|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 401 |
11 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Her eve bir Oksana!.. |
Merhabalar,
Geçen hafta yazımı 'İnşallah bu hırs sizi İspanya'da da idare eder.' diye bağlamıştım. Ne yazık ki bombanın fünyesi kısa geldi. Kartal'ın ardından Cimbom da üzdü bizi. Şampiyonlar ligine niyet UEFA'ya kısmet oldu. Hayırlısı olsun artık. 4 takımla UEFA'yı hallaç pamuğu gibi atar finali de 2 Türk takımına oynatırız olur biter. Yapamaz mıyız? Yaparız yaparız...
........
Dokuzuncu kattan eşyalar sokağa yağmaya başlayınca elalem meraklanıp polise haber veriyor. Polis geliyor kapıyı açıyor, bir bakıyor içeride 25 günlük kapatma güzel Oksana!.. Kadıncağız dış dünya ile iletişimi sokağa attığı tabak çanakla kuruyor, bak Allahın işine. Tipik türkişi metres uygulaması. Kıçına para değen işadamı kılıklı aile babası evine uzak bir mahallede garsoniyer tutup birkaç yüz dolara kadını eve kapatıyor. Daha sonra memleketten dönen karısı korkusuna kapatmayı kaderiyle başbaşa bırakıyor. 24 gün sabırla paralı erkeğini bekleyen kadın 25. günde isyan bayrağını çekiyor. N'apsın kadıncağız? Evde yiyecek suyunu çekmiş, iş kaybı ayyuka çıkmış. Şimdi kadın işadamı bozuntusuna iş kaybı nedeniyle maddi tazminat davası açsın da görsün gününü dümbelek. Rezillik dizboyu. Adam afişe, kadın sefil olmuş. Ama sabrederse Oksana, işadamıyla girer gerdeğe okşana okşana. Nasılsa nikahlı karısı alır paraları boşar herifi. Bekle Oksana yakında ikramiye var sana. Karısı tarafından tıteber bırakılmış bir garip işadamı kazandınız, tebriklerr...
........
Cumhurbaşkanımız tarafından veto yiyen Tubitak'a yerleşme ve çöreklenme kanunu mecliste aynen kabul edilmiş. Bu kurum konusunda ahkam kesmek bana düşmez. Aramızda bu konuda yetkin pekçok arkadaşımız var biliyorsunuz. Onlardan biri konuyu tüm hatlarıyla gözler önüne serer bir şekilde. Amma sıradan bir adem olarak hükümetimizin bu konuda attığı adımı kendimce anlamaya çalışıyorum. Dipten dipten kadrolaşma süredururken, kanunla bir kereye mahsus olmak üzere Tübitak yönetimini seçimle değil de atamayla saptamak hangi hukuka uygun görünüyor onu bulmaya çalışıyorum. İncelediğim hukuklar arasında Zimbabwe, Nikaragua ve Papua Yeni Gine hukuk sistemleri var. Henüz bir dayanak bulamadım ama sabırla çalışıyorum. Hele birde üst düzey 6 üyeyi başbakanın bizzat atayacağını öğrenince dellendim ve de dillendim. Hoops be yahu hopps. Şunun gerekçesini ben gibi sıradanlara bir açıklasanız da sizlere müteşekkir kalsak. Hayır yani eğer haklıysanız, önümüzdeki yerel seçimi es geçip, bir kereye mahsus belediye başkanlarını atamayla tayin edelim olsun bitsin. Memleket ekonomisine büyük katkı olur, olmaz mı? Kulağınız çekilince kuran kursları yönetmeliğini rafa kaldırdınız aferin. Kulakta çekilecek yer kaldıysa bir de Anayasa Mahkemesi çeksin de tam olsun. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Öyle bir pehlivan tefrikası ki değmen benim gamlı yaslı gönlüme!..
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Cafe Azur : Suna Keleşoğlu |
Yağmur, Limonlu Çay ve Umut Üzerine
Bir gölgedir bazı anlar. Akşama yağıyordu yağmur. Küçük şehirlerin bilindik otobüs terminallerinde değiş tokuş edilen bakışları gölgeleyen yağmur.
Tüm akşam kalabalığına karışan seslerin yorduğu yüzüyle öylece bakıyordu camdan. Terminale yaklaşan otobüslerin yağmurla yaptığı ışık oyunlarının acelesiz seyircisi. Gelen her otobüsün önünde biriken kalabalıklara inat, acele etmeden beklemenin mükafatı bir limonlu çay. Küçük şehrin, küçük otobüs terminalindeki makineden alınmış plastik bardakta bol şekerli bir limonlu çay. Isıtabilen sadece çayın incecik buharı. Birazdan o da terkedecek.
Ayrılık ve terkedişlerin yegane adresi garlar ve terminallerin hüzünlü havası var burada da. Şehir içi otobüslere ve yakın mesafeli yerlere seferler yapılsa da yolculuk bu adı hüzne çıkan.
Yağmur taneleri sarı ışıkların eşliğinde dansına devam ederken terminalin kapalı bölümündeki banklardan birine oturmuş ve elindeki limonlu çayı yudumlayan kadının cama vuran gölgesi...
Okulların dağılma saati, dışarıdan gelen bu gürültü yağmurdan kaçmaya çalışan ve bir an evvel otobüslerine binmek isteyen genç öğrencilerin varlığı. Yağmurdan kaçmak olmasa bu kadar çabuk eve gitmek olur muydu? Bu telaşı unutmuşum diye düşündü kadın. Önce okullu olmayı unutmuşum ardından da biryerlere yetişmeyi. Bu yüzlerde tanıdık değil. Bizim gerilerde kalan masum okullu yüzlerimizden uzak birşeyler var bu çocukların yüzünde. Benim ülkemde de bu kadar değişti mi umutlar?
Limonlu çayın şekerli tadını sevmemişti. Evde olsaydı daha az şeker atardı, hem yanında da bir dilim kek olurdu belki.
Yağmur şiddetini artırdıkça hızlanan hareketleri gözlemlemekten yoruluyor. Birazdan da kapıları kapatacaklar ve bu sıcacık bekleme salonundan dışarı çıkmak zorunda kalacak. Zamanı ısıtmalıyım yağmura çıkmadan...
