|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 399 |
9 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Ben Sana Sen Bana!.. |
Merhabalar,
Evet karar verilmiştir. 'Ben Sana Sen Bana' hediye kampanyamızı yineliyoruz. Siteye gerekli bilgileri koydum, ancak web çıkışı olmayan dostlarımızı da düşünerek neyi nasıl yapacağımızı kısaca anlatmak istiyorum.
Sitemizin giriş sayfasında linkini bulacağınız form aracılığıyla kampanyaya katılmak istediğinizi beyan ediyor ve gerekli bilgileri bana yolluyorsunuz. 19 Aralık akşamına kadar başvuruları kabul edeceğim. Hafta sonu tüm isimleri bir kağıda yazıp kavanoza atacağım. Bizim aslanın keyfi yerinde olursa teker teker isimleri çektirecek, kimin kime hediye alması gerektiğini gösteren listeyi hazır edeceğim. 22 Aralık Pazartesi günü de ilgililere gerekli bilgileri vereceğim. Ondan sonra top sizde. Çam sakızı çoban düdüğü bir hediye alıp şansınıza düşen kahveciye ulaştıracaksınız. Eşleşmelerin karşılıklı olmamasına özen göstereceğim. Yani arada kuraya hile karıştırabilirim şimdiden söyliyeyim. Çünkü burada amaç her katılımcı kahvecinin en azından 2 kahveci ile teşviki mesai yapması. Birinden hediye alırken diğerine hediye vererek yeni dostluklar kurulması fırsatı yaratmak istiyorum. Geçen sene 150 katılımcıyla oldukça güzel işleyen bir kampanya gerçekleştirmiştik. Umarım bu sene bu sayıyı daha yukarılara çıkarabiliriz. Web'e ulaşma olanağı olmayan ama kampanyamıza katılmak isteyen kahveciler, isim, yaş, cinsiyet, telefon ve teslimat adresi bilgilerini hediye@kmarsiv.com adresine yollayarak listeye dahil olabilirler. Sorularınızı bugünkü yorumlara ya da kısa mesaja yazabilirsiniz. Fırsat buldukça yanıtlamaya çalışacağım. Kampanyamız vatana millete hayırlı olsun.
Yazılarınız birer ikişer gelmeye devam ediyor. İlginize çok teşekkür ederim. Yalnız birkaç şeyi hatırlatmakta yarar görüyorum. Lütfen yazılarınızı mümkün olduğunca word dökümanı olarak yazıp ekli dosya halinde bana yollayın. Ve n'olur türkçe karakterler kullanın. Sırf bu nedenle pekçok yazıyı bekletmek zorunda kalıyorum. Olduğu gibi yayınlamak istemediğimden düzeltme için uygun zamanı bekliyorum. Güncel yazılarınızı mutlaka bir notla belirtin. Zira genellikle yazıları gelir gelmez okuma fırsatı bulamıyorum. Ve de eğer bir not yoksa, güncel yazı güncelliğini yitirdikten sonra okuyorum ve tabi iş işten geçmiş oluyor. Rumuzla gönderilen yazıları bir kenarda biriktiriyorum ama doğrusunu söylemek gerekirse yayınlamayı düşünmüyorum. Bu konulara dikkat ettiğinizde yazılarınızı mutlaka değerlendireceğimi bilmenizi istiyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir KIRKAYAK |
|
Kırkayağa sormuşlar, önce hangi ayağını atıyorsun diye..
Ayakları birbirine dolanmış ve düşmüş.
Hem evde hem de bir işte mesaisi olan bir anne iseniz, birarada yaptığınız işleri kesinlikle düşünmeden yapacaksınız.
İşten eve dönüş süresince, günün kalan kısmında yapılacak işleri düşünüyorum.
Sağolsun İstanbul trafiği bu iş için bize herzaman inanılmaz imkanlar sunar......
Havanın yağmurlu olduğu günlerde daha da genişleterek....
Eve gitmeden markete uğranacak.... Öğlen sebze yediyse et, et yediyse sebze alınacak.. Öğlen kırmızıysa beyaz, beyazsa kırmızı
Meyveli yoğurdu bitti, akşam muzlu istemişti, mutlaka muzlu yoğurt alınacak, salata malzemesi, meyve, ekmek, süt vs.......alınıp eve gidilecek.
Markete uğrayıp alışveriş yapıldıktan sonra, marketten arabaya, arabadan apartmana taşıma görevi başlamıştır ki... etrafınızda gördüğünüz kambur kadın tipleri bu konunun uzmanlarıdır.
Hele hele hafiften yağmur da atıştırıyorsa, elinizdeki poşetlerle birlikte omuzunuzdan ikidebir düşen çantanıza ve şemsiyeye hakim olmaya çalışarak eve ulaşma çabası, bana hep yıllar önce TRT'de yayınlanan Alman yapımı çocuk yarışmalarını hatırlatır. Hani şu havuza konan kanonun üzerinde, ellerinde su dolu kovalarla, tek ayaklarını kürek yapan çocuklar karşıya geçmeye çalışırlardıya........
Daha zili çalmamla birlikte Aslı'nın içeriden çığlığı yükseliyor,
''Annem geldiiiiiiiiii.........''
Neyseki bu muhteşem sesi duyunca yorgunluğumun en az yarısı gidiyor ve evdeki koşuşturma için biraz güç kazanıyorum.
Kapı açılır açılmaz, boynuma atılmasını beklediğim kızım, daha yüzüme bakmadan, elimdeki poşetleri karıştırarak sorularını ardı arkasına sıralamaya başlıyor.
Sakız almadınmı?
Cips de bitmişti!
Petit Danone neden çilekli değilde muzlu?
Ve bomba...
Ben tavuk yemem.....
Hadiii al başına belayı...
Asıl kırkayak rolü bu andan itibaren başlıyor, daha banyoya gidip elimi yıkarken bir yandan da bakıcıdan o güne ait bilgileri almaya çalışıyorum,
Keyfi nasıl?
Ne yedi?
Kaç saat uyudu?
TV seyrettimi?
Bugün okuldan zarf göndermemişlermi?
Bir yandan elimi yıkayıp, bir yandan bakıcıyla konuşurken, diğer yandan da lavabonun yanına oturttuğum kızımı öpüp kokluyorum. Aklımdan geçenlerse acıkmadan yemeği hazırlayıp, abur cubur istemeden karnını doyurmak.
Biran evvel kendimi mutfağa atıp, Aslı'yı da sandalyede tutmak için önüne 1-2 plastik tabak koyuyorum, tabakların içine mercimekleri, Aslı'nın yanına da 1 bardak su koyuyorum. Birde plastik kaşığı eline tutuşturup 1-2 'de kuru ottan oluşan baharat verdimmi işim biraz hafifliyor.
''Hadi bakalım anneciğim, hangimizin yemeği daha güzel olacak?''
Bir yandan yemeği hazırlarken, diğer yandan salata malzemelerini yıkıyorum, bir elimle yemeği karıştırıp diğer elimle sofrayı kuruyorum, bir adım Aslı'ya hamle yapıp onun yemeğine övgüler dizerken, diğer tek kalan ayağımın üzerinde ''Tavuk Etinin Faydaları'' brifingini veriyorum.
O gün okulda öğretilen yeni bir şarkı varsa ve şanslıysam unutmadan eve kadar geldiyse bir kulağımla şarkıyı dinliyorum ama diğer kulağım heran unutulabilecek mısradan sonra gelecek ''Neydi anne?''de. Dedimya şanslıysam ve unutmadıysa, eğer unuttuysa ve hayatımda ilk kez duyduğum şarkının unuttuğu bölümünü ben hatırlayamıyorsam vay halime........
Bu bölümün maharet gerektiren tarafı, yaptığım yemek onu o kadar cezbetmeli ki, '' senin değil benim yaptığın yemek yenecek'' cinsi bir cümleyle karşı karşıya kalmamalıyım.
