzel iyi pişmiş gerçek bir dönerle idare edeceğiz.
Gece gündüz iki yüzüne de tanık olduğun bu caddenin değişimi beni ürküttü. Bu mu doğru kelime bilemiyorum ama babanın eline batırdığım tırnak izleri korkumun izleri. Tanıdık gelmeyen yüzlerin geceyarısı kavgaları, bağıra bağıra konuşan bitirim delikanlılar, çantalarını kapkaçlara karşı sıkı sıkı tutan yeni yetme kızlar...
Tüm binalar aynı yerde ama benim tanıdığım yüzler eksik ve onları bulmadıkça burayı gerçekten tanıyamamandan korkuyorum. Yitip giden birşeyler var diyorum sana gülümserken, sen döktüğüm göz yaşlarını görmüyorsun.
Meydanın ortasında başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Bir tek o mavilik ve martılar tanıdık. Eve dönme zamanı, zaten inceden yağan bir yağmur başlıyor.
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Vermeer |
|
Sanat yapabilmek.. Herhalde insanı tarif edecek olsak, bu tanım da da bir öneri olabilirdi.. Daha önceki bazı yazılarımda da konu etmiştim, Paul Auster'i. Bu keskin zekanın kitaplarından birini karıştırırken, ünlü Hollanda'lı ressam Vermeer'in tablolarından birini yıllar önce bir müzede gördüğü an aklından geçenleri anlattığı bir pasajı okudum yine. Ve merak edip Britannica'ya baktım. Bu gün, sadece meraklılarının okumaktan zevk alabileceği bu yazıyı yazmaya karar verdim.
1632'de Hollanda'nın Delft kentinde doğmuş, 1675'te de aynı kentte gömülmüş bu ünlü ressam. Tüm yaşamını bu kentte geçirmiş. Resimlerinde genellikle iç mekanı konu edinmiş. Şöyle diyor Britannica 'Üstün desen gücü, saf ve özgün renk duyarlılığının yanı sıra, gün ışığının çeşitli nesne ve yüzeyler üzerindeki yumuşak yansımasını doğru betimlemedeki olağanüstü ustalığıyla ünlüdür.'
Bazı resimlerini borçları karşılığında esnafa verdiği söyleniyor..(gene de tüm hayatı boyunca sadece bir tek tablosunu satmayı başarabilmiş olan Van Gogh ile karşılaştırıldığında Vermeer'in daha şanslı olduğu düşünülebilir)
'ele aldığı nesneler hakında bilimsel denebilecek kadar derin bilgisi olduğu söylenebilir. Her resmini ışık altında bir dizi analitik deney yaptıktan ve maddeyi mikroskop altında inceledikten sonra gerçekleştirmiş gibidir....Vermeer'in birçok yapıtı önceleri başka sanatçıların sanılmıştır. İlk kez 1886'da Thore 76 resmin Vermeer'e ait olduğunu ileri sürmüş, iki yıl sonra bu sayı 56'ya, 1907'de ise 34'e düşürülmüştür. Günümüzdeki uzmanların ise Vermeer'in olduğunu kabul ettikleri resimler 30-35 tanedir. '
Evet, Britannica'daki bilgi hemen hemen bu kadar.. İnternette de bir iki sayfa buldum, buradan da bugün konu edecek olduğumuz 'Mektup okuyan kadın' tablosu ile ilgili bazı yorumları okumak istiyorum; 1660'ların başlarında Vermeer bir dizi tablo yapmış. Tablolarda konu edilen kadınların güzellik ve iç dünyalarını yansıtan, ışık ve kompozisyonun bu güzelliğe önemli katkılar yaptığı tablolar. Bu sıralarda Vermeer bir otel çalıştırmakta ve borç batağı içinde yüzmektedir. On yıllık eşi Catherina, onbeş kez hamile kalmış, çocuklardan sekizi yaşayabilmiştir. Sükunet içindeki bu tabloların dışında kalan kaosu bir insanın hayal etmesi bile güçtür.
Bugün inceliyecek olduğumuz resimde odanın pencere ve perdesi yer almaz. Bir mücevher kutusu, bir dizi inci, ve okunmakta olan mektubun bir sayfası da masanın üzerindedir. Kadın hamiledir. (büyük olasılıkla bu Catherina'dır.)
Odadaki eşyalar ve duvardaki harita, kadın figürünü çerçeveleyip ayrıştırmak ve onu resmin içinde yer alan herhangi bir başka sembol durumuna düşmekten kurtarmak ve resmin ana konusu yapabilmek için garip bir biçimde yerleştirilmiştir. Negatif alanlar, duvarın görünen biçimleri de resmin önemli unsurlarıdır.
Kadının başı harita ile adeta çerçevelenmiş, böylelikle bakışı mektupla sınırlı ve kısıtlı bir alanda tutulmuştur. Renkler solgundur, böylelikle sessizlik ve sükunet korunmuştur.
Duvarda asılı olan Hollanda haritası bir diğer tabloda kullanılmış olanın aynısıdır, harita kadının uzak yerlerle ilgili düşüncelerini temsil eder, ihtimal mektubu yazanın bulunduğu yerleri anımsatır, bu kişi çocuğun babası da olabilir... (Bu dönemde harita önemli ve pahalı bir nesnedir, bir prestij ifadesidir. Ayrıca o dönemlerde haritalar bu gün alışık olduğumuz şekilde kuzey yukarıda olarak çizilmiyordu, örneğin bu haritada kuzey soldadır)
Şimdi bu tablo üzerine bir de Paul Auster'in neler dediğine bakalım;
'Özellikle, Amsterdam'a yaptığı gezide görmüş olduğu 'mavili kadın' tablosunu düşünüyor. Rijks müzesinde kendisini düşüncelere boğup neredeyse kıpırdayamaz hale sokan o tabloyu. Bir eleştirmenin yazdığı gibi: 'Mektup, harita, kadının gebeliği, boş iskemle, açık kutu, görünmeyen pencere-bunların hepsi yokluğu, görünmeyeni, başka zihinleri, istençleri, zamanları ve yerleri, geçmişi ve geleceği, doğumu ve belki de ölümü- genelde çerçevenin kenarlarından dışarı uzanan bir dünyayı ve gözlerimizin önünde geçici olarak duran manzarayı kuşatıp onun içine giren daha büyük ve geniş ufukları anımsatan şeyler ya da onların doğal simgeleri. Bununla birlikte Vermeer'in üzerinde durduğu şey, şimdiki anın bütünlüğü ve kendine yeterliliği - öyle bir güvenle yapıyor ki bunu, şimdiki anın uyum sağlama ve kapsama gücü fizikötesi bir değer kazanıyor.
Kişinin dikkatini dışarıya, tablonun dışında kalan dünyaya çevirmeye tatlılıkla çağıran şey, bu listede sözü edilen nesnelerden daha da çok, izleyicinin solunda kalan görünmeyen pencereden giren ışığın niteliği. A. kadının yüzüne uzun uzun bakıyor ve bir süre sonra elindeki mektubu okuyan kadının kafasının içindeki sesi duymaya başlıyor neredeyse. Kadın o kadar gebe, yakınlaşan anneliği içinde kutudan çıkartıp kim bilir kaçıncı kez okuduğu o mektupla o kadar dingin ki ve orada, sağındaki duvarda asılı duran bir dünya haritası var, odanın dışında var olan herşeyin imgesi olan şey: Yumuşakça yüzüne vuran ve mavi giysisinin altındaki yaşamla dolu şişmiş karnının üzerinde parlayan o ışık, o karnın aydınlıkla yıkanan maviliği, beyaza yakın solgun bir ışık. Aynı türde başka tablolar; Süt koyan kadın; Tartı taşıyan kadın; İnci takan kadın.. '
Paul Auster'da bu kadar yazmış Vermeer'in bu tablosu ile ilgili. Zaman bulup daha fazla ressam ve tablolar üzerinde konuşabilmek dileğiyle...
Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Turkishdelight Zone : Levent Şenyürek |
Necronomicon
2.
Bizim çocuklar çok iyi çalışmışlar. Mahmut beni geceyarısı uyandırıp Dragos'ta iki kudurma vakasının görüldüğünü haber verdi. Kitaptan önemsiz bir ayrıntıymış gibi bahsetmişti. Oysa kitap kelimesini duyar duymaz vücudumdaki bütün gücün çekildiğini hissetmiş, telefonun ahizesini tutan kolumu bile aşağı indirmek zorunda kalmıştım. Anlatılanlar, büyük lanetin sonunda yeniden ortaya çıkmış olabileceğini düşündürüyordu çünkü. Mahmut artık onu dinlemediğimi anladığı için yüksek sesle ismimi tekrarlayıp duruyordu. Neden sonra toparlanıp nazik bir iki kelimeyle telefonu kapattıktan sonra harekete geçtim. Elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Dolaptan elime ne geldiyse üzerime geçirip, soluğu Maltepe Karakolu'nda aldım. Neyse ki şanslı günümdeydim. Müfettiş tanıyordu beni. Her pazartesi akşamı ailecek "Şaşırtıcı Gerçekler"i izlerlermiş. Bu yüzden beni tanıdık bir yüz, yakın bir aile dostu gibi karşıladı. Sanırım inanıyordu bana. Öyle izleyicilerim vardır ki alay eder gibi dünyanın en iyi ve benzersiz komedi programını hazırladığım için tebrik ederler beni. Onları anlattıklarımın gerçek olduğuna bir türlü inandıramadım. Aksini iddia etsem de, yarattığım müthiş ironiyi bozmamak için aslında söylediklerimi gülünç bulduğumu, hatta bazen tam tersini düşündüğümü itiraf etmediğimi söylüyorlar. O zaman ben de fazla üstelemiyorum. Ne şekilde olursa olsun beni sevmeleri hoşuma gidiyor. Müfettiş ise muhtemelen diğer gruba dahil. Yani beni ciddiye alanlara. Yani, umarım.
Çaycı çayları getirip çıktıktan sonra vakit kaybetmeden konuya girdim.
"Kitabı inceleyen oldu mu peki, müfettiş bey?" diye sordum heyecanla.
Bir yandan da göz ucuyla çelik masanın üzerinde duran uğursuz kitaba bakıyordum. Bütün önemli deliller gibi naylon bir poşete konmuştu. Onu orada hapsolmuş görmek rahatlatıyordu beni.
"Elbette incelettik." diye cevapladı beni müfettiş. "Elimizdeki en büyük ipucu bu kitap!"
Bunu söylerken sağ elini muzaffer bir edayla kitabın üzerinde koymuştu. Ondan böyle bir cevap alacağımı biliyordum. Duraksamadan,
"Kitabı okuyanları hemen karantinaya almanız gerekiyor." diye söylendim.
O zaman müfettiş kitabın üzerinde tuttuğu elini ani bir hareketle geri çekti.
"Karantina mı dediniz?" diye sordu telaşla. "Gerçi parmak izi için labaratuvara incelettik ama bu açıdan yaklaşmak aklımıza gelmemişti. Haklı olabilirsiniz. Ne tür bir hastalıktan bahsediyoruz?"
Kitaplardan yayılan bir tür bakteriyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüştü sanırım.
"Kitap virüsü!" dedim. "Ancak söz konusu virüs daha çok bilgisayar virüslerine benzetilebilir. Yani içerikten bahsediyorum. İnsanları hasta eden, çıldırtan kitabın içeriği."
Sanırım beni anlamamıştı. Bilmediği dilde bir kelimeyi tekrarlamaya çalışır gibi "Kitap virüsü" diye mırıldandıktan sonra çayını karıştırmaya başladı. Ben de onu taklit edercesine çayımı karıştırmaya başladım. Durumu nasıl açıklamam gerektiğini düşünüyordum. Sonunda aklıma verebileceğim bir örnek geldi ve çayımdan büyükçe bir yudum alıp yeniden konuşmaya başladım:
"Okuduğunuz bir kitaptan müthiş etkilendiğiniz olmuş mudur hiç müfettiş bey?" diye sordum.
"Olmamıştır." dedi. "Çünkü ben hiç kitap okumam. Neden sordunuz?"
"Ben, gençliğimde çok okurdum. Mesela Goethe'nin Genç Werther'in Acıları isimli bir kitabı vardır. O kitabı okuduğum zaman intihar etmeye kalkışmıştım. Tam da bir kıza delice tutkun olduğum ve karşılık alamadığım bir döneme denk gelmişti tabi. Çok etkilenmiştim. Daha sonra o kitabı okuyup intihara kalkışan tek kişinin ben olmadığımı öğrendim. Kelimeler işte böyle etkileyebiliyor insanları. İçki içer misiniz?"