Yağmurun altında iki gölge. Oysa yaşı çok daha küçük olmalıydı yüzündeki makyajı silseydi. Şişme son moda kısacık montunun içinde göbeği açık, Stars yazılı tişörtü ve düşük belli pantalonu ile diğer yaşıtları gibi, ama yüzü acemice sürülmüş boyalarla yaşama acele edenler gibi. Oysa ne kadar berrak bir suratı var. Bakışları donuk ve sevgilisi gibi duran genç çocuğun ellerinden tutarken birşeylerin yitik olduğu bir bakışını yakalıyor limonlu çay içen kadın. Sonra yanındaki genç adam üzerinde kocaman harflerle Sigara Öldürür yazan mavi paketten filtresiz bir sigara çıkarıp yağmura ve akşama bir sigara yakıyor. Ciğerlerini kirletmek için öyle genç ki. Sivilceli suratında gölgede kalmış gözleri öyle çocuk ki. Bakışlarında yitik parıltılar, ışıldayan tek şey yağmurun otobüs farları ile yaptığı akşam dansı...
Dışarısı hala yağmurlu , dışarısı hala soğuk.
Köşede iki genç orta yaşlı sarhoş adamın etrafında gündelik yaşamdan konuşuyorlar. Mahallenin sarhoşlarından olduğu herhalinden belli bu adamın içki kokusu metrelerce öteden karışıyor diğer tüm kokulara. Belli ki atadan buralı olmadıkları belli, buralı olmamak adına hem dışlanmış, hem de dışlanmak için çabalamış diğer gençler gibi alternatif tavırlarla konuşuyorlar. Neredeyse kullandıkları tüm sözcükler argo ve kıyafetleri bir şeylere başkaldırıyor olmayı ifade ediyor. Buradaki tüm asi çocukların ayağındaki bilindik marka spor ayakkabılar onlarda da var. Sarhoş adamın biralarını paylaşırken biraz önce içtikleri kahvenin plastik bardağını yere atıp daha çok para kazanmaktan konuşuyorlar. Sonra bira şişelerini yerlere atıyorlar. Adam sarhoş, çocuklar laf söylenemeyecek cinsten tehlikeli. Kadın susuyor ve çöplerinizi yere atmayın diyemiyor.
Basit ayrıntılarda gözlemlerini birleştirdikçe uzaklaşıyor kendi gençliğinden. Bizim değerlerimizin yerini bambaşka şeyler almış demeye cesareti yok. Gördüğü otobüs bekleyen gençleri, evine yakın lisenin önünde rastladıklarını kare kare koyuyor önüne. Çıkan manzarayı tanımlayamıyor. Sokaklardaki onlarca yüzde umut ışığının peşinde, akşama düşen yağmurun terminal ışıklarında parlayan taneleri gibi.
Bu kaygılar, bu sorgulamalar sürüp gidecek...Limonlu çayı da bitmiş zaten. Birazdan otobüs gelecek.
Sonra günün birinde bir konser izliyor. Toplam 110 kişilik orkestranın yarıdan fazlasını oluşturan 10-18 yaş arası gençlere baktıkça yüreği ısınıyor. Shostakovich'in 5. senfonisini ablaları ve abileriyle eşit şartlarda yorumlayan o gençlerin ışığı sokakları aydınlatan Noel süslerinden bile daha çok parlatıyor yüzünü. Belki de orkestranın en küçüğü 10 yaşlarındaki küçük çellocu delikanlının enstrümanını okşayan küçük parmakları ile geceye doğan tam ayı tutmak istiyor umut adına.
Limonlu çay içerken gördüğü rüya ile uyanmadan yeni bir umuda kucak açıyor yüreği. Bu yağmursuz geceyi umut karşılar artık, parmakları yorgun, gözleri yorgun kalbindekileri anlatmaya çalışan sözcüklerin eşliğinde...
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan Sosyal Bilimcilerimiz Uyuyor mu? |
|
Pek çok çeşitli okullarımız var, memleketin tüm sathına yayılmış.. Her birisinde birbirinden kıymetli hocalar, profesörler, kadrolar.. Peki bu insanlar ne yaparalar? Yani üniversitelerin görevi değil midir araştırmalar yapmak, sonuçları düzenlemek, anlaşılır hale getirmek falan? Öyledir diye biliriz bizler.. Peki ne araştırırlar, örneğin sosyoloji fakületelerinde? Sosyal Psikologlar, Toplum bilimciler falan? Mesela ‘Toplumun baskı altındaki davranışları’ ya da ‘Hırsızlığın toplumdaki etkileri’ falan gibi şeyler mi? Neler? Bilmiyorum.. Bilsem de ilgilenmiyorum.. Çünki bu mevzu aydınlanmadan, diğer konularda yapılacak herşey beyhude!!
Hürriyet gazetesi, memleketin en büyük tirajlı gazetesi.. Ben herhangi bir gereksinimim olmadığı için, seri ilanlar bölümünü okumuyorum hiç..Ama iki gün önce bir arkadaşım öyle bir bölüm gösterdi ki, işte o zaman bu toplum bilimciler herşeyi bıraksınlar, ya kafalarına bir huni geçirsinler ya da meslekten aflarını istesinler.. Çünki eğer böyle ilanlar başlıyacak bu memlekette denseydi, kesinlikle hiçbirisi buna ihtimal vermezdi.. Bu bilimadamları Türk insanını daha iyi tanımamızı sağlamalı, muhakkak çözmeli bu enteresan, eşi bulunmaz kimliği.. Ve şimdiye kadar yapılmış olan araştırmaların aslında hiç de önemli olmadığını kavradım.. değersiz hatta.. Önce bu ilanların nedenleri bulunmalı, diğer tüm araştırmalar sonra yapılmalı.. Bu anlaşılmadan, herşey önemsiz ve değersiz...