Bu engeli de aşarsak, masanın yarısını kaplamış olan Aslı Hanım yemeği döküntülerini temizleyip masaya oturuyoruz.
Kırkayaklığa devam....
Hernekadar artık kendi yemeğini kendi yese de, annelik içgüdüsü işte.... o pilav aldıysa ben yoğurt veriyorum, o çatalını saplıyor ben kesiyorum, o döküyor ben topluyorum, o soruyor ben cevaplıyorum ve o doyuyor ben doyuyorum.................
Şu ana kadar anlatılanlar maratonun ev ile ilgili bölümü.
Bu maratonun birde arabalı ayağı var ki o apayrı bir kategori.
Çocuklu olup araba süren annelere farklı bir sınıf ehliyet verilmeli. A,B,C gibi sıradan bir harf değil Q sınıfı ehliyet.....
Araba sürüp, aynı anda, arka koltuğa elma, armut, cips, ıslak mendil, su servisi yapacaksın,
Beğenilmeyen maddelerin tekrar ön tarafa iadesinde, üzerinden sular süzülen elmaya ve hatta dondurmaya uygun bir yer bulacaksın, sakızının şekeri bitince yenisini sunup, ağzından çıkarttığının arabanın herhangi bir yerine yapışmadan elinden alınmasını sağlayacaksın. Bu arada sadece onun değil, kucağına oturttuğu bebeğinin de arabada sıkılmaması benim mesuliyetim olduğu için, arada bir bebeğe de laf atıp onun da gönlünü edeceksin.
Veee Sertap Erener'in bile benim kadar dinlemediği ''Everyday that I Can'' şarkısını her bitişinde tekrar başa alacaksın...........
Yazarken bile yoruluyorum . Neyseki yaşarken ne yaptığımı bilmeden yapıyorum.
Bütünnnnn bu anlattıklarımın eksiği var fazlası yok. Hepsi doğru, evet yoruluyorum, evet allak bullak oluyorum, evet çok koşturuyorum, evet kendime ait hiç vaktim ayıramıyorum...
Amaaa ne zamanki akşamolup, yatağına yatırıyorum ya,
Hani birde ağzı hafif aralanmış uyuyup kalıyor ya,
Hani lokum gibi dudaklarına bir öpücük konduruyorumya,
İşte o zaman diyorumki,
Bütün bunlara değer,
İyiki o var ve ben iyiki bir kırkayağım.
Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Bir öyküm var anlatacak!.. : Tarkan İkizler Akşamcı dolmuşçunun evlilik hikâyeleri... |
|
Güzel bir yaz akşamı, hava yeni kararmış. Taşları henüz kurumamış serin terasta, yavaş yavaş kurulan sofranın başına oturuyoruz. Mutfaktan gelen kızartma kokuları açlığımızı pekiştirip, iştahımızı açarken, yeni açılan rakının kokusu masaya ayrı bir hava katıyor. Yılmaz abilerin evine ilk gelişimiz.. Yılmaz abinin karısı Muazzez abla masadaki eksik şeyleri getirmek için son kez gittiği mutfaktan dönünce, yarı alaylı bir şekilde Yılmaz abiye sitem ediyor...
-A! Aaa! Anam hemen nerden de buldun yemekten önce açtın rakıyı? Pes vallahi...
-Muazzez başlama yine üç kuruşluk neşemiz var şurda...
-Canım herkes senin gibi mi? Bak!... Çocuğa da doldurmuş hemen...
-Mazot almadan yola çıkılır mı güzelim...
-Ah! Ah! Dolmuşçu kocan olunca işte böyle oluyor Canan hanım, her gece, her gece...
-Aman yenge, sen bir de duraktakileri göreceksin... Gündüz gözüyle içmiyor ya Yılmaz abim...
-Dolmuşçu kocan oluncaymış... Sanki mühendis, doktor olunca içilmiyor...
-Yılmaz lütfen tadında bırak... Zaten çocuklar yeni evli, bizim halimizi görüp de ...
-Ne varmış halimizde yahu?
-Deli anam bu adam, deli.
-Yaa... Yirmi sene evli kalınca, böyle deli de oluyorsun Atilla'cığım işte...
-Bizim daha yirmi gün yeni bitti abi. Yani deli mertebesine yirmi yıldan, yirmi gün eksik...
-Canan hanım nasıl gidiyor yirmi günlük evlilik?
-Yavaş yavaş birbirimize alışıyoruz... Daha çok yeniyiz abla.
-Alışırsınız, alışırsınız zamanla... Sahi Canan hanım, Atilla beyle tanışıp evlenmeniz nasıl oldu?
-Valla ne desem, bilmem ki... Bir sürü iş, koşuşturmaca, yorgunluk... Daha yeni yeni kendimize geliyoruz. Ben kasaya bakıyordum, Atilla dükkâna gide gele tanıştık, konuştuk en sonunda da evlendik...
-Anam siz de yirmi günde bütün heyecanınızı kaybetmişsiniz ...
-Herkes bizim gibi olağanüstü olaylar sayesinde karşılaşıp evlenecek diye bir şey yok ki Muazzez, yorgunluklarına ver artık...
-Olağanüstü olaylar sayesinde mi?
-Bizim sülalede normal yoldan tanışıp evlenen yok ki...
-Nasıl yani görücü usulümü?
-Ohooo! Sen nerelerdesin be Atillacığım. Görücü usulüyle evlenen kaldı mı artık bu devir de?
-E! Ne o zaman abi?
-Dur şu rakıları bir tazeleyelim de, babamlardan başlayayım...
xxx
Kırçıl buz parçalarının salındığı dar rakı bardaklarını tekrardan dolduran Yılmaz abi, bir dikişte bardağı yarılayıp üstüne de bir sigara yaktıktan sonra "nerede kalmıştık?" diyerek söze başladı.
-Babam nasıl oluyorsa, gençken kasabaya gittiklerinden birinde çok güzel bir kız görüyor, çok hoşuna gidiyor. Nerede oturduğunu öğrenmek için evine kadar takip ediyor. O zamanlar babamlar daha şehre gelmemişler, oturdukları yer de köyden az büyükçe, küçük bir yer, ne köy ne kasaba senin anlayacağın. Tabii o zamanlar, öyle "hanımefendi sizinle tanışabilir miyiz?" falan yok, hele öyle yerlerde... Neyse uzatmayalım; Bu hergün kasabaya gitmeye başlıyor, her gittiğinde de kızı görünceye kadar evinin önünde dolaşıp duruyor. Pek konuşamıyorlar ama kızın da gönlü var, belli. Bahçede gülüp kaçıyor filan...
-Kız dediğin, annen oluyor değil mi Yılmaz abi?
-Değiiil! Öyle olsa nesi ilginç olacak.
-E! O zaman kim abi?
-Anlatıyorum dur biraz sabret... Kızın da gönlü var dedik ya, babam buna güvenip gidiyor, evdekilere üç aşşağı beş yukarı durumu anlatıyor. Geç gelmeler, içmeler falan evdekiler anlamışlar zaten de, kimdir, neyin nesidir ayrıntısını tam bilemiyorlar. Babası "iyi bakalım, annen gitsin önce bir konuşsun" diyor.
Elbiseydi, ayakkabıydı, çantaydı derken, annesi gidinceye kadar bir hafta oluyor. Babam o gün erkenden kızın yanına gitmeye niyetleniyor, güya gidecekte "annem görücü gelmeye gün isteyecek, yarın evden ayrılmayın" diyecek. Bu sayede hem kızla konuşma bahanesi yaratırım, hem de ciddi olduğumu anlar diye düşünüyor.
Ama kızın evine yaklaştıkça bir kalabalık, bir gürültü, telaş. Bahçeye yaklaşınca etrafta dolaşan ç ocukların arasında kızın kardeşini görüp "ne oluyor burada?" diye soruyor. Çocukta "bu gece ablam evleniyor" demiyor mu.
