|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 407 |
19 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : KIRKYAMA Başlıyorrr!.. |
Merhabalar,
Aslına bakarsanız hiç karışmak istemiyorum. Benim görevimin 'Kahve Molası'nı hazırlayıp sizlere sunulabilir hale getirdikten sonra bittiğine inanıyorum. Tabi ki doğal olarak denetim görevini uzaktan uzağa sürdürüyorum ama müdahaleci tavır sergilemekten mümkün olduğunca kaçınıyorum. Zaman zaman içine çekilmeye çalışıldığım meşhur yorumlardan dem vuruyorum, anlamışsınızdır. Kahve Molası hergün 'bir adım öne çıkın' derken kastettiği, yüreklerinden kopanları yazıya dökebilenlere, yazılarını paylaşmaları için 'ha gayret' demekti. Bunda fazlasıyla başarılı oldu Kahve Molası. Hala o cesareti toplayıp yastık altında saklanan duygularını allayıp pullayıp postalayamayanlar olduğunu biliyorum ama gene biliyorum ki onlar da diğerleri gibi birgün o adımı atma cesaretini göstereceklerdir. Ancak bu cesur adımı atabilen ya da atamayan arkadaşlarımızın buluştuğu bir platform var ki, o da yorumlar. Bazen yazıları bırakıp yorumları okuyarak bile vakit geçirebiliyorum. Dikkat edin bir yazıya yazılmış yorumlarda 10 veya üzeri bir sayıya ulaşılmışsa mutlaka orada bir kargaşa var. Yazı bırakılmış, yorumcularının yorumları yorumlanıyor. Üstü kapalı hakaretler, bilgiçlik taslamalar, sen kimsin, ben bilirim tavrı gırla gidiyor. Bir editör olarak normal halde bu durumdan zevk duymalıyım. Çünkü bu türden dalgalanmalar reytingi yükseltiyor, öyle değil mi? Yok tabi öyle değil. Öncelikle şunu söylememe izin verin. Ben tatlı atışmalardan yanayım. Kimi zaman bu atışmalardan ben kendi adıma pekçok olumlu donanım çıkarabiliyorum. Ancak buluttan nem kapar hallerine bürünen arkadaşlarımızın, en ufak eleştiriye bile tahammül edemediklerini görüyor ve üzülüyorum. Doğal olarak eleştiriyi eleştiren cümleler de hakkettiği cevabı almakta gecikmiyor ve alın size yorumsal meydan muharebeleri. Birde bunlara yandaşlar eklenince ortaya içinden çıkılmaz bir tablo çıkıyor. İşin dozu arttıkça 'Editör göreve' pankartları açılıyor, falan filan. Bunlar bildiğiniz şeyler. Ama benim de sizin de bilemediğiniz, bunun neden böyle olduğu.
Kahve Molası'ında yayınlanan her yazının benden helalinden bir 10 puanı var. Neden mi? Çünkü yazısı yayınlanan her arkadaşımın emeğine saygı duyuyorum. 'Bir adım öne çıkma' cesaretini gösterip bana yazısını yollayan her arkadaşımın benden bir teşekkür hakettiğine inanıyorum. Bakın size söylüyorum, KM çok yakında içinden profesyonel yazarlar çıkaracak ama şu anda herbiri benim için sadece birer amatör cesaret abidesi. Evet içlerinde bazıları deneyimli ama beş kuruş karşılık almadan yazılarını sizlerle paylaşmak için bana gönderdiklerine göre burada bizimle olmaktan yürekten zevk alıyorlar. En azından ben öyle olduğuna inanıyorum Sizler de inanın olur mu? En sivri eleştirilerin bile çok haklı olduğunu bildiğim durumlar oluyor, olmuyor değil, ancak kullanılan üslup öylesine yaralayıcı oluyor ki, benim bile isyan edesim geliyor. Bir de yazarın durumunu düşünüyorum da...
Sanal ortamda eleştiri yapmak çok kolay, hatta bazen eşeğin kulağına su kaçırmakta mümkün. Yüzyüze gösteremediğimiz cesareti ekran ardından rahatlıkla sergileyebiliyoruz. Yazıları her açıdan yorumlamaya sonuna kadar sizinleyim ama yorumcuları yorumlamaya itirazım var. Üslubu uygun düştüğü sürece sakıncası olmayabilir ama bu tür karşılıklı atışmaların kısa sürede çizmeyi aşması kaçınılmaz oluyor. O nedenle biraz daha dikkat diyorum, hepsi bukadar.
Bakın bugün KM'ye yakışan bir birlikte çalışmanın sergilenmesine başlıyoruz. Benden bağımsız 24 yazar arkadaşımız biraraya geldi ve 'KIRKYAMA' Hikaye Topluluğunu oluşturdu. Hepimizin aşina olduğu bir yazım tekniği kullanılarak ortak bir ürün çıkartma konusunda harika bir adım atıldı. Şu an için 24 olan katılımcı yazar sayısı zaman içinde artabilir hatta yeni KIRKYAMA grupları da oluşturulabilir. Bu dostlar, içlerinden biri tarafından başlatılmış bir hikayeyi haftada 2 kere olmak üzere ardışık olarak sürdürecekler. Bu hesaba göre hikayemiz takriben 3 ay sonra nihayete erecek. Sırası gelen her arkadaşımız kendisinden önceki yazıyı sizlerle birlikte ilk defa okuyacak ve önündeki 3 gün içinde devamını getirecek. Ortaya nelerin çıkabileceğini düşünüyor ve ben kendi adıma heyecanlanıyorum. Sizlerin de bundan zevk alacağına eminim. KIRKYAMA bugün sevgili Seyfullah Çalışkan'ın açılış hikayesi ile başlıyor. Her Salı ve Cuma günü bir yeni yazarla sürecek. Devam edecek yazarları özellikle söylemiyorum zira bunun sürpriz olarak kalmasının çok daha hoş olacağını sanıyorum. Hepsini kucaklıyor ve başarılar diliyorum. Giderayak 'BEN SANA SEN BANA' Yılbaşı hediye kampanyamıza katılım süresinin bu gece sona erdiğini hatırlatıyor ve hepimize karlı ama buzsuz bir haftasonu diliyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
İnsan'ca : Yankı Yazgan İnsan ne için tedavi olur? |
|
İnsan niçin tedavi olur? Daha doğrusu, ne için tedavi olur? İlk akla gelen cevap "hasta olduğu için"... hastalık olmayan durumlarda tedavi olur mu? Hastalığı nasıl tanımladığınıza bağlı. Hastalık, öldürme olasılığı durumlardan ibaret sayıldığında tedavi uygulanan durumların çoğu hastalık değil. Örneğin, bırakalım bir ilaç tedavisini, liposuction olunan durumları hastalık saymalı mıyız? Liposuction olan kişinin biz keyif için ameliyat olduğunu düşünsek bile, o, kendi hayatını daha iyi kılmak için tedavi olmaktadır kendince. Plastik cerrahinin estetik amaçlı uygulamalarına sıcak bakmayanlardansanız, yerine sivilce tedavisi veya saç dökülmesine karşı "önlem alma" (saç ektirme de bir ameliyat en nihayetinde) gibi ölüm kalım meselesi olmayan, durumları düşünün.
Şu "anti-aging" amaçlı vitamin, mineral ve her türlü madde kullanımını bir düşünelim. Adı ilaç olmayan maddeler kullanarak olabildiğince geç ölmeye (mümkünse hiç ölmemeye) ve "iyi" yaşamaya çabalayan milyonlarca insan, tedavi mi oluyorlar, yoksa "hayat kalitelerini mi yükseltiyorlar"?
Tedavi hayat kalitesini yükseltmeyi hedeflediğinde, tedavi olmaktan çıkar mı? Bireylerin hayatlarında yapmak istedikleri değişiklikleri (diğer yolların yanısıra) tıbbi yollardan yapmanın etikliği ya da mesleğin özüne uygunluğu tartışıldıkça, bir yandan bu sorunun cevabını tartıştığımızı düşünüyorum. Geçenlerde gazetenin birinde çıkan "utangaçlığın tedavisi bulundu" başlığını gören, "yok artık" diyebilir, "bu doktorlar, bu farmasötik dünyası işi çığrından çıkarttı, her şeyi ticarileştirdi ya da medikalize etti".