Mevzu şu, Hürriyet seri ilanlar köşesinde birinci gün 3 sütundu, ikinci gün beş sütundu, şimdi kaç olmuştur bilmiyorum, satılık telefon ilanları var. Cep telefonu numaraları satılık!! Yani sanki Turkcell’e gitsen yeni numara vermiyormuş gibi, 532’li numaralar satılık.. Anladığım kadarıyla 532’li numaralar bitmiş, şirket de 533, 536 ya da ne bileyim başka üç rakamla başlayan yeni numaralarla devam etmekte. Ama 532’li numaralar benim anlayıp tahmin edebildiğim kadarıyla bir prestij meselesi olmuş! Yani bu numaradan sende varsa, o zaman sen cep telefonları ilk çıktığı zamanlarda almış olan, ‘aileden zengin’, ‘görgülü’ falan filan bi şeyler oluyorsun, sınıf atlıyorsun, naron, barones gibi birşeyler oluyorsun! Sadece 532 ile başlıyan (tabii tercihen ikiyüzlerde bir numara olmalı, yani böyle oldukça rütbe ve kıdem artıyor! Mesela 265 ile başlıyan, 288 ile başlıyandan daha prstijli gibi.. Size birkaç ilan okuyayım da hep birlikte gülelim:
0532.230.59.70 ilk sahibinden satılıktır!
0532.231.19.XX 8.000 dolar
0532.262.81.96 no’lu hattım satılıktır 20.000$ (yanlış okumadınız, yirmibin dolar!!)
0532.263.63.00 ilk sahibinden, teklifle !!!
0532.218.XX.XX hiç kullanılmamış, ilk sahibinden, aranmaz!!!
Ve böylece sürüp gidiyor.. En düşük fiyatlar 4-5.000 dolar!! Benim numara biraz afilidir, 40.000 den aşağı vermem arkadaş!! Hatta bekleyeceğim, ilerde 100.000 eder bu!!
Yani bu ne toplumdur? Ne psikolojidir? Kim alır, kim satar? Satan fiyatı nasıl belirler? Alan bu parayı niye ve nasıl verir? Ben çıkamadım işin içinden.. Şuraya bak, ilk sahibinden, az kullanılmış!! Yok aga, ben doktordan ya da bayandan (!) olmadı mı ilgilenmem zaten.. Temiz olmalı.. Numaram bakımlı olmalı, kullanılmamış olmalı benim..
Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Kahvecigillerden : İlker Şengün DÜŞÜNCEYE KADAR SATIN AL! |
|
A.B.D'nin Minessota şehrinde 2000 yılında enteresan bir olay yaşandı, şehrin en büyük alışveriş mağazalarından Mall of America'nın tavanından aşağıya 50 metrekarelik bir afiş asıldı. Alışveriş çılgınlığının frenlenmesi gerektiğini düşünen bir grup insan tarafından asılan bu afişin altı delinmiş, buradan bir alışveriş çantasından düşen dünya resmi konulmuştu, en altında ise şöyle yazıyordu ''Düşünceye kadar satın al!''
Şimdi buda nereden çıktı demeyin lütfen, tüketim çılgınlığının idrakine varamadığımı düşünüyorumda onun için bu konuyu araştırdım ve yazmaya karar verdim. Yani iğneyi kendime batırıyorum...
Aşırı tüketim çılgınlığının frenlenmesi gerektiğini düşünen sade hayat öncüleri, yılın bir gününü ''Satın Almama Günü''ilan ettiler. Neden böyle düşünüyor bu insanlar diye merak ettim ve yaptığım araştırmanın sonucunda aşırı tüketim yapmanın zararlarını farklı bir gözle gördüm.
İnsanlar birşeyleri satın aldıkça, fabrikalar daha fazla çalışıyor, üretmek için daha fazla ağaç kesiliyor, daha fazla enerji tüketiliyor, daha fazla doğal kaynak kullanılıyor. Ve bunların neticesinde yemyeşil dünyamız gazlarla ve atıklarla kirleniyor.
Satın aldığımız her ürünü gerçekten ihtiyacımız olduğu içinmi alıyoruz, yoksa almış olmak içinmi? Aldığımız her ürünü kullanıyormuyuz acaba?
Ben bu konuyu araştırmaya başladıktan sonra bu soruları kendime sordum, çıkan sonuç almış olduğum ürünlerin en az %20'sinin gerçekten tam olarak ihtiyacımın olmadığı şeyler olduğunu üzüntüyle tesbit ettim.
Toplam olarak her sene almış olduğumuz ihtiyacımız dışı ürünler, hesap edildiğinde epey yekün oluşturuyor. Bu bütçemizi sarsan bölümü, ya çevreye verilen zarar, o en önemlisi.
2001 yılında A.B.D'nin Seattle kentinde S.A.G (satın almama günü) kampanyası çerçevesinde, alışverişe gelen insanlara broşürler dağıtıldı. Bu broşürlerde bir ürünü almadan önce herkesin kendine şu soruları sormaları isteniyordu:
-Bu ürüne gerçekten ihtiyacım varmı?
-Bu ürünü almam için ne kadar çalışmam gerek?
-Bu ürünü ne kadar süreyle kullanabilirim?
-Bu ürün elimde varda yıprandı diyemi alıyorum? Tamir yada yenileme olanağı varmı?
-Bu ürün kullandıktan sonra bir atık olacakmı? Ürünün geri dönüşüm özelliği varmı?
-Bu ürünü almadanda yapabilirmiyim?
-Almak istediğim ürünü en kaliteli ve uygun fiyata alabilmek için bir araştırma yaptımmı?
S.A.G kampanyalarının en büyük özelliği 24 saat boyunca hiç bir şeyin satın alınmamasıdır. Bu kampanyalar sırasında tüketim çılgınlığına karşı insanların dikkatini çekmek için pek çok ilginç eylem tertip edilmektedir. Örnek olarak, konserler düzenlenir, kredi kartları kesilir, posterler asılır, el ilanları dağıtılır. İnsanlar bu günü birbirlerine hatırlatmak için resimler, kartlar, internet üzerinden mesajlar gönderirler. Alışveriş merkezlerinin önlerinde yada içlerinde küçük bölgeler oluşturulur, buralarda alışverişe gelenlerle satranç oynanır, kitaplar okunur, resimler yapılır, sohbetler edilir.