Bu başından vurulmuşa dönüyor. Babam önce bir yıkılıyor, ne yapacağını düşünüyor, sonra hemen karar veriyor; bu iş böyle olmaz kızı düğünden önce kaçıracak... Gidip en yakın arkadaşını buluyor, durumu biraz bilen arkadaşı da bu işe üzülüyor ve babama yardım etmeyi kabul ediyor. İş kesinleşiyor kızı kaçıracaklar, hem de hemen, başka çaresi yok.
Düğün evinden kız kaçırmak ne demek, ölüm fermanını kendin imzalıyorsun ama, babam herşeyi göze almış. Uzatmayalım, bunlar kızın evine gidiyorlar. Yavaş yavaş bahçede hazırlıklar başlamış, gelini bahçede göremeyince evin arkasından dolaşıp içeri giriyorlar. Bir bakıyorlar ki duvağı kapalı gelin karşılarında oturuyor. Herkes şaşkın öylece bunlara bakıyor... Daha "ne oluyor" demeye kalmadan gelinin başına yanlarında getirdikleri çuvalı geçirip, sırtladıkları gibi evden çıkıyorlar.
Başlıyorlar arabayla arkalarına bile bakmadan kaçmaya. İlk heyecanı atlatıp akılları biraz başlarına gelince babam bir an için, bu kız niye hiç debelenip bağırıp, çağırmıyor diye merak ediyor. Bir de çuvalı açıp bakıyorlar ki; Aaa! başka biri...
-Yapma abi ya, sonra ne oluyor?
-Ne olacak, köy yerinde kız kaçırmışsın, ben bunu yanlışlıkla kaçırdım diyip geri götürecek halin yok ya. Babam "ben o gün ölmedim ya, bir daha da ölmem" der durur. Bu çok pişman tabii yaptık bir eşşeklik kusura bakma diyor. Kız da " evde kaldım diye üzülürdüm. Kardeşim evlenirken heves ettim, onlar da giy kız kısmetin açılır diye tutturmuşlardı da inanmamıştım, saatine kalmadı..." demez mi. Dağbaşında, arabanın içinde, bunlar öyle birbirine bakıp duruyorlar.
Kız iniyor arabadan, üstünde gelinlik. Babama da "beni alan olmadı bundan sonra da almayıversinler, kaçtım kurtuldum derim ne olacak" diyip ağlayarak yürümeye başlıyor. Babam önce başkasına varan sevdiğini düşünüyor, sonra gelinlikler içinde ağlaya ağlaya giden bu kızın arkasından bakıyor, dayanamayıp koşa koşa yanına gidip "bana varır mısın?" diyor.
Cananla ben elimizde olmadan eski bir film seyreder gibi heyecanla Yılmaz abinin konuşmasını kesip alkışlamaya başlıyoruz, Canan burnunu çekip gözyaşlarını peçetesine siliyor. Yılmaz abi "siz bir de anneme sorun"diyor.
-Sonra ne olmuş Yılmaz abi? diye Canan ağlamaklı bir sesle soruyor.
-Olanlar ortada işte. Babam, annemi kendi evlerine götürmüş, annesine babasına hiçbir şeyden bahsetmemiş. Kapıyı açan annesine de "ben bu kızı kaçırdım anne, nah hem de telli duvaklı, gelinin olur" demiş. Evlenmişler. Annem onbir sene ailesinden kimseyi görmemiş, daha doğrusu kendi babası görüşmek istememiş. "Kaçırmaya ne gerek vardı, gelip isteselerdi hemen verirdik, zaten evde kalmış kız, turşusunu mu kuracaktık " demiş. Bu sefer de annem kızmış "niye evde kalmış olayım beni gelinliğimle kaçırdılar" diye.
-Yani Yılmaz abi, babanlar elli sene evvel böyle evlendiyse; kim bilir siz yengeyle nasıl evlendiniz?
-Onu hiç sorma...
-Niye öyle diyorsun Yılmaz, niye sormayacaklarmış bakayım?
-Hani anlatması uzun sürer de ondan diyorum karıcığım.
-Hadi, hadi, bilmem mi ben seni.
-Allah, allah... Ne dedim şimdi ben? İyi o zaman hiç bir şey anlatmıyorum...
-Abi valla meraktan çatlayacağız, anlat n'olur.
-Sen de içtikçe merak katsayın yükseliyor, kuru kuruya anlatılmaz şimdi.
-Ayıp ediyorsun abi. Sen söyle ne istiyorsan gidip alayım hemen.
-Yılmaz!
-Efendim karıcığım.
-Çocuklar yola gidecekler daha. Bu kadar içkili araba mı kullandırtacaksın. Daha da içelim diyorsun...
-Bir ufağı kaç kişi içtik be güzelim, bu kadardan bir şey olmaz.
-Bizim arabanın torpidosuna adresi yazıp koyduk mu o yolu bulur abla.
-Aman Atilla, sende Yılmaz abin gibi konuşup kızdırma beni... Daha geçen hafta sabaha karşı geldi eve. Sizin arabalar hep 56, 57 model ya, yaşlılıktan adresi zor okumuş herhalde...
-Hah! İşte şimdi tam oldu. Atilla kardeşim benim başıma ne geldiyse hep bu 57 "şavrole" yüzünden geldi.
-Şavroleyle ne alakası var abi evliliğin?
-Olmaz olur mu güzelim, olmaz olur mu. Anlatayım da gör-bak nasıl oluyor. Muazzez hanım madem rakıya izin vermiyorsunuz, o zaman siz de kahverengi eteğinizi giyip gelin bakalım...
Yılmaz abinin ne demeye çalıştığını anlamak için Canan'la ben birbirimize safsaf bakıp duruyorduk ki Muazzez abla açıklama getirdi.
-Yılmaz abin böyle işte, bir içmeye başlamasın. Artık fransızca komplimanlar mı karıştırmaz lafların arasına, yok böyle şifreli şeyler mi söylemez. Bu "kahverengi eteğini giy gel" de, bize kahve yap oluyor. Beyaz eşarbını tak derse ayran ister, böyle acayip bir adam işte Yılmaz abiniz...
-Karıştırma Muazzez şimdi kafalarını çocukların, tam da ne güzel anlatmaya başlamıştım.
-E! Sen anlat canım, anlatma diyen mi var.
-Efenim, şimdi ben o zamanlar bıçkın, yakışıklı, yerine sığmayan tam bir delikanlıyım, yaşımda yirmi falan. En büyük merakım, hevesim de amerikan arabaları. Tabii o zamanlar sırf ben değil, herkes amerikan arabalarına hasta. Hoş, ben hâlâ bir 57 görsem öylece durur, geçip gidinceye kadar keyifle seyrederim ya, neyse.
Yetmişli yılların başları, benim aklım bir karış havada, birşey görmüşlüğümüz geçirmişliğimiz yok. Şimdiki gibi imkânlar da yok o zaman.
Babam "bir baltaya sap olamadın gitti" diye tutturur. Bir iş bulmam lazım ama, iş nerde. Ben öyle takım elbise falan giyip el pençe divan duracak biri de değilim ki memuriyet falan bakalım, alışmamışız işte...
Arkadaşlara, mahalleliye, tanıdığım herkese haber salmışım ama ses seda yok. Birgün eve gelip eski arkadaşlardan biri anneme haber bırakıyor. Geçmiş zaman, "bilmemne gazoz fabrikasına işçi alınacak, ben müdüre bahsettim, bana bir uğrasın" diye... Ben haberi alınca annemin zorlamasıyla yola çıkıyorum.
Zorlamasıyla diyorum çünkü, kendi kendime düşünüyorum "nerde çalışıyorsun?" diye sorsalar "gazoz fabrikasında" diyeceğim, millet "amma mantardan işmiş" diyecek, pek istekli değilim ama ne yaparsın işte. Evdekiler de öğrendi ya gitmesen sen hiçbir işi beğenmiyorsun olacak, bir yandan da cepte beş kuruş yok.
Kısmet böyleymiş dedim koyuldum yola. Ayaklarım geri geri gidiyor, yolda caydım cayıcam, fırsat kollayıp bir bahane yaratmaya çalışıyorum. Sondurağa çıkıp dolmuş sırasında araba bekliyorum.
Muazzez abla kahveleri getirince Yılmaz abiye sataşmadan edemedi, gülerek;
-Ohooo! Sen daha durağa mı geldin? Vallahi bu sabaha kadar düğünü yetiştiremez çocuklar...
-Canım en önemli yeri burası, dolmuş durağını anlatmayayım mı yani? Dolmuş durağı olmadan hikâye mi olurmuş?
-Hem de dolmuşçunun anlattığı bir hikâye de?
-Ha şunu bileydin. Neyse, ben durakta bekliyorum. "Doç"lara, "desoto"lara, "pleymut"lara bakıyorum, içim gidiyor ama, yine de pırıl pırıl nikelajlı "Chevrolette" yazısıyla 57'nin yeri bambaşka. Sıradaki araba geliyor, şansıma 57 değil mi? Hemen şoförün yanına atlıyorum. Beş on dakika sonra doluyor araba, kalkıyoruz. Kalkmamızla şoför pikaba koyuyor Zeki Müren'den bir plağı, keyfimiz gıcır, süzülüyoruz Kurtuluş'tan Pangaltı'ya doğru. Gideceğim yer "karşı"da bir semt, tam olarak bilmiyorum. "Bu semti biliyor musun, en kolay nasıl giderim?" diye şoföre soruyorum. O da bana tarif ettikten sonra muhabbet açılıyor, ne işin var gibisinden. İş bakmaya diyorum. "Ne işi?" falan, "bilmiyorum abi işte, ne iş verirlerse yapacağız", "gerek bir makinenin başına, gerek arabaya şoförlük, ne olursa artık" diyorum.
İşte iş burda kopuyor, "Ne dedin, şoförlük mü dedin sen?", "Evet abi ne var bunda?", "Ne var olur mu, sen bana lazımsın. Direksiyonun sağlam mı?", "Evelallah" biz böyle muhabbeti bir koyulaştırıyoruz ki bildiğin gibi değil.
Meğer adam o akşamdan itibaren arabayı vereceği şoför arıyormuş. Kayınpederinin zahireci dükkânı varmış, adam hastalanınca, dükkâna da artık o bakmak zorundaymış. "Arabayı bırakacak kimse yok diye, dükkân bir haftadır boş kalıyordu. Dün akşamda yengenle de sırf bu yüzden biraz atıştık. Bugün kayınpedere de söz verdim, yarın sabah yedide dükkânda olacağım, artık kaçış yok. Seni de gözüm tuttu, sen arabada ben dükkânda, geçinir gideriz." demez mi. Ben sevincimden yerimde duramıyorum, arabadan inip oynayacağım, kendimi zor tutuyorum.
Akşam buluşup birlikte evlerine gidiyoruz, arabayı bana teslim ediyor ama, yarın sabah erkenden onları ailecek kayınpederinin evine götüreceğim. O akşam muhabbet uzadıkça uzuyor, epey geç oluyor saat. Beni alıyor mu bir düşünce. Ya yarın sabah vaktinde yetişemezsem, daha ilk günden falso. Anında karar veriyorum; O akşam arabada yatacağım.
Bir sokak arkada, zula bir yere çekiyorum arabayı. Kendi kendime ne hayâller kuruyorum artık bilemezsin; durakta sıra beklerken, geniş beyaz yanaklı lastikler simsiyah görünsün diye arap sabunu mu çekmiyorum, bagaj kapağına sıkıştırıp yarısını dışarda bırakarak, kurutup gazlı bezler mi yapmıyorum. Ben hayâlimde, o gazlı bezlerle arabayı cilalayıp parlatırken bir gürültüdür kopuyor. Arka koltukta yattığım yerden biraz doğrulmamla, camdan bana bakan atletli, eli sopalı bir adamla göz göze geliyorum. Adam bağırıyor: "Çık ulan dışarı! Camını çerçevesini indiririm arabanın"
-Haydaaa!
-Yaaa! Daha dur. Bir iniyorum aşşağıya, adam beni paralayacak. İtip kakıyor, zorla çekip sürüklüyor. Zaten şaşkın vaziyetteyim, ne olduğunu anlayamamışım. Adama bakıyorum, yalınayak-başıkabak evden fırladığı her halinden belli, altında çubuklu pijama, üstünde atlet, elinde sopa, bağırıp duruyor. O karışıklıkta adamın söylediklerinden anladığım tek şey var, ikide bir, her lafının sonunda "evleneceksiniz ulan" diyip duruyor. Ben itiraz edecek oluyorum "ben yermiyim ulan, evleneceksiniz" diyor. "Yahu ben değilim, bir yanlışlık var" diyorum, "niye kaçıp arabaya saklandın o zaman?" diyor. "Nasıl olur?" diyorum, "namus meselesi bu, dua et elimden bir kaza çıkmadı, başka yolu yok evleneceksiniz, anladın mı ev-le-ne-cek-si-niz, diyor. Meğer anlatılanlara göre, ben balkona çıkıp her akşam kızınla buluşuyormuşum, her akşam aynı kovalamaca yaşanıyormuş. En sonunda bu akşam yakalamayı becermiş beni.
Tabii bu arada adamın çoluğu çocuğu ve bir sürü meraklı mahalleli de dökülmüş sokağa, aradan "baba yapma ne olur" diye bir ses duyuldu. Sonra sesin sahibi yanımıza geldi. Bir de ne göreyim dünya güzeli, peri gibi bir kız. Bir gördüm vuruldum.
-Şimdi dünya güzelimi olduk Yılmaz efendi?
-Canım lafın gelişi.
-Misafirler gitsin, "lafın gelişi"ni ben sana sorarım.
-Dur, lafımı kesme. Bunun babası evleneceksiniz diyip duruyor hâlâ, bir yandan millet birbirine girmiş, bir gürültüdür almış gidiyor. Ben o karışıklıkta "tamam yarın derhal nikâh kıyıyorum" diyince, bir anda büyük bir sessizlik oluyor. Kayınpeder "Hah şöyle! Aslan damadım benim" diyerek beni kucaklayınca iş tatlıya bağlanıyor.
-Peki yenge?
-Yenge dünden razı. Öyle camdan konuştuğu biri var ama pek gönlü yok. Bir iki kez de balkondan konuşurlarken yakalanıyor bunlar. Bakıyor çocuk bunu bırakıp kaçıyor falan, anlıyor ki bundan birşey olmayacak gönül eğlendirmeye yer arıyor. Hiç ciddi olsa kaçar mı? Benim gibi yakışıklı biriyle de karşılaşınca iş olacağına varıyor diye düşünüyor.
-Zaten biz gözlerimizle o anda neler konuştuk neler değil mi hayatım...
-Ah! Ah! Muazzez allah aşkına efkâr bastı bu gece son kez kıratına bin de gel.
-O ne demek be yılmaz abi o öyle.
-Canan arabayı verdik ama var ya bu senin kocandan dolmuşçu olmaz, İki parmak su çekilmiş rakı be oğlum rakı...
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Arabesk : Kamuran Bulgurcuoğlu GURBETTEN İNSAN MANZARALARI |
|
Arap kadınının gerçeğini bir ara Canım Türkiye'me gidince anlatmaya karar verdim. Verdiğim sözü yerine getirmek için erteleme yapmak zorunda olduğumdan dolayı üzgünüm. Onun yerine buradan insan manzaralarını yazdım. Eminim bu kadar renk ilginizi çeker !?
Renate : Alman, Fransa'daki Üniversite'de doğu kültürü üzerine eğitim yaparken tanıştığı Lübnan'lı bir öğrenci ile evlenmiş. Evlenmeden önce 1969'da Fransa'dan Beyrut'a kadar araba ile birlikte 1 ay boyunca seyahat ederlerken, Konya ve Antalya'dan da geçmişler. Çocuklarını 6 yaşlarına gelene kadar Fransa'da sadece Almanca konuşarak büyütmüş. Bir ara Mısır'da da yaşamışlar. Çocuklarının ikisi Amerika'da şimdi, biri hukuk okuyor diğeri arya söylüyor. Ona torun vermiş olan oğlu ise Fransa'da, baba mesleğini yapıyor, bilgisayar danışmanlık şirketleri var. Fransa'da 3 dayalı döşeli evleri var ama, burada daha uzun süre yaşayacağa benziyorlar. Suudi-Alman iş adamları derneğinin Cidde'deki kadın kollarını oluşturuyor şimdilerde.
Pamela : Münih'te doğmuş ama aslında babası Nato'da görevli bir Amerikan askeriymiş. Buradaki Mercedes'te mühendis Alman eşi ile yıllar önce buraya gelmişler, sonra başka ülkelere görevli gitmişler. Buradaki mutlu ortamı başka yerde bulamadıklarından, ne yapıp edip buraya dönmeyi başarmışlar tekrar.
Ursula : O da 68 kuşağından. Sevgilisiyle Venezuella'ya gitmiş, orada onunla evlenmiş ve oraya yerleşmiş. 3. çocuğu ortaokula başladığında boşanmışlar. Şimdiki İsviçre'li eşi ile orada tanışmış, sonra Malezya, Zimbabwe ve Hindistan'da yaşamışlar, artık buradalar. Çocuklarından biri Amerikalı bir kadınla evlenmiş, ondan olan torunları babalarının ana dilleri olan Almanca ve İspanyolca'yı konuşamıyorlar. Diğer çocukları ne Almanya'da ne de Venezuella'da kültür birliği sağlayabilecekleri bir eş bulamadıkları için tek yaşıyorlar.
Lien : Babası papaz olan bir Alman ile İsviçre'de evlenip buraya gelmişler. Kendisi
Shang-Hai'li. Bebeklerini 3 dil ile büyütüyorlar.
Mohammed : Bangladeş'li. Babası çok hasta, annesi çok yaşlı. O evin en büyük erkek çocuğu. Burada aldıığı asgari ücretin büyük bölümünü memleketine gönderiyor. Burada iş bulabildiği için çok mutlu.
Katja : Doğu Alman. Zengin bir Arap ile evli. Peçe takmıyor, her çocuğu için ayrı dadısı, kendi özel hizmetkarı, bahçıvanları, özel şöförü falan var. Eşini ve çevresini çok seviyor. Onların sadece verdikleri zekat ile geçinen 6-7 apartman dolusu aile var.
Omar : Lübnan'lı. Eşi ve çocukları Dubai'de yaşıyor. Burada bir reklam şirketi var.
Çöp Konteyner'ınden Beslenen Kadın : ( Adını anlayamadım ) Sudan'lı. Benim ülkemdeki çöp konteyner'ları bile fakir. Burada çok iyi durumdayız, mutluyum diyor.
Eşref : Somali'li. Babası memleketinde bakanlıktaymış. Amcası Amerika'da yaşıyormus, 11 kez evlenmiş. Kendisi Rusya'daki uzay üssünün inşaasında çalışmış 7 yıl, 4 yıldan beri de burada özel şöförlük yapıyor. Eşi memlekette 22 yaşında, 4 çocuğu var, onlara ve babasına buradan para gönderiyor.
Somaya : Malezya'lı. Eşi İsviçre'li. Şimdiye kadar 4 ayrı ülkede yaşamışlar. Çocukları olmuyor. Anneannesi ona bir kadının tekamülünü tamamlaması için önce eş, sonra anne, sonra da anneanne olması gerekir demiş. Bunlardan evrimleri geçirmemis kadının kendini tamamlayamayacağına inaniyor.
Katab : Mısır'daki annesine ve kendi ailesine burada çalışarak bakıyor. Annesi, kendisinin içki satılan bir yerde kazanılan paradan geçinemeyeceğini söylediği için, helal para kazanmak için burada yaşıyor 12 yıldır. 12 yıldır her perşembe Kabe'ye gidiyor. Bütün dindar Mısır'lılar gibi onun da alnında secde etmekten sert ve koyu bir nasır oluşmuş.
Ryen : Filipin'li, bekar, genç ve güzel bir erkek. Sekreterlik yapıyor.
Darvin : Filipin'li, garson. Hristiyan olmayan yurttaşlarının parasızlıktan 8-9 yaşındaki oğullarını ve kızlarını malum sektöre satmalarına ya da kiralamalarına çok üzülüyor.
Taksi Sürücüsü : Pakistan'lı. Bir gün kırmızı ışıktayken arabasının kapılarından içeri giren erkekler, onu etkisiz hale getirip, taksideki kadınlara sarkıntılık yapmışlar ve çekip gitmişler.
Hilal : Filistin'li. Şimdilik burada çalışıyor ve yaşıyor, ama her tatilde vatandaşı olacağı bir ülke belirlemek için yurtdışına çıkıyor. Bu yıl Türkiye'ye gidecek.
Layla : Suriye'li, Alman ile evli. Çocuk doktoru olarak görev yapıyor. Burada yaşamaktan mutlu.
Seleme : Suriye'li, burada hostes. Eşi ile ayda bir iki kez görüşebiliyor ancak memlekete gittiğinde.
Jill : Eşi, öğretmenlik yaptığı okulun müdürü. Amerika'nın eski milli yüzücüsü, buradaki bir yüzme kulübünün de kurucusu.
Adam : Kızım ile aynı sınıfta, Norveç'li bir havuç. Ferrari giysileriyle dolaşıyor, vampir resimleri yapıyor.
Hamza : Arap, bir sürü kardeşi var. Oyun diye kızımın saçını kesivermiş, Kanada'lı öğretmenin aşırı tepkisini anlayamamış.
So-Jang : Kore'li. Kızım, onun öğle yemeği için okula getirdiği çiğ mürekkep balığından yapılmış yemeğin tadına bakınca fena olmuş.
Kız Çocuğu : 6 yaşında, Türk babası onu ve Bangladeş'li annesini terk edip Türkiye'ye dönmüş. Annesi de onu burada bırakarak, kendi memleketinden bir adamla ülkesine geri dönmüş. Çocuk şimdi Türk konsolosluğunda.
Oğlan Çocuğu : Alışveriş merkezi çıkışlarında havlu satıyor. Afganistan'dan dilencilik yapsın diye getirilmiş, gelirinin çoğunu devrettiği halde şikayetçi değil. Burada hiç olmazsa karnım doyuyor ve geleceğim var diyor.
Selma : Türk. Burada doğmuş, 5 dili çok iyi derecede konuşuyor. Şimdi Amerika'da, üniversitede. Tatillerde ailesinin yanına buraya geliyor.
Serpil : Türk, İngilizce eğitim yapan özel bir okulun müdür yardımcısı. Türkiye'de ekonomi eğitimi almış, burada PC derslerine giriyor. Eşi Almancı Türk'lerden bir iş adamı.
Şefik Usta : Böbrek hastası eşine ve üniversitede okuyan çocuklarına ancak burada çalışarak para yetiştirebiliyor. 14 yıldır 14 m2'lik bir odada yaşıyor.
Ahmet : Özel bir hastanenin Türk Başhekimi. Burada yaşayan Türkler için özel bir internet sitesi açmış, ama ortak bir ruh ve yeterli katılım yok diye çok şikayetçi.
Victor : Meksika'lı, Chilli Restaurant'ı işletiyor.
Vic : Tayland'dan gelmiş, buradaki çok sayıdaki lüks sushi ve çin restoranlarında çalışıyor. O kadar küçük bir insan ki, arabasını kaç kez durdurmuşlar içinde şöför yok mu diye...
Ben : Tabii ki benim de gelmek için nedenlerim vardı, seçeneğim olsa burayı tercih etmezdim, direnebildiğim kadar direndim. Ama buradayım artık, tabağımdaki yemekten şikayet etmeyeceğim. Burada gördüklerim ve yaşadıklarımın hepsi ayrı ayrı değerli birer tecrübe. Olanlara çıplak gözlerle bakmayı sürdüreceğim. Bu kadar birbirinden farklı kültürün bir arada bulunması gözlerimi kamaştırıyor, aklım karışıyor. Herkes çayı başka demliyor, pilavı başka pişiriyor. Herkes başka başka sorunlar yaşamış ve yaşıyor burada ( yazımda hiç bunlardan bahsetmediğimin farkındayım ).
Rize'de hamsileri limandan alıp, yaylaya çıkarıp, orada farklı bir iştahla yediğimiz günü hatırladım...
Kamuran Bulgurcuoğlu Cidde - Suudi Arabistan
Yukarı
|
Gerçek bir hayat hikayesi!
1949 doğumluydu. Liseyi bitirdikten birkaç sene sonra evlenmiş ve evlendikten sonrada birer sene ara ile iki oğlu olmuştu. Eşinin babası senelerce Arabistan'da bir Amerikan şirketinde çalışıyordu. Eşi mezun olduktan sonra, daha çok para kazanılıyor diye rota Arabistan'a çevrilmişti. Arabistan'ın nasıl bir yer olduğunu gördükten sonra pek gitmek istememişti. Çocukların okulu en geçerli bahaneydi. Ama kampustaki Amerikan okulu bir çözümdü muhakkak. Ara sıra Türkiye'ye gelip gitme olanağı da vardı. Kocasının yanında bulunması da evliliğin şartlarındandı. Böylece Arabistan macerası başlamış oldu.
Ve paralar kazanıldı. Biriktirildi. Evler alındı, Gaziosmanpaşa'da 150 m2. Datça'da arsa alınıp oradaki en büyük yazlık yapıldı. Deniz motorları edinildi. Yazları bir ay bile kalınmıyordu, ama emekli olunca daha çok kalınacaktı. Hatta orada yaz-kış yaşamak bile mümkündü. Fırsat buldukça Amerikalarda, Parislerde tatillere gidildi. Çocuklar büyüdü. Küçük çocuk üniversiteyi Amerika'da okumaya karar verdi. Büyük olanı üniversiteyi Türkiye'de bitirdi. Amerika'ya master için gitti. Hayat şartlarından olsa gerek aile fertleri hep bir özlem içinde oldular. Anne hep çocuklarının yanında olamadığı için pişmanlık duydu. Hayatı, onları özlemek, neler yapıyorlar diye düşünmek ve "aman başlarına kötü bir şey gelmesin" diye dua etmekle geçti.
Her şey dıştan bakınca mükemmel gibiydi. Kaldıkları kampusta havuza giriyor, yabancı arkadaşlarıyla pastalar, börekler yiyebiliyorlardı. Yaşadıkları üçyüz beşyüz metrekare ya da daha fazla bir alandı. Ama her türlü konforları vardı. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı. Ama hiçbir zaman yaşadığı hayattan memnun olamadı. Klimalardan, tozdan, topraktan nefret ediyordu. Her sene "Bu sene artık kesin dönüş yaparız" diye konuşuluyor ve sonunda da "Biraz daha para kazanalım, öyle döneriz" diye tekrar geri dönülüyordu.
Oralarda yaşamalarının nedeni para biriktirmekti. Onun için iyi yaşamalarına rağmen harcarken yine de düşünmeleri gerekiyordu. En büyük isteği annesinin yakınında bir ev sahibi olmaktı. Gaziosmanpaşa biraz uzak kalıyordu. Alışverişini bile alıştığı yer diye annesinin çevresinden yapıyordu. Belki kesin dönüş yaptıklarında alabilirdi. Kocasının verdiği harçlıklardan epeyce bir para biriktirmişti. Döndükten sonra bu olasılık düşünülecekti. İkinci olarak ta emekli olduktan sonra güzel bir dünya turu yapmaktı. Hep bir sonraki seneye ertelene ertelene bugünlere gelinmişti.
Ve her zamanki gibi artık döneriz diye gidildiği son Arabistan seyahatinden zoraki bir şekilde dönüldü. Şiddetli baş ağrılarının beyindeki bir urdan kaynaklandığı ortaya çıkmıştı. Hemen ameliyata alındı. Ameliyat sonrası Türkiye'ye dönüş yapıldı. Doktorlar üç ay kadar yaşayabileceğini söylediler. İyi bir bakımla bir sene kadar yaşatılabildi. Öldüğünde henüz 51 yaşındaydı. Yapacağı bir sürü şeyi Türkiye'ye kesin dönüşüne ertelemişti. Ama maalesef son bir seneyi yoğun tedavi altında geçirdi. Kocası son anlarında hep başındaydı. Küçük oğlu okulu bitirmiş yeni işe başlamıştı. Vize sorunlarından annesinin son günlerinde yanında olamadı. Mezuniyet resimlerini internetten gönderdi. Büyük oğlu ise annesi toprağa verildikten sonra, mezarını ziyarete gelebildi.
Kocası Karşıyaka mezarlığında iki mezar aldı. Birine eşini yerleştirdi. Ötekini de kendisine ayırttı. Mezarın üzerine yaptıracağı mermerin şeklini kendi çizdi. Ne de olsa kendisi mühendisti. Çok güzel bir kabir olmuştu. Ev şeklinde ve her iki mezarı da içine alıyordu. Annesinin yakınında ev alamamıştı ama artık ev şeklinde bir mezarı vardı. Kocası, içi rahat bir şekilde Arabistan'a dönebilirdi. Biraz daha çalışıp seneye veya bir sene sonra Türkiye'ye dönmek üzere bir kez daha yollara düşüldü.
Aradan altı ay geçti. Arabiştan'dan Ankara'ya bir telefon geldi. Üç gündür işe gelmeyince şüphelenmişler ve eve gittiklerinde televizyon karşısındaki sallanan koltuğunda ölü bulmuşlardı. Bütün hayaller, dönüp yerleşilecek Datça'daki yazlık, 30 senelik çaba, her şey ama her şey bir anda tamamen bitmişti. Belki de artık bir anlamı da kalmamıştı. Kocası koca yazlıkta tek başına ne yapacaktı? Maddi olan her şey çocuklara kalmıştı. En büyük teselli hiç değilse onların sıkıntı içinde olmayacağıydı.
Çalıştığı şirketin büyük gayretleri sonucu Arabistan yetkileri ancak bir ayı geçen bir sürede naaşı yollayabildiler. Altı ay önce ölen eşinin yanına gömüldü. Büyük oğlu bu sefer görevinin başındaydı. Küçük oğlu yine gelemedi. Gelip gelememek bir yerden sonra mühim değildi muhakkak. Mühim olan kalplerin birlikte olması, acıyı ta oralardan bile hissedebilmesiydi.
Küçük oğlan vize işlerini hallettikten sonra kırkında ziyarete geldi. Tekrar Amerika'ya döndü. İşleri gayet iyi. Bedelli askerlik çıkarsa diye şimdilik yaşamını orada sürdürüyor. Büyük oğlan altı ay sonra evlendi. O da Amerika'ya döndü. Şu anda eşiyle mutlu bir şekilde hayatlarına devam ediyorlar. Bir yerlerde bir hayatlar sönerken bir yerde hayat devam etmek zorunda.
Peş peşe gelen bu iki büyük kayıptan kimlerin ne derece etkilendiğini tam olarak bilmek mümkün değil, ama herkesin kendine göre çıkaracağı bazı derslerin olacağı kesin.
Kimselerin böylesine peş peşe acılar yaşamaması dileğiyle.
F.Karaege faik@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Yücel İnanoğulları |
Misafir oldum hem New York'a hem Size
New York, sigara tiryakileri için bir kabus şehir ! 2003 yılında çıkartılan bir yasayla, şehirdeki halka açık hiç bir kapalı mekanda ( restoran ve barlar da dahil ) sigara içilemiyor. Bu yüzden, özellikle de geceleri dolaşırken şık restoranların, barların önünde ellerinde içki kadehleriyle kadınlı erkekli küçük grupları sık sık görüyorsunuz. Zaten getirilen vergiler yüzünden en pahalı sigarayı New York'lular tüketiyor; bir paket ( karton değil ) Marlboro'nun fiyatı 8.5 USD. Her ne kadar çoğunu içemesem de, Türkiye'den gelirken yanımda sigaralarımı getirdiğim için kendimi tebrik ettim .! Sigaradan bu kadar bahsettikten sonra, benim iflah olmaz bir tiryaki olduğumu anlamışsınızdır.
Yahudilerin New York'ta ne kadar büyük bir topluluk kurduğunu hayretle gözledim. Hele bir gece Brooklyn'de boş odası olan ve uygun fiyatlı bir otel ararken, kendimi bir film platosunda sandım. Önce 2-3 kişi, ardından bütün sokağı kaplayıverdiler..! Efendim, bu New Yorker'lar kendilerini diğerlerinden çok bariz biçimde ayıran giysiler giyip saçlarını garip şekillere sokuyorlar. Onları gündelik işlerini yaparken bile böyle dini kıyafetleriyle ve ritüelleriyle gördükten sonra, bizim sarıklı çarşaflı insanlarımıza biraz daha hoşgörüyle bakmaya çalışıyorum ( henüz başaramadım gerçi ..! ). Söz Yahudilerden açılmışken, "B & H" mağazasından söz etmeden geçemeyeceğim. B & H, sadece elektronik eşya satan ( özellikle de fotoğraf makinesi, TV, müzik seti, vb. ) dev bir mağaza. Öğrendiğim kadarıyla sahipleri Yahudi. İçinde çalışan tüm personel de Yahudi, hem de köktendinci kategorisine rahatlıkla katabileceğiniz türden. Sadece bir köşeye çekilip satış aşamalarını izlemek bile insanın dudağını uçuklatacak türden ! Bir fotoğraf makinesi almak isteyip de nasıl bir makine alacağını bilemeyenler için tam 18 satış uzmanından oluşmuş danışma bankoları var. Tıpkı banka kuyruğunda bekler gibi kuyruğa giriyorsunuz, sıranın önünde ışıklı bir tabelada kaç numaralı uzmanın boşaldığını, bu uzmanın bankosunun sağda mı yoksa solda mı olduğu yazıyor. Epey bir süre bekleyip sıra size geldiğinde aklınızdaki tüm soruları sormalısınız yoksa en ufak bir sorunuz için bile tekrar kuyruğa girmeniz gerekiyor ! Bu 18 danışmanın yanısıra 2 tane satış personeli de sadece ne istediğini bilen gerçek alıcılara ayrılmış: "Ben 1 adet Olympus Stylus 300 istiyorum" diyorsunuz mesela, adam gayet ifadesiz bir yüzle raftan makineyi alıp fişi doldurmaya başlıyor. Sonra doldurduğu fişi ve makineyi, baş hizasının biraz üstünde sürekli hareket halinde olan, lunaparklardaki "roller coaster"lara benzer bir düzenekteki boş sepetlerden birine bırakıyor. Siz, elinizdeki fişin bir kopyasıyla ödeme kuyruğuna giriyorsunuz ( resmen Migros'taki gibi kuyruk var !). Bu arada "roller-coaster"daki makineniz ve fişiniz teslimat masasına ulaşıyor bir güzel. Burada ödemeyi yapıp "ödendi" makbuzuyla birlikte teslimat kuyruğuna giriyorsunuz. Beyaz kadın ticareti, esrar-eroin falan hikaye, adamlar para basıyor ..!
Şimdi diyeceksiniz ki; "Yahu kardeşim, bir haftalığına New York'a gitmişsin, başımıza uzman kesildin !". Peşinen söyleyeyim; "Bu iş böyle oluyor, bu böyledir" gibi ukalalıklar yapmamaya çalışacağım. Zaten yapamam da. Burada yazdıklarım tamamen subjektiftir ve üzerimde bıraktığı etkiye göre yazıyorumdur, o gözle okuyunuz lütfen. Bu girizgahtan sonra, sizlere atlatma bir haber vermek istiyorum: "Amerika'da kölelik hala devam ediyor". Tek farkı, artık kölelere cüzi bir para da veriliyor. Bir hafta boyunca ne kadar pis iş yapan kişi gördüysem, tamamı ya zenci, ya Hispanik, ya da Pakistan, Hindistan gibi yerlerden gelmiş göçmenlerdi.
Internet cafe'lere para yetiştirmekten bıkmış, özellikle de 4-5 saat internete bağlı kalmam gereken bir günümdeydim ( New York'a gidip internette ne yapıyordun diye soran kötü niyetli insanlara cevabım: "Kiralık araba ve otel arayacaktım ..!" ). Arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla, halka açık kütüphanelerde limitsiz internet erişimi sağlandığını biliyordum. Sabah otelimden çıkarken resepsiyondaki kıza en yakın kütüphaneyi sordum. Bingo ..! Kız yerini cadde bazında biliyordu en azından. Cadde bazında deyince, bir açıklama yapmam gerekiyor. Manhattan'da caddeler yatay ( Doğu-Batı ), bulvarlar dikey ( Kuzey-Güney) olarak cetvelle çizilmişcesine düzgündür. Ancak, caddede Doğu veya Batı, hatta bina numarası vermediyseniz bütün adayı enlemesine yürümeniz gerekebilir. Benim durumum da biraz buna benziyordu. Caddenin ortalarında bir yerde metrodan çıkıp insanlara kütüphane sormaya başladım. "Kütüphane" sözcüğünü ilk kez duyar gibiydi çoğu, öyle bir yer mi vardı acaba ? En az 8-10 kişiye sorduktan sonra, tam ümidimi kaybedip kös kös internet cafe'ye yollanacağım sırada buldum kütüphaneyi ( hep önünde arkasında dolaşmışım meğer ). Amerikalılar yeme-içme-alışveriş üçgeninden çıkıp kültüre vakit ayıramıyorlar galiba ( biraz acımasız bir eleştiri mi oldu ?). Gerçi; "Barnes & Noble" gibi dev bir kitapçı da bu şehirde. Yarım günden fazla zamanımı geçirdiğim bu mekan, Amerika'da geçirdiğim en hoş anılarım arasındadır. Kocaman, dev bir kütüphane gibi mekanda sağda solda insanları yere oturmuş, elinde bir kitap veya dergiyi okurken görüyorsunuz. Hiç bir mağaza görevlisi de ( evet mağaza tabii, burası bir kütüphane değil sonuçta ) size karışmıyor. İsterseniz sabah girin, akşama kadar istediğiniz kitabı okuyun orada, beleş..!
Gelelim yemeklere... Amerikalıların kelimenin gerçek anlamıyla "obez" olmalarına şaşmamak gerek; masaya oturduklarında yedikleri yemek miktarıyla ben bir kaç gün idare edebilirim rahatlıkla ..! İlk gün bir hata yapıp menüden seçtiğim yemekleri bir kerede sipariş etmiştim; bir apetizer, bir ana yemek, bir de tatlı. Aman tanrım, apetizer diye getirdikleri tabakla zaten tıkabasa dolmuştum. Ardından gelen ana yemeğin boyutunu görünce küçük dilimi yutacaktım. Bizim en bol kepçe lokantamızda verilen porsiyonun 2-3 katı ! Sonraki günler öğün sayısını ikiye indirip, hiç ana yemek söylemeden sırf "giriş yemeği" dedikleri yemekle beslenerek bir güzel karnımı doyurdum.
Gelelim New York'a asıl gidiş nedenimiz olan RadioHead konserine ve konserin verildiği Madison Square Garden yapısına. Sadece tribünlerde 20.000 kişilik oturma yerine sahip bu kapalı salonda basketbol maçlarının yanısıra konserler de düzenleniyor. Aynı zamanda, dünyanın en pahalı "arena"sı olmak gibi bir üne de sahip mekanda örneğin; New York'un "Knicks" takımının oynadığı basketbol maçlarında bilet fiyatları 300 USD'ı buluyor, varın siz hesaplayın maç gelirini !
RadioHead, arkadaşımla benim en sevdiğimiz müzik grubu. Ara sıra; "Yahu bu adamlar Türkiye'ye konser vermeye gelse ne güzel olur, zevkten çıldırırız" derdik. Hayatta iken RadioHead'i Madison Square Garden'da izlemek de varmış ! Uzun bir süre gideceğimize inanamamıştım. Ancak; konser gecesi binanın dışındayken, "Galiba doğru" dediğimi hatırlıyorum. Herhangi bir konseri kelimelere dökmek zordur, RadioHead sözkonusu olunca bu çaba daha da anlamsızlaşıyor. Sadece, unutulmaz dakikalar geçirdiğimi ve RadioHead'in de bizlere harika bir müzik ziyafeti çektiğini söyleyebilirim.
Bazan küçük bir olay, duyduğunuz bir sözcük, bir gülümseme bir anda çok şey anlatabiliyor, zihninizde bir takım ampullerin yanmasına neden olabiliyor. Aşağıdaki anımı hiç bir yorum katmadan aktarmaya çalışacağım. Beni çok etkiledi; bizdeki kadın-erkek ilişkilerinin neden düzgün yürüyemediğinden tutun, cinsel açlığa kadar pek çok konuda tekrar düşünmeme neden oldu : Metro, New York'ta vazgeçilmez ulaşım araçlarından birisi, herhalde birincisi. Yine metro faresi şeklinde bir yerlerden bir başka yerlere gitmek için kendimi kabinlerinden birine atmıştım. Karşımdaki üçlü koltukta genç sayılabilecek alımlı bir kadın, oturur oturmaz çantasından kitabını çıkartıp hararetle okumaya başladı. Bir durak sonra binen genç bir adam da yanına oturdu. Kısa bir süre sonra genç adam, kadının okuduğu kitabı dikkatle incelemeye başladı, kadının okuduğu kitapla ilgili birşeyler söyledi. Kadın, sanki 40 yıllık dostuymuş gibi bir samimiyetle, sohbete devam etti. Bir kaç durak boyunca karşılıklı hararetli bir sohbet ve gülüşmelerden sonra genç kadın o durakta inmesi gerektiğini söyleyip iyi günler dedi gülerek. Genç adam da aynı şekilde gülümsemeyle cevap verdi; ne ardından baktı ne telefonunu istedi, ne de peşinden indi. 8 milyonluk yerleşik nüfusunda belki bir daha asla karşılaşmayacağı bir insanla büyük bir samimiyet içinde, bir beklenti arayışına girmeden sadece sohbet edebilmek hoş bir duygu olsa gerek ..!
New York anılarımı, dönüş için havaalanına bizi götüren sevgili Suriye'li şoförümüzle kapatayım : Ortadoğu kökenli olduğu anlaşılan "Yellow Cab" şoförümüze Türkiye'den geldiğimizi söyledikten sonra olağanüstü bir sevgi gösterisiyle karşılaştık. Eğer sigara içiyorsak taksisinde içebileceğimizi söyledi, ki bu bizim bir haftalık tecrübemizden sonra teklif bile etmeye korkacağımız bir şeydi. Yol boyunca Türkiye'nin Irak'a asker göndermesinden, kendisinin New York'a nasıl yerleştiğine kadar pek çok konuda sohbet ettik, o trafik tıkanıklığında bile yolun nasıl geçtiğini anlayamadık.
Akdeniz ve Akdeniz insanları.. Gerçekten insan ilişkilerini ısındıran bir özelliğe sahip..
Yücel İnanoğulları
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.867 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
YAŞ KIRK
Her sabah saatin sekizinde
Aynı köşede bekliyor
Trenler geliyor
Trenler geçiyor
Yeşili solmuş mantosunun içinde
Kaybolmuş ince bedeni
Gözleri camsız pencere
Soruyor geleni gideni
Yaş kırk
Beden yorgun
Yürek kırık
Ben miyim o fotoğrafta
ince bir gülümseme dudaklarımda
Dün gece kahkahalarla gülüyordum düşümde
Başıma gelecekleri biliyordum sanki
Kar yağıyor sandım birden
Meğer yapraklarmış
Yerden rüzgarla göğe savrulan
Ne acımasız ne yüreksizsin
Düşündün mü nelere sebepsin sen
Saint Michel Odean Saint Germain
Nehir boyunca kitapçılar
Kaldırımda yüzlerce ayak
Kadın erkek çocuk yaşlısı genci
Beyaz siyah sarı her renkten insan
Sarhoş bir oğlan keman çalıyor
Çevresine aldırmadan
Ayın ardına gizlenme
Masalların prensesi
Yarı ışıkta bile mahzun yüzün
Bu ağacın altı yağmur uzanamazsın
Yirmi yıl geçmiş aradan
Büyümüş hüzün
Artık gezinemezsin o kıyılarda
Gidiyorum işte
Bavulum hazır
Vapurlar trenler evim olsun
Ostende'ın denizi soğuk
Meyhaneleri sıcak
Yüreğim bu sıkıntıyı
Uzun sarı saçlarına gömecek
Elif Su Alkan
Yukarı
|
Oldu mu şimdi polis amca?..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.nothingisreal.com/girlfriend/
Türkçe çevirisini yapmadan vermeyi tercih ettiğim bir kısayol. ...Why don't I have a girlfriend? This is a question that practically every male has asked himself at one point or another in his life. Unfortunately, there is rarely a hard and fast answer to the query. Many guys try to reason their way through the dilemma nonetheless, often reaching a series of ridiculous explanations...
http://farfar.2038.com/cow3/live/DswMedia/demo.dcr
Bateri solo konseri vermeye hazırmısınız? Ben denedim ve çok hoşuma gitti. Soloyu başlatmak için isim ve mail adresi istiyor ama vermeden de programı deneyebiliyorsunuz. Bir de istediğiniz vuruşlar için çok fazla tıklama yerine, tek tek ve sakince seçim yapmanızı tavsiye ediyorum, program kilitlenebiliyor. İyi eğlenceler.
http://www.microprizes.com/mp45.htm
Lunaparklarda küçük ağızlı cam bardak veya vazoların içlerine pinpon topları atıp vadedilen hediyeleri almaya çalışırdık. İşin hediye kısmını hiç hatırlamasam da, o vazolara nasıl olurda top sokmayı beceremediğime hep şaşırmışımdır. Şimdilerde ne zaman lunapark'a gitsem hep o günleri hatırlarım ama bu yaşta karizmayı bozmamak için, tekrar denememeyi tercih ediyorum.
http://www.thehungersite.com/cgi-bin/WebObjects/CTDSites
Dünyadaki aç çocuklar için ne yapıyorsunuz? Sadece üzülmek yerine bu link'e tıklarsanız, her bir tıklama ile, sponsorlar sayesinde bir aç insanı doyurabiliyorsunuz. Anlamsız gibi görenler için not: "Ne kaybedersiniz?"
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
Save Mailing List v1.2 [217k] Windows (All) FREE
http://www.mapilab.com/files/save_mlist.zip
MS Outlook'ta kayıtlı email adreslerimizi liste halinde alıp bir başka yerde kullanmak istediğimizde epeyce güçlük çekeriz. Deneyenler bilirler. Bu program MS Outlook adres defterindeki tüm adresleri, dilediğiniz kriterlere göre listeliyor. O listeyi nerede kullanacağınız artık size kalmış.
Yukarı
|
|
|