Benim merak ettiğim ise, utangaçlar ne diyor bu işe? Utangaçlık, yalnızca mahcup, yanakları pembeleşmiş, ellerini önünde kavuşturmuş, aşkını itiraf edemeyen bir delikanlı ya da genç kız imgesinden ibaret değil. Toplumsal etkileşim gerektiren durumlardan kaçınmak uğruna okuluna gitmeyen, sınavına girmeyen, fırsatları kaçıran insanlara sorarsanız, dertlerine bir çare önerilmesine itiraz duymazsınız. Sıkıntıyı çeken, bilir. Tanık olan da... Doktorlar bu tanıkların arasında, neredeyse 2000 yıl önceki meslekdaşlarımız da işin içinde olmak üzere. Hipokrat yazmalarında tarif ediyor: "İnsanların arasına katılmaktan korkar, konuşması ya da hareketleri ile aptal durumuna düşerse diye. Herkes ona bakıyor diye kaygılanır, içine kapanır..."
"Tedavi ne için?" sorusuna, "daha fazla kaybetmemek için" cevabını utangaçlar veriyor. Gazete başlığında utangaçlık olarak tanımlanan durumun sosyal fobi ya da sosyal anksiyete adıyla bir etiket haline gelmesi, sıkıntıyı çekenleri ama ilaçla, ama başka bir yöntemle tedavi olma, değişme fırsatından yoksun bırakamayız.
Hastalık sayılmayan (bir anlamda ölüm kalım meselesi olmayan) durumlar için standart tedavi biçimleri gelişmeden önce, kişilerin sıkıntıyı ortadan kaldırmak için kendine özgü yöntemleri var. Utangaçlık, çekingenlik diye de adlandırılan yüksek anksiyeteli durumlardaki çözümlerin başında rahatlamayı sağlayan her şey gelir: alkol, yatıştırıcı maddeler... İlaç olmayan ilaçlar ve ilaç niyetine içilen her şey.
Tedavi bir ihtiyacı karşılar. Aynı ihtiyacı karşılayan bir çok başka yöntem bulunabilir. Bilimsel bakış, tedavinin riskleri ve yararları ile standartlaşmasını sağlar. Farklılık sonuçların kestirilebilir kılınmasında. Sıradan sayılan insanlık hallerinin bireyin gelişiminin önüne geçmesini önlemek ile ölümü geciktirmeye çalışmak arasında pek fark göremiyorum. Utangaçlık ya da şişmanlık gibi insanlık hallerinin aşırılık kazanması o durumları bir "tanı" statüsüne dönüştürür. Tanı, tedavi edilebilirlik olasılığı anlamına da gelir. Bu o derdi çekenler için çok iyi haber sayılır. Zira, dermansız dert, düşmana bile dilemediğimiz derttir.
Yankı Yazgan
yanki@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın Kırmızı Küçük Domatesler, Hormonlu! |
|
"Hani büyük marketlerin reyonlarında karşılaşırsınız ya. Kırmızı, küçük domatesler. Albenisine kapılıp, satın aldığınız da olmuştur. Yediğinizde, artık hormonlu oluşlarından mı bilinmez domates lezzeti almassınız çoğunluk, yavan, tatsız, tuzsuz belirsiz bir taddır damağınızda kalan.. Özellikle medyanın da reklamını yaptığı 'genç yazarların' üretimlerini, büyük çoğunluğunu en azından, darılmasınlar ama ben bu hormonlu domateslere benzetiyorum."
Edebiyatta, yazın yaşamında ellibeşinci yılını kutlayan Adalet Ağaoğlu Ankara Kare Kitapevi'nde gerçekleşen söyleşisinin bir bölümünde bugünün genç edebiyatçılardan söz ederken, onların yazdıklarına yukarıdaki alıntıda yer alan benzetme ile yaklaştı.
Sahi, sayıları giderek artan yirmili, otuzlu yaşlarında kimi ilk kitaplarını çıkaran, kiminin ürettikleri çok baskı yapan genç yazarların yapıtlarıyla tanıştınız mı?
İnsanların, düşünce ve duygu yoğunluklarını oturup kağıda dökmeleri çok emek istiyor. Meraklısı bilir! Onların bunu bir de geniş okuyucu kitleleriyle paylaşmadaki cesaretlerine de ayrıca saygı duymamak olanaksız. Ancak..
Hemen çoğunluk bireyi, onun aşklarını, hayal kırıklıklarını, umutlarını, hayallerini yitiklerini konu alan bir koşuşturma, kovalamacadır anlatılan. Ne ekonomik krizler, ne işsizler, ne dünya ne de ülke'de olup bitenler fazla ilgilendirmemektedir yazarları da, kahramanlarını da.. Yaşadıkları toplum vardır yoktur, kahramanlarımız daracık dünyalarında özgürce didişmekte ve ah çekmektedirler.
Kuşkusuz bu hormonlu domateslerin yetiştiği seralar ile çoğunluk tadı, üretimi sorgulamadan yalnızca tüketmeye koşullandırılmış 'tüketiciler' ve onların beklentileri bahane edilerek yaratılan 'alışveriş merkezi' ortamına da göz ardı etmemek gerekir.
Geçenlerde İstanbul'a üniversiteli bir etkinlik çerçevesinde gelen "Kayıp-Missing" gibi önemli filmleri olan Yunanlı Yönetmen Costa Gavras gazeteci Aslı Selçuk'un "Sinemada insanlığın sorunlarına eğilen, yönetimlerin karanlık yüzünü sorgulayan filmlerin giderek gişe filmi olmayışının temelinde toplumların duyarsızlaşması mı yatıyor? Paranın gücü insani olan tüm soruları ve sonuçları engelleyecek boyutlara mı ulaştı?" şeklindeki ilginç sorusuna bakın ne yanıt veriyor:
"Bir filmin halkı bulması için başta iyi çekilmiş olması şarttır. Saydığınız nitelikleri taşıyan bir filmin ise çok çok iyi olması gerekiyor. Çünkü kitleler çoğunlukla kolaylığı, sıradanlığı seçme yönünde güdümlenmiş, eğitilmişlerdir. Mideye bazen de yüreğe dokunan konulara eğilimlidirler, fakat hiç bir zaman beyne yönelik anlatımlara güdümlenmemişlerdir. Bu güdümlenme bir çeşit düşünsel uyuklama gibidir; kitleleri ilgisizliğe, bireyciliğe iter. Her koyun kendi bacağından asılır, herkes kendisi içindir deyişleri benzeri. Bu yönlendirmede en güçlü olan kazanır. Günümüzde en güçlü olansa artık en zengin olandır, bu da azınlık bir kesim demektir."
Ya olabildiğince sığ gönül nağmeleri dinleyeceğiz ya da azcık gizemli anlaşılmaz cümlelerin, betimlemelerin ardından "Ne demiş olabilir ki?" diye düşüneceğiz? Hem yüreğe hem de beyine seslenmek, üstelikte bu haliyle geniş kitlelere ulaşmak. Bu olanaksız mıdır?
Olanaksız olmasa da pek nadir.. Bana göre en güncelide Ferzan Özipek'in Karşı Pencere'si. Medyanın nasıl seferber edildiği belki ayrı konu ancak çıkartılan bu kadar tantanaya değer dolu, naif, pırıl pırıl bir filmle karşılaştığınızda nasıl şaşırırsanız, öyle etkilendim Karşı Pencere'den. Bol reklamın arkasında böylesine derinlikli, böylesine hoş bir sanat ürünü paylaşmayalı çok olmuştu belki de..
Her şeyin metalaştığı, çok ve çabuk tüketilmedikçe hiç bir üretimin değer taşımadığı yeni dünya da, bu kural kuşkusuz medya ve 'edebi eserler' için de geçerli. Bu giderek öyle bir sarmal haline geliyor ki, önce çok sattırılıyorsunuz, sonra sizden yeni çok satacaklar beklenmeye başlıyor.. Kendinizde olasılıkla giderek ayırt edemez olduğunuz bir duyarsızlıkla ulaşılmaz bir yerlere konuluyorsunuz ya da siz kendi kendinizi bu mertebeye atıyorsunuz.. Bu dönem okuyucularında satırlardan yakaladıklarının, bu yeni fildişi kulelerde üretilen kof, derinliksiz pazarlama duyarlılıklar olduğu umurlarında zaten..
Aziz Nesin'de çok satıyordu ama.. Tırnaklarıyla kazıyarak, on yıllar içinde o noktaya gelebilmişti.. Bu bir tırmanma da değildi üstelik, çünkü hiç bir zaman halkına yabancılaşmamış ondan ve onun sorunlarından uzaklaşmamıştı. İşte onun gibilere istediğiniz zaman ulaşabilir, zaman paylaşabilirdiniz..
Hormonlu ya da hormonsuz.. Yeni dönem domatesler olarak, azcık ta çok tüketilmeye başlayınca ulaşılmaz, erişilmezmiş gibi davranacaksınız. Halkla temas süre ve yönteminize bile danışmanlar kafa yoracaklar.. Konular, heyecanlar azcık güncel, azcık yürek hoplatan azcık ta hafif olacak.. Mümkünse merak uyandıracak. Kahramanlara öykünülecek..Eskilerse gerekirse nostalji diye pazarlanacak.. Öyle kolay değil, çok satan 'edebiyat, sanat ürünü' yapmak!