S.A.G kampanyaları kırıcı, incitici, hakaret edici özelliklerden cok uzaktır. İnsanların dikkatini çekebilecek, en azından insanları kendi kendini sorgulamaya yöneltecek ve çoğunluklada gülümsetecek eylemler düzenlenir.
Geçmiş yıllarda A.B.D'nin Seattle şehrinde bulunan West Lake Center isimli alışveriş merkezinin önünde toplanan çok sayıda kampanya gönüllüsü, kredi kartını kesti. Ya paranı, ya Canını isimli kitabıyla A.B.D'de sade hayat düşüncesinin öncülerinden olan Vicki Robinde eylemciler arasındaydı. Doktor elbisesi giymiş olan Robin, alışverişe gelenlere, aşırı zenginlikten kaynaklanan psikolojik bir hastalık olan ''Affluenza''iyileştirecek reçeteler dağıtıyordu.
Sevgili dostlar, bunların tamamını benimde hayatımı etkilemiş olan alışveriş çılgınlığının kendimizi ve çevremizi ne kadar etkilediğini ortaya koymak için yazdım. Artık dışarı çıkarken yanıma kredi kartı ve çok fazla nakit para almayarak alışverişimi kontrol altına almaya çalışacağım. Uzun süredir bunun çabası içerisindeyim, kendi kendime çok sordum acaba ben mi gelir gider dengesi kuramıyorum diye? Fakat yapmış olduğum araştırmalar sonucunda, çok az sayıda insanın plan ve program dahilinde yaşadığı ve hesabını ona göre yaptığının tesbiti oldu.
Her sene dünya üzerinde SAG kampanyaları düzenlenmeye devam ediyor, tarihler 29 Kasım 2003'ü gösterirken yine insanlardan, bir gün olsun bu alışkanlıklarına ara vermeleri istendi. En azından birşeyler satın alırken dahi insanların kendi kendilerini sorgulamaları önerildi.
Bir yıl içinde sadece bir gün, belki çözüm olmayabilir. Ancak büyük sonuçların hep küçük başlangıçlarla elde edildiği gerçeğini unutmamalı.
İlker Şengün
ilkersengun@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Poplu-yorum : Hakan Güler |
MAZHAR-FUAT-ÖZKAN / COLLECTION
Türk pop müziğinde;
Asla yaptığı müzikten taviz vermeyen,
Hiç bir zaman "arabesk motiflere" bulaşmayan,
"Albüm" çıkarma işini zaman periyoduna bağlamayan,
Bizlere her daim "kalite"yi hatırlatan.
Profesyonel düşünceden asla taviz vermeyen.
Kaç müzisyen var (?)
Evet kaç müzisyen var (?) ... vardı (?) .... ya da kaldı...(?)
Şimdi gözlerinizi bir kapatın.
Evet şöyle bir arkanıza yaslanın ve düşünün
..................
Hımmmm...
Kafanız biraz karıştı değil mi (?)
Peki, ben biraz daha karıştırayım o halde...
Türkiye'deki ilk çıkan yerli CD prodüksiyonu kime ait desem?
İlk videoklip'i "Heyecanlı" olarak ne zaman farkında olmadan izledik?
Ya da ülkemizde ilk "rap" tarzı çalışmayı kim yaptı?
İlk "kuş dili"(!) alfabesiyle "Sude"yi bizlere kim sundu?
..............
Bütün bunların cevabı ;
Üç harfte saklı:
M.F.Ö
yani;
MAZHAR-FUAT-ÖZKAN
Çok uzun uzadıya anlatmayacağım onları.
Onlar için;
"Kalite" ve Türkiye'deki batılı anlamda gerçek "Pop Müzik Ustaları" desem,
En yalın şekilde ifade etmiş olurum gibime geliyor (!).
Ele Güne Karşı ile başlayan M.F.Ö albümleri serisi
Sırasıyla,
Peki Peki Anladık..., Vak The Rock,
No Problem..., Aganaga,
Geldiler..., Dönmem Yolundan,
The Best of M.F.Ö ve Mazeretim Var Asabiyim Ben' ile sürdü.
Sonrasında uzun bir sessizlik... ayrıldılar dedikoduları...
Uzun bir zaman sürecinden geçiş,
Bu zaman süresince grup üyelerinin devam eden ayrı ayrı çalışmaları,
Rol alınan; Diziler, Reklam ve Sinema filmleri...
Ve her birinin müzikal birikimiyle ortaya çıkarılan ürünler,
Ayrı solo albüm çalışmaları;
İlk olarak Fuat GÜNER'in prodüksiyonu.
Ardından Mazhar ALANSON'un ilk solo albümü.
Ama hiç bozulmayan müzikal birliktelik.
Daima beraber verilen muhteşem konserler.
Ve birlikte hazırlanmayan albümsüz geçen 8 yıl.
.................
Ve şimdi yeniden M.F.Ö
Bu kez "COLLECTION"albümüyle huzurlarınızda.
Zamanın tüm M.F.Ö albümlerindeki en güzel Balad'lardan seçilen
Mükemmel bir seçkiyle.
Albümü alanlara bir de "bonus" şarkı var.
"Enayi miyim Ben"adlı yepyeni bir M.F.Ö şarkısı.
COLLECTION; adeta ikinci bir "Best off "
M.F.Ö'nün eski albümleri maalesef bırakın CD formatında bulmayı,
Kaset olarak bile piyasada olmadığından bu albüm adeta bir hazine.
Bence bu yılın en iyi albümü...
Müzikal anlamda bir gürültü kirliliğinin ortasında olduğumuz bu dönemde
Dinledikçe hep "İyi ki varlar"
İyi ki bu güzel besteler var diyorsunuz...
Ve şükrediyorsunuz.
..............
Mazhar Fuat Özkan'ın
Yeni şarkılarından oluşan albümlerini
Önümüzdeki yıl dinleyebileceğiz.
Bu doğrultuda çalışmaları süratle devam ediyor.
Ama;
O zamana dek;
Bu başucu albümü
Ellerimizin altında.
Adeta bir soluk ve ilaç gibi...
Kısaca;
Hepsi boş...
Var olan sadece müzik.
Ama iyi müzik (!).
Onların diliyle
"Hepsi Hepsi Kuru Muhabbet
"Muhabbetler Sana Doğru, M.F.Ö "
.................
Kulağınızdan ve dilinizden müzik eksik olmasın.
Hakan Güler hakanguler@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
EUDAMONIA BY LAVINIA : Mine Korkmaz |
BİRİ BİZİ DURDURSUN
Geçenlerdebir yazı okudum ve o yazı ceni o kadar çok etkiledi ki elde ettiğim sonuçları sizlerle paylaşmak istedim.
National Geographic'in yaptığı bir araştırmaya göre dünyanın nüfusu hergün 250-300 bin artıyormuş. Sıradan bir cümle değil bu. Her geçen gün doğumsayısı ölüm sayısından 250-300 bin daha fazla!!! bu ne demektir sizce?
yapılan araştırmaya göre M.Ö 4000'de dünyanın nüfusu 100 milyonmuş. Doğumlar ölümleri dengeliyor ve insan denen yaratık en fazla 25 sene yaşıyormuş. Bu nüfus M.S 1500'de iki katı olmuş ve 200 milyona çıkmış.Bu süre zarfında da tabiki insanoğlununn yaşamasüresi fazlalaşmış. M.S 1800'de nüfus ani bir patlama kaydederek 1 milyara ulaşmış. 1 milyarlık bu nüfus 150 yıl içinde yani M.S 1950 ye kadar 2 katına çıkmış yani 2 milyar olmuş.
M.Ö 4000-M.S1500 yılları arasında yani 5500 yıllık sürede ancak 2 katına çıkan nüfus 150 yıllık bir sürede bu yolu kateder duruma gelmiş.
M.S 1950- M.S 2000 arasındaki sürede yani 50 yıl içerisinde de 3 milyar artmış yani 5 milyara çıkmış. bu ne büyük bir patlamadır!!!
Şu an 6 milyar nüfusumuz var. Ve her gün 250-300 bin kişinin aramıza katıldığını hesaba katarsak eğer, 7-8 yıl içerisinde nüfusumuzun 1 milyar artacağını ortaya çıkarmış oluruz.
Hesaplamalar doğru çıkarsa eğer M.S 2150 yılında 694 milyar nüfusa sahip olacağız. Düşünebiliyor musunuz? Böyle bir nüfusu dünyanın kaldırabileceğine inanıyor musunuz?
Bence doğa bunu kaldıramaz. Ve mutlaka kökten değişiklikler olacaktır.
(dinar, erzurum, düzce, yalova depremleri vs...) Şimdi dünyanın nüfusu 6 milyarken sığamıyoruz, önümüze gelen her ağacı kesip barınak yapmaya çalışıyoruz. -Ki bir zaman gelecek ağaç dahi kalmayacak. Yavaş yavaş kendi sonumuzu hazırlıyoruz.
Neden bu açgözlülük? Biz bize yeterken daha çok bireyler dünyaya getirip hem bizim hem de onların sonlarını hazırlıyoruz.biri bizi mutlaka durdurmalı!!!
Çok geç olmadan mutlaka durmalıyız.
Ben yaşamayı çok seviyorum. Hiçbir şey beni bu sevgiden mahrum edemez buna hakkı yoktur... kimin bizi yok etmeye hakkı var ki?
Bir düşünürseniz eğer bu açgözlülüğün swbebini bulacaksınız. Evet doğru tahmin ettiniz bu açgözlülük sadece vesadece EGO yüzünden oluyor. Egolarını tatmin etmek isteyen insan daha çok tüketiyor Üreticiler buna yetişemez duruma geliyorlar. Neden peki? içsel huzuru aramak varken neden duş dünyanın maddiyatı bizi daha çok sarıyor? azla yetinmek dururken neden daha çok istiyoruz ki?
Bizi hayata karşı yönlendiren şey ego olmamalı... Egolarımızın dediğini yaptığımız sürece kaybedenin biz olacağımızı bilmeliyiz.
İçsel huzurun en önemli şey olduğunun farkına varana kadar ben de tüketici toplumun bir üyesiydim. Huzurun egoyu tatmin etmekle sağlanmadığının farkına vardığım anda insan olmanın özünün ne kadar mükemmel olduğunu anladım.
Tükettikçe etrafa, tükettikçe kendimize zarar veriyoruz. Bizden 2-3 kuşak sonrası 694 milyarlık bir çölde gözlerini açacak. Sizce bu güzel bir şey mi?
Mine Korkmaz minekorkmaz@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Turkishdelight Zone : Levent Şenyürek |
YARATILIŞ
"Duyduğun oldu mu hiç, insanların yetkin olmayan bir Tanrı'ya inandıklarını?"
Stanislaw Lem / Solaris
Fuar hüzünlüydü. Olmaması gerektiği kadar hüzünlü. Kötü bir ışıklandırma onca emeği ziyan etmiş. En iddialı standlar bile sönük görünüyorlardı.
"Neyin va Ali?" diye sordu Rabin bozuk İngilizcesiyle. Biz kısaca Rabin derdik ona. Hintli bir yazılım mühendisiydi ve asıl ismi çok daha uzundu. Öyle ki ne olduğunu çoktan unutmuşum.
Ellerimi, başımı, yüzümü kullanarak birşey olmadığını, iyi olduğumu anlatmaya çalıştım. Rabin dilsizlerin işaret dilini bilmediği için onunla bu şekilde anlaşıyorduk. Aslında bütünüyle dilsiz sayılmam. Ama konuşmaya çalıştığımda kelimeleri bir araya getirmekte çok zorlanıyorum. Bu yüzden de mümkün olduğunca konuşmamaya özen gösteririm.
"OK." dedi Rabin. "Bak, biz başardı!"
Gülümsedim ve sağ avcumu iki kez masaya, eskiden yığınla broşürün durduğu yere vurdum.