Konuşmamı önceden planladığım için, sorumun tam yerinde sorulmuş olduğunu ben biliyordum. Ancak müfettiş ilk bakışta konuyla ilgisiz görünen bu soru karşısında biraz afallamıştı.
"Anlayamadım?" diye sordu sakin kalmaya çalışarak.
"İçki içer misiniz?" diyerek sorumu tekrarladım ben de. "Alkolle aranız nasıldır yani?"
"İçeriz tabi." dedi. "İyi rakı içerim ben."
Sonunda konuşmayı istediğim rotaya geri döndürmeyi başarmıştım.
"O zaman alkolün şişede durduğu gibi durmadığını iyi bilirsiniz."
"Biliriz."
"İşte kitaplar da okunduklarında raflarında durdukları gibi durmazlar. Şişede cansız bir nesne gibi duran içki insan bünyesine girdi mi onu etkisi altına alıp nasıl kullanmaya başlar, canlanır, güçlenir, vücuda gelirse kitaplar da okuyucularını aynı şekilde etkileyip kullanabilirler. Kelimeler tıpkı bir yazılımın bir sistemi harekete geçirdiği gibi insanları harekete geçirirler. Bir kitap okuyanlar kendilerini öldürebilir, çıldırabilir hatta cinayet işleyebilirler."
Hava aydınlanmaya başlamıştı. Müfettiş sağ elini uzatıp masa lambasını söndürdü.
"Bu adamlar okudukları kitap yüzünden mi kuduruyorlar diyorsunuz yani?"
"Aynen öyle söylüyorum."
"Ne yazık ki bu teorinizi çok inandırıcı bulamıyorum çünkü kitabı inceleyen polis arkadaşlarımızda bir kudurma belirtisi yok. Evet, biraz afalladılar ama. Çok tuhaf şeyler yazılmış çünkü. Öyle dediler."
"Lanet olası Uldız." diye söylendim karşılık olarak. "Ya da Necronomicon olabilir. Belki de bambaşka birşey. Yeni bir kitap."
Müfettiş şaşırmış, biraz da ürkmüştü. "Efendim?" diyerek bu deli saçmalarıma bir açıklama getirmemi istedi.
"Bakın." dedim, "Bu bela böyledir. İlk anda anlayamazsınız, aklınıza yerleşir. Sonra birdenbire farkına varırsınız söylenmek istenenin ve pat! Kuduruverirsiniz."
Son kelimeyi söylerken sağ işaret parmağımı kıvırarak sırtımı yasladığım duvarı kaplayan ahşap lambrilere birkaç kez vurdum. Bu hareketi yaparkenki ciddiyetim sanırım müfettişin de tüylerinin diken diken olmasına neden olmuştu.
"Lanet olası bütün virüsler gibi bir kuluçka dönemi var bunun da." diyerek devam ettim konuşmaya. "Bu da yayılmasını kolaylaştırıyor. Siz okudunuz mu kitabı?"
"Ben mi? Hayatta okumam. Kitaplardan nefret ederim dedim ya. Yani şöyle bir kitabın kapağını açmamışımdır."
"İyi."
"Tabi, ders kitapları dışında. Ama zaten onlar kitaplar konusunda belli bir fikir edinmeme neden olmuştur. Hiç ilgi duymuyorum kitaplara."
Konudan uzaklaşmaya başladığımızı fark edip geri dönmeye çalıştım.
"Arkadaşlarınız her an kudurabilir." dedim, "Çünkü şu masada duran kitap Necronomicon'dur. Ölülerin Çağrı Kitabı, Ölü İsimlerin Kitabı veya Çıldırtan Kitap olarak da bilinir. Bu kitap o kitabın aynısı olmasa da bir benzeri. Her an yeniden ortaya çıkmasını bekliyorduk. Bu kitaplar son derece tehlikelidir ve okuyan kişileri etkileri altına alıp çıldırtırlar. Geleceği görmenize ve yaşadığınız çağa uyum sağlayamamanıza sebep olurlar. İçlerindeki - tırnak içinde - "büyü"leri çözümleyen herkes ya çıldırmış, ya dilini yutmuş ya da bilinmeyen varlıklar tarafından öldürülmüştür."
Benim kendimden emin tavrım ve bir uzman gibi ayrıntıları birbiri arkasına sıralayışım müfettişin direncini kırmaya başlamıştı sanırım.
"Ne tür varlıklar?" diye söylendi sıkıntıyla.
"Bilemiyorum. Necronomicon'un orijinal nüshasında kara kalemle çizilmiş, büyük dişli, ayı başlı, yarasa kanatlı canavarlar var. El Hazret yaratıkları bu şekilde tasvir etmiş sanırım ama onları görüp de hayatta kalan, ya da çıldırmayan olmadığı için kesin birşey söylemek mümkün değil."
"Anlattıklarınız ilginç. Ama benim bunları üst makamlarıma açıklamaya çalıştığımı düşünebiliyor musunuz?"
Saatime baktım.
"Zaten üst makamları bu işe karıştırmamalıyız." dedim, "Zamanımız yok. Hemen burada yok etmeniz gerek kitabı! Kaldı ki kitabı incelemiş olanlar her an kudurabilirler."
"Üzgünüm ama sizi yeterince inandırıcı bulamıyorum."
"Size bir şey anlatayım. Jan Hus Konstanz diye birini herhalde tanımazsınız. Evet, çünkü tanıyamadınız. 6 Temmuz 1415'te reformcu fikirleri yüzünden diri diri yakılmıştır bu adam. Ve fikirleri Bohemya'nın dışına çıkamamıştır. Oysa bir yüzyıl sonra benzer fikirler geliştiren bir adam birkaç ay içinde bütün Almanya'da sonra da dünyada tanınmıştır. Çünkü onun döneminde matbaa denen bir makine icat edilmişti ve kitaplar denetimsizce çoğaltılabiliyordu. Ünlü Luther'den bahsediyorum. Hepimiz tanıyoruz onu artık."
"Devam edin."
"Necronomicon ve benzeri kitaplar tarih boyunca tekrar tekrar ortaya çıkarlar. Kayıtlı ilk kudurma vakalarına İskenderiye'de rastlıyoruz. Ardından bir şehir kütüphanesi olan bütün şehirlerde benzer vakalar tekrarlanır. Çünkü kuduzun sebebi Necronomicon benzeri kitaplardır ve kalabalık şehirlerde ortaya çıkan virüsler gibi yüzbinlerce kitabın bir araya getirildiği mekanlarda ortaya çıkmaları doğaldır. Kudurtucu kitaplar kuduran insan beyinlerinin ürünüdürler ve kuduzu okuyucuya bulaştırırlar. Bunlar tekrar tekrar yakılıp yokedilseler de tarihin çeşitli dönemlerinde farklı zihinlerde tekrar tekrar ortaya çıkarlar. Bu tuhaf beyin kanserinin sebebi henüz anlaşılabilmiş değil. Hiç yoktan birden bire ortaya çıkıp sonra da sözler aracılığıyla bulaşıyor. Bu hastalık tarihin çeşitli dönemlerinde bazı büyük liderler tarafından kitapların ve kudurmuş insanların ateşe veya varsa bir nehre atılmalarıyla ortadan kaldırılmıştır. Mesela Sezar İskenderiye'ye girdiğinde burada gerçekleşen bir salgına karşı önlem alabilmek için büyük miktarda kitap yaktırmıştır. 40-400 bin rulo kadar. Ama kütüphanenin geri kalanına dokunmadı. Bu yüzden de asıl büyük kitap kuduzu salgını M.S. 391 yılında ortaya çıktı. Salgın hızla bir ayaklanma halini aldı ve şehrin bütünüyle sterilize edilmesi için insanların kitleler halinde kılıçtan geçirilmeleri, hatta bazılarının yakılması gerekti. Sonunda da imparator I.Theodosius - baktı ki olacak gibi değil - kütüphanedeki yapıtların hepsinin yokedilmesini emretti. Kitaplar hamamlara dağıtıldı. İskenderiye'de bu şekilde 1 milyon kitap yakılarak kitap kuduzu virüsüne müthiş bir darbe indirilmiştir."
Müfettiş dinlediği hikayenin tuhaflığı ve sıkıcılığı karşısında bir sigara yakma ihtiyacı duymuştu. Kapalı yerlerde sigara içmenin cezasının 184 milyon 556 bin 543 lira olduğunu ve giderek arttığını bilmesine rağmen. Bir sigara da bana uzattı tabi.
"Teşekkür ederim kullanmıyorum." dedim. Ardından da bir soruyla hikayeme geri dönmeye çalıştım:
"Buhara Kütüphanesi'ni kimin yaktığını biliyor musunuz?"
"Biliyorum dersem yalan olur."
"Tahmin edin."
"Buharalı Mahmut mu?"
"Hayır. Şaşıracaksınız. Büyük bir bilgin İbn-i Sina!"
"İbn-i Sina kütüphane mi yakmış?"
"Evet!"
"Vay İbn vay! Hahaha!"
Müfettiş dersi dinlerken sıkılıp epriler yapan liseli bir delikanlıya dönüşmeye başlamıştı. Gülümsedim ve hikayeme devam ettim:
"Buhara kütüphanesi o vakit Samanoğulları'nın hükümdarlığındaymış. Ama belirsiz bir sebeple kapısına kilit vurulmuş ve içindeki kitaplar öylece çürümeye terkedilmiş. Ancak Samanoğulları Hükümdarı Nasroğlu Nuh'un şiddetli bir hastalığa yakalanması o zaman on yedi yaşında olmasına rağmen çok ünlü bir bilgin, bir hekim olan İbn-i Sina'nın Buhara'ya davet edilmesine neden oluyor. Hükümdar bu genç hekim tarafından kısa sürede iyileştirilince dile diyor benden ne dilersen. İbn-i Sina da Buhara kütüphanesinin açılmasını ve yöneticiliğine kendisinin getirilmesini istiyor. Hükümdar hemen emir verip kütüphaneyi temizletiyor ve İbn-i Sina'yı buraya yerleştiriyor. Kısa zamanda da gerçek bir hazineyle karşı karşıya olduğunu anlıyor genç adam. Kütüphane'nin karanlık okuma odalarında yalnız başına kitaplarla geçirdiği günler ve geceler boyunca her türlü bilime ait hiç duyulmamış sayısız tek nüsha kitabı hatmediyor."
Sanırım anlattıklarım biraz daha ilginçleşmeye başlamıştı. Öyle ki soluklanmak için durduğumda masal dinleyen bir çocuk gibi "Sonra?" diye söylendi müfetttiş.
"Sonra bir gün birdenbire Buhara kütüphanesi yanar. Kütüphaneyi yaktıranın İbn-i Sina olduğu söylenir. Doğrudur bu. Ancak yanlış bilinen onun kütüphaneyi yakış nedenidir. Bugün bile İbn-i Sina'nın bütün bilgiler sadece kendisine kalsın diye kütüphaneyi yaktığına inanılmaktadır. Böylece yazdığı kitapların tamamen kendi eseri olarak bilineceğini düşündüğüne inanılır. Ancak asıl hikaye tarihin sansürüne uğramıştır. Hikayenin aslı şudur: İbn-i Sina'nın kütüphanede karanlık, tehlikeli kitapların da bulunduğunu fark etmesi uzun sürmemiştir. Kendini içine çeken ve güçlükle okumaktan vazgeçebildiği şeytani kitaplar. Ardından halk kütüphanesine takılan bir iki kişi de kudurunca kararını verir. İskenderiye salgınına benzer bir olayın Buhara'da ortaya çıkmasını engelleyebilmek için kütüphaneyi yakar. Kütüphaneye zamanında kilit vurulmasının sebebinin bu olduğunu da anlamıştır çünkü."
"İlginç. Doğru mu bunlar?"
"Her kelimesi. Tabi kitap kuduzuna karşı mücadele eden tarihin büyük kahramanlarından bahsederken Moğol Hakanı Hülagü'yü atlarsak haksızlık etmiş oluruz. Onun döneminde yüzbinlerce kitabın sağlıksız koşullarda istiflendiği Bağdat Kütüphanesi, virüsün yeniden ortaya çıkması ve yayılması için çok uygun bir ortam oluşturuyordu. Nitekim Hülagü şehri aldığında hastalığın çoktan halkın büyük çoğunluğuna bulaştığını görür. Kudurmuş olanları kılıçtan geçirdikten sonra Bağdat kütüphanesindeki kitapları Dicle nehrine attırarak şehri sterilize eder. Kuduz şehirde hızla yayıldığı için Hülagü enfeksiyon yapıcı kitapları ayıklamak için vakit kaybedemezdi. Kaldı ki hangi kitapların kuduza neden olduğunu anlayabilmesi için pek çok okuyucunun ölümüne göz yumması gerekecekti. Bir hümanist olan Hülagü sonunda insanları feda etmektense bütün kütüphanenin yokedilmesini emretti."
Müfettiş gülümsemesine engel olamamıştı. Ancak hikayeyi gülünç bulduğu için değil, tarih bilgisi sıfıra yakın olduğu için gülesi gelmişti sanırım. Sosyal bilgiler öğrencilerinin mühendislere gülmesi gibi birşeydi bu. Gülümseyişini gizleyebilmek için sigarasını ağzına götürdükten sonra dumanını üfleyerek:
"Bunca şeyi nereden öğrendiniz?" diye sordu.
"Kitaplardan, internetten." diyerek kestirip attıktan sonra konuşmamı sürdürdüm.
"Bazı kaynaklar Adolf Hitler'in okkült ilgisi sonucunda Necronomicon'un bir kopyasını ele geçirdiğini belirtiyorlar. Hitler okuduğu kitaplardan etkilendiğini fark etmiştir. Bu nedenle insanlığı kurtarabilmek için pek çok kitap yaktırmaya çalışmış ancak geç kalmıştır."
Ben konuşurken müfettiş kitabın içinde durduğu poşete uzanarak onu dışarı çıkartmak üzere poşeti açtı. Şaşırmış, tedirgin olmuştum. Konuşmamı tamamlamadığım için onu ikna etmiş olabileceğime inanamıyordum. Müfettiş içimdeki şüpheyi onaylarcasına:
"Bakın" dedi, "Kitaplardan nefret ederim ben bile sonunda merak ettim yani!"
Sonra da kitabın sayfalarını karıştırmaya başladı.
"Aman müfettiş Bey sakın!"
"Bir cümle okumaktan birşey olmaz herhalde."
"Bir cümle okursanız bırakamayabilirsiniz."
"Bırakırııım."
"Hayır." diyerek masanın üzerinden elinde tuttuğu kitabı almak üzere uzandım. Müfettiş kitabı benden uzak tutmaya çalışarak "Bi dakika ya!" diye söylendi.
O zaman fazla üzerine gitmemin durumu daha da kötüleştirebileceğini düşünerek yerime oturmak zorunda kaldım. Karşımdaki kişi benden daha yetkili olduğu için bu işi ancak tatlı dille çözebilirdim. Ben bunları düşünürken o kitabı okumaya başlamıştı bile:
"Gerçeği bilen hastadır ve konuştuğu zaman bu hastalık bulaşıcıdır."
"Yapmayın müfettiş bey!"
"Derrida der ki: Dilden önce varolduğuna inandığımız ben kavramı, aslında, dil sayesinde var olan bir metindir. Ona göre metnin dışında hiçbirşey yoktur."
"Sakın, sakın anlamaya çalışmayın, çok tehlikeli!"
"Hegel der ki: Demek ki nesne, dolaysız bilinci belirten dolaysız bir varlığın veya bir şeyin parçasıdır; düşünceyi belirten, diğer olan varlığın parçası, ilişkisi veya diğeri için var olmak ve kendisi için olmak, kesinlik, gerçek kabul etme özlüğü veya mutlağı belirtmedir."
"Neyse ki" dedim bıkkın bir halde "Beyinlerimiz karşı çıkıyor anlamaya. Doğal bir korunma mekanizması bu. Bir bağışıklık sistemi."
"Evet, gerçekten direniyor aklım, anlayamıyorum, çok zor."
"Hegel çoğu zaman yazdıklarını kendisi bile anlamıyordu. Kanımca O'nun çıldırmamasının nedeni (eğer buna çıldırmamak denebilirse tabi) kendisinin de yazdıklarından pek birşey anlamamasıydı. Bizzat Hegel, kendisini sadece bir tek insanın anladığını onun da yanlış anladığını belirtmiştir. Sanırım bu bahsettiği kişi kendisiydi. Shopenhauer onun yazdıkları için, kuduruk sözlerin kağıda çiziştirilmesi demiştir. Belki de tehlikenin farkına vardığı için özellikle anlaşılmaz olmaya çalışmıştır Hegel. Bunca uzun sayfalar boyunca hiçbirşey anlatmıyor gibi görünmeyi başarabilmiştir. Hegel'in dehasını işte burada aramalıyız."
Başımı yeniden yukarı kaldırdığımda müfettişin ağzı açık bir şekilde beni dinlemekte olduğunu fark ettim. Kitap da dokunmuş olabilirdi biraz, dalgınlaşmıştı. O an belki de aklı ondan habersiz biraz önce okuduğu cümlelerin anlamlarını çözmeye uğraşıyordu. Vakit kaybetmeden konuşmamı sürdürdüm.
"Müfettiş Bey, kitabı bırakın lütfen. Bitiriyorum. Bir zamanlar kitaplar yakılarak, ya da sulara atılarak yokedilebiliyordu. Bin kitap basılabilmesi için matbaaların saatlerce, günlerce çalışması gerekirdi. O zaman önüne geçebiliyorduk hastalığın. Matbaalara el koyuyorduk önce, sonra kitapları toplatıp yokedebiliyorduk. Şimdi ise tehlike çok daha büyük. Çünkü internet denen bir olgu var. Elektronik kitaplar yakılamaz, toplatılamaz, yayılır, bir anda sonsuz kopyalanır, önüne geçilemez. Şu elinizdeki kitap bu odadan dışarı çıkmayı başarırsa onu kimse durduramayabilir artık. Herkes herşeyi öğrenir. En iyi ihtimalle mutsuz olurlar. Çalışamazlar, aileler dağılır, çocuklar anne babalarını öldürür, hiç büyümezler, ekonomi çöker, ülke mahvolur, herkes mahvolur!"
"Pekala, ne söylediğinizi tam anlamamış olsam da beni etkilemeyi başardınız. Bu nedenle kitabı inceleyen arkadaşları bir süreliğine hücreye kapatacağım ve beraberce bekleyeceğiz. Eğer söylediğiniz gibi kudururlarsa beraberce cumhurbaşkanına kadar çıkarız. Ama kudurmazlarsa, sizin kudurmuş olabileceğinize kanaat getirerek beraberce revire ineceğiz."
"Anlaştık ancak ne kadar beklemeyi düşünüyorsunuz?"
"Siz ne dersiniz?"
