KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 405

 17 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Geçerken uğramıştım!..


Merhabalar,

Bugün sizleri fazla meşgul etmeden birbirinden güzel yazılarla başbaşa bırakmalıyım. Ancak gitmeden bir hatırlatma yapmak istiyorum. "BEN SANA SEN BANA" kampanyasına ilgisizliğiniz tüm hızıyla sürüyor. Bilmem ki sizleri harekete geçirmek için neler yapmam gerekiyor. Vallahi billahi şaşırdım. Fincan dedik olmadı, hediye dedik olmadı. İşin içine para girince mi olmuyor yoksa biraz boşvermişlik mi var anlamaya çalışıyorum. Gün gelecek bu problemi çözeceğim. Ömrüm yeterse tabi. Neyse sizler gene de çok yaşayın olur mu?

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Yukarı

 Rengarenk: Tuba Çiçek


AHLAKSIZ TEKLİF

Bir çoğumuz, tıpkı Yunan filozofu Parmenides gibi, dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölme eğilimindeyizdir: Aydınlık - karanlık, incelik - kabalık, sıcak - soğuk, varlık - yokluk... Bir başka meylimiz de, karşıtlıklardan birini olumlu, diğerini ise olumsuz olarak algılamaktır. Aydınlık olumlu, karanlık olumsuz; incelik olumlu, kabalık olumsuz; varlık olumlu, yokluk olumsuz gibi..

Milan Kundera, 'Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği' isimli romanında, Parmenides'in karşıtlıklarına şöyle bir yorum getiriyor: "Yalnız bir sorun var. Hangisi olumlu, ağırlık mı, hafiflik mi? Parmenides şu karşılığı veriyordu: Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz. Doğru bilmiş miydi acaba? İş burada. Bir tek şundan emin olabiliriz: hafiflik - ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır."

Kundera'nın hafiflik - ağırlık ile ilgili tereddüdüne ben de istikrar - değişim, süreklilik - başkalaşım, kararlılık - dönüşüm gibi karşıtlıklarda düşerim sık sık.

İstikrar, sanıldığı gibi olumlu bir şey midir? Keza süreklilik iyi sonuçlar mı doğurur her zaman? Kararlılık gerçekten de bir erdem midir?

* * *

Hani bilirsiniz Newton'un Eylemsizlik Kanununu; kanuna göre eylemsizlik, bir cismin hareket durumunu koruması anlamına gelir. Başka bir deyişle cisimlerin durgun ya da hareket hallerinde bir değişiklik olursa, cisimlerin bu değişikliğe direnme özelliği vardır. Duran cisim durmaya, hareket eden cisim de aynı harekete devam etmek ister.

Okul yıllarından hatırlarsanız, eylemsizlik kanununa: "hareket halindeki bir araç fren yapınca öne doğru kaykılırsınız, çünkü gitmeye devam etmek istersiniz" örneğini verirler.

Ademoğlu ile Havvakızının hayat içindeki duruşu da böyledir çok zaman. Newton'un eylemsizlik kanunu ile büyük bir uyum içinde yaşar insanoğlu. Süregelen devinime, yaşama, düzene, ilişkilere devam etmek konusunda eylemsizlik kanunu ile işbirliği içindedir.. Değişime direnme ve değişim konusunda eylemsizlik.. Sıkıntıdan patlasan bile, mutsuz olsan bile, tatminsiz olsan bile inatla ve sebatla eylemsizlik... İstikrara sahip çıkıp, alışkanlıkları sürdürmek, her türlü sonucuna da razı olmak.. Aslında bunun adı kararlılık ya da istikrar değil, özyaşamına sahip çıkamama, müdahale edememe, yani KORKAKLIKTIR bana kalırsa.

- Çok istikrarlı bir eleman. 20 yıldır aynı işi yapıyor.
- Peki mutlu mu?
- Yaptığı işi sevmiyor, eşek gibi de çalışıyor, üstelik aldığı para da üç kuruş ama bu saatten sonra yeni bir iş bulmak kolay mı?
- Doğrusu bu kadının kararlılığına hayranım. 30 yıldır sürdürüyor evliliğini.
- Mutlu mu peki, seviyor mu kocasını?
- Yoo.. Ama 30 yıllık kocasını mı boşasın, düzenini mi bozsun şimdi?

Tabi canım; iş dediğin nedir ki? Günün ortalama 8 saatini geçirdiğin bir mekan, geri kalan vakit sana ait. 8 saat sıkacaksın dişini. Evlilik desen zaten 'kurulu düzen'den başka bir şey değil. 30 yıl sıkacaksın dişini. İstikrarlı, kararlı, sürdürülebilir olmalı yaşam!!

Risklidir çünkü düzeni değiştirmek.. Ya yeni düzen eskisinden de berbat olursa? Ya gelen gideni aratırsa? Mutsuz evlilikleri sürdürmek, aşk, sevgi saygı bitse de ilişkileri bir türlü bitirememek, şehirleri terk edememek, tatmin etmediği halde iş değiştirememek, hayatımız için köklü kararlar alamamak felan hep bu eylemsizlik kanununun halt yemesidir. Gerçi Newton bu kanunu cisimlerin hareketi için telaffuz etmiş ama pekala insanın yaşam içindeki tavrına uyarlandığında da abes kaçmıyor. Ne dersiniz?

Hayatınızın dizginlerini elinize alamamanın ve cesaretsizliğin adına kararlılık, istikrar, sadakat ve sevgi derseniz eğer; ne cesaretin, ne sadakatin, ne sevginin, ne de erdemin realitesi kalır. Bunun adı eylemsizliktir. Sadakat adına eylemsizlik, istikrar adına eylemsizlik, kararlılık adına eylemsizlik, tükürdüğünü yalayamama adına eylemsizlik. Yani kısaca cesaretsizlik.

Gözünüzü seveyim bana sorumluluklardan, size bağımlı insanlardan, bencillikten felan bahsetmeyin. Mutsuz, tatminsiz ve kendi yaşamına sahip çıkamayan bir insanın başkalarına karşı sorumluluklarını yerine getirme olasılığı nedir kuzum? İşinde mutsuz bir insandan ne kadar verim alırsınız? Evliliğinden haz almayan bir eşten ne kadar sevgi, saygı, annelik, babalık vs. bekleyebilirsiniz?

* * *

Hazcılık diye anılan felsefe de, Parmenides'in bahsettiği karşıtlıklardandır ve genellikle olumsuz olarak algılananıdır. (Gerçi Epiküros gibi hazcılığı savunan filozofların sayısı da az değildir ama pek de prim yapan bir felsefe değildir.)

Bireysel hazlardansa, toplumsal ahlaka ve inanışa ayak uydurmaya meylederiz. Bireysel hazlarımız, bencillik ve ahlaksızlık gibi görünür. Oysa, kendi yaşamı ve mutluluğu için bir şey yapmaya cesareti olmayan eylemsizler, başkaları için de bir şey yapamazlar. Laf olsun diye yaşar, içi boş kavramların arkasına saklanarak kendilerini 'ahlaklı ve erdemli' olarak addederler. William James'in de dediği gibi: "Pek çok kişi, kafalarındaki önyargıları başka bir şekilde düzenlerken düşündüklerini zannetmektedir."

Üstelik, ahlak dediğiniz şey insandan insana değişir. Birey, seçimlerinde özgür değilse toplumsal hazdan bahsedilebilir mi? Ahlak ya da erdem dediğiniz kime göredir? Mutsuzluğu mu salık verir ahlak ve erdem dediğiniz mesela?

Aslında insanlar kendi çıkarları olmaksızın toplumsal çıkarları da gözetmezler. Buna sorumluluk, ahlak, erdem vs. diye kılıflar uydururular, sonra da bu kılıfların içinde nefes alamaz hale gelirler.

Şimdi eylemsizlik kanununun örneğine tekrar dönelim. Araba içindeki reaksiyonunuzu anımsayın: Araba durunca bir an gitmek ister ve öne doğru kaykılırsınız, sarsılırsınız ama araba durunca da buna alışırsınız. Bu sefer de araba hareket edince geriye doğru kaykılırsınız, eski konumunuzu, duran konumunuzu korumak istersiniz.

Diyeceğim o ki eylemsizlik kanunuydu, kararlılıktı, istikrardı, ahlaktı, erdemdi felan hikaye.. Maval okumayın boşuna.. Bırakın korkaklığı da eyleme geçin; haydi bre miskinler!

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


BARRAKUDA, FİLLER VE İNSANLAR

Başlığın hemen ardından, bir varmış bir yokmuş diye başlama zorunluluğu yatıyor gibi ama bütün bunlar yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız. Bir bakıma üç farklı dünyanın canlısı, nasıl olurda bir yazının başlığı olabilirler. Birincisi büyük denizlerin acımasız yırtıcısı. Öyle ki köpek balıklarına rahmet okutur cinsten. Öyle avını üç beş lokmada değil, küçük küçük parçalarlar halinde sindire sindire yiyor. Filler çok tanıdık. Kendisini görmemiş olsak bile her zaman filmlerde, resimlerde gördük onları. İnsanlar ise ne kadar zor anlaşılırlarsa da, tanımlansa da bizleriz.

Barrakudamız burada bir deney hayvanı. Cam bir bölme ile ikiye ayrılmış dev bir akvaryumun bir tarafına bizimkini koymuşlar. Diğer odacığa ise dubar balığını. Okuduğum kadarıyla bu balık bizim sazanlar gibi kolay lokma (sazanları aptal balıklar olarak tanımlamıyorum, işallah bir başka yazıda anlatırım aptal olmadıklarını) ve bir çok deniz canlısınca sevilerek tüketiliyor. Bizimki dubarı karşıda görünce, tüm uyarılmış saldırganlığı ile atlıyor hemen. Ama ne mümkün arada cam bölme engel. Bizimki özgür denizlerin duraksız yırtıcısı, bilir mi hiç akvaryumu, camı. Durduramaz onu hiçbir şey, yine atlamış nafile. Tekrar, tekrar. Her defasında artan bir uyarılma ile atlıyor ama, her defası hüsran oluyor. Başının belirli yerlerinde açılmalar oluşmaya başlıyor, bizimki devam ediyor. Ama bir an geliyor ki bizimki anlıyor; engel diye bir şey var, sınır diye bir şey var. Bizimki tüm haşmetiyle akvaryum içinde dolaşmaya başlıyor, hatta gidiş yönü dubar olduğu halde turlar atıyor ama cam engelin yanına ulaşınca hemen dönüyor, cam engele çarpmadan turuna devam ediyor. Araştırmacılar daha sonra aradaki cam engeli ortadan kaldırmışlar. Bizim barrakuda engel kalktığı halde dubara hiç saldırmamış. Bu öğrenme ya da şartlanma sonrası barrakuda sınırlarını öğrenmiş ve haddini bilmiş.

Alıntı yaptığım yazar, aslında kendimizi araştırmada kullanılan barrakuda balığına benzetebiliriz diyor. Bir şeye karar veririz, iştahımız kabarır ve onu elde etmek isteriz. İlk denemelerimizde başarısız olabiliriz. Belki daha sonraki denemelerde de... Ama bir gün o arzuladığımız şeye ulaşacak gücümüz ve imkanımız olduğu halde ve belki engeller de ortadan kalktığında, sadece umutlarımızı yitirdiğimiz ve hayal kırıklığına uğradığımız için vazgeçeriz. Ne kötü değil mi? Küçük bir çocukken bize çok kötü resim yaptığımız, asla ressam olamayacağımız söylenir belki. Resim yapmayı sevdiğimiz halde bu sevdadan vazgeçeriz. Ya da şarkı söylemeyi denesek sesimizin ne kadar berbat olduğundan söz eder, umutlarımızı kırar bazıları... Böylece sınırlanır kalırız. Ben resim yapamam, şarkı söyleyemem, basket atamam, iyi yüzemem, kibar olamam, güzel konuşamam, romantik olamam diye düşünürüz. Tıpkı o barrakuda gibi oluruz yani. Gelin şimdi bunu değiştirelim! Aradaki cam kalktı belki de...