"Yaaa." dedi "Daa lazım. Mr. Dixon da gelcek. Vallaaa. Öyle derler. Buralarda."
Dudaklarımı büzüp kaşlarımı kaldırdım ve başımı öne arkaya bir-iki kez salladım. "Vay be!" demeye çalıştım yani.
O sırada Patron gazetecilere demeç vermekle meşguldü. Gürültü yüzünden sesini duyurabilmek için bağıra çağıra konuşuyordu:
"Deniz Kuvvetleri'nden büyük destek aldık." dedi; "Varolan teknolojinin yetmediği yerde yeni teknolojiler geliştirdik Biliyorsunuz yazılım konusunda ilginç bir noktaya gelindi artık. Öyle ki mesela bir simulasyon programı, ya da bir oyun yazabilmek için programcı olmanıza falan gerek kalmadı. Zaten yirminci yüzyılın sonunda, tasarımdan kod üreten yazılımlar geliştirilmeye başlanmıştı. Bu yazılımlar GMX 500 teknolojisinin ilk atalarıdırlar. Bu noktaya gelineceği daha o zamandan biliniyordu ve işte "Gerçekleştirici" ile karşınızdayız. Bu alandaki son noktayı biz koyduk. Siz sisteme sözel olarak isteklerinizi bildiriyorsunuz. O da ilgili kodları üretiyor. Bunun uygulama alanları sonsuz. Eğitimde, eğlence sektöründe, endüstriyel yazılımlar, bilimsel simulasyonlar geliştirmek için kullanabilirsiniz."
"Gerçekten harika bir iş başarmışsınız Mr. Smith. Tekrar tebrikler! Son bir sorum daha olacak. Bu sistemlerin program yazarının hakimiyetini azalttığı türünden eleştiriler yapılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?"
"Evet, artık makine dili tarihte kaldı. Ama her detayı, kullandığınız herhangi bir malzemenin veya yöntemin nasıl gerçekleştirildiğini öğrenmeye kalkarsanız, o bilgiyi kullanarak yeni şeyler üretmeye vaktiniz kalmaz. Bırakın, yaşamaya bile vaktiniz kalmaz. Siz elinizde tuttuğunuz mikrofonun çalışma prensibini biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz ama kullanıyorsunuz öyle değil mi?"
Galiba çok yorgundum. Ürünü fuara yetiştirebilmek için haftalardır gece gündüz demeden çalışmıştık. Bu yüzden olsa gerek, patronu dinlerken bir an sanki herşey karmakarışık oldu, sesler, görüntüler, bir hayal gördüğüm hissine kapıldım. Olup bitenler bütünüyle bir yanılsamaymış gibi. Kendimi toparlayabilmek için başımı iki yana salladım Sonra da kalkıp koca bir bardak daha kahve doldurdum kendime.
Birkaç yudum içince kendime gelmiştim. Derken Rabin beni dirseklemeye başladı. Bir yandan da
"Ge..geliyolar!" diye kekeliyordu.
Onun gösterdiği tarafa doğru baktığımda, büyük koridordan bizim standa doğru yaklaşan bir kalabalık gördüm. Sanki zoraki olarak heyecanlandım. Mr. Dixon geliyordu. Aslında bir kişiydi gelen ama kalabalıktı çünkü büyük patron korumalardan bir duvar ve bir de gazeteci ordusuyla kuşatılmıştı. Bu iki grup birbirleriyle sürekli itişip duruyorlardı. Sanki bir savaştı yaşanan. Gazeteciler naralar atarcasına sorular soruyorlar, ateş edercesine fotoğraf çekiyorlardı. Ancak Mr. Dixon fethedilmesi güç bir kaleyle kuşatılmıştı. Sonunda bu yürüyen kale bir limana sığınırcasına bizim standa yanaştı. Korumalar iki yana çekilince Mr. Dixon'ı görebildik. Saçları sakalları iyice ağırmıştı ama mavi gözlerindeki ışıltıyı kaybetmemişti. Sanki giderek daha yakışıklı oluyordu bu adam.
Patron hemen ona doğru hamle yaparak tokalaşmak için sağ elini uzattı.
"Şeref verdiniz Mr. Dixon." diye geveledi heyecanla.
Mr. Dixon başını kaldırıp büyük ekranı ve cam küreyi incelemeye başlamıştı.
"O şeref bana ait Alvin." diye mırıldandı. "Demek sisteminiz bu. Methini çok duyduk, bir de gelip kendi gözlerimle göreyim dedim."
"İyi yaptınız efendim. Aslında buradaki sadece sistemin arayüzü. Asıl makineyi buraya getirmedik. Hem çok büyük, hem de zarar görmesini istemedik."
"İyi yapmışsınız. Hadi bakalım. Ne göstereceksiniz şimdi bana?"
Patron bir an ne yapacağını bilemeden sağa sola bakındıktan sonra bizim bulunduğumuz tarafa doğru çevirdi başını.
"Arkadaşlar" dedi. "Bir demo da Mr. Dixon için yapalım mı?"
Hemen onlara doğru yürüyüp büyük patronun elini sıktım ve el kol hareketleriyle cam küreye doğru davet ettim onu. Konuşmamam Mr. Dixon'ı biraz şaşırtmıştı tabi. Hareketlerimle korumaları da tedirgin etmiş olmalıyım ki bir iki tanesinin ellerini silahlarına doğru götürdüklerini fark etmiştim. Patron hemen araya girerek.
"Arkadaş," dedi özür dilercesine; "sistemi gerçekleştiren mühendislerden biri. Kendisi dilsizdir."
"Öyle mi?" diye cevapladı onu Mr. Dixon, yüzünü yeniden bana çevirip gülümseyerek. "Sizi de tebrik ederim genç arkadaşım."
Gözlerimi yumarak, başımı teşekkür anlamına gelecek şekilde bir kez aşağı indirdim.
"Rabin, sen de yardım et."dedi patron.
Rabin konsoldaki yerini çoktan almıştı zaten. Ben büyük patronla beraber cam küreye doğru yürürken salon iyice sessizleşmişti. Ayakkabılarımızın standın parke döşemesi üzerinde çıkardığı sesleri duyabiliyorduk. Bu sırada korumalar da olup bitenleri tedirginlikle izlemeyi sürdürüyorlardı.
Mr. Dixon "Beni oraya hapsetmeyeceksiniz değil mi?" diyerek espriyle geçiştirdi bu durumu.
Gülümseyerek "Merak etmeyin" anlamında bir kez yukarı kaldırdım başımı.
Büyük patron sandığımdan daha sevimli birisiydi. Nedense, dünyanın yarısından çoğunu yöneten bir holding sahibinin sert ve huysuz olması gerektiğini düşünmüştüm ama öyle değildi. Hatta çocuk gibiydi biraz.
O cam küreye girdikten sonra, kapıyı arkasından kapattım. Rabin kaskı başına geçirir geçirmez.
"Sistemi açarım." dedi titreyen sesiyle.
"İlk anda heryer karanlık olcak. Korkma. Karanlık hiçlik. Boş bi tuval. Siz hayalgücünü kullan. Onu doldur."
Patron cam küreye yaklaşıp sesini duyurmak için bağırarak
"Bir rahatsızlık duyarsanız istediğiniz zaman programdan çıkmamızı işaret edebilirsiniz." dedi; "Hemen kapatır arkadaşlar. Keyfini çıkarın."
Sonra Rabin'e dönerek "Devam et" anlamında başını salladı.
"Siz konuş sadece." diyerek yeniden konuşmaya başladı Rabin; "Ne istersen program onu yaratsın.Yazılım halletcek. Kuş uçsun de, kuş yapıp uçuru. Tabi görüntü bunla hep. Korkma. Başlatayım?"
Mr Dixon gülümseyerek bir pilot gibi sağ başparmağıyla onayladı onu.
Hepimiz içeride olup bitecekleri görebilmek için ekrana bakmaya başladık. Mr. Dixon'ın görüntüsü çoktan büyük ekrana yansımıştı. Şu anda karanlık bir uzayda, boşlukta asılı duran bir astronot gibiydi. Bir süre bekleyip düşündükten sonra:
"Işık olsun". dedi ve ekran aydınlandı.
"Hah şöyle. Daha iyi oldu şimdi." diye mırıldandı.
"Şimdi gökyüzü olsun. Mavi olsun. Gökkubbe olsun. Altında da dünya olsun."
Ve söylediği gibi oldu.
"Şimdi sular ve aralarında kıtalar olsun. Hah şöyle birşeye benzemeye başladı. Şimdi topraktan yeşillik, otlar, ağaçlar büyüsün. Bu da iyi oldu. Şimdi gökte güneş olsun, gece de yıldızlar ve ay olsun."
Cam kürede ve ekranda güzel bir manzara oluşmaya başlamıştı.
"Nasıl gidiyor?" diye bağırdı patron.
"Çok iyi!" dediler hep bir ağızdan. Ben de başımla onayladım.
"Sular bir sürü canlı varlıkla dolup taşsın!" diye devam etti Mr. Dixon, "Ve toprağın üzerinde göğün kubbesine doğru kuşlar uçuşsun. Büyük deniz canavarları olsun. Çok iyi. Verimli olun, çoğalın, ve denizleri, suları doldurun, ve karada da kuşlar çoğalsın."
Büyük patron, cam kürenin içinde kollarını bir orkestra şefi gibi sağa sola sallayarak emirler yağdırıyordu. Havaya girmişti. Bir çocuk gibi eğleniyor olmalıydı şimdi. Sistem tam güce ulaşmış, kürenin çevresinde şimşekler gibi elektrik akımları dolaşmaya başlamıştı.
"Toprak canlı varlıklar, evcil hayvanlar, sürüngenler ve vahşi hayvanlar üretsin. Aman ne güzel! Şimdi bize benzeyen bi de adam olsun tabi artık. Hayvanlar otlarla ve birbirleriyle beslensin. İnsan hepsiyle beslensin. Ne güzel oldu."
Adamcağız çok eğleniyordu ama nefes nefese kalmıştı. Korumaların lideri standa çıkıp küreye yanaştı ve
"Efendim, iyi misiniz? Fazla yormayın kendinizi!" diye bağırdı, "Kalbiniz var biliyorsunuz."
"Neyse yeter yoruldum. Çok güzel." diye cevapladı onu Mr. Dixon.
Koşup kürenin kapağını açtım ve onu dışarı çıkardık. Rabin de simulasyonu durdurmuştu. Patron standdaki zebilden doldurduğu bir bardak suyu Mr. Dixon'a uzattı. Adamcağız suyu içince biraz kendine gelmişti. Sonra ekrana bakıp donmuş görüntüyü kumdan yaptığı kaleyi izleyen bir çocuk gibi neşeyle izlemeye başladı. Bir an kimse birşey söyleyemedi. Neden sonra Rabin:
"Sileyim yaptıklarını?" diye sormaya cesaret edebilmişti. Ama çok sönük çıkmıştı sesi.
Mr. Dixon onu duymadı. İyi ki de duymadı; çünkü sonra:
"Adamın yalnız olması iyi olmadı." diye söylendi. "Ben ona kendisine benzer bir yardımcı vereceğim. Bir de kadın olsun yanında."
Sonra ısrarlara rağmen bir kez daha küreye çıkarak sisteme bir kadın yaratmasını söyledi ve söylediği gibi oldu. Sonra devam edecekti ki, bu kez yanındaki adamlardan başka biri: "Efendim acele gitmemiz gerek biliyorsunuz" diyerek uyardı onu. "Amerikan başkanı bekliyor."
"Tamam. Tamam. İniyorum. Beklesin biraz, napalım."
Mr. Dixon küreden inerken Rabin'le bana dönerek "Yalnız" dedi "Silmeyin bu yaptıklarımı. Devam etsin. Ben en yakın zamanda gelip bir bakacağım. Merak ettim ne olacağını."
Bozmadık yaptıklarını, simulasyon devam etti ama o gelmedi. Bir türlü fırsat bulamadı. Sonunda Rabin telefonla onu arayıp simulasyonu sonlandırmak için izin istedi. Çünkü korkunç hafıza yemeye başlamıştı. İnsanlar kısa zamanda diğer canlılara karşı üstünlük sağlamışlar ve çok çoğalmışlardı. Ülkeler, şehirler kurulmuştu. Birbirleriyle savaşıyorlardı şimdi. İyice sapıtmış birbirlerini yiyorlardı. Bir müdahale etmek, bir şey yapmak lazımdı.
Rabin yanıma gelip "Tamam" dedi "Silin diyo."
Ekrana uzun uzun baktık ikimiz de. İnsan acıyor da. Canlı gibiler. En azından bir iki tanesini kurtaramaz mıyız acaba?
Levent Şenyürek
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.867 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
SANDIM Kİ...
Sandım ki,
Hani duşun altında...
Hani akan suyun altında...
Hıçkıra hıçkıra ağlarsam,
Sandım ki,
Üzüntülerim de,
Sensizliğim de,
Yalnızlığım da,
Acılarım da,
Akıp gidecek,
Tıpkı akıp giden su gibi...
Giden su ile birlikte,
Görünmez, bilinmez olacak...
Bu çaresiz kızın arınacak...
Ama olmadı ...
Duşun altından çıkarken ben,
Anladım ki,
Hani kurulanırken,
Hani kuruluğa sarınırken,
Sensizliğe,
Yine yeniden,
Eskisinden daha da fazla,
Sarınmışım
Canım Annem....
Canan Şenol
Yukarı
|
Fotograf Vakfı Girişimi’nden duyuru:
FOTOGRAFLARIMIZI SATIYORUZ..
Fotoğraf Vakfı Girişimi, 20 Kasım’da İngiltere Konsolosluğu’na yönelik bombalı saldırı sonucunda ağır hasar görmüştür. Çalışmalarımızı sürdüreceğimiz yeni ofisimize geçiş sürecinde fotoğraf çevrelerinin ve fotoğraf dostlarının büyük desteğini yanımızda hissederek moral bulmaktayız.
Uğradığımız yıkımın maddi etkilerini hafifletebilmek ve yeni bir yer bulabilmek için başlattığımız ‘Fotoğraflarımızı Satıyoruz Kampanyası’na katılarak siz de destek verebilir, dayanışmanın gücünü artırabilirsiniz.
Fotoğraflar, ortalama 18x24 cm boyutlarında agrandizör baskıdır.
Kampanya dahilindeki fotoğraflar, yalnızca bu kampanya için ve talebiniz üzerine basılacak, ön yüzlerinde fotoğrafçısının imzası, arka yüzlerinde kampanya damgası ve edisyon numarası bulunacaktır.
Kampanyada yer alan fotografları
http://www.fotografvakfi.org/turkce/kampanya.asp#
adresinde görebilirsiniz.
Fotoğrafların satış fiyatını,
50.000.000 TL’yi alt sınır kabul ederek, alıcısı belirleyebilecektir.
Web sayfasından yaptığınız alım sonrası banka havalesi dekontunu aşağıdaki adrese veya faksa ulaştırdığınızda fotoğraflar belirttiğiniz adrese gönderilecektir.
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.eyupcocukyuvasi.org/index.htm
...Eyüp Çocuk Yuvası, T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna bağlı olan, 7-12 yaş grubu korunmaya muhtaç çocuklara hizmet veren bir devlet kuruluşudur. 1949 yılında Hafız Şaban ÖZBALÇIK adlı vatandaş tarafından Çocuk Esirgeme Kurumuna bağışlanmış 4000 m2 bahçe-oyun alanı ve 1000 m2 lik binada faaliyet göstermektedir... Eyüp Çocuk Yuvası sizlerin yardımlarını bekliyor. Kredi kartıyla bile bağış yapmanız mümkün.
http://www.geocities.com/Heartland/Park/3303/index.html
Siyam kedileri kulübü ...Hepimiz yaşamımızın bir anında bir hayvan dostumuz ile hayatı paylaştık veya paylaşıyoruz. Hiç hayvan beslemediğini düşünen bile şöyle geçmiş günlerini, çocukluğunu düşündüğü zaman yaşamında bir sokak kedisinin, bir serçenin, mahalle köpeğinin, bir civcivin bulunduğunu hatırlayacak...
http://www.populerbilgi.com/hayvanlar/nautilus.php
...Denizaltılarda bulunan dalış tankları suyla dolunca gemi sudan daha ağır hale gelir ve dibe dalar. Eğer tanktaki su, basınçlı hava ile boşaltılırsa, denizaltı tekrar su yüzüne çıkar. Nautilus adı verilen bir deniz hayvanı da aynı yöntemi kullanır. Nautilus'ün vücudunda 19 cm. çapında salyangoz kabuğu biçiminde spiral bir organ vardır. Bu organda birbiriyle bağlantılı 28 tane "dalış hücresi" bulunur...
http://www.toraman.itgo.com/saglik.htm
...İngiltere'de yaşlılıkla mücadele uzmanı olarak görev yapan Janette Marshall, ufak ama sihirli formüllerle uzun yıllar genç kalınabileceğini iddia ediyor. İşte Marshall'ın gençlik reçetesi... Çok güzel tavsiyeler var. Örneğin benim en hoşuma giden : ...Canınız çikolata isteyince sakın kısıtlamayın ama ölçülü ve az miktarda yiyin... Ne farkeder abicim az bile olsa bana çikolata yiyebilme izni çıkıyor. Şaka bir yana, tamamı olmasa bile çoğunlukla uygulayabileceğimiz öneriler sunulmuş. Özellikle tavsiye ediyorum.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
WordWeb 2.2 [5.2MB] W9x/2k/XP FREE
http://wordweb.info/cgi-bin/geoip/wordweb.exe
MS Word'de veya kendi editöründe kullanabileceğiniz bir ingilizce "thesaurus ve dictionary" programı. Oldukça geniş bir kelime haznesi var. İngilizce metinlerle çalışanlar için olmazsa olmaz bir yardımcı program.
Yukarı
|
|
|