"Bu okuyanların, kavrama kapasitelerine bağlı bir süre. Kesin bir sonuca ulaşabilmek için en azından bir hafta beklemek gerek."
"Bir hafta mı? Bir hafta boyunca adamlarımı hücrede tutarsam sonunda gerçekten de beraberce ineriz revire."
"Sizin aklınızdaki süre nedir?"
"En fazla iki gün."
"Anlaştık."
Müfettişin elini sıkmak üzere ayağa kalktım.
Tam o sırada karakolun koridorunda bağrışmalar duyuldu. Hemen sonra da odanın kapısı kırılmak istenircesine şiddetle açıldı. Önce müfettişin ellerini havaya kaldırdığını gördüm, sonra yavaşça arkama döndüğümde ben de havaya kaldırdım ellerimi çünkü kapıda elindeki silahı bize doğrultmuş bir polis memuru vardı. Hem de çok sinirli görünüyordu, gözleri kıpkırmızı olmuştu.
"Bu kim?" diye mırıldandım Müfettişe hitaben. Gerçi tahmin ediyordum kim olduğunu.
"Celal!" dedi.
"Kitabı okuyanlardan biri mi?"
"Evet."
Sonra "Susun!" diye bağırdı Celal. "Hepinizden nefret ediyorum. Kendimden de nefret ediyorum!"
Celal'in arkasından başka polisler gelmiş, silahlarını arkadaşlarına doğrultmuş bir şekilde ne yapacaklarını bilemeden öylece bekliyorlardı.
"Vurun onu!" diye bağırdı müfettiş. "Kuduz!"
Aynı anda pek çok silah patladı. Önce çığlıklarından müfettişin vurulduğunu anladım. Arkaya dönüp baktığımda kafasının bir yanının uçmuş olduğunu ve arkasındaki lambirilerin bedeninden fışkıran kanla cilalanmış gibi parladığını gördüm. Aynı anda da yere attım kendimi. Masanın altına doğru sürünmeye çalıştım.
Sonra tam kalbimin üzerinde dayanılmaz bir acı hissettim. Bir kaza kurşunu kalbimde koca bir delik açmıştı. Gülesim geldi.
Bitti
Levent Şenyürek
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Merve Yıldırım |
Ölümü Satın Almak!...
"Aşağıda yazacaklarım için tüm sigara tiryakilerinden özür dilerim" demeyeceğim çünkü aslında tiryakilerin, onlara maddi manevi hiçbir fayda sağlamayan ve sağlıklarını günbegün bozarak sonunda kansere ve hatta ölüme kadar yol açan bu sinsi katilin bağımlısı oldukları için önce kendilerinden, solunan havayı zehirli dumana boğarak pasif içici konumuna soktukları ve en az kendileri kadar zarar verdikleri için de çevresindekilerden özür dilemesi gerektiğine inanıyorum.
Hayatım boyunca hiç sigara içmedim dersem yalan olur. Üniversite yıllarında iki üç kez arkadaşların paketinden alıp yakmışlığım ve birkaç nefes çekmeye çalıştıktan sonra da söndürmüşlüğüm vardır, sırf bana da aynı oyunu oynayamayacağını, kendisine kul köle ederek ciğerlerimi zehirleyemeyeceğini, irademin onun gücünden kuvvetli olduğunu sigaraya göstermek ve onunla alay etmek için.
İnsanlar neden sigara içer, daha doğrusu sigaraya nasıl başlar? Kimileri daha ergenlik çağında takılır bu merete, hani ben artık büyüdüm ve bakın sigara bile içiyorum diye hava atmak için. Attığı o havaların ileride nefes darlığı, bilumum kanser türleri ve belki de uzuv kaybı olarak kendisine döneceğini bilerek ya da bilmeden. Kimisi üniversite sıralarında tanışır bu sarı saçlı, beyaz elbiseli ve içi tütün kılığına girmiş kötülükle dolu arkadaşla. Derslerdi, sınavlardı, okul stresiydi derken önce arkadaşlardan otlanma, sonra paket taşıma ve sonunda da belki sevgilisine bile bağlanmadığı kadar bağlanma düzeyine erişir aralarındaki ölümcül sevda. Kimi de hayatın belli dönemlerinde yaşadığı sıkıntılara, acılara tek başına dayanamaz ve günün birinde yakar bir sigara, bir iki derin nefes çeker, sonra da stresini mantığıyla yenemediği her durumda eli kendiliğinden uzanıverir o hain dosta.
Benim de hayatımda dış dünyadan neredeyse koptuğum, hiçbir şeyin beni gülümsetemediği, yemeden içmeden kesildiğim zamanlar oldu, ama hiçbir zaman, hiçbir zaman aklımın köşesinden bile geçmedi, ihtiyacım olan sükunu sigarada aramak. Biliyordum ki sigara hep böyle anları kollar bir insanı daha avuçlarına alabilmek, onun ciğerlerine, damarlarına ve tüm vücuduna yerleşebilmek, ve gecenin bir vakti aç susuz kalsa boşver deyip yatabilecek ama sigarasız kalsa çıkıp üşenmeden sokak sokak dolaşarak açık büfe arayacak kadar bağımlı hale getirmek için.
İnsanlara "Sigara kullanıyor musunuz?" ve "Sizin için en önemli şey nedir, sağlık mı mutluluk mu, zenginlik mi?" diye iki soru sorsanız, ikinci soruya sağlık diye cevap verenlerin yüzdesi birinci soruya evet diyenlerin yüzdesinden fazla çıkar belki de. Ne yaman çelişki: "Sağlığım çok önemli bu yüzden günde en az 10-15 sigara içmeden duramıyorum, bütün organlarımı günden güne zehirliyorum, akciğerimi katranla boğuyorum, damarlarımı nikotinle dolduruyorum. İleride kansere yakalanma, uzuvlarımı kaybetme, kalp krizi geçirme riskim tiryaki olmayanlara göre çok daha yüksek ama olsun."
Bir insanın sağlığıyla bile bile böyle oynamasının, kendi ölümünü her gün iki buçuk üç milyon taksitle satın almasının nedeni, mazereti ne olabilir ki? "Sigara rahatlık veriyor, onun keyfi başka…" diyenlere acırım, hayattaki onca keyfi görmeyip, göremeyip de hem kendilerini hem sevdiklerini zehirlemeye "keyif" dedikleri için.
İşin diğer korkunç yanı da ölüme yapılan bu yatırımın maddi boyutları. Ülkemizde kaç tiryaki var şu an bilmiyorum ama on milyon kişinin sigara için günde iki milyon ayırdığını düşünün ve bu iki sayıyı çarpın.. on milyon …çarpı … iki milyon … eşittir … neee? Aman Allahım … yirmi trilyon !!… yanlış görmediniz tam 20.000.000.000.000! Bu rakamı ayla yılla çarpamayacağım, zira sinirden kalbim duracak. Ülkede on milyon kişi on beş yirmi sene sonra gelip kendisini çatır çatır öldürsün diye birer kiralık katil tutmuş ve bu adama her gün yirmi trilyon veriyor. Ben şahsen karıncayı bile ezemeyenlerdenim ama para karşılığı her şeyi yapabilecek cani biri olsaydım, günde yirmi trilyondan yılda iki yüz kırk trilyon, yirmi sene sonra da katrilyonlarla ifade edilen bir miktar karşılığında tüm dünyayı seve seve öbür tarafa postalardım herhalde.
Sigaranın yararının dokunduğu bir tek kesim var, o da sigara üreticileri, piyasadaki markaları yapan fabrikaların sahipleri. Tabi insanların hem sağlığını hem cebini bu derece tehdit eden bir şeyi üretip satarak kazanılan para ne derece hak edilmiştir ve o parayla yaşamını sürdürmek nasıl bir vicdan gerektirir, o da ayrı bir mesele. Üreticilerin klasik bir mazereti var "arz talep meselesi kardeşim, insanlar sağlığını filan düşünmeden alıp içiyor, e biz de üretiyoruz." Tiryakilerin toplumdaki oranını sıfıra ya da en azından yok denecek kadar az seviyeye indirme ve ardından da bu "alındığı için üretiyoruz" zihniyetini saf dışı bırakma ütopyasının gerçeğe dönüşmesi için daha on yıllar gerek ne yazık ki.
Ben sigara kullanmıyorum ve kullananların da bu bağımlılık için öne süreceği tüm mazeretlere karnım tok. Hiçbir yararı olmayan ve içerdiği binlerce zehirli madde nedeniyle sayılamayacak kadar çok zararı olan sigaraya bağımlılığı tam bir zaaf, iradesizlik ve hem kendine hem çevresindekilere saygısızlık olarak değerlendiriyorum.
Keşke okunanlardan büyülenme gibi bir şey olsaydı ve keşke benim de böyle bir gücüm olsaydı, o zaman belki bu yazıyı okuyan birkaç tiryaki birdenbire sigaradan nefret ederdi. Keşke…
Merve Yıldırım
Yukarı
|
Kahvecigillerden : H.Anıl Analan |
Bu bir kaybeden hikayesidir.
"aslına bakarsan bütün bu bunalım muhabbetleri ve karamsarlık , mutluluğu geri çevirme ve herzaman için mutlu olduğumuzda duyduğumuz şüphenin , bizim mutluluğumuz olduğunu anladım..." Alper Korkmaz(1979-?)
Kasvetli bir havaydı. Bulutların gri rengi her tarafa sinmişti.Sağanak şeklinde yağan yağmur , etrafta kaçışan insan manzaralarına , şarıl şarıl akan sellere , mazgallardan taşan pisliklere , bir de O'nun sakince donuna kadar ıslanmayı beklemesine sebep olmuştu.
Bekliyordu.Herkesin aksine O , sağanak halinde yağan yağmurun altında sırılsıklam ıslanmayı istiyordu.Burnuna gelen deniz kokusu ve iskeleye yanaşmakta olan vapurun sebep olduğu coşkun dalgaların sesi ona güven veriyordu. Tüm olanlara rağmen yalnız olmadığını anlıyordu bu doğa tetiklemeli olaylardan.
Ağır adımlarla insanların kaçıştığı yöne doğru ilerlemeye başladı , içinden en sevdiği kırık kalp şarkısını söyleyerek. Islanan sigarasını tükürür gibi bir hamle yaparak ağzından fırlattı. Gök gürlemeye başlamıştı , bir kaçtane ufak çocuğun attığı yaşam dolu çığlık üzerine dudaklarının bitimine minik bir çizgi eklendi.
Ne düşüneceğini bilemiyordu. Gözlerini kısarak yolun öbür tarafına baktı ve bir kafe gördü. Oraya gitmeye karar verdi. Kafenin kapısından adımını atınca içeride onu uzun siyah saçlı , beyaz tenli , zayıftan bir kız karşıladı;
-Hoşgeldiniz!
Başını hafifçe öne eğerek kızın yanından geçti ve en kuytu köşedeki masayı seçti. Hafif bir müzik çalıyordu.İçerisi sıcaktı da üstelik. Montunu çıkarıp oturduğu sandalyenin arkasına astı ve beklemeye koyuldu. Derken, iki yan masadan sarı bukleli saçlı ve gökyüzü kadar mavi gözlü bir kız ayağa kalkıp yanına yanaştı;
-Afedersin , ateş var mı acaba?
Elini hemen sandalyede asılı montunun cebine götürdü ve kibrit kutusunu çıkardı. Fakat kibrit kutusu da sırılsıklam olmuştu giysileri gibi.
Kız O'na gülerek yanından uzaklaştı.
Kendini yine kötü hissetmişti. İçinden "bir çay içip kalkayım" dedi.
Garsonlar , O hariç herkese siparişlerini sormuştu , ondan sonra gelenlere bile. Orada istenmediğini düşündü,montunu tekrar giydi ve ayağa kalkıp kapıya yöneldi.
Kapıdaki kız ona bu sefer de "iyi akşamlar , yine bekleriz" demişti. O yine başını hafifçe öne eğdi ve kapıdan çıkarak kendini karanlığın ve sağanak yağmurun altına bıraktı.
Umarsızca yürüyordu nereye gittiğini bilmeden. Sırılsıklam olmuştu , sanki suya düşmüş gibi. Yağmur sanki ondan intikam alıyordu.
O yavaş yürüdükçe yağmur hızlanıyordu. Sokaklarda artık kimseler kalmamıştı , ondan başka. Arsız sokak kedileri bile saklanacak bir delik bulmuşlardı.
O da kaderine razı olmuş tüm ıslaklığında yağmurun sanki banyo yapıyordu. Soğuk rüzgar iliklerine işlemişti ama o düşüncelerinin o kadar derinine inmişti ki oraya ne yağmur ne de rüzgar girebilirdi.
Yürürken bir evi olduğunu hatırladı ve oraya gitmeye karar verdi.
Yine ağır aksak otobüs durağına doğru yöneldi. Evine giden otobüse bindi , biletini atarken bir yandan da oturacak bir yer kolaçan etti.Otobüs neredeyse bomboştu.Gidip istediği koltuğa oturdu , üstünden sular süzülüyordu , öyle ki oturduğu yerde bir su birikintisi oluşmuştu.
Ne yapsa aklından çıkmıyordu sevgilisi bildiği kızın O'na yaptığı.
Derken evine yaklaştığını farkedip ayağa kalktı ve "dur" düğmesine bastı.
Gürültüyle kapı açıldı ve O da aşağı indi. Çamurlara basa basa evine doğru yürümeye başladı. Hiç hali kalmamıştı , kalbinin yorgunluğu ve yılgınlığı tüm bedenini kaplamıştı , oracıkta düşüp kalabilirdi. Yürümeye devam etti ve evine ulaştı.
Asansörün bozuk olduğunu gördü ve buna hiç şaşırmadı , sadece o kadar basamağı nasıl çıkacağını düşündü kara kara. Dile kolay 9. katta oturuyordu.
Basamakları bir bir çıkarken hemen yatağına uzanıp uyumayı hayal etti ve de evine gidince öyle de yaptı.
Üstündekileri hemencecik çıkardı ve pijamalarını bile giymeden battaniyesine sarıldı ve uyumaya başladı soğukta.
Rüyasında sevgilisini gördü , O'nu çağırıyordu. İçi bir anda ümit ve neşeyle doldu. Sevgilisinin yanına gitti tereddütsüz.Sevgilisinin kanatları vardı , uçuyordu. Elini tutmak için uzandı biraz daha.Kız ona elini verdi ve havalanmaya başladılar.
Ama bir anda aşağı düşer gibi hissetti kendini , can havliyle gözlerini açtı ve kulağının dibinde soğuk rüzgarın keskin uğultusuyla birlikte , açık penceresinden sallanan tülleri , o an oradan geçmekte olan bir güvercini , çiseleyen yağmuru , güneşin ışıklarını ve gökkuşağını gördü , son kez...
H.Anıl Analan
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.823 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
YOKSA BEN DE?
Kalabalıkta yalnız kalamıyorum artık...
Düşlerim çalındı.
Kaos;karanlıkta sızan ışık huzmesi kadar çok rahatsız ediyor.
Her geçen gün ihanet ediyorum kalemime...
Uyuyamıyorum
Konuşamıyorum
Düşünemiyorum
Ya da hissedemiyorum...
Güneşin altında ezildim adeta bugün
İşte o an kaçmak istedim
Beni ben yapan her şeyden
Yoruldum belki de
Sürekli,ben olmayan birini yaşatmaya çalışmaktan
Ağlayamıyorum bile
Akmıyor damlalar bir türlü.
Sevmek, diyorum
Kilitleniyorum ardından...
Sessizlik;aslında yoldaş olmak gerekir kağıtla buluşamayan kalemimin ağıtlarına
Yoksunluk, yaşadığım
Doğrusu "yok " sunluk
Şairdim oysa,
Dökülen kelimeleri toplar sulardım teker, teker
Şimdi o kadar zor ki...
Acımak değil benimkisi, sakın yanlış anlama
Başarabilecek miyim korkusu,hayretle uyanan içimde
Gündüzde sen gecede ben
Ortası yok ki
Olmadı hiç bir zaman...
Güneşe yaklaştıkça eriyor yavaş, yavaş
Balmumuyla tutturulmuş kanatlarım.
Güneşin oğluydu oysa İkarus!
Yoksa ben de kızı mıyım?
Laura
Yukarı
|
1- İşkolik 2- Patron 3- Sarışın Sekreter:-))
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.bestfm.com.tr/djler/haber_merkezi.php ...Kimse ama kimse farkında değil. Ey insanlar günbegün ölüyoruz. Takvimler ekim ayının son günlerine yaklaşıyor. Ağustos sıcaktı bitti, Eylül’ün 15’i sıcaktır dedik o da geçti. Havalar ılımanlaşmıştı. Ekim’in de ilk yarısı bitti. Ekim sonuna hızla koşuyoruz. İstanbul için bakarsak olursak kim bu yıl adam gibi yağmur yağdığını söyleyebilir... Felaket senaryosu değil, sadece farklı bir bakış açısı.
http://www.wine-lover.org/ne_ile_icmeli.htm
...Oldukça bilinen "balıkla beyaz, etle kırmızı şarap içilir" kuralı, farklı tarzda yemekler, lezzetli soslar veya farklı ülke yemekleri işin içine girdiğinde geçerliliğini kaybeder. Bu konuda en önemli kural kişisel zevk ve tercihlere uyan bir şarabın seçilmesidir. Zamanla şarapla ilgili deneyim kazanıldıkça, sadece tadı bakımından değil, ağırlığı, kokusu, etkisi bakımından da değerlendirme yapılır. Bir yemeğe uygun bir şarap seçmeye çalışıyorsanız, yemekle uyum veya zıtlık yaratacak bir şarap tercih etmelisiniz...
http://www.genetikbilimi.com/genbilim/kangrubua.htm
Kan grubunuz A ise ve diyet yapmayı düşünüyorsanız işte sizin için önerilen beslenme şekli bu kısayolda. Diğer kan grubunda olanlar darılmasınlar beslenme sayfalarında onlar için de diyet önerileri mevcut.
http://www.40ikindi.com/birincidonem/1/unalcam1.htm
...Küçük çocuklar için böyle heveslerin ne demek olduğunu biliyordu. "Hele arkadaşlarında gördüyse, o küçük dünyasında tüm hayali o ayakkabı olmuştur. Başka birşey düşünemez bile..." diye aklından geçirdi. Fakat adamın yapabileceği pek bir şey de yoktu...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
DeepBurner v1.1.0.73 [1.42M] W9x/2k/XP FREE
http://www.deepburner.com/
Çok güzel, kullanımı kolay bir CD/DVD yazma programı. CD Yazıcınız varsa hiç beklemeden hemen yükleyin. Karışık detaylar arasında boğuşmaktansa böylesi kolay bir programı kullanmaktan hoşlanacaksınız.
Yukarı
|
|
|