İnsanlar kendi sorunlarına, uğradıkları adaletsizliklere bile nasıl böylesine ilgisiz kalıyorlar? Bu düşünce, duyarlılık körelmesi, bu tüketerek oyalanma nasıl aşılabilir?
Yine Gavras'dan alıntıyla 'Medyanın büyük bölümü, özellikle televizyonlar üstlenmeleri gereken eğitimci, geliştirici, kültürel görevlerini yapmıyorsalar. Birtakım tüccarların elinde, yalnız reyting kaygılarıyla proğramlarının düzeylerini düşürerek işlerini görüyorlarsa. Medyaya popülarite konusunda bağımlı olan politikacılar da hiç bir tepki göstermeye cesaret edemiyorlarsa..'
Bu dönem hem ülkesine hem insanına hem de sevgiye duyarlı yeni bir Aziz Nesin, yeni bir Orhan Veli yaratır mı?
İhtiyacını bile duymuyorsak..
Hiç sanmam.
Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Bir öyküm var anlatacak!.. : Tarkan İkizler BOZKIR BEY, OTOBÜS VE KAHRAMANLAR... |
|
Gece gündüz demeden yazıyor, aklıma gelen her şeyi not edip, hikâyelerime aktarmaya çalışıyordum. Bu çalışmalar sonucunda elde ettiğim üç beş hikâyemi, çeşitli yayınevlerine göndermiş, gelecek cevapları bekliyordum. Hikâyelerimden kopyalar alıp, postaya verdiğimi unutmak üzereyken, apartman boşluğunda, elektrik saatlerinin arasına sıkıştırılmış sarı büyük bir zarf, uzun geçen bekleme süresini, coşkulu bir zafer gününe dönüştürmüştü.
Sahibi olduğu yayınevine, rengarenk, uçan, minik bir canlının ismini koymayı uygun gören Bozkır bey, hikâyelerimden övgüyle bahsediyor, hatta, bazılarının yayınlanabileceği ümidini veriyordu. Kendisini görmemiş olsam da, Bozkır bey'in daktilodan çıkmış yazısını okudukça nasıl biri olduğunu az çok tahmin edebiliyordum...
Onu, ya matbaadan yeni gelen baskıları kontrol edip, sağa sola emirler yağdırırken, ya da radyosundan gelen klasik müziğin sesini kısıp, karşısındaki masada oturan sekreter kıza "Yaz kızım..." derken hayal ediyordum...
Bozkır bey'in belirttiğine göre, tek sorun; yazdıklarımın pek gerçekçi olmamasıydı. "Hikâyeler güzel..."di de, "İnsan nerede?"ydi. "İyi bir hikâye yazarı olmak için, sadece hayal gücü yeterli değildi", "...biraz da gözlem yapıp, insanları, sokaktaki gerçek insanları...", yazılarıma konu etmeliydim. Evet, bu eleştirilerde yer yer haklıydı, ama benim de bir kaç itirazım olacaktı. Tabii ki Alpler'de yaşayan bir köylünün hayatı gibi, farklı kültüre sahip insanlar, okuyucuya ilginç gelecektir, iyi güzel, ama ya bizim insanlarımız, onlar öyle mi ya?
Herkes birbirini tanıyor, herkes aynı elbiseleri giyip, aynı "İkinci" sigarasını içiyor, böylece iç içe yaşayıp gidiyorlar, kimi kime anlatacaksın?
Bu açıklamaları yapmak ve karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak üzere, Bozkır bey'in yayınevine gitmeliydim, evet en kısa sürede gidip görüşmeliydim, hatta hiç zaman kaybetmeden, sıcağı sıcağına, yarın gitmem en doğrusu olur diye düşündüm...
Öğleye doğru, adıma gelen zarfı da yanıma alarak yola çıktım. Bindiğim otobüs tıka basa dolu olmasına rağmen, halimden memnun, ayakta dikilip, kendini iyice kabul ettirmiş ve herkes tarafından tanınan bir yazar edasıyla, en küçük bir ayrıntıyı bile kaçırmamak için etrafımı gözlüyordum...
İşte, Bozkır bey'in dedikleri burada kafama dank etti... "Her yer insan ve hayatın esrarengiz parçalarıyla dolu"ydu, ve tabii ki bunları görebilmek için herkese, her yere, bir yazar duyarlılığıyla bakmasını bilmek gerekiyordu...
Şu, burnunu ikide bir, annesinin koluna silen çocuk, kimbilir hastane durağında inmemek için niye bu kadar diretiyor? Acaba olacağı iğnenin korkusu mu onu bu yönde hareket etmeye zorluyor? Halbuki az önce annesinin kucağında oturup dışarıyı izlerken, camı boydan boya yaladıkça yediği çimdiklerin acısını bile duymuyor gibiydi...
Ya şu biletçiye ne demeli? Burnunu karıştırıp, karıştırıp yine aynı ellerle bilet kesmiyor mu? Böyle sorumsuz, pis insanları, derhal mesleğinden men etmek gerekmez mi? Böyle pis bir insan, tabii ki az önce hastaneden binip, elindeki kavonoza tükürüp duran veremliyi de otobüse alırken hiç kaygı duymamıştır...
Şu, bozuk paraları yorulmak nedir bilmeden, avucunda şıkır şıkır çevirip duran adamı yazmak lazım esasında, kendisi çok sinirli biri diye mi böyle yapıyor, yoksa insanları sinir hastası yaparak, vizite ücretinden yüzde alan bir asabiye asistanı mı? Peki hepsini geçelim, elindeki pasoyu, biletçinin görmesine fırsat vermeden, tekrar aynı hızla cebine sokan şu saçı başı ağarmış adam, bu yaşında hangi okulun öğrencisi olabilir, bunca yıl okuduysa bile, topluma verdiği maddi zararı kim nasıl hesaplayabilir. Fakat bunların hiçbiri de, yazılacak güzel hikâyelerin kahramanları olamayacak kadar, sıradan değil mi?
Zorla taşıdığı koca bidonu, canım elbiselerde gazyağı lekeleri bırakarak, milleti ite kaka kendine yer açan, şu kasketli adamdan her semtte yok mu?
Ya kendi kocasının arabasındaymış gibi rahatlıkla sakız çiğneyerek, kucağındaki naylon kaba, şak! şuk! 'ayşe kadın' ayıklayan şu hanıma, istikameti üzerinde pazar kurulan her otobüste rastlanmaz mı?
Demin ki yalan billah eden adam gibileri yok mu başka yerlerde, sanki bütün otobüs halkı anlamadı mı, adamın elinden düşen kavanozdan dökülenin, idrar tahlili için hastaneye götürüldüğünü, hiç mi şıra görmedik dediği gibi?
Bu sıcakta sırtındaki soğuk su güğümünden, eğilerek otobüste bardak bardak su satan, sonra da bilet parası vermeden sıvışan sucu, her semtin otobüsüne binmez mi?
Bunların hangi birinin yer aldığı hikâye, 'egzotik adada başbaşa kalınan, yerli, güzel kızın anlatıldığı hikâye' kadar, okuyucuları çeşitli hayallere götürebilir?
Bozkır bey gelsin de buradaki insanlara bakıp, kendi hikâye yazsın.
Fakat bir dakika... Tabii ya... Bakmak yeterli gelmiyorsa, dinlemek de yardımcı olabilir. Bak bunu hiç düşünmemiştim, insanları dinlemek ...
Bakmak demek sadece görmek demek değil ki, aynı zamanda onları dinlemek de gerekir... Hem de ilk ağızdan, kendi hikâyelerini, kendi ağızlarından alıvermek, bu çok akıllıca... İlahi Bozkır bey şunu şöyle açık açık yazıverseydin ya, sen ne kurnazmışsın meğer...
Kolay değil tabii, öyle, her önüne geleni koskoca yayınevinin koltuğuna oturtmazlar, kimbilir kaçın kurasısın sen...
Bu fikirlerle, yaratıcı gücümde fırtınalar kopup duruyor, şimdi bulduğum yöntemle, birşeyler yakalamak için bütün konuşmaların hepsini birden duymaya çalışıyordum ama bu böyle olmayacaktı. Dikkatli bir şekilde, her konuşma, tek tek ele alınmalıydı.
Kemik rengi yün beresi, kirden griye dönmüş adam, hararetli hararetli anlattığı şeyi, daha da inandırıcı kılmak için, iki de bir, yanındakinin kolunu, "Vallahi... bak!" diyerek, dürttüp duruyordu...
Hemen adamlara kulak kabarttım...
"Yalan mı? Bütün bunları boşuna mı yapıyorlar sanıyorsun, koskoca Almanya'da adam kıtlığı mı var ki, bizden işçi istesinler? Valla... bak, yalan mı?..."
"Niye olacak... Biliyorlar bizim işsiz güçsüz takımı olduğumuzu... Hem iş olmayan tek memleket biziz, hem de en ucuza biz çalışırız da ondan..."
"Olur mu hiç... Bunlar, duymuşlar görmüşler cihan harbinde Türk'ün gücünü, orada iş bahanesiyle yeni nesiller yetiştirip, tekrar muvaffak olamadıkları hayallerini gerçekleştirip, dünyayı bizimkilerin kuvvetiyle ele geçirmeye çalışacaklar. Valla... bak, yalan mı?... Nazi milliyetçiliğini yeniden hortlatacaklar?... Anlaşılmasın diye de, artık gamalı haçtan vazgeçip, her yere, tam tersi, yumuşak hatlara sahip daireler koyuyorlar...Göstere, göstere, valla... Bak mersedes, bemeve arabalara, tosbağalara, opellere, hepsinin alameti farikasında daire var...hep mi tesadüf?"
Adamı bıraksalar, süngü tüfek kuşanıp Alman sınırlarına dayanacak, öyle hırslı ve inanarak anlatıyor ki, bir an için benim bile inanasım geldi, ama bunlardan bana pek malzeme çıkacağa benzemiyordu.
Yanımdaki yaşlı hanımdan izin isteyerek daha arkalara doğru ilerledim. İki genç aralarında konuşuyorlardı. Birbirlerine bakmadan, sanki kendi kendilerine konuşuyorlar gibi olsalar da, kulağıma ilk gelenlerden gizli ve özel şeyler konuştukları için böyle yaptıklarını anlamak pek de zor değildi.
Ben öyle, insanların özel konularına meraklı olup, kendini onların dedikodularını duymaya adamış kişilerden değilimdir, ama burada, sanatsal bir vazifenin yerine getirilmesi söz konusu olduğu için, her zamankinden farklı bir durum mevzubahisdi.
Bir yandan, camdan bakarak, onlarla hiç ilgilenmiyormuş gibi yapıyor, bir yandan da dikkatle onları dinliyordum... Gençler kendilerini dinlediğimi anlamasınlar diye de, bu hat'a ilk kez binmiş yabancı birinin, ineceği durağı kaçırmamak için yaptıklarını, harfi harfine uyguluyordum? Kimi zaman eğilip, bükülüp, durmadan dışarı bakıyor, kimi zaman anlamsız bir direği, gözden kayboluncaya kadar takip ederek, sırf dışarısıyla ilgileniyor görünmeye çalışıyordum...
Meğerse, edebiyat uğruna gözlem yapmak, ne kadar da meşakkatli bir işmiş. Fakat yılmamak lazım, çok malzeme var buralarda çok, Bozkır bey'in dediği gibi "Hikâye kahramanlarımız, aramızda, evlerde, sokaklarda, otobüslerde..."
"Her gün veriyorum ama yetmiyor ki, ben verdikçe o istiyor..."
"İster tabi ... Bir gün verme de bak ne oluyor..."
"Bilsem böyle külfetli olacağını, hiç bulaşır mıydım?"
"Onu en baştan düşünecektin, bir tane değil ki bunlar, her biri ayrı ister..."
İşte, işte, bu okul harçlığını zar zor bulan zavallı gençler de, toplumumuzun yüzkarası rüşvet batağına saplanmış olacaklar, kimbilir ne için çocukları haraca bağladılar?
"Elli kere ver yine isterler, çok açgözlüler, ilk başlarda çok uğraştım, ama inanmazsın beni gördükleri anda tanıyorlar..."
"Tabii tanırlar, bir tek seni biliyorlar da ondan..."
Evet, belki de böyle rüşvet gibi, sosyal yaralara parmak basmak lazım, değil mi?
"Bana da biri hergün gelip yiyeceğimi verse ben de tanırım..."
"Canım, öyle tabii... Sonuçta balık bunlar ne bilsinler..."
Tüh! Tam da kendime işleyecek bir konu buldum derken, şunların yaptıklarına bak. Bir saattir balıklardan bahsediyorlarmış, en çetrefilli polisiye bulmacayı çözer gibi nasıl da heyecanlanmıştım, oysa boşuna ümitlenmişim...
Bozkır bey gelsinde bu insanların ne kadar hayal gücünden yoksun olduklarını bizzat kendi görsün, hikâye mi çıkarmış bunlardan?
Birden otobüsün ortalarında bağıra çağıra bir kavga patladı, yolcular arasında ki dalgalanmalardan görebildiğim kadarıyla iki kadın, saç saça, baş başa tutuşmuş, bir yandan da karşılıklı ağza alınmayacak küfürler savuruyorlardı...
Hiç böyle edepsiz kadınlar var mı "Madam Bovary" de, "Anna Karanina"da?... Nasıl kahraman bunlar?
Biri, "A!... Delinin zoruna bak, portakalın üstünde adın mı yazıyor?" diyor, ötekisi de portakalın, dağılan pazar çantasından düşüp, taa en öne kadar yuvarlandığını iddia ediyordu... Ah! Bozkır bey, ah! Gel de gör hikâye kahramanlarını, bir portakal için birbirlerini öldürüyorlar...
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Günden Kalanlar : Ebru Kargın KUYRUĞUMA BASMA... |
|
Ne ya ne ?.. Tamam iyi insanız, kırmaktan kaçınırız, anlamaya çalışırız. Ama unutmamalıdır ki herkes gibi benim de dengem bozulabilir... Dengemin nasıl bozulduğunu, nasıl tam terse çalışan bir halimin de var olduğunu göstermek istediğimi sanmazdım ama...
Artık karar vermiş bulunuyorum, yazıma konu olan şahsın örneklerinden daha çok var ve bunlar düzenli olarak belirli zamanlarda, ne kadar sabırlı olabileceğimi görmek üzere mutlaka bana uğruyorlar... İşte yeni bir sabır yoklayıcısı...
Geçtiğimiz Pazar günü, havanın güneşli oluşuna kapılıp, kendini sokaklara atanlardan biri de benim. Kır kazığını otur işte, hava güneşli ama, buz gibi. Ne diye fırlatıyorsun kendini sokaklara. Bu da yetmiyormuş gibi, başıma gelecekleri biliyorum sanki önceden de, suç ortağı olarak bir arkadaşımı da zorla dışarı çıkartıyorum. Üşendiğim için eşofmandan bozma pijamalarımla çıkıyorum sokağa, adab- ı muaşeret kurallarına riayet etmek zorunda değilim, bu gün Pazar... Ayrıca bana ne...
Hani şu büyük, kitap, müzik, film ve bunlara dair satış yapan zincir mağazalar vardır ya, işte onlardan birine gidiyoruz. Amaç belli, birkaç kitap, iki puzzle, üç beş cd. alacağım hepsi bu, bu kadar...
İki kat olarak düzenlenmiş mağazadan içeri girip, öncelikle kitaplarımız alalım diye, özenle hazırlanmış alt kata iniyoruz. Önceden almayı belirlediğimiz kitapları raflardan bulup alıyor, bir de diğerlerini de inceleyelim bir, hazır vakit varken diyoruz. Çok ta kalabalık değil, uygun bir hava var içeride.
Ben kendimi raflar arasında kaybetmişken, arkadaşımın seslenişi ile onun yanına doğru gidiyorum. Kızcağız, metafizik üzerine yayımların bazılarını inceliyor. Fakat kitaplar raf düzenine göre alt sırada, yere çok yakın olmadan bakma şansınız yok yani. Ben de onun gibi yapıp, pijamalarımın verdiği rahatlık ve hak üzerine dizlerimi kırıp, onunla aynı boya geliyorum. Aslında arkamızda minik denecek şekilde üç tabure ve bir sehpa var. Bizim gibi incelemek zorunda kalırsanız şekilden şekle girmeyesiniz diye konmuş oraya... Orada oturan 45 yaşlarında kadın ve ben yaşlarda bir kız var evvelden gördüm. Onlarda oturmuş bir güzel bakıyorlar kitaplara, her şey normal.
Oradan da almak üzere seçtiğim bir iki kitaba hararetle dalmışım. Dalmak ne demektir, bir şeye kapılarak, diğer şeyleri fark edemez duruma gelmektir bence.
Dalmışım, hala dizlerim üzerindeyim. Arkadaşım da benle aynı durumda artık acı çektiğimizi düşünüyor ve hemen ardımızda bulunan taburelere bir bakış atıyorum, boş. Az önceki kadın ve akrabalık derecesi olduğunu düşündüğüm kız, ayaktalar. Ayağa kalkıp tabureye yöneliyorum tam oturacağım, hala dalgınım, o da ne biri cıyaklıyor.
- Dikkat etseneeeee !
- Pardon ? Bir şey mi oldu ben farkında olmadan.
- Orada biz oturuyorduk az önce ve sen bunu görmüştün.
- Evet görmüştüm, ama şimdi oturmadığınızı düşündüm, ayakta olduğunuz için. Yine de müsaade istemeliydim, oturmuyorsanız kullanabilir miyim ?
- Hayırrrrr...
- Peki çok özür dilerim.
Özrümü de bildirerek, yeniden arkadaşımın yanına, dizlerim üzerine çökerek ulaşıyorum. Aynı ses konuşuyor...
- Ya tabureye yeniden oturmak isteseydim ve yere otursaydım ne olacaktı ?
- Bu ihtimal söz konusu değil. İhtimalin imkansızlığına rağmen, sizden yeniden özür diliyorum, kusuruma bakmayın lütfen.
Aslında normalde bu kadar kibar olmamakla beraber, o gün tam bir melek gibiyim nedense ? Ama bu ses beni hiç rahat bırakmıyor !!!
- Medeniyetsiz
- Ohhhh... Sizin kafanızda belirlemiş olduğunuz medeniyet sistemine uygun olmadığım için yeniden özür diliyorum. Fakat şunu da söylemeden edemeyeceğim, sizin medeniyet oyununuzun ilk ve son temsilcisi siz olarak kalacaksınız.
- Bak şu küçük terbiyesize...
- Bakın aldığım terbiye kendinden büyüklere asla terbiyesizlik yapmamaya dayalı. Bir de şu var ki saygı gösterilen büyüklerin de küçüklere karşı anlayışlı olması kuralına dayanıyor.
Dizleri üzerine çökmüş arkadaşım ayaklanarak, bir elini rafa koymuş, müdahale etmeyi bekliyor, elimle ona gerek olmadığını işaret ediyorum. Ama bu kadın hiç susmuyor yahu...
- Manyak
- Demin söylediklerimi unutun, almış olduğum terbiyenin yanlış bir eğitim olduğunu düşünüyorummmm.
Artık sesimin normalden bir kademe üste çıktığının farkındayım. Çok ta haksız değilmişim, bu kadın çizmeyi öyle bir aşmaya başlıyor ve tam olarak bir filmin aktristleri olmak üzereyiz sinyalleri alıyorum. Kadın kendini kaybediyor...
- Bana bak, seni şimdi bir döverim görürsün.
- Aaaa yeter ama, sen iyice aklını kaçırdın, sensin manyak, sıkıysa yaklaş da gör. Sen ölmeyi bayılmak sanıyorsun anlaşılan.
Artık film falan da koptu. Ortalık çok fena, çünkü bende kendimi kaybetmeye başladım. Arkadaşımınsa bu konuya bulaşmasını hiç istemiyorum, çünkü birimizin dengede kalması gerek ve bu kişi de o. Ama bu kadının yanında ki kızın yaptığı bardağı taşıran son damla oluyor... Tam bir delilik, " ben döverim hala sen çekil " diyor... Halasıymış...
- Hay şimdi sana da halan da... Siz sülale olarak ruh hastasısınız...
- Bana bak sen temiz bir sopayı hak ettin, terbiyesiz ve aptal...
Yeğen olacak kız da halasını arkasına alarak, üstüme doğru geliyor, güya beni dövmeye... İşte olanlar o anda oluyor. Yanımda duran arkadaşım onlar bulunduğumuz rafa yaklaşınca, rafa öyle bir asılıp yerinden çıkartıyor ki anlatamam. Bunu yaptığı yetmiyormuş gibi, beni kenara çekerek, ikimizin de rafın üzerimize yıkılmasına engel oluyor. Raf onlara doğru düşüp, o salak kızın ayağına devriliyor. Halası da, tam rafın bittiği yerde...
Paldır küldür merdivenleri inen ayak seslerine baktığımda, iki güvenlik ve birkaç çalışanın aşağı doğru inerek bize doğru yaklaşıyor olduklarını görüyorum. İşte şimdi oyun başlıyorrrr...
Hemen yerde oturmuş ayağının acısından kıvranan kıza doğru yanaşıp, ayyy canım ya, bak tüm bu yaptıklarınız nelere mal oldu diyorum. Hala bağırıyor, kız bağırıyor, her çeşit küfür ile. Ama neden küfür ediyorsunuz hala, bakın burada ki herkes ettiğiniz küfürleri duydu, rafı çekip tepemize yıkmaya çalıştığınızı da gördüler, size dava açacağım diyorum...
İçeride bulunan insanlar hiçbir şey diyemiyor, çünkü onlarda kadının ruh hastası olduğuna karar vermiş ve rafı deviren sanki biz değilmişiz gibi tavır takınarak, suç ortaklığı yapıyorlar...
Güvenlik olayı verdiğimiz şekliyle algılayıp, hiçbir şey sormadan, söylemeden halayı ve yeğenini yaka paça dışarı atıyorlar. Kadın giderken hala bağırıyor, sizi dışarıda bekliyorum, döveceğim diye... Bu da işi doğrular nitelikte kılıyor bir kez daha...
Bu olayın yaşanmış olmasıyla mağazada acayip ilgi görüyoruz. Görevliler ve mağaza müdürü, bize su getirip, oturtuyorlar, binlerce defa özür diliyorlar. Her çeşit özür, ilgi ve kibarlıkla bitti sanıyorsanız yanılıyorsunuz.
Tüm alışverişimizi yapana kadar, iki satış görevlisi eşliğinde dolaşıyoruz mağaza içinde. Kasada sıra beklemeden ödememizi yapıyor, dahası arabamıza kadar, aldıklarımızı taşıyan bir çalışan ve bizi kadınlardan korumak ve güvenliğimizi sağlamak üzere yanımızda refakat eden bir güvenlik görevlisiyle gidiyoruz...
Eve gelene kadar yol boyunca sadece gülüyoruz kahkahalarla... Gülmekten yorulduğumda, arkadaşıma soruyorum;
- Söylesene rafın düşüşünü hangi hesaptan yola çıkarak ayarladın.
- Dikkat ettin mi bilmiyorum, belirli yerlerde minik güvenlik kameraları var, raf tepelerinde...
- Eeee
- Bizim bulunduğumuz yeri görüntüleyecek hiçbir şey yoktu...
- Vay be, şansa bak... Sen insanı ipe götürürsün...
- Müstahaktı onlara...
Şimdi evdeyim, bir türlü karar veremedim, aldıklarım arasından hangi kitabı okumalıyım önce. Yoksa puzzle mı yapsam bu gün derken, vicdanımın oldukça rahat olduğunu fark ettim.
Ve yeni sabır yoklayıcılarıma; LÜTFEN KUYRUĞUMA BASMAYINIZ, TAVSİYE ETMİYORUM... Zira ben her şekilde, tarafınızca yapılan baskı sonucunda dengemi bozup, hiçbir şekilde haksız olmam, tabii eğer istersem...
Huzur dolu günler dilerim...
Ebru Kargın ekargin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen İDEAL misiniz ? |
|
ABD'de bir internet sitesi tarafından yapılan araştırma "İDEAL Kadın ve Erkek nasıl olmalıdır ?" üzerine kurgulu. Ben AA'nın ( Anadolu Ajansı ha, kimse Kahve Molasının AA'sı zannetmesin ! ) yalancısıyım. Gerçi bizim Editör bir anket yapsa, nasıl bir sonuç çıkar hiç bilemem. Neyse... Ben de açtım baktım nedir diye ? İDEAL yani ! Düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstün nitelikleri kendinde toplayan... diyor. Nasıl tiplermiş bakalım bu üstün nitelikleri kendinde toplayanlar ? sorusundan ziyade, ben ne durumdayım acaba sorusu kemiriyordu içimi ! Bir de nal topluyor çıkarsam hiç şaşmamalı diyerek kendimi her türlü sonuca alıştıra alıştıra okumaya başladım..
İdeal Kadın : Flörtten ve heyecandan hoşlanıyor. Orta yapıda. Uzun ve açık kumral saçlı. Eğitimli, en az bir üniversite bitirmiş olmalı. Sigara içmiyor. Sadece sosyal toplantılarda içkiyi reddetmiyor, genellikle şarap tercih ediyor. Beğendiği erkeğin kendisine umumi yerlerde şefkat göstermesinden hoşlanıyor.
İdeal Erkek : Sağlam, kendinden emin, o da flört etmekten zevk duyan biri. Saçları koyu kahverengi olan erkeğin vücut yapısı ne fazla iri ne de fazla narin. O da eğitimli ve en az bir üniversite mezunu ve o da sigarayı ağzına koymuyor. Ama toplantılarda içiyor. Özellikle dans etmeyi sevmesi kadınları cezbediyor.
Ortak paydalar gösteriyor ki; şu sigara işine bir son verilecek. Konuya kafayı takanlar, taktığı ile kalmayıp sigarasını yakanlar elbette olacaktır. Konumuz ideal ise sigaraya son verilecek, ama nasıl ? Merve bahsetmişti bir fasıl, yaptığım yoruma yanarım asıl, durum zor velhasıl ...! Flört konusu ha keza ..! Hadi bunu hep yapıyor bu kadın milleti, heyecanı anlıyorum da nedir şu flört illeti ? Erkekler de zevk alıyor iyi mi flörtten..! Külahıma anlatsınlar, günümüz adem ve havvası flört işini mecazi anlamda yapıyorlar sanırım. Duygusal ilişki yerine; siyasal bir partiye ya da yabancı bir ülkeye... örneğinde olduğu gibi; karşı cinse tam olarak bağlanmadan yaklaşma anlamında. Kısaca şimdilik duygularını fazla belli etme, üstünü ört, işte sana flört ..!
Erkekler ne iri ne narin, kadınlar da orta yapıda. İyi bari, ne minyon ne de mantarlı koca bir dana fleminyon. Sanırım TSE vermiş gibi ipuçlarını, oldu olacak erkekler 1.70-1.75, kadınlar ise 1.55-1.65 uzunlukta deselermiş. Sevinin kestane kafalılar dedim ideal saç rengi sonuçlarında ama Mehtap benden önce diyeceğini demişti zaten. Sadece onun yorumlarına ekleyemediğim hususu burada belirtmiş olayım : Rengarenk olsa da saçın-başın, istediğin kadar düşün-taşın, vakti zamanı gelince yaşın, sadece beyaz olacaktır hem saçın hem kaşın...
Sosyal olmayan toplantıyı kim neylesin ki ? Sosyal olacaktır toplantı dediğin, mideye hitap etmeli içtiğin-yediğin.. Ben de şarap takılıyorum son zamanlarda Hayyam'a nispet, şimdilik kollestrol sonuçları müspet.. Eğitim konusu gerçekten de önemli ama eğitimli hatta diplomalı işsizleri görünce içimde bir hüzün çalıyor ve o zaman ideal haybeye orada kalıyor...
Sağlam olacak elbette erkek dediğin, elbette emin adımlar atacak, taş fırın erkeki gibi görünecek, peki evde nasıl bir poza bürünecek ? Konumuzla ilgisi yok germeyelim lütfen birbirimizi, hem zaten adına kılıbık yerine kalbi ılık dememiş miydik ? En çok taktığım anket sonuçlarından biri de şu şefkat bölümü oldu. İyice ülkemizde yapıldığına inanmaya başladım. Beğendiği erkek onu alacak, halka açık yerlerde şefkat gösterecek... Ya halka kapalı yerlerde ? Bildiğiniz gibi; dayak cennetten çıkmadır hesabı önce evirecek sonra yüzünü gözünü çarşamba pazarına çevirecek ! Burası internet sitesi nasılsa, ABD bile olsa, dünyanın kaç bucak olduğunu kimler göstermiş, bilemeyiz ki ..!
Yine de kendi adıma fena gitmiyoruz derken, dans konusunda bütünleme sınavlarına kaldık mı ? Yok canım; vals, tango, çaça, salsa, rumba vb. konulardan çakmasak da kıvrak bel hareketlerimiz ne güne duruyor ? Millet olarak hep beraber varız icabında. Hem de; eğitimlisinden eğitimsizine, politikacısından işadamına, erkeğinden damına, biliriz velhasıl oynatmasını da oynamasını da ..! Her konuda olduğu gibi; ideal kadın ve erkek konusunu da hayıra mı yormalı, üzerinde biraz daha mı durmalı yoksa illa birilerine sormak gerekiyorsa kendimize mi sormalı ..?
asesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
KIRKYAMA HİKAYELERİ : KMKYHT ÖYKÜLER SOKAKLARA YAĞAR : Seyfullah Çalışkan |
|
Evden çıktığımda kapı önünde beni güneşli güzel bir gün karşıladı. Sokağın başından denize baktım. Seçkin Ekmek Fırını’ndan havaya yanmış odun kokusu yayılıyordu. Zeki Usta odun kömürü yapmak için yine fırından kor olmaya başlamış kütükler çıkarmıştı. Ekmek kokusuna karışan yanmış odun kokusu olmasa bu sokak sıradanlaşır. Benim sokağım diyemezsiniz, sahiplenme duygunuz eksilir. Tam şimdi bir de çocuklar olmalı. Onlar olmadan bu sokağı anlamak, hissetmek imkansız. Top oynayan çocukların sesi, ekmek ve odun kokusu, güneşe bakan yorgun ve eski ahşap evler, duvarlarının birazı örülmüş yarım bir apartman inşaatı, havada birkaç dakika önce geçmiş uçaklardan kalan dumandan beyaz çizgiler olmasa yolumu kaybederim.
Denize doğru uzanan sokaktan minibüse binecektim. Sokaklar, durak bir acayip… Bu saatlerde hiç böyle kalabalık olmazdı. Semt pazarının kurulduğu günler bile burayı hiç böyle görmemiştim. Düğün değil, bayram değil… Boşu boşuna minibüs bekleyip, itiş kakışla cebelleşmektense yürümeye karar verdim. Ellerimi cebime atıp, ayaklarımı rampa aşağı saldım. Niyetim Şükrü Usta’ya uğrayıp mercimek çorbası içmekti. Kulübün önünden geçerken bizim Mükemmel Muzaffer, “ İşin acele değilse gel bir çay içelim” dedi. Aslında bu dingili sevmem ama keyfim ayna, kıramadım.
Muzaffer öyle az buz, anlatmakla bitecek gibi bir adam değildir. Hiçbir şeyi normal yapmaz, ortalama yaşamaz. Sabahları yatağından mükemmel bir şekilde kalkıp, mükemmel bir kahvaltı eder. Mükemmel bir yürüyüşle, mükemmel kahvesine gelir. Ardından mükemmel bir çay içip mükemmel sigarasından bir tane tellendirir. Bu adam pazara gitse, mükemmel pırasayı alır, mükemmel bir şekilde domatesleri mıncıklar, patateslere mükemmel bakar ve aldıklarını en mükemmel poşetlere koyup, mükemmel evine taşır. Geçenlerde kahvenin önünden geçen satıcıdan mükemmel bir karpuz aldı. Aksilik bu ya, mükemmel bir şekilde çıktı. Bütün semtin kendisiye kafa bulduğunu bildiği halde bu mükemmel hal ve gidişi değiştiremez.
Muzaffer, mükemmel bir arkadaşıyla, mükemmel bir telefon görüşmesi yaparken çayım bitti. “Günün mükemmel geçsin” deyip yeniden yola revan oldum. Ağzını açmaya fırsat verirsem yine on binlerce mükemmel olay anlatacak. Ona bir şey yapmıyor olsa da mükemmelin fazlası beni bozar. Şükrü Usta’nın lokantasına doğru kıvrılırken Suna’yla karşılaştım. Görünce yanıma geldi, boynuma sarıldı. “Annen nasıl? Baban nerelerde? Çoktandır piyasada görünmüyor?” gibisinden ayak üstü biraz konuştuk. Allah sahibine bağışlasın, kocaman kız oldu. Bakışları insanın yüreğine , derinlerine işliyor. Sesi, bahar sevinci, pınar gibi çağlıyor. Üniversiteyi kazanıp ekmeğinin ardına düşebilseydi iyi olacaktı. Ama iki yıldır, istediği yeri tutturamıyor.
Suna küçük bir kızken doğum günü için beni de çağırmışlardı. Hediyemi alıp evlerine gittim. Masa süslenmiş, kızımız cicilerini giymiş, pastanın mumları yakılmış, her şey hazır. Küçük fıstık mumları üflerken doğum günü anısına fotoğraf falan da çekilecek. Tam püf diyecek, hazırlanmış… Pastayı kaptığım gibi doğru mutfağa. Yanakları elma elma şiş, şaşkın, hevesi kursağında, ağladı ağlayacak öylece kalakaldı. Bakışlarını, o halini yıllar geçti unutamadım. Beni her gördüğü yerde “doğum günüme sen gelme, anne bu amca gelmesin” deyip durdu. Ah Suna’m, nazlı ceylanım, tatlı kızım… Pastayı çaldığım hiç unutulmadı. Yine de ilerleyen yıllarda esmer fıstığımla aramız yavaş yavaş düzeldi.
Çorbamı içip lokantadan çıkınca Sakarya Caddesi’nde uzun uzun yürüdüm. İnsanlara, caddeden oluk oluk akan arabalara, dükkanların vitrinlerine baktım. Cep telefonu satan dükkanlar son zamanlarda ne kadar da çoğaldı. Tenekeci Mustafa’ya kolay gelsin deyip yalıya indim. Balık tezgahlarına hastayım. Dolaşmaya çıktığımda mutlaka hepsine bakarım. Almasam bile bu görüntü keyfimi yerine getirir. Eğer aylaklığı iş edinmesem mutlaka balıkçı olurdum.
Tenekeci Mustafa babamın asker arkadaşıdır. İşleri eskisi kadar iyi olmasa da o hiç şikayet etmez. Baca kenarları, küllük, sac mangal, ördek soba, yağ tenekelerinden huniler falan yapar. Oğlu Rıdvan yıllar önce Amerika’ya okumaya diye gitti. Gidiş o gidiş, bir daha dönmedi. Hep merak ederim ama ona oğlunu soramam. Yaşlı tenekeciyi gücendirmek istemem. Mustafa amcanın dükkanı kapalıysa, mutlaka cenaze vardır. O semtimizdeki insanların ölüm tarihlerini dükkanındaki eski bir deftere de kaydeder. “Benim ninem ne zaman ölmüştü?” diye sorarsanız genellikle size akıldan net bir tarih söyler. Eğer çok eskiyse, hatırlamıyorsa, gidip defterine bakar.
Yalı Kahvesinin kapısından herkesi selamlayıp girdim. Denize bakan masada iddialı bir elli iki partisi çevriliyor. Bunların pek öyle gürültüsüz patırtısız oyunları yoktur. Pür dikkat hallerine bakılırsa rövanşı oynadıkları belli. Lastik Osman bile oyuna karışmadığına göre iş baya ciddi olmalı. “Merhaba Lastik, yine mi oyuna karışıyon oğlum sen?”dedim. “Karışmadan durabilir miyim ağabey?” diye gülerek yanıt verdi. Lastik sıkı bir kağıt oyuncusu olduğu için birisi yanlış kağıt attığında sabredemez, mutlaka oyuna atlar. Ona düğünlerde kaykıla kaykıla oynadığı için Lastik Osman adını takmışlar. Haftanın dört beş günü semt yada çevredeki kasaba pazarlarına gider. Kumaş, hazır giysi, iç çamaşır, dantel kuklaları, tığ, şiş, makas, düğme gibi şeyler satar. Dangalaklık derecesinde dürüstlüğü ve dobralığı, ticaret ehli olmasına pek müsaade etmez. Pazarcı arkadaşlarının anlatmasına göre, Lastik Osman cumartesileri Soğuk Su pazarında tezgah açıyormuş. Gel zaman git zaman, yükseklerin kırmızı yanaklı tazelerinden birine de abayı yakmış. Kız gelip Osman’ın tezgahından ne ihtiyacı varsa alıp veresiye yazdırıyormuş. Bizimki ayıp olmasın, kız küsmesin diye, ağzını açıp para istemeye de çekiniyormuş. Veresiye defteri kabarmış, alacaklar çoğalmış. Osman her hafta para istemeye yeniden niyetleniyor ama bir türlü yüzü tutmuyormuş. Derken kızın ayağı da pazardan kesilmesin mi? Uyanık, ne kızın adını bilir, ne de köyünü… Hani tanıdık birileri olsa haber salacak. Veresiye defterinde yüklü bir hesap, hesabın karşısındaysa sadece çiçekli şalvarlı kız yazıyor. Utandığı için “kar kudurdu sermayeyi yedi ağabey” der. Öteki pazarcıların anlattıklarına “yalan ağabey, uyduruyorlar” deyip, lafı geçiştirir.
Kusto Sami’nin masasına yanaşıp, altıma bir sandalye çektim. Kusto Sami etrafına topladığı kalabalığı yine gülmekten kırıp geçiriyor. Sami bu, denizde kum tükenirse onun da yalanı biter. Kusto Sami tanıdıklarla balığa çıkar. Şansı yaver giderse aldığı gemici payıyla kafasına göre takılır. Bir gün olsun canı sıkkın, suratını asık görmedim. Anlayacağınız Kusto Sami iki balık tutar. Birini satar rakı alır, öbürünü meze yapar. Her zaman yanında üç beş tanıdık, gırgır şamata gırla… Dünya yansa, içinde yanacak bir tutam çaputu yok. Hayatım boyunca bunun gibi lafı sözü bol bir adam daha görmedim. Anlattığı her neyse, en heyecanlı yerinde keser ” adaş patlat bakalım bi cıgara” der, sigara verilir, sigarasını yakıp anlatmaya devam eder. Hiç sigarası yoktur ama çakmağı hep cebindedir. Beleşçiliğin de kendine göre bir raconu vardır.
Kusto Sami, ben masaya vardığımda askerlik anılarını anlatıyordu. “Silüsü elime tutuşturup, yallah İskenderun’a dediler. Teslim olmadan traş oldum, hamama gittim, son gece bi güzel kafayı çektim. Pazartesi sabahı nizamiyede birliğime teslim oldum. Beni önce üçüncü bölüğe verdiler. Bir hafta sonra bölük çavuşu geldi eşyalarını topla birinci bölüğe git dedi. Eşyalarımı toplayıp gittim. “Beni üçüncü bölükten gönderdiler dedim. Koğuşa eşyalarımı yerleştirirken bölük komutanı seni çağırıyor dediler. Bir topuk selamı, bir kısa künye yüzbaşının karşısına dikildim. Beni emretmişsiniz komutanım dedim. Adımı, memleketimi, babamın adını sordu. Başımı okşadı. İlk günden komutanın gözüne girdim diye sevindim. İlk on beş gün her şey normal geçti.
Sonraları komutan bana gıcık kaptı. Her gün mutlaka kusurumu bulup bana temiz bir sopa çekiyor. Anamdan emdiğim süt bunumdan geldi. İki ay sonra mahalle arkadaşım Süleyman’dan gelen mektupla işe uyandım. Meğer yüzbaşı sıkıyönetim yıllarında bizim orda bir süre belediye başkanlığı yapmış. Babamla da epey sıkı ahbapmışlar. Komutan babama mektup yazıp, “oğlunu kendi bölüğüme aldırdım, gözüm arkada kalmasın” diye haber salmış. Babam da komutana cevap yazıp “ bizim oğlan haylazın tekidir, laftan sözden anlamaz, ne olur sopasını eksik etme, keratayı adam etmeden sakın gönderme” demesin mi? Komutan meğer babamın ricasını yerine getiriyormuş. Ben mi akıllandım, komutan mı usandı? Bir ara dayağı tamamen kesti. Bir hafta oldu dayak yemiyorum. Resmen sırtım kaşınıyor, alışmışım… Dayanamadım, dümenden mesele çıkarıp yine dayağımı yedim. Oh be! Dünya varmış, kemiklerim yerine geldi valla. ”
Zafer dayanamadı “ Ne cins adamsın be Kusto. Neden durup dururken kendine dayak attırıyon?” diye sordu. Kusto Sami’ den yanıt aynen şu “ hazediyodum be oğlum, alışmışım hazediyodum...”* Hepimiz gülmekten yerlerdeyiz…
Muhabbetin finalinde yalının önünden Aysel geçti. Hepimiz hedefe kilitlenmiş torpido gibi gözlerimizi ona dikmişiz. Yanında hiç tanımadığımız kara yağız bir delikanlı. Bu kadının takıldığı bütün tipler hep böyledir. Cüzdanı kabarık, belalı, hır çıkarmaya yatkın görünüşlü adamlar. Masadakilerin hepsi hariçten gazel havasına girdiler.
“Bütün malım mülküm sana feda olsun Aysel’im. Senin için ömrüm mahpuslarda ziyan olsun anam. Allah için kadın değil bu, kitap, kitap… Aç aç oku, çevir bi daha baştan oku. Ayağının altına paspas olayım Ayselim. ”
Aysel, kulamparasıyla uzayıp gitti. Bizimkiler hala martaval okuyor. Şakası bir yana öyle bir geçiş geçti ki, rüzgarı aklımızı başımızdan aldı. Aysel bu, kadın gibi kadın. Her hali dişi. Göz süzüşü ölüm döşeğindeki adamı canlandırır. Heveslerimizi coşturdu, hepimizi yarım akılda koydu da gitti…
* Hazetmek- Yerel bir söyleyişte “hoşlanmak, haz almak” anlamında kullanılmaktadır.
Seyfullah çalışkan
Devamı varrr...
Yukarı
|
|
Marangoz, Bahçıvan ve de Kahveci : Ahmet Altan ZAVALLI BİR YOKOLUŞ -5- |
|
Kaczynski'nin Manifestosu 1
'Çağdaş endüstriyel toplumun yarattığı anormal koşullar arasında, aşırı nüfus yoğunluğu, insanın doğadan koparılmış yaşamı, sosyal değişimlerin hızı, büyük aile, köy ya da kabile gibi küçük ölçekli toplulukların dağılması konularını sayabliriz.
Bilindiği gibi, kalabalıklaşma stres ve saldırganlığı artırır. Bugün geçerli olan aşırı kalabalıklaşma ve insanın doğadan kopuk yaşantısı teknolojik gelişmenin sonucudur...... Radyo, motorsiklet, çim biçme makinası gibi gürültü çıkaram araçlar birçok rahatsızlık yarattı. Eğer bu araçların kullanımı serbest olursa, sükunet isteyen insanların canı sıkılıyor, yok eğer bu araçların kullanımı kısıtlanırsa, bu defa da bu araçları kullanan insanların canı sıkılıyor. Oysa bu araçlar eğer hiç icat edilmiş olmasalardı, böyle bir sorun olmayacaktı.
İlkel toplumlarda doğal dünya çok yavaş değişir, bu durağan ve güvenilir bir çevre demektir. Modern dünyada insanlar doğaya hükmeder, ve modern toplum teknolojik değişikliklere bağlı olarak süratle değişir, bu ise durağan ve güvenilir bir çerçeve oluşturulmasını olanaksız kılar. Tabii ilkel çağlarda da, yavaş ta olsa bir değişim vardı, ancak değişiklik modern çağ insanına empoze edilmektedir.. Oysa 19. yüzyılın öncüleri değişimin kendileri tarafından, kendi irade ve istençlerinin bir sonucu olarak yapılmakta olduğu hissini duyumsayabilmekteydi.
Tutucular çılgındırlar. Hem gekeneksel değerlere bağlıdırlar, hem de teknolojik gelişmeyi ve ekonomik büyümeyi cansiperane desteklerler. Anlaşıldığı kadarıyla, sonunda geleneksel değerlerin kaçınılmaz olarak parçalanmasına yol açacak olan ani teknolojik ve ekonomik değişikliklerin toplumun diğer alanlarında da ani ve köklü değişikliklere yol açmakta olduğunu bir türlü anlayamamaktadırlar.
Yaşamımız, bir nükleer santraldaki güvenlik standartlarının ne kadar iyi korunup uygulandığına, ya da yiyeceklerimize ne miktarda böcek ilacı karışmasına veya havaya ne kadar kirlilik karışmasına izin verildiğine bağlı olmaktadır. Bir iş sahibi olup olamıyacağımız çoğunlukla hükümetlerin aldıkları kararlara, şirket yönetcisi ve ekonomistlerin kararlarına bağımlı hale gelmektedir. Pek çok birey, kendilerini bu tip tehditere karşı güvenceye alamamakta ya da belli oranda alabilmektedir. Bireyin güvenlik ihtiyacı karşılanamamakta bu da kalıcı bir güçsüzlük duygusuna neden olmaktadır. Modern insan, hiçbir şekilde karşı koyamadığı, son derece çaresiz kaldığı, nükleer kazalar, yiyeceklerdeki kanserojen maddeler, çevre kirliliği, savaş, yükselen vergiler, büyük organizasyonlarca kişisel mahremiyetinin tecavüze uğraması, ulusal boyutta sosyal ve ekonomik olayların bireysel yaşam biçimini etkilemesi gibi tehditlerle birlikte yaşamaktadır.
Tabii, ilkel insan da kendisini tehdit eden bazı unsurlara karşı çaresizlik içindeydi, hastalıklar örneğin. Ne var ki hastalık riskini sosyal olarak kabul edebiliyordu. Hastalık, doğanın bir parçasıydı, kimsenin hatası değildi. Oysa modern zamanlarda ortaya çıkan tehditler insan yapısıdır. Şans eseri değildir. Bireye, düşünce ve davranışlarını etkileme, değiştirme olanağı olmayan kişilerin aldıkları kararlar sonucunda empoze edilen şeylerdir. Bu durumda da kişi kendisini hayal kırıklığına uğramış, aşağılanmış, ve kızgın hissetmektedir.
Günlük yaşamımızda bizi çepeçevre sarmalamış olan açık ve gizli kurallarla birlikte yaşamaktayız. Tüm bu kurallar, modern endüstriyel toplumun çalışabilir olması için bir zorunluluktur. Her ne kadar bazı konularda nasıl ve ne şekilde davranacağımız belirlenmiş ve denetim altına alınmışsa da, bazı konularda da oldukça serbesttir modern insan. Sistemin çalışmasını ilgilendirmeyen her türlü davranışımızda özgürüzdür, sistemi tehdit etmemek kaydıyla istediğimiz dine inanabiliriz, korunmalı sex yaptığımız sürece canımızın istediği insanla yatağa girebiliriz vs.. Önemsiz konularda kesinlikle özgürüzdür, ama önemli konularda, sistem gittikce artan oranda davranışlarımızı denetleme eğilimindedir.
Bilim adamlarını bilimsel araştırmaya iten nedenler olarak ileri sürülen 'merak etmek' ya da 'insanlığın yararına birşeyler yapmak' gibi konular aslında gerçek ve geçerli nedenler değillerdir. Örneğin Dr Teller'in durumun ele alalım, kendisi nükleer santralların geliştirilmesinde çalışmış ve önemli katkılar sağlamıştı. Bu katkıları insanlığa yararlı olmak için mi yaptı? Eğer öyle idiyse, neden madem insanlığa diğer faydaları düşünmedi? Eğr bu kadar insani idiyse, niçin Hidrojen bombasının geliştirilmesine katkıda bulundu? Diğer pek çok endüstriyel gelişme gibi, nükleer santralların insanlığa gerçekten yararlı olup olmadığı konusu da sorgulanmaya oldukça açık bir konudur. Ucuz elektrik, birikmekte olan radyoaktif atıkları ya da kaza tehlikelerini göz ardı etmemizi sağlayacak kadar önemli midir? Açıkcası, Dr Teller'in nükleer güç ile ilgili çalışmaları insanlığın yararı için değil, kendi kişisel çalışmalarının uygulanabilir olmasını görmek dürtüsü ve bundan aldığı haz nedeniyle olmuştur.
Aynı şey bazı istisnalar dışında tüm bilim adamları ve bilim dalları için de geçerlidir. Bunları motive eden şey merak ya da insanlığa yardımcı olmak hevesi değildir. Asıl amaç güç arayışı safhasını geçmektir, bir amaç sahibi olmak (çözülecek bir bilimsel problem), çalışmak (bilimsel araştırma), amaca ulaşmak (sorunun çözümü.) Bilim, bilim adamının işten aldıkları haz nedeniyle yapılan bir iştir. (Tabii buna sadece bu kadar basit bakamayız, para, statü vs gibi başka motivasyon kaynakları da olduğunu biliyoruz, ama temel olarak bilimsel çalışma bir zevk işi, kişisel tatmin için yapılan bir iştir.)
1 Theodore Kaczynski'nin 35.000 kelimelik oldukça uzun yazısı, sıradan bir insanın anlayabileceği kadar basit olmaktan uzak. Ancak, gene de, bazı bölümlerde, ortalama eğitim almış bir insanın anlıyabileceği kadar yalın bir dille, son derece berrak bir anlatımla ortaya konulmuş enteresan düşünceler var. Bu bölümde de işte bu fikirlere göz atacağız.
Bu mini dizimizin ilk bölümünde konuk ettiğimiz Bill Joy'un görüşlerini derinden etkilemiş olan Theodore Kaczynski, sadece Joy'u değil bu gün konu ile ilgili fikri olan pekçok bilim adamı ve bilim felsefecisini de etkilemiş ve dünya üzerinde hatırı sayılır sayıda taraftar bulmuş. Manifesto gerçekten çok uzun olduğu için, okuyucuyu sıkmamak adına içinden önemli olduğunu düşündüğüm bazı bölümlerle sınırlı kalacak bir bölümü yayınlamayı uygun buldum. 47. paragraftan başlıyarak önemli gördüğüm bölümleri bu yazı dizisine dahil ettim.
Arkası Pazartesi
Ahmet Altