|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 397 |
5 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Lütfen teker teker geliniz!.. |
Merhabalar,
Ben bu medya denen gücün gözünün yağını yiyeyim. Hangi türü olursa olsun, bir kere göründünmü sırtın yere gelmiyor. Meşhur olmak ayrı bir konu, onla işim yok. Benim ki reklamatik kazanımlar. Ya da kaybedilenler. Mesela, dandik muhabir Ters Köşenin dijital ortamdan bildirdiğine göre, Koç Grubu Beşiktaş'a Beko ile verdiği desteği bir menejerin boşboğazlığı yüzünden kesmiş. 'Biz BMW, diğerleri Şahin' deme gafletinde bulunan menejerin bu sözü epeyce pahalıya malolmuş. Asparagas olması kuvvetle muhtemel ama işte bu da medyanın bir diğer gücü, at çamuru izi kalsın. Heh hee!. Demek ki neymiş? Medyayı kullanırken sözleri üç düşünüp bir söylemeliymiş. Peki ben dün ne yaptım? İnternet Dünyasının medarı iftiharlarından Kahve Molası e-gazetesinde başımdan geçen bir görüşmeyi yazdım. (Gidiniz dünkü sayı) Görüşme konusunun ciddiyeti arasına serpiştirilmiş birkaç güzel cümle ile de ekmek kavgamızın arenasına parmak bastım. Aklımı seveyim. Yani menejerin yapmadığı gibi 3 düşünüp 1 yazdım, kazandım. Bunda medarı iftiharın babası olmamın rolü var mı yok mu tartışmalarını gereksiz ve yersiz buluyorum benim canım okurlarım. Yazımı okuyan 70 milyon telefonlara, klavyelere sarıldı sağolsunlar, hep olsunlar. 'Aaaa siz vebçimiydiniz, vallahi yeni öğrendim.' diyenden tutun da, 'Takozlusu nasıl oluyor abi?' diyene kadar geniş bir yelpazede sanal mektup ve konvansiyonel telefona muhatap oldum. İlgi ve alakanıza çok teşekkür ederim benim seçkin seksen milyonluk okur kitlem. Doksan milyona tek tek cevap vermektense buradan bir kerede cevap verip yüz milyonlara saygılar sunmak istiyorum. Efendim, evet ben bir vebçiyim itiraf ediyorum. Veb yer veb içerim. Siteler kurar, börekler açarım. Adresler verir, paralar alırım. Çilekli, limonlu, tırtıklı, takozlu ürünleri alır sayfalara yapıştırırım. Uçarım, kaçarım, arı gibi sokarım. Eskimiş sitelerinizi getirin yenisini götürün. Kuş kondurur, hedef vururum. Ohh be rahatladım. Yalnız bir ricam var lütfen sırayla gelin, hatta bir gece önceden sıra numarası alın. Topu topu 2 elim, 2 gözüm, 1 kulağım var. Biri devre dışı da ondan yoksa kulak sayısını bilmediğimden değil. İdareli kullanırsam hepinize yetişir sitelerinize yerleştiririm, yeter ki siz paradan haber verin benim sayın potansiyel müşterilerim.
Sezai Bey mi? Yüzyirmi milyon kişi aradı ondan tık yok. Ya benim yanar döner teklifi beğenmedi ya da alevler yolda söndü. Hepi topu biraz şişirdik, o bebekleri şişiriyor biz birşey diyor muyuz? Hayretsiniz yani Sezai Beycim... Gene de beklemedeyim, bugün beni arayacak ve paketi yollamak için adresimi alacak. N'apalım umut dünyası işte... Hepinize huzurlu bir hafta sonu diliyorum benim yüzelli milyon arasından seçilmiş seçkin iri taneli kahveci dostlarım.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
İnsan'ca : Yankı Yazgan Bir intihar haber olduğunda... |
|
İntihar ettiği için haber olan bir gencin bir “şöhret”e dönüştürülmesi (yani, özel sayılan herşeyinin herkesçe bilinmesi), o gencin ailesi, kuşakdaşları, intihar riski taşıyan kişiler, çocuklarını intihar sonucu kaybetmiş aileler ve toplumun geri kalanı için ne gibi bir yarar sağlamakta?
Meşhur bir kişinin intiharı ile intihar edip “meşhur” edilmek arasında fark var. Birincisinde, haberci ruha daha fazla yer var. Tanınmış bir kişinin hastalığının büyük bir kesimce herkesi ilgilendiren bir durum olduğunu savunacak bir çok kişi çıkabilir, o hastalığa toplumsal ilgiyi arttırmak için bu durumun bir avantaja dönüştürülebileceği de söylenebilir. Toplumsal yararın bireysel yararın önüne geçmesi bu duruma gerekçe olarak sunulabilir.
Tersi fikirlerde olan ve kesinlikle hiçbir bilginin, kişinin kendi isteğiyle veya geride kalanların onayıyla bile toplumla paylaşılmasını etik bulmayan bir çok hekim (belki de çoğunluk) olduğunu belirtmeliyim.
Ama ben, bu yazının amacı gereği, toplumsal yarar gözetilerek, bireysel bilgilerin haberleştirilmesinin kabul edilebilir olduğunu varsayıyorum. Bir çok basın mensubunun, son dönemde intihar hakkında yazdıkları, söyledikleri ve yayımladıklarının, bir toplumsal yarar gözeterek tasarlandığını kabul ederek, bunun yapılışının yıkımsız ve tasarlanan amacına uygun gerçekleşebilme yolları hakkındaki kişisel görüşlerimi özetleyeceğim.
İntihar ettiği için haber olan bir gencin bir “şöhret”e dönüştürülmesi (yani, özel sayılan herşeyinin herkesçe bilinmesi), o gencin ailesi, kuşakdaşları, intihar riski taşıyan kişiler, çocuklarını intihar sonucu kaybetmiş aileler ve toplumun geri kalanı için ne gibi bir yarar sağlamakta ?
Ölmüş olmak isminizin gizli tutulması hakkından yoksun bırakılmayı getirmeli mi? Hayatta kalan bir çocuğun intihar girişiminde, ya da herhangi başka bir adli özellik taşıyan durumunda, adını haberlerde açıkça belirtmeyip, baş harflerini kullanmak, çocuğu esirgemek ve teşhir etmemek gibi olumlu bir amaç taşıyor, herhalde. Aynı özeni, ölmüş bir çocukta göstermek, bu ölümün iz bırakıcı bir yara oluşturmasını (onun anısının sahiplerinde, örn. anne-baba, kardeş, arkadaş, öğretmen, komşu, vs vs) önlememizi sağlayabilir(di).
Ölen çocuğun kimlik özelliklerinin vurgulanması ve mensubu olduğu grup, okul, cinsiyete genellenmesi bir yarar getiriyor mu? O kimliğin bilinmesi, başka insanların bir önlem almasını, durumdan dersler çıkartmasını sağlayacaksa bile, bu soruya ne kadar evet denebilir... Gözaltına alınan kişilere gösterilmesini beklediğimiz özeni mahremiyet açısından bu durumda da göstermek beklenmeli.
Çocuğu ölen ailenin “teşhir”i, kendi gönülleriyle bile olsa, ne işe yaramakta? Sadece bir suçlama ve şeytan taşlama furyasına dönüşüp, ne o aileye bir destek, ne de çocukları depresyon geçiren, intihar riski taşıyan ailelere bir aydınlatıcı katkı olmakta. Bu tarz bir kampanyanın, bazı ailelerin ve çocukların çekinmesine ve ürkmesine, yardım arayışlarını durdurmasına ve ertelemesine sebep olduğunu görüyoruz (ruh sağlığı alanında çalışanlar).
Anne-baba çocuklarının durumunun başka çocukların başına gelmesini önlemek, dersler çıkartılmasını sağlamak gibi bir amaçla, kendi yaşadıklarının toplumun kalanıyla paylaşımını isterlerse... Acı tazeyken, bunu yapmak zor. Acının ilk etkisi geçtikten sonra, suçlama ve hedef şaşırtma gibi istenmeyen sonuçların önüne geçebilmek için, medya mensubu ve aile, bu paylaşımın etkilerini azamileştirmek amacıyla medya kuruluşunun ve ailenin danıştığı uzman kişi/kişiler (belki bir meslek örgütü temsilcisi, ya da bu alanda otorite sayılabilecek bir ehil insan) bir araya gelip, bu kişisel felaketi, yapılacakları iyice ölçüp biçerek, olumlu sonuçlar verecek hale getirebilirler. Bu noktada medya eşsiz bir toparlayıcı rol oynayabilir.
Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın Türkiye Yeniden Nasıl Yapılanıyor? |
|
Eski öğretim üyesi, yeni bürokrat Başbakanlık Müşteşarı Ömer Dinçer; eski politikacılar yeni öğretim üyeleri Uluç Gürkan ve Gökhan Çapoğlu bir araya gelmişler "Yeni Kamu Yönetimi Tasarısı" nı, daha doğrusu bu tasarıyla birlikte birbiri ardına devreye alınacak yedi ayrı yasa ile "Türkiye'nin Yeniden Yapılanması"nı konuşacaklar, yanı başımızda..
Mutlaka izlenmeliydi, biz de öyle yaptık.
Sayın Müşteşar hiç bir nota bakmadan kesintisiz bir saatlik öyle bir sunuş yaptı ki, kürsüde kuşkusuz dersine iyi çalışmış, sık sık tekrarını yapmış (son günlerde sahiden de yapıyor), eleştirilere ya da olası sorulara bile yanıtları önceden veren bir çalışkan öğrenciydi sanki.
Beklendiği gibi, merkezi yapının (bilmem devletin diye mi okumalı) iyi çalışmadığından, hantallığından söz etti Prof. Dinçer. Hatta Maraşlı şişman bir yurttaşın giderek artan kilosunu, onun hareketsizliğini, üretimsizliğini işaret etti yapının bugünkü halini tanımlarken. "Üretemessek batarız." dedi üzerine basa basa.. Sonradan da dinleyenleri can evlerinden vuracak örnekler sıraladı. "Köy Hizmetleri'nin etkin kullanamadığı para üç temel erkten yargı'ya ayrılan bütçe'nin birkaç misli" dedi Sayın Müşteşar. "İşçiler merkezden sahaya ulaştıklarında saat onbiri bulmuştur, yarım saat çay dinlencesi, bir saat sonra öğle yemeği, saat üçte de akşam üzeri merkezde olacak şekilde dönüş başlar, verim bunun neresinde ?" diye sordu. Milli Eğitim'de her ay binlerce öğretmenin işe gitmeden maaş aldığından, yeni diplomalıların iş bulmak için milletvekili kovalamasından, kendisinin Hakkari'nin bir küçük beldenin belediyesine sekreter alınması için birkaç saat meşgul edildiğinden vb.. söz etti..
İzleyen herkes gibi biz de, "Derhal son verin bu tuhaflığa" diye bağıracaktık neredeyse..
Derken Prof. Dinçer bu hantallığı aşmak için neleri, niçin düşündüklerini anlatmaya koyuldu. Yeni hazırlanan yasalarla; İçişleri, Maliye, Adalet ve Çalışma Bakanlıkları dışında kalan tüm uygulamacı bakanlıkların taşra örgütlenmelerinin kaldırılmaktaydı. Başta eğitim ve bayındırlık hizmetleri olmak üzere merkezi yönetime ait 17 temel yetkinin yerele-İl Özel İdarelerine ve Belediyelere-aktarılacağını açıkladı Müşteşar Dinçer. Böylelikle merkezin hantallığı parçalanacak ve yerelin hareketliliğine sığınılacaktı.
Yeni düzenlemelerle devletin üniter yapısının değiştirilip, fedaratif bir yapıya doğru yönelme tehlikesineden söz açanların, yerel yönetimlerin yargı, vergi ve güvenlik birimlerinin bulunmadığını göz ardı ettiklerini ve konuya 'ideolojik' yaklaştıklarını belirtti Sayın Müşteşar.
Burada küçük bir parantez açalım. Bu 'ideolojik yaklaşım'da neyin nesi allahaşkına? Ne zaman bilimsel, yanıtlanması kolay olmayan eleştiri ve sorularla karşılaşsalar yöneticiler, 'ideolojik' deyip çıkıyorlar işin içinden. Örneğin Ankara Belediye Başkanı'na trafik uygulamalarında niçin bilimi dışladığı soruluyor. Yanıta bakınız: "Bunlar ideolojik söylemler". 'Şu nedenle, bu şekilde yaklaşarak bilimsel davrandık' diyeceğine? Belki de diyemediği için..
Sayın Dinçer'e göre bu yeni hazırlıkların Dünya Bankası, IMF ve AB tarafından istendiği, yönlendirildiği savı da havada kalmaya mahkumdu. Çünkü bazı yabancı kuruluş temsilcileri yardım için gerçekten bu tasarıları hazırlayan ekibe yanaşmışlardı. Ancak kendisi onlara "Bize en iyi yardımı gölge etmemekle verirsiniz" demiş ve gerisin geri yollamıştı heyetleri!
Başbakanlık Müşteşarı yasalarla yaşama geçirilmek istenenin bir dönüşüm bir yeniden yapılanma olduğunu vurgulayarak, "Gelin destek olun. Bu değişimi hep beraber başaralım." diyerek sözlerini tamamladı.
Daha sonra konuşan Sn. Uluç Gürkan özellikle belirtilen yasaların uygulanmasıyla, iller, bölgeler arası eşitsizliğin artabileceğini ve ülke insanlarını birarada tutan bağların zayıflayıp, ayrıştırıcı unsurların kaşınabileceği endişesini taşıdığını belirtti. Merkezi yapının zedelenip, yerel unsurların güçlenmesi dağılma ve ayrışmanın başlangıcı olabilirdi Uluç'a göre ya da daha başkaları tarafından daha kolay kontrol edilebilir bir yeni gevşek yapının.
Gürkan, aynı yöndeki değişiklerin zaten yapısında fedaratif özellikler bulunan bazı Avrupa Ülkelerinde bile zamana yayılarak ve bizdekilerin oransal olarak küçük bölümleriyle gerçekleşmekte olduğuna dikkat çekti. Oysa bizdeki hazırlık öyle bir kontrolsüz ve topyekün başlamıştı ki, bugün çok eleştirilen metinlere bile yoğun itirazlar sonucu atılan önemli geri adımlarla gelinmişti. Şimdiki merkezi yapının çoğunluk işletenlerinden kaynaklanan sorunlarının çözülmesi gerektiğine katılmamanın mümkün olmadığını dile getiren Uluç Gürkan ancak yapıyı düzeltmek yerine yerle bir etmenin aynı şeyler olmadığının altını çizdi.
Uluç Gürkan'ın konuşmasının son bölümünde vurguladığı hususlar daha da dikkat çekiciydi. Yeni düzenlemelerle katılımcılığın, saydamlığın sağlanacağına yönelik hiç bir somut işaret ve biçim bulunmadığını belirten Gürkan, uygulamaya yönelik tüm olumsuzlukların olduğu gibi ve daha da kontrolsüz biçimde yerel yönetimlere aktarılmasından da endişe ettiğini anlattı.
Nihayet, Uluç Bey Avrupa Birliğinin 70 milyonluk, ortalama gelir seviyesi düşük kocaman bir ülkeyi hazım etmesinin mümkün olmadığını, ancak Yogoslavya'nın parçalanıp, Avrupa'ya yakın unsurlarının Birliğe entegre edilmesine benzer bir planın bu yeni dönüşümle Türkiye'de denenmesi olasılığını herkesin yüzlerce kez düşünmesi gerektiğini söyledi. İstanbul gibi bir bölgeyle bütünleşerek Türkiye'den ayrılacak parçalar üzerinden doğuyla komşu olmanın kimi 'yabancı ve yerli grubun' pek işine geleceğini hiç unutmamamız lazım diyen Uluç Gürkan, hangi bahaneyle olursa olsun, dünyanın Yogoslavya parçalanışına benzer bir yenisini yaşamaması gerektiğine inandığını belirtti.
En son söz alan Sn. Gökhan Çapoğlu ise temel bazı başlıklarda eleştiriler ve çekinceler açıkladı. Çapoğlu'na göre 80'lerde ortaya konan mali değişim'in alt ve üst yapısının kapsamlı ve ayrıntılı hazırlanmamasının sıkıntısını toplumca 90'lardaki kaotik ortamla yaşamıştık. Şimdi yine hızlı bir değişikliğin yeni bir kaotik durum çıkarması pekala mümkün olabilirdi.
Müşteşar Dinçer; özel sektör kamunun bazı özen gösterdiği hususları anlamaya, kamuda özel sektörün titizliklerini algılamaya başladı bu nedenle tasarılarda geçen özelleştirmelerden, müşteri sözcüklerinden gocunulmaması gerektiğini bildirmişti. Çapoğlu bu bölüme hiç dokunmadan, düzenlemelerin getireceği bazı görevlilerin değişen iktidarla değişmesiyle zaten olmayan devlet yönetim geleneğinin, normlarının bir daha hatırlanmamak üzere tamamen ortadan kalkabileceğini belirtti.
Çapoğlu ayrıca, insan malzemesi eğitilmemiş, rafine edilmemiş bir ülkede işlerin, kimi uygulamaların merkezden yerele taşınmasıyla, kalitesinin yükselmeyeceğini ancak yaşanmakta olan sıkıntılarında yerinin değişebileceğinin altını çizdi.
Gökhan Çapoğlu ayrıca belediyelerin uygulama ölçeğinin hep dar olduğunu, şimdi bu dar ölçekte üstelikte yeterince deneyimli ve kaliteli olmayan elemanlarla daha büyük işlerin nasıl daha iyi yapılabileceğinden kuşku duyulması gerektiğini de sözlerine ekledi.
Çapoğlu'nun en ilgi çekici saptamaları ise notlarının son bölümünde yer alıyordu. Konuşmacı; "Bugün, 'ülkeye ait bir ulaştırma planı' örneğinde olduğu gibi sektörel planlamalar yapamıyoruz, peki yeni düzenlemelerle yapacak mıyız? Sanırım, yine mümkün olmayacak." dedi. Konuşmacı benzer şekilde kentlerin yıllardır kuralsız ve ranta dayalı yapılaştığını belirtip, kentleşmenin- bile- merkezden yönlendirilmeye gereksinim duyduğunu oysa yeni düzenlemelerin bırakın şimdiye kadar gerçekleşmeyeni bu tür gereksinimleri, onların düşüncesini bile ortadan kaldıracağını söyledi.
Hep kendi kendime derim; bu tür paneller, konuşmalar mümkün olduğunca sonuna kadar, ayrıntıları yakalıyabilecek bir dikkatle izlenmelidir. Bazen salondan bir soru ya da bir katkı, en sona sığışmış bir gözlem, tüm bir dökümden daha aydınlatıcı, daha anlamlı bir yaklaşım sağlayabilir. Bana kalırsa, bu panelde de böyle bir sürpriz oldu. Salondan bir dinleyicinin, sakin ve sessizce yaptığı bir kısa kişisel yorum sanırım anahtar bir bakış açısını içeriyordu.
Dinleyici dedi ki: "Bu bir dizi düzenlemeyle ülkenin bir değişime uğrayacağını, bunun yönetimle sınırlı olmayan anlayışları da değiştirecek bir reform olduğunu savlıyorsunuz. Bu kadar kapsamlı etkileri olabileceğini ben de şimdiden kavrıyabiliyorum. Tarih boyunca reformlar toplumları daha ileriye götürmek için toplumun alt ve üst yapılarını kapsamlı değerlendiren gelişmiş bir anlayış ve ilerici lider kadrolarınca olgunlaştırılıp, yaşama geçirilmişlerdir. Türkiye'de sistemin tüm olumsuzluklarından etkilenerek gelmiş yönetimler ve onların malum eğitim, anlayış ve kültür yapıları ilerici reformlar üretip, uygulayabilir mi? Böyle bir nitelikleri yoksa 'değişim' dedikleri ne olabilir?
Biliyorum yine uzun bir aktarma, paylaşma oldu. Ne kadar ve ne zaman gerçekleşir birlikte göreceğiz ancak herkesin bu değişiklik önerilerini daha iyi anlamaya, getirecekleri konusunda kafa yormaya gereksinimi var.
Daha doğrusu hepimizin kafa yoruşlarına ülkenin gereksinimi var.
Hele şimdi.
Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Günden Kalanlar : Ebru Kargın BİR FOTOĞRAF BANA KALAN... |
|
Hadi sende gir bu satırlara... Sığ kelimelere, sığabilirsen... Aslında üç satır sensin, gerisi benim yaşattığım sen... Bu satırları okuyan herkes çok kızacak biliyorum ama, az sonra seni yaşatmaktan vazgeçmiş olacağım. Çünkü biliyorum ki en kötüsü, varken, yokmuş gibi davranmak ve yokken varmış gibi kendini kandırmak...
...............
Bana göre çok eski zamanın birinde tek bir anı var ona dair. İzmir Alsancak Stadında ki Galatasaray - Altay maçını seyretmiştik ikimiz. O gün bana söz verdirtmişti, Galatasaray ne durumda olursa olsun onun taraftarı olmaya devam edeceğim. Hala Galatasaray' lıyım. O ve ben olarak tek bir anı sahibi olduğum ve yaşatmak istediğim için hep Galatasaray' lı olarak kalacağım.
7 Kasım 1990
Klasik bir yağmura tutulmuş İzmir Gecesi...
- Neden gidiyorsun ?
- Gitmem gerek...
- Neden ?
- Gitmek istiyorum...
- Seni özlerim...
- Bende seni özleyeceğim...
- Gitme...
Tüm 6 Mayıslarda aradım onu hep, hiç birini sektirmeden. Eğer uyuyorsam saati ayarlar, gece 00:00 da uyanıp aradım hep, ilk arayan ben olmak için...
- Doğum günün kutlu olsun...
- Teşekkür ederim, aradığın için sağ ol.
- Yine ilk ben aradım değil mi ?
- Evet.
O beni hiç aramadı, hiç bit doğum günümde, daha önemlisi iyi günümde, kötü günümde hiçbir şart gözetmeksizin aramadı. Üzülsem de hiç sorun etmedim. Bu önemli değildi, kalpler bir olsundu. O aramıyor diye aramamak hiç bana göre bir şey değildi zaten.
Sonra ne oldu, ne oldu da çıkmaz oldu telefonlara ? İşte bu önemliydi. Ama bir süre sonra duydum ki hiçbir sorunu yokmuş... Bunu öğrenince meraklanmaktan vazgeçmiştim.
Yine bir 6 Mayıs, " açmaz ama, şansımı deneyeyim " diyerek aradım. Aslında küsmüştüm, küs, kırgın ve kızgındım. Ben ona ne yapmış olabilirdim ki ?
6 Mayıs 2000
- İyi geceler...
- İyi geceler...
- Müsaitsin umarım ?
- Kimsin ?
Kim miyim ? O ana kadar hala biri olduğumu sanıyordum onun için... Değil miydim ?
- Ben Ebru.
- Hangi Ebru ?
Ne kadar üzdü beni bu cümle... " Hangi Ebru" ... Pek çok Ebru olabilir. Ama onu her
6 Mayısta ilk arayan pek çok Ebru' dan kaçıncısı olabilirim ?
Bu cümlenin yarası kapanmazdı kendi kendine, kapanmadı da... Kapanmadığı için onu bir daha hiç aramadım.
................
1 Ağustos 2001
Ne kadar olmuş görmeyeli ? 11 yıl, ne kadar uzun... 11 yıl sonra, bu kapıdan içeri girecek öyle mi ? Öyle...
Gidip bir hediye alsam, mesela mavi bir gömlek alayım. Acaba mavi rengi sever mi ? Maviyi sevse gömlek sever mi birde o var ? Yada en iyisi, onu görünce buna karar vermek daha doğru olur.
Bekliyorum... Gelecek... Birazdan gelecek, sarılacağız ve tüm kırgınlığım bitecek. Konuşacağız uzun uzun, anlatacak bir bir...
İşte karşımda...
Sarılıyoruz, deli gibi sarılıyoruz. Ağlıyorum... Duramıyorum daha çok ağlıyorum. Durdursa ya beni... Durduramaz ki... Elimi ayağımı nereye koymalıyım bilemiyorum, yanı başına oturuyorum, konuşamıyorum, konuşmuyor... Kendimi aciz bir kedi yavrusu gibi hissediyorum. İlk gün ya, geçecektir elbet...
2 Ağustos 2001
Banyoda tıraş oluyor. Kapı aralık ve bu aralıktan, sanki zaman tüneli içinden geçer gibi yanına gidiyorum. Erkeklerin bu kadar süslü olduğunu bilmiyordum. O ne malzeme öyle, benimkiler yanında gariban kaldı... Aynadan bakarak konuşuyor bana...
- Günaydın, uyandırmadım inşallah...
- Günaydın. Yok hayır kendiliğimden uyandım.
- Aman iyi bari, bende tıkırtıma uyandın sandım.
- Ne kadar süslüsün sen böyle ...
- Sen de öyle, dünya kadar krem, makyaj malzemesi, şişe şişe parfüm... Kuzum ne yapıyorsun sen Allah Aşkına bunlarla...
- Senin yaptığını... Tıraş olmuyorum tabi.
- Güldürme bak, keseceğim yüzümü yanlışlıkla.
- Aaaa sende elektrikli diş fırçası kullanıyorsun.
- Evet, ne olmuş ? Normal fırça kullanamıyorum.
- Ben de, sadece bununla fırçalayabiliyorum, şaşırdım. Sanki yer yüzünde bir tek elektrikli diş fırçasını ben kullanıyorum sanıyordum.
- Demek ki tek değilmişsin.
Yanına yaklaşıyorum. Aynada iki yüz yan yana oluyoruz. Boşluğa bakar gibi bakıyoruz.
Boşluğa ama derinlere. İşte yine zaman tünelinden geçiyorum. Dün oluyorum, bu gün oluyorum, yarın oluyorum. Bebek oluyor yüzlerimiz, çocuk oluyor sonra, gençleşiyor, olgunlaşıyoruz... Ve yaşlandırıyorum ikimizin suratını, onu da aklımda ki zaman tüneline sokuyorum. Dalıyorum, dalıyor...
- Dedikleri kadar varmış...
- Ne o ?
- Çok benziyoruz birbirimize.
- Evet kesinlikle.
- Gözlerimiz aynı gibi, benim ki daha yeşil sadece. Saç rengimiz de aynı, ten rengimizde.
- Benim yüzüm senin ki kadar küçük değil sadece, gerisi aynı gibi...
- Şuraya bak gören kardeş sanır ikimizi... Kahve ister misin ?
- Evet lütfen. Sen hazırla bende yüzümü yıkayıp geliyorum.
Oturuyoruz mutfak masasında. Kahvenin zaman tünelinde yayılmış kokusu geliyor
burnuma. Geçmiş oluyor gene... Gözüm takılıyor kahve fincanına...
- İlk defa mı görüyorsun, senin fincanların bunlar.
- Ha evet, evimi beğendin mi ?
- Evet çok güzel ve zevkli.
Onun ki nasıl acaba ? Benim evimde onun çerçeveli bir fotoğrafı var, onunkinde de benim var mıdır ki ? Sorsam mı ? Saçma...
- Neden geldin ?
- Gelmem gerekiyordu geldim.
- Tıpkı gitmen gerekiyordu gittin gibi mi yani ?
- Bilemiyorum...
- Senin nedenlerin gereklilikle örtünmüş, ama asla açıklaması olmayan şeyler.
- Belki...
- Gizemi bırakır mısın lütfen...
- Ne dememi bekliyorsun...
- Hiç... Tamam sormamış say...
O gece, sabaha kadar müzik dinliyor ve içiyoruz. İkimizde votka seviyoruz. Sarhoş ve komiğiz. Asla geçmişe dair konuşmuyor, sadece gülüp eğleniyoruz. Yarın gidiyor ve dram istemiyorum. Hala Galatasaray' lısın değil mi ? diye soruyor, evet diyorum. Re re re, ra ra ra Galatasaray Galatasaray Cim bom bom diye diye uyuya kalıyoruz.
3 Ağustos 2001
- Artık vedaları kaldırmıyor kalbim. Hayatım boyunca hep vedalaşıyorum, bundan bıktım artık.
- İyi de biz vedalaşmıyoruz ki...
- Ya ne yapıyoruz ?
- Ben sadece evime ve işlerimin başına dönüyorum hepsi bu.
- Yani...
- Yani, bundan böyle hep görüşeceğiz. Hem biliyor musun İstanbul' dan Marmaris'e haftanın neredeyse her günü uçuş var.
- Tamam sıklıkla görüşeceğiz artık. Bu güne dek neden neyse, artık önemsemiyorum. Telefonlarıma cevap vermeyi unutma lütfen.
- Merak etme ve en kısa sürede gel.
- Hoşça kal.
- Hoşça kal.
Bu son görüşmemiz oldu. Beni yine kandırdı, 11 yıl sonra yine aynı şeyi yaptı. Bir daha hiç aramadı, aradığımda da cevap vermedi. Peki neden çıkıp gelmişti, vicdanını mı sorguladı ? Sorguladı ve değmez olduğuna mı karar verdi ? Ben ona ne yapmış olabilirdim ki ? İki yabancı olduk yıllarca, üstelik neden olduğunu bilmediğim bir yabancılık. Yabancı olamayacak kadar yakındık halbuki, birbirimizi tanımasak ta...
Artık edindiğim tecrübeye, daha önce duyup, düşündüğüm şu cümleyle etiketlendirip, rafa kaldırıyorum; "İnsanların aynı kandan gelmesi değil, aynı candan gelmesi önemlidir " Biz ne aynı kandan gelmeyi, nede aynı candan gelmeyi beceremedik... Bundan sonrada istesek de beceremeyiz. Şimdiyse sadece biyolojik olarak ve kütük kayıtlarına göre ağabey ve kız kardeş sayılıyoruz. Ve artık nedenlerle ilgilenmemeyi öğrenmiş bir kız kardeş olarak, kardeş olmayı reddediyorum.
Bunları neden mi yazdım ? İki nedeni var birincisi, yazmak ve zamana geri yollamak için en iyi yol buydu kendi adıma. Başka bir yol bulabilseydim yazmazdım... İkincisi, belki kıyıda köşede yada uzakta, bir sebepten hatta çok geçerli nedenlerden ötürü unutulan birileri varsa, neler hissettiğine dair bir anlık düşündürtmek için...
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Nurettin Hatipoğlu |
Büyük Plan
İstanbul da patlayan bombalar her platformda olduğu gibi km ında da tartışma konusu oldu.. Ancak özellikle okuyucuların yorumlarından da anlaşılıyor ki insanımızın kafası hala karışık. Hala olup biteni anlamış değiliz ve adeta karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalışıyoruz Amerikalı bir diplomatın bir sözü vardır. " politikada hiçbir olay tesadüf değildir. Her şey çok önceden hazırlanmış bir planın sadece birer parçasıdır".
Öyleyse son olaylar neyin bir parçası? Oldukça flü görünen fotoğrafın hangi karesi?
Elimizdeki bu kareyle tüm fotoğrafı görebilmek açıklayabilmek mümkün mü? Sebepleri bilmeden sonuçları sağlıklı değerlendirebilir miyiz? Uzundur belli bir dengede duran gezegenimizi kan kızıla boyayan bu büyük plan ne olsa gerek?
Bilindiği gibi ABD, komünizme karşı savaşını, soğuk savaş dönemi boyunca milliyetçi ideolojileri kışkırtarak, faşist baskıcı yönetimleri işbaşına getirerek sürdürmüştü. Fakat 1980 lere gelindiğinde Pentagonun ünlü teorisyenlerinden Brezezinki'nin ortaya attığı Yeşil Kuşak Teorisi gereğince komünizmi kuşatmak için dinsel ideolojilerin desteklenmesi gereği ön plana çıkmıştı. Brezezinski ye göre din ideolojisini sağlam almış bulunan insanlar, doğası gereği kaderciliğe daha yatkındırlar. Yerleşik otoriteye karşı çıkmak yerine, daha bir itaatkar olabilirlerdi. böylece Sovyetlerin etrafı Afganistan Pakistan İran ve Türkiye olmak üzere sağlam bir şekilde kuşatılacaktı. Konumuz aslında yeşil kuşak teorisi değil. Ancak bu teori gereğince başta Pakistan Afganistan ve Türkiye ye büyük paralar aktarılmış, yerli hükümetlerinde desteğiyle islamın siyasallaştırılması devlet politikaları haline getirilmişti. Amaç, batı kapitalizminin çıkarlarına darbe vuran İran tipi radikal bir islam yerine, batının çıkarlarıyla çatışmayan, tersine onunla çakışan, bekçiliğini yapan ılımlı bir islami kuşak yaratmaktı. Bu sayede hem yeni İran'ların ortaya çıkışı önlenebilecek, hem de Sovyetlere karşı sağlam bir kale örülecekti. Usame bin Laden ve onun örgütü El Kaide tamda bu tarihi peryotta bizzat CIA tarafından kurulmuştu. Bunun aksini Amerika bile inkar etmiyor. Peki bizzat kurdugu, bütün finasman kaynaklarını bildiği, örgütün çok sayıda militanını bizzat eğittiği, el altından denetlediği bu örgütün bu gün tam bir muamma haline gelmesi ne derece inandırıcıdır?
Tam bu noktada bir parantez açarak bir başka konuya değinelim sonra fotografın parçalaırını hep birlikte bir araya getirelim. 1980 lerın sonlarına gelindiğinde
yine pentagon teorisyenlerinden Hemtinton birden 21. yüzyılın çelişkilerine değiniyor, bu yüzyılın medeniyetler arası çatışmaların yüzyılı olacağını söylüyor. Daha ortalık yerde medeniyetler arası çatışma filan bile yokken bugün Amerika da çete diye nitelenen J:W.Bush ve ekibi pentagonun karanlık odalarında devlet yönetimi üzerine dersler alarak yıllar sonraki seçime hazırlanmaları ve de medeniyetler çatışması denilen şavasın bu ekiple birlikte başlamış olması sadece bir tesadüften mi ibaret? Peki yüzyıldan bu yana amerikanın her dediğini yapmış, ayrıca bir uydu devletler topluluğu gibi davranmış bir islam ülkeleri topluluğuyla neden çatışsın amerika? Zaten emrinde değiller mi diye masum bir soru gelebilir akla. Oysa hepimiz artık çok iyi biliyoruz ki Amerika nın yaşadıgımız yüzyıla ait en temel stratejisi Avrasya ve Ortadoğu ya hakım olabilmek, bu bölgelerdeki petrol ve doğalgaz zenginliklerini fiilen kontrolu altına alarak gelişen Çin ve Avrupa ekonomileri karşısında süper güç olma iddiasını sürdürmekten geçiyordu. Peki bu bölgelerde de facto durum yaratmak için Avrupa ya mı saldıracaktı? Çin e mi Japonya ya mı? Neyin olacağını değil , neyin olmayacağını kendimize sorarak cevap bulmaya çalışalım.Nükleer silahlanmanın eriştiği boyutlar dikkate alındıgında bunu göze almanın aynı zamanda intiharı olabileceğini pek ala biliyor ABD. İşte tam da bu politikaları için bulunmaz taşaron El kaide den başkası olamazdı.
Bir kez daha düşünelim. Dünyanın dört bir yanında darbeler yapan yaptıran CIA her nedense bir manga insanın (üstelik o güne kadar CIA tarafından her yerde aranıyorlar) bir sürü uçak kaçırmasını ve ikiz kuleleri vurmasını gözden kaçırabiliyor!!!!! Gelişen teknolojı sayesinde gökten yerdeki karıncanın bile hareketini izlediğini iddia eden Amerika nın bunların bir tanesini bile farketmemiş olması mümkün mü? Aklı salim hangi insan buna evet cevabı verebilir? Kuşkusuz ki el kaide şimdilerde anti amerikancı bir kulvarda. Oysa son gelişmeler gösteriyor ki kesinlikle bu kanlı örgütün içinde önemli miktarda CIA ajanları bulunmaktadır. Her El Kaide saldırısından en az bir hafta önce nereye saldırıda bulunacağı bile Amerika tarafından istihbarat edilmekte tüm bu bilgiler basına sızdırılmaktadır. İpleri elinde olan bu kuklayı neden mi oynatıyor hala? Hemtinton'ın "yüzyılın satranç oyunu" dediği planın yürümesi için. Amerikan işgal politikalarını dünya halklarının gözünde meşru kılabilecek daha güzel ne olabilirdi ki. Büyük devletler büyük planlar yaparlar. Evet, politikada hiçbir şey tesadüf değildir
Büyük planın en büyük halkasını da kanımca Türkiye oluşturuyor. Bu bir paranoya değil. B.Clinton Türkiye ye yaptıgı ziyaret sırasında "20. yüzyılın kaderini Türkiye belirledi 21. yüzyılın kaderini de yine Türkiye belirleyecek" demişti. Anlatmak istediği neydi acaba.? Atatürk Çanakkale de emperyalist ordulara dur diyerek Rusya ya geçişlerini de engellemişti.
Her ne kadar kendi ülkesine yapılan saldırılara dur demişse de hesapta olmayan bir sonuç, Sovyetlerde Bolşeviklerin iktidara gelmesi gibi siyasal bir gelişmeye de sebep olmuştu. Böylece dünyanın gerçekten kaderini değiştiren bir savaş olmuştu Çanakkale. 21. yüzyılda dünyanın kaderin nasıl değiştirecekti Türkiye? B.Clinton ne demek istemişti? İçerdeki şakşakçı basın bu sözleri her ne kadar iyi niyetle söylenmiş "sıcak" sözler olarak yorumladıysa da, büyük devletleri yöneten insanların her söylediklerinin altında derin sebeplerin olduğu gerçeği göz önüne alınırsa üzerinde düşünülmeye değer bence. Hep birlikte düşünelim istiyorum. Eh yani, herkes Tayyip değil ya "alırım ayağımın altına ha?" desindi.
Bugün yaşananlar, saldırganı tek olan bir 3. dünya savaşıdır. Askerlerimizin başına geçirilen çuvallar ve istanbul da patlayan bombalar aslında Türkiye yi bu savaşın içine çekme provasından başka bir şey değildir. Olayın Türkiye ayağı ise başlı başına ayrı bir yazı konusu.
Saygılarımla.
Nurettin Hatipoğlu
Yukarı
|
BEN BİR KÖPEĞİM
bakın, ben sadece bir köpeğim. sadece bir köpek!
sokakta doğdum, bazıları gibi ''cins'' değildim. hani o pet-shoplarda görüp bayıldığınız ''ha ne sevimli şey...ay yazık buna...'' olamadım hiç. onlara gösterdiğiniz sevgi ve anlayışı hak edemedim hiç. çunku ben sokaktaydım, ben cins değildim, ben pistim.
ben sadece bir köpeğim. sokak köpeği!
sizlerin tehlikeli bulduklarından, kuduz diye korktuklarından,
korkuttuklarından. kendi korkularınızı herkeslere aşılayıp hedef
gosterdiklerinizden.
o korkularınız ki bizleri barınaklara hapseden, bizleri zehirleten, pompalı tüfeklerle vurduran.
o korkularınız ki bizleri tekmeleten, iten, kakan, demir sopalarla işkence eden.
o korkularınız ki 5 yaşında cocuğu bile bize taşla saldırtan.
o korkularınız ki 10 yaşındaki çocukların bizleri dövüştürmesine sebep olan ve en acımasızı da siz insanoğlunun çocuklarının bundan zevk almasına, bununla eğlenmesine sebep olan.
o çocuklar ki daha 10 yaşında, daha aşkı, sevgiyi, paylaşmayı öğrenmeye çalışan ama hepsinden önce işkence etmeyi ve bundan zevk almayı öğrenen.
o insanoğlu ki kendine hiçbir zararı olmayan hayvanı boynuna teller geçirip boğan.
bazılarımız bugün pompalı tüfeklerden kurtulmuş, uyutulmaktan kurtulmuş, sözüm ona ''ölüm''den kurtulmuş, barınaklarda.
siz hiç ''ölüm'' kokusunu içinize çeke çeke yaşadınız mı?
siz hiç sürekli bağıran, can çekişen ırkınızla birlikte bokunuzun içinde yaşadınız mı?
siz acaba hiç vücudunda kan kalmamış, 2 aylık yavru bir köpeğin, damarı bulunamazken çıkarttığı insan yavrusu sesini duydunuz mu?
siz hiç ağlaya ağlaya, bağırsaklarınız düğümlenmiş, vücudunuzun tamamını iltihap kaplamış öldünüz mü?
hiç sizi bir kafese kapattılar mı sizin gibi 15 tanesinin olduğu? ve siz bu kafeste sadece zayıf olduğunuz için saldırıya uğradınız mı, diğerleri tarafından parçalandınız mı? ''bir tane eksilirse bize daha çok yemek kalır'' diye parçalamaya kalktılar mı? biri kolunuzda, biri bacağınızda, diğeri sırtınızda, diğeri boğazınızda, aynı anda 8-10 tanesi üzerinizde ve siz avaz avaz bağırırken insanların bile birşey yapamadığı oldu mu? ve siz bu parçalanma sırasında mücadeleyi bırakıp ''tamam, artık öldüm'' dediniz mi? ''artık öldüm'' deyip de sizi parcalasınlar diye bırakıp herbiri vucudunuzdan bir ısırık alırken öylece yattınız mı? üzerinizdeki bu lokmaları etinizden ayırabilmek için üzerinize soğuk su püskürttükleri ve sizin artık bunu da duymadığınız oldu mu? sonra insanlar gelip sizi kanlar içinde, sırılsıklam dışarı çıkardıklarında, tedavi altına aldiklarında ''ölüm şokuna'' girip iyileşmek yerine öldünüz mü?
boynunuzdaki yaralardan yemek yiyemezken sizi şırıngalarla besleyip yaşatmaya çalıştı mı birkaç iyi insan?
ya da siz bugün öldünüz ve yarın sahiplendiniz mi?
o hiç gelmeyen sahipler 1 gün geç geldikleri için öldünüz mü?
hani birileri sizlerden bir şekilde haberdar olduğunda ''köpeklerin hepsi sokak köpeği mi, cins arıyorduk biz'' diye sordular mı? daha ''golden retriever''i telaffuz edemeyen ''ben gold arıyordum aslında'' diye arayan, pet-shoplara para vermek istemeyen ama illa ki cins hayvan isteyenler gelmediğinden siz hiç öldünüz mü?
siz hiç apartmanda istemiyorlar diye sahibinin getirip barınağa bıraktığı, bir klube yaptığı, hergün ziyarete geldiği, yarım saat sevdiği bir köpek gördünüz mü? ve bu sahibini sonsuz sevgi ve ilgisiyle karşılayan, asla bu hapishaneye neden terk edildiğini sorgulamayan bir köpek?
siz hiç sırf sahipleri onu terk etti diye hayata küsüp yemek yemeği reddeden, kendini kafesin köşesine yapıştırıp kimseleri yanına yaklaştırmayan, İNTİHAR eden köpek gördünüz mü?
bu mektup bitmez
siz de zaten tüm bunları görmeden, yokmuş gibi yaşarsınız
bizler her türlü işkenceyi,sevgisizliği, acıyı hak eden sokak hayvanlarıyız...
hayat...
Özgün Öztürk ozgun@weblebi.com
http://www.silebarinagi.com
http://www.umraniyebarinagi.8m.com
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.833 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.metropolteknoloji.com/asp/index.asp Metropol Teknoloji tarafından hazırlanmış olan sağlam bir e-ticaret sitesi. Aslında ağırlıklı olarak bilgisayar teknolojilerine yönelik ürünler var; fakat sadece bilgisayar ve yan ürünleri değil, bilgi teknolojilerine yakın diğer bir çok ürünü de bu sayfalarda inceleyebilir, hatta sipariş verebilirsiniz.
http://www.bilyap.com.tr/index.php
...akvaryumun bakımı fazla çaba gerektirmez. Fakat balıklarınızın sağlıklı ve akvaryumunuzun güzel kalması için düzenli bir bakımın gereklerini yerine getirmelisiniz. Bu konuda yapılabilecek en iyi şey, aksatmadan uygulanacak bir bakım takvimi oluşturmaktır. Her iki haftada bir %25 oranında su değiştireceksiniz, diyelim. Haftanın belirlediğiniz bir gününde , örneğin her ikinci pazar günü bu kısmi su değişimini yerine getirmelisiniz...
http://www.screensavershot.com/
Uzun zamandır ilgilenmediğim bir konu, screensaver'lar. Arkadaşlarınızın bilgisayarlarında görüp, defalarca yalvardığınız halde bir türlü size verilmeyen ekran koruyucuların en alasını bulabileceğiniz sağlam bir arşiv.
http://www.fikraci.net/show.asp?grup=3&fikraNo=5546
...Oğlu, Kayseriliden para istedi: - "Baba 500 bin lira verir misin?" Kayserili : - "400 bin mi? Naapcan lan 300 bini. 200 bin neyine yetmiyor. Al sana 100 bin yeter." der ve çıkartıp 50 bin lira verir. Bunun üzerine oğlu pişkin pişkin güler: - "Baba bana zaten 50 bin lira lazımdı." Kayserili : - "Bak kerataya, sahte para vermesem kazıklayacaktı beni.." ... Hep laz fıkrası olacak değil ya.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
|