Deneyi bir de eğitim bazında değerlendirelim. Deney sonucu olarak görülüyor ki, saldırğanlığı en yüksek seviyede olan bir canlı bile yöntem doğru konulursa kolayca öğrenebiliyor ve kontrolsüz iç güdülerini sınırlayabiliyor. Hemde kendi kendine, yaparak uygulayarak. Biz insanlar olarak modern yaşamlarımızda, hedefinde mutlu ve iyi bir insan olmak amaçlı bir eğitim hiyerarşisi içinde çok uzun yıllar insan olmanın ölçütlerini, gereklerini, sınırlarını hep öğretim kurumlarında öğrenip duruyoruz. İlköğretim, ortaöğretim, Üniversite ve diğerleri. En az eğitim alanımız 8 yıl okul dediğimiz kurumlara devam ediyor. Yani içerimizde barrakudaların yanında hamsi bile olamayacağı insanlar bizleri, geleceğimizi tüketiyorlar, bitiriyorlar ; yavaş yavaş, tane tane. Barrakudaların bile kolayca eğitildiği dünyamızda. Hepimizin malümü hırsızlar, rüşvetçiler, sahtekarlar, caniler, hortumcular, dolandırıcılar kol geziyorlar ve çok bedeller ödeyerek kurulan ülkemizi, geleceğimiz kemiriyorlar. Bunlar uzaydan geliyorlar olsa gerek.

Son bir eğitilme ile ilğili bir yöntemi anlatarak bitireyim. Aslında yöntemi okuyunca kanım dondu, çok farklı açılımlar yapılabilecek bu yöntem elbette insan eğitimi için olası bir yol olarak önermekten çok uzakta yer almaktadır, ancak bu yöntem eğitilme konusunda fazlaca bir yol katedemeyen insan oğlunun eğitme konusunda ne kadar acımasız olduğunun bir göstergesi olarak çok yakıcıdır. Bu sefer kahramanlarımız filler. Hani bizler gibi birarada yaşayan sevimli filler. Filler genelde yaşamları boyunca iç güdüleri ve öğrendikleri ile sürekli belirli kuarallara dayalı yaşam sürerler. Yılın belli mevsim belirli bölgelere giderler, belirli yörelerde beslenip, sularını bile belirli alanlardan içmektedirler. Gidiş gelişlerinde genelde hiyerarşik bir sıralamayla yürürler. Bunu bilen avcı İNSANLAR fillerin geçtiği yolların belirli noktalarına çukurlar açıp, tuzaklar kurarlarmış. Tabiki filler kolayca bu tuzaklara düşerlermiş. İstenilen düzeyde bir fil çukura düşünce, fil bir kaç gün aç susuz bırakılırmış. Sonra yüzü peçeli ve tamamen siyah giymiş bir adam çukura girer elinde kocaman bir sopa ile filin hortum, kulak gibi özellikle hassas bölgelrine vururmuş. Saatlarca sürek bu dayak sonucunda zavallı fil perişan düşermiş. Aç, susuz, kanamalı ve bitkin yıgır kalırmış. Ertesi gün aynı adam bu kez yüzü açık, yüzünde tatlı bir gülümseme, elinde filin en sevdigi yiyecekler olduğu halde filin yanına gelirmiş. Fil bu güzel yiyecekleri yerken, o da fili okşar, sahte bir şefkat gösterisi sunarmış. Sonrasını tahmin etmek hiçte zor değil, o fil yaşadığı sürece o avcıya kul köle olurmuş. Ne denebilirki ?

Zeki Yıldırım

Yukarı


 Kahvecigillerden : Zeynep Meryem Pınar


Malihulya

Sessiz yaşamayı severdi, ve çaba göstermeden farkedilmeyi beklerdi...

Bazen telefon defterini eline alıp uzun uzun incelerdi. Hangi isimde duraklasa numarayı çevirmeye varmazdı eli, korkardı meşgul sesinden,telefonun açılmamasından ama en çok hatırlanmamaktan...

Hayalini kurduğu bir zaman dilimi vardı,değişecekti hayatı ve bir gün farkedilecekti. Yolda yürürken ayağı takılıp düşecek olsa bir elin onu kaldırmasını beklerdi, düştüğü yerden. Ama hep kendi elleri olurdu kendisini tutup kaldıran...

Aynada kendisine izlerken dalıp giderdi. Derinlerine bakardı gözlerinin en derinlerine. Kıyıda köşede sakladığı kendisini keşfetmek isterdi ama göremezdi...

Bahar rüzgarlarını çok severdi. Ne zaman belli belirsiz esmeye başlasa bu ılık rüzgar,gözlerini yumardı. Rüzgarın getirdiği bahar kokusunu çekerken içine gözlerini açtığında başka diyarlarda olmayı düşlerdi. Renkleri kokusundan tanıdığı bir yer hayal ederdi...

Mesela portakal kokmalıydı turuncu, taze süt kokusundan bilmeliydi beyazı, menekşe kokusu mor renkli olmalıydı.Toprak kokmalıydı kahverengi, anne kokusu yeşil olmalıydı. Ve en sevdiği gibi kokmalıydı mavi...

Gökyüzü kadar uçsuz bucaksız olmalıydı en sevdiği, deniz kadar çok şey barındırmalıydı.

Yokuş aşağı yürürken yolun sonu denize çıksın isterdi,yosun kokusu çarpsın isterdi burnuna. Ne zaman penceresine bir kuş konsa bir mektup beklerdi.Kuşlar konar giderdi de beklediği mektup gelmezdi.

Ne zaman ağlasa yağmur yağsın isterdi, ne zaman yağmur yağsa ağlamak... En sevdiği ses su sesiydi birde kendi adını söyleyen sesleri severdi.

Şarkı söylemek mutlu ederdi onu, ve mutlu olduğunda güzel olurdu. Ama en çok o eşsiz gülümseyişi yayılınca çehresine güzelleşirdi.

Sessiz yaşamayı severdi ve çaba göstermeden farkedilmeyi beklerdi...

Ne zaman yüzüne değse rüzgar gözlerini yumardı. Rüzgarın bir rengi olsa mavi olmalıydı ve en sevdiği kokmalıydı mavi...

Ve bir gün dalgalar mavi elbiseli bir kızı getirdi kıyıya,yosun kokuyordu elbisesi, avucunda toprak kokulu bir mektup buldular. Eşsiz bir gülümseme vardı yüzünde ve güzeldi olabildiğince. Yağmur yağıyordu ve damlaların sesine birde şarkı eşlik ediyordu hafiften

"Gün olur alır başımı giderim,denizden yeni çıkmış ağların kokusunda"...

Zeynep Meryem Pınar
zeynepmeryem@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Hüseyin Alparslan


İNSANI BÜTÜNÜYLE SEVMEK -III-

"Oğlummm !"
"Okuldan gelince çantanı , önlüğünü atma salona !"
"Odaya as , gardolabına!"
"Tamam anneee !"

Hızla bahçeye koştu. Annesinin söylediklerini duymuyordu. Bir an evvel bahçeye gidip tavuğuna bakacaktı. Biliyordu ki tavuk açtı ve su içemezdi. İbiğinden gagasına kadar büyük bir yaranın sebep olduğu kabuk vardı.

Bir gece gelincik girmişti tavuk kümesine.Küçük olan civcivlerden bir tanesini yemiş, bu biraz büyük olduğundan yiyememişti. Yüzünü parçalamıştı.Sabah anlamışlardı kümese gelinciğin girdiğini.Babası küfür edip duruyordu gelinciğe. Çocuk bahçeye inmiş , biraz korkuyla babasını izliyordu. Eline bıçağı alıp ,yaralı civcivi kesmek için kanatlarını sıkıca kavradığında ;

"Baba kesme ne olursun" diyebilmişti.
"Acı çekiyor görmüyor musun? Kesmesem zaten ölecek . Hem tavuklara da zarar verir bu haliyle."
"Baba , ben büyüteyim onu.Hem tavuklardan da ayrı bir kümeste beslerim . Ne olur babaaaa !" diye yalvarmıştı .
Babası homurdanarak
"Al ne haliniz varsa görün" demişti. Çok mutlu olmuştu. Hemen bir kağıt kutu bulup içine yerleştirmişti. Daha sonraki günlerde , tahta parçalarından kümes yapmıştı, bahçenin bir köşesine. Üzerine de üç dört kiremit koymuştu. Kiremitler yüzünden de babası çok kızmıştı ona .Evin çatısı için kullanılacak kiremitleri böyle hoyratça harcamasına çok sinirlenmişti. Bahar gelince dam aktarılacak ve çatı yenilenecekti.
" Kolay mı kazanılıyor para !"
"Hep sen şımarttın bu çocuğu hanım!"
"Yok yok adam olmaz bu çocuk.Hep sen şımartıyorsun hanım !"
Okulda bile aklı tavuğundaydı. Ona her gün su veriyor. Eliyle yem yemesini sağlıyordu. Tavuk zamanla büyümeye başlamıştı. Okuldan döndüğünde hemen bahçeye koşuyor , tavuğunu besliyordu. Tavuk doymak bilmez bir iştahla elindeki yemleri yiyordu.

Okul dönüşünde yol kenarlarında solucan arıyor , onları akşam gizlice mutfaktan aşırdığı kaba koyuyordu. Annesi fark ederse onu çok kötü döverdi. Bunu bildiğinden , hemen bahçeye gidip solucanları kümesin içine döküyor.Tabağı çeşmede yıkayıp annesine fark ettirmeden mutfaktaki yerine koyuyordu. Her gün mutfaktan tabak almasına rağmen annesi durumu fark etmemişti. "Hem annemden kavanoz istedim vermedi . Verseydi !" "Ben de tabağı alırım işte!" Diye mırıldanarak kendini haklı bulmaya çalışıyordu. Bir akşam yemeğinde babasının önündeki tabağın , içine solucan doldurmak için aşırdığı tabak olduğunu fark ettiğinde gülmüştü. Babası da;

"Yemek yerken gülünmez" diye onu azarlamıştı.
Tavuk hızla büyüyordu. Kafasındaki ibiğinden gagasına kadar uzanan kabuğa rağmen , bu durumuna alışmıştı. Yerlere döktüğü yemleri dahi yiyebiliyordu. En çokta solucan getirdiğinde seviniyordu tavuğu...Kanatlarını hızla çarpıyor , ona teşekkür ediyordu. Akşam üstü bahçede tavuğu ile oynarken babası yanına gelmişti.

"Oooo büyütmüşsün kerata ! Aferin sana ! Ne ad taktın ona bakayım ?"

İsmi yoktu tavuğunun! Televizyonda meşhur bir dizi vardı. O diziyi izlemek için derslerini bile aksatırdı.

"Co baba Cooo!" dedi.

Babası kaşlarını eğerek;
"Hm mm" diyerek yanından ayrıldı.

Co zamanla büyüyordu. Kafasındaki yaranın kabuğu düşmediğinden bazen ağaçlara çarpıyor , bazen de kümesinin kapısını bulamıyordu. Co'nun bu durumuna gülüyordu. "Beceriksiz Coooo , beceriksizzz Cooo" diye seslendiğinde , Co kanat çırparak bazen de gıdaklayarak kızdığını belli ediyordu. Okul dönüşü topladığı solucanları Co'nun kümesine döküp , tabağı yıkadı ve annesine fark ettirmeden mutfaktaki rafa yerleştirip , doğruca bahçeye koştu. Co solucanları büyük bir iştahla yiyordu. Bir anda kafasını yerlere sürtmeye başladı. Yaranın kabuğu kafasından ileriye doğru fırladı. Sevinç içerisinde bağırdı. O kadar sevinmişti ki annesinin telaşla yanına geldiğini fark etmemişti bile. Annesi durumu görünce ,

"Yüreğim ağzıma geldi oğlum"
"Bu muydu bağırdığın şey , Allah akıl versin" diye homurdanarak eve doğru yürüdü.

Yara iyileşmişti ama , Co'nun göz kapakları yoktu. "Zavallı gözlerini kapatamıyor" diye düşündü. Bu durum bile sevincini azaltmamıştı. Co görmenin heyecanıyla oradan oraya koşuyor , kanat çırpıyordu. Annesi yemeğe çağırdığında , tavuğunu kümesine kapatıp zafer kazanmış komutan edasıyla yukarı çıktı. Babası televizyonun karşısında uyuyakalmıştı.

"Baba baba"
"Babaaaaaa !"

Babası kızgınlıkla uyandı. Arkasından terliğini fırlattı . Terlik o kadar hızlı kaba etine çarpmıştı ki , bir an sendeleyip düşecek gibi oldu. Hızla toparlanıp mutfağa , annesinin yanına kaçtı. Annesi ;
"Ah yaramaz oğlum ah !" diye söyleniyordu mutfakta.

Büyük savaşı kazanmıştı ama , babasının bu kadar öfkelenmesiyle bütün orduları dağılmış bir komutan gibi hissetti kendini. Terliğin kaba etindeki acısı halen geçmemişti. İçeri mahcup ve korku dolu olarak girdi. Babasının kızgınlığı geçmiş , televizyonda haberleri izliyordu. Haberler başladığında babası hiçbir şeyle alakadar olmazdı.

"Ne bulur şu haberlerde babam !" diye mırıldandı.

Oysa, Co'nun yarası iyileşmişti ! Bundan daha iyi haber olabilir miydi?

"Baba Co iyileşti ..."

Babası duymuyordu bile . Kurulacak koalisyonda hangi partilerin yer alacağını anlatıyordu spiker. Babası da sanki hükümetin üyesi gibi heyecanla izliyordu haberi. Babasının önüne konan tabağın solucan topladığı tabak olduğunu görünce , kaba etindeki acı biraz olsun hafiflemişti. Yine gülmüştü , ama bu kez babası hiçbir şey söylememişti. Adeta spikerin söylediklerini tekrar eder olmuştu. Bazen spikerin söylendiklerine kızıp küfür ediyor , bazen de başıyla aferin der gibi onaylıyordu.

Günler geçtikçe Co kendini toparlıyordu. Okulda öğretmenine yaptıklarını anlattı. Öğretmeni yanına gelip ;
"Aferin oğlum . Çocuklar , siz de arkadaşınızı örnek alın , bir canlıyı hayata döndürdüğü için onu kutlayalım" demişti. Bütün sınıf , öğretmeni de onu alkışlamıştı. Sevinçten havalarda uçuyor gibiydi. Ders arası verildiğinde , arkadaşları çevresine toplanmış , bunu nasıl başardığını soruyordu. Her soruya cevap vermeye çalışıyordu. Bir an, kendisini babasının haberlerde pür dikkat izlediği politikacılara benzetti. Arkadaşları mikrofon uzatsa , hiç farkı kalmayacaktı politikacılardan ! "Babam da dikkatle izler beni o zaman" dedi içinden. Kesin bir kararlılıkla "Eğer babam gazeteci olsaydı sorularına cevap vermezdim !" diye aklından geçirdi.

Okul dağılınca çantasını toplayıp evinin yolunu tuttu. Hemen yol kenarındaki toprakları eşelemeye başladı. Bulduğu solucanları tabağa dolduruyor , bir yandan da şarkı söylüyordu. Bu akşamda solucan topladığı tabakla , babası yemek yer ise gülmemek için kendisini nasıl tutacağını düşündü.

"Babam hemen başlar ; yemekte gülünmez . Pöh!"

Solucanları topladığı tabağı plastik torbayla sıkıca örttü. Okul çantasını bir eline aldı . Diğer eliyle de solucan dolu tabağı sıkıca tutuyordu. Eve geldi. Çantasını kapının önüne fırlatıp doğruca bahçeye koştu. "Cooo ziyafet saati" diye bağırdı. Tabağın üzerindeki plastik torbayı çıkartıp kümesin içine döktü. Co kümeste yoktu. Bahçeyi arandı. "Coooo" diye bağırarak bahçeyi dolaştı. Diğer tavukların olduğu kümese baktı. Yoktu. Yan bahçelere kaçmış olabilir diye düşündü. Çitten atlayıp komşularının bahçesini aradı. Co görünmüyordu.

Hızlı adımlarla eve koştu. Merdivenleri ikişer üçer atlıyordu. Sendeleyip düştü.Pantolonunun yırtıldığını ve dizinin kanadığını gördü. Eliyle yarasını sildi. Toparlandı . Annesi pantolonunu yırttığını görürse çok kızacaktı ona. Kapıyı mahcup bir ifadeyle açarken annesine dizindeki yırtığı göstermemeye çalışıyordu. Mutfaktan yemek kokuları geliyordu. Annesi , elindeki kaşıkla tencereyi karıştırıyordu.

"Hoş geldin oğlum" dedi gülümseyerek...

Hüseyin Alparslan

Yukarı

 Daldan Dala : Yücel İnanoğulları


DOGVILLE

Lars von Trier'i ilk olarak "Europa" filmiyle tanımış, daha sonra İstanbul Festivali'nde izleme şansına erdiğim "Kingdom I-II" (Ridget I-II) ile hayran olmuştum. "Breaking the Waves" ve "Dancer in the Dark" ile yönetmenin acılı ve mutsuz insanların hayatlarını "arabesk" anlatım tuzağına düşmeden ne denli başarılı bir şekilde aktardığını gördüm. Artık Lars von Trier benim için kısaca "Lars" olmuştu!

"Dogville", Lars'ın son filmlerinden... Daha doğrusu bizde vizyona giren son filmi. Eh, böyle bir fırsatı kaçıracak değildim; dün gece orijinali 177 dakika olan (bizde yaklaşık 40 dakika kesilmiş bir kopyası oynatılıyor) bu filmi huşu içinde izledim. Burada filmin konusunu ("...sonra X geldi, o buna şunu dedi, şu da gitti bunu yaptı...", gibi) anlatmaktan ziyade, filmin bende bıraktığı tadı, harekete geçirdiği düşünceleri paylaşmak istedim. "Dogville"in uzun yıllar tartışılacağına ve bir kült film olacağına hiç şüphem yok. Bir kaç kez izlenmeyi hak ediyor.

Filmin düşünmeye zorladığı, aktardığı o kadar çok şey var ki, muhtemelen büyük bir kısmını atlamış olacağım bu yazımı bitirdiğimde. Herhalde başlangıç olarak en doğrusu, filmin çekildiği mekandan bahsetmek olacak : İnsanda bir tiyatro sahnesi izlenimi doğuran, iki boyutlu bir mekan... Evlerin ne duvarları var, ne de kapıları. Görebildiklerimiz sadece bir kaç masa, sandalye ve hikayenin gerektirdiği ufak tefek ev eşyaları. Evlerin sınırları tebeşirle çizilmiş, orada oturanların isimleri de yere yazılmış. Belli ki Lars (bizim "Lars" !) izleyiciyi detaylarla boğmayıp doğrudan hikayenin kendisine konsantre olmamızı istemiş.

Filmin başında, Dogville kasabasında yaşayanların ne kadar yoksul ve fakat ne kadar da iyi insanlar olduğu söylenir bize. Ama aynı zamanda tepeden çekim yapan kamera ile kasabayı (dekoru!) kuşbakışı izlerken, kasabanın ana caddesinin adının "Elm Street" olduğu dikkatli seyircinin gözünden kaçmaz! Yönetmenimiz (aynı zamanda senaristimiz), izleyiciyi çok fazla da zorlamamak için yer yer ipuçları da veriyor. Grace'i koruma altına alan Tom (Paul Bettany) örneğin, ahlaki felsefecidir (filmin sonunda bunun ne menem birşey olduğunu hep beraber görürüz! : ). Ya da, filmin ilk sahnelerinden son diyaloglara kadar "kibir" kelimesinin sıkça kullanılması; porselen bebeklerin tek tek parçalanması, vs.

Kasabanın bu iyi (!) insanları - ki Grace gelmeden önce belliki huzur içinde yaşayıp giden bir topluluk - başlangıçta biraz çekinceleri olsa bile Grace'i aralarına kabul ederler, iki haftalığına. Grace'in hamisi Tom ise (moral philosopher!), Grace'in de bu insanlara karşılık olarak hizmet etmesi gerektiğini söyler. Öyle ya, hayatta herşey karşılıklıdır. Kasaba insanları başlangıçta ona yaptırtacak işleri olmadığını söyleselerde, zamanla Grace'in yardımlarını kendilerine verilmiş bir hak olarak görüp öylesine benimserler ki, toplumdaki dönüşümü neredeyse elle tutulacak kadar somut bir şekilde gözleriz. Giderek Grace'e karşı tutumları vahşileşir, köle muamelesi görür. 10 USD için cehenneme bile gidebilecek (!) olan kamyon şoförü, başlangıçta Grace'i kaçırmak için hiç bir şey istemezken, çok kısa zamanda aldığı 10 Dolar parayı yetersiz görüp başka şeyler de isteyecektir!

Film Cannes'da görücüye çıktığında çoğunluk, Lars'ı bu filmiyle Amerikalıları eleştirmekle suçlamış. Olayın Amerika'da geçmesi sanırım bu eleştirilere neden olmuş. Ama benim algıladığım, eleştirinin tüm insanlığa yöneltilmiş olduğuydu : insan haklarından sosyo-politik ekonomik dengelere, iyilikle kötülük arasındaki dengenin ne kadar hassas olduğuna, kibire, bencilliğe...

Grace rolündeki Nicole Kidman, her yeni filminde kendi zirvelerini geride bırakıyor bence. Filmdeki oyunculuğuna hayran olmamak elde değil. Aslında oyuncuların hepsinin çok başarılı performans çıkarmalarına rağmen, izlemekten büyük keyif aldığım Jeremy Davies ("The Million Dollar Hotel"in zeka özürlü genci), Philip Baker Hall (unutulmaz "Magnolia"nın perişan ve hasta TV sunucusu) ve olayları bize anlatan John Hurt'ün muhteşem sesi... Eh tabii ki filmin sonundaki enfes fotoğraflar eşliğinde çalan "Young Americans" şarkısıyla David Bowie'ye de bir selam göndermeden olmaz! Sonuç cümlesi olarak, internetteki bir sitede yorumunu okuduğum bir şahsiyetin yazısını alıntılamak istedim : " 'Dogville' kışkırtıcı (challenging) bir film - ama iyi bir film mi? Belki de soru bu film için uygun değil - iyi/kötü, sıfır/beş yıldız gibi değerlendirmelerden uzak. Film sadece böyle; sevilmek zorunda değil ama izlenmeyi hak ediyor". Hepinize iyi seyirler...

Yücel İnanoğulları

Yukarı

Ahmet Altan

 Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan


   ZAVALLI BİR YOKOLUŞ -3-

UNABOMBER

Bizler onu, 1996'da yakalanışından çok daha önce 'Unabomber' adıyla gazetelerden tanıdık.. Kim olduğu bilinmiyordu.. Birçok insanın yaralanmasına ve üç kişinin de ölmesine neden olmuştu. Polisler yıllarca Unabomber'ın kendi elleriyle özene bezene yaptığı bombalar patladıktan sonra arta kalan ufacık parçaları incelediler. Kurbanların geçmişlerini eşelediler.. 18 yıl boyunca, artık ellerinde onu çok iyi tanıdıklarını düşündükleri kadar bilgi biriktirmişlerdi, öyle ki, yaşamakta olduğu eve girdiklerinde, etraftaki eşyalar bile tanıdık görünmüştü polislere.

Aslında Unabomber'ın nasıl birisi olduğuna ilişkin ipuçları, yakalanışından 18 yıl önce Mayıs 1978'de Chicago'da Northwestern Üniversitesi'nde bir polisin elinde bir paket bombanın patlamasıyla başladı. Daha sonra iki patlama daha oldu, biri Northwestern'da, diğeri Chicago'dan Washington'a gitmekte olan bir uçakta! İşte bundan sonradır ki, polisler bir seri bombacının peşinde olduklarını anladılar.

Bombacı dokuz kez daha vurdu. 1980 ile 1987 arasında, Illınois, Utah, Tennessee, California ve Washington'daki bombalamaları takiben altı yıl için ortalık sakindi.. 1993'te hareket yeniden başlamıştı.

Her saldırı, bu işi sürdürmekte olan kişi ile ilgili, son derece kısıtlı bir takım bilgiler de bırakıyordu arkada. Patlamadan ele geçmiş olan bazı bombalardan anlaşılabildiği kadarıyla, cilalı ahşap kutulara yerleştirilmiş, el yapımı anahtarlar ve düğmelerle aktive olan sistemler, karşılarında hastalık derecesinde mükemmeliyetci, titiz, kılı kırk yaran birisi olduğunu düşündürüyordu.

İlk hedeflerin ortak nitelikleri, bombacının üniversiteler ve hava yolları ile ilişkili kişlerle ilgili bazı bağlantıları olması gerektiğine işaret ediyordu. Ama bombalamalar arttıkça, bir bilgisayar mağazası işletmecisi, bir reklamcı ve bir de kereste lobicisi hedef alındı.. Saldırganın toplumda daha geniş spektrumlu bir nefret alanı olduğu anlaşılmaya başlandı.

Üniversitelerin nasıl çalıştığı ve eğitimcilerin ne şekilde düşündüklerine ilişkin fikirleri olduğu anlaşılıyordu. Üniversite profesörlerine yolladığı paketler, kitap veya araştırma raporları kılığına sokulmuş, üzerinde sahte de olsa bazı tanınmış akademisyenlerin iade adresleri yazılı, tehditkar değil, davetkar paketlerdi. Araştırmacılar aradıkları kişinin üniversite tahsili olduğunu düşünüyorlardı. Değilse bile hayatının bir döneminde, uzunca bir süre için bir kampüste çalışmış olmalıydı.

İlk dört bomba Chicago çevresinde patladığı için, önceki dönemlerde buralarda yaşamış olduğu düşünülmekteydi.

Bu kadar uzun zamandan bu yana böylesine dikkatli ve yoğun bir araştırma yürütülmüş olmasına rağmen, hiçbir ilerleme kaydedilememiş olması nedeniyle, yalnız yaşayan ve çok az toplumsal iletişim kuran birisi olmalıydı.

Evet... Üçüncü ölümle sonuçlanan bombalamasından sonra, Unabomber New York Times gazetesi ile ilişki kurdu. Bu ilişkide uluslar arası büyük işler ve endüstriyel gelişmeden duymakta olduğu mutsuzluğu anlattı.. Ve teknolojik gelişmenin neden olduğu sonuçları anlattığı bilimsel incelemesinin ulusal bir gazetede yayınlanmasını talep etti.

Unabomber Haziran ayında bu uzun yazısını New York Times ve Washington Post gazetelerine yollayıp, üç ay içinde yayınlanması halinde insanları öldürmekten vaz geçeceğini bildiriyor. Bu yazının yayınlanması oldukça zor bir karar oluyor gazeteler için. Eğer yayınlarlarsa bir teröristin isteğini kabul etmiş olacaklarını, ama yayınlamazlarsa da daha fazla insanın öleceğini düşünerek ikilem yaşıyorlar, ve sonunda, belki toplumdan bir yardım da gelebilir umuduyla, FBI ve Adalet Bakanlığının teşviki ile yazıyı yayınlamaya karar veriyorlar. 1

35.000 kelimelik bu manifesto ellerine geçtiğinde, 10 yıldır bu iş üzerinde çalışmakta olan federal ajan Tony Mujat 'Unabomber'ın parmak izini ele geçirdik' diye yorumluyor metni.

Metin modern dünyanın şeytanlıklarına karşı kızgın bir başkaldırı niteliğinde. 'Endüstriyel devrim ve sonuçları insan türü için bir felaket olmuştur.' cümlesiyle başlıyor. Tutucular ve bilim adamları ile alay ederek, onları düşünmeye davet ediyor ve toplumun ekonomik ve teknolojik temellerine karşı bir devrime çağırıyor. 2

Manifesto yayınlandıktan yaklaşık altı ay sonra Kaczynski, konu üzerinde uzun zamandır çalışmakta olan 100 kadar FBI görevlisinin bir numaralı zanlısı durumuna gelmişti. Metni okumuş olan küçük kardeş David, ilk okuduğunda bu bombalamaların arkasında abisinin olabileceği ihtimaliyle dehşete düşmüştü.. Daha önce Ted'in kendisi ile yapmış olduğu bazı konuşmalarda kullandığı bir dizi ifade-ki sadece Theodore'un ifade biçimiydi-aynı biçimde manifestoda yer almaktaydı, bunu okuyan David, birdenbire Unabomber'ın abisi olabileceği düşüncesiyle irkildi... Annesinin evinde yaptığı bir araştırmada Tehodore'un daha önce annesine yazmış olduğu bazı mektuplarda, neredeyse manifestodaki cümlelerin aynıları ile bu görüşlerin savunulmakta olduğunu da okuyunca, bu belgeleri polise verdi. Wanda'ya yazılmış olan mektupları okuyan polisler, bunu yazan kişinin ya manifestoyu yazana bir özet hazılamış olduğunu ya da bu mektupları yazan ile manifestoyu yazan kişinin aynı kişi olduğunu düşündüler. Görüşler ve dile getiriliş biçimleri o denli benzemekteydi.

Bu bulgular üzerine 20 FBI görevlisi Montana'ya geldi, ve Kaczynski'nin küçük kulübesi dışarıdan gözetim altına alındı. Altı hafta kadar sonra evi bastılar ve Unabomber olduğundan emin oldukları bu adamı nezarete aldılar. Evde bomba yapımına ilişkin kitaplar, manifestonun yazılmış olduğu bir daktilo ve tamamlanmış bir de bomba bulundu.

1 Ben bu manifestoyu oldukça küçültülmüş harflerle bastım ve toplam 47 sayfa tuttu! Artık gazeteler bunu bir günde mi yoksa birkaç seferde mi, ya da özel bir ek olarak mı bastı, bilemiyorum..

2 Kaczynski'nin manifestosu gerçekten inanılmaz ilginçlikte bölümler içermekte. Ancak metin çok çok uzun olduğu için, bu dizinin sonuna, bütün bu bombalamalar ve teröre kaynaklık etmiş olsa da üzerinde düşünmeye değer nitelikteki düşüncelerden bazı bölümleri ekleyeceğim


Arkası Yarın

Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur.
Kahve Molası bugün 3.899 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


BEKLE BENİ
BİR AKŞAM ALACASINDA


Irmaklar çoğalır gözlerimde
Soluğum eritir dağları
Sen kuşanıp sevgiyi
Düşünce yola.

Kara giysileri çıkar üstünden
Bak, beşinci mevsimi göveriyor yaşamın
Boynuna kızıl fularını dola.

Çıkıp geleceğim karanlık dehlizlerden
Kırarak bileklerimdeki zincirleri
Sen başını dik tut sevgilim
Sabrın gülünü sula.

Dayanılmaz değildir hiçbir ayrılık
Yeter ki tutsak alınmasın yürekler
Geliriz üstesinden bu acının da.

Buruk bir özlemle değil
Gülen bir yürekle bekle beni
Geleceğim
Bir akşam alacasında.

Attila Aşut

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Yol çizicilerinin antreman alanı!..

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.eyupcocukyuvasi.org/index.htm
...Eyüp Çocuk Yuvası, T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna bağlı olan, 7-12 yaş grubu korunmaya muhtaç çocuklara hizmet veren bir devlet kuruluşudur. 1949 yılında Hafız Şaban ÖZBALÇIK adlı vatandaş tarafından Çocuk Esirgeme Kurumuna bağışlanmış 4000 m2 bahçe-oyun alanı ve 1000 m2 lik binada faaliyet göstermektedir... Eyüp Çocuk Yuvası sizlerin yardımlarını bekliyor. Kredi kartıyla bile bağış yapmanız mümkün.

http://www.geocities.com/Heartland/Park/3303/index.html
Siyam kedileri kulübü ...Hepimiz yaşamımızın bir anında bir hayvan dostumuz ile hayatı paylaştık veya paylaşıyoruz. Hiç hayvan beslemediğini düşünen bile şöyle geçmiş günlerini, çocukluğunu düşündüğü zaman yaşamında bir sokak kedisinin, bir serçenin, mahalle köpeğinin, bir civcivin bulunduğunu hatırlayacak...

http://www.populerbilgi.com/hayvanlar/nautilus.php
...Denizaltılarda bulunan dalış tankları suyla dolunca gemi sudan daha ağır hale gelir ve dibe dalar. Eğer tanktaki su, basınçlı hava ile boşaltılırsa, denizaltı tekrar su yüzüne çıkar. Nautilus adı verilen bir deniz hayvanı da aynı yöntemi kullanır. Nautilus'ün vücudunda 19 cm. çapında salyangoz kabuğu biçiminde spiral bir organ vardır. Bu organda birbiriyle bağlantılı 28 tane "dalış hücresi" bulunur...

http://www.toraman.itgo.com/saglik.htm
...İngiltere'de yaşlılıkla mücadele uzmanı olarak görev yapan Janette Marshall, ufak ama sihirli formüllerle uzun yıllar genç kalınabileceğini iddia ediyor. İşte Marshall'ın gençlik reçetesi... Çok güzel tavsiyeler var. Örneğin benim en hoşuma giden : ...Canınız çikolata isteyince sakın kısıtlamayın ama ölçülü ve az miktarda yiyin... Ne farkeder abicim az bile olsa bana çikolata yiyebilme izni çıkıyor. Şaka bir yana, tamamı olmasa bile çoğunlukla uygulayabileceğimiz öneriler sunulmuş. Özellikle tavsiye ediyorum.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Alphabetical Bookmark Collector v1.01 [557k] W9x/2k/XP FREE
http://www.mywebattack.com/gnomeapp.php?id=105429
Sık kullandığınız linkleri, klasör hiyerarşisi içinde bulmakta zorluk çekiyorsanız, buyrun size linklerinizi alfabetik sıralayan bir yardımcı program. Sadece Internet Explorer'la çalışması bir handikap gibi görülebilir ama %80'imiz de onu kullanmıyormuyuz:-))

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20031217.asp
ISSN: 1303-8923
17 Aralık 2003 - ©2002/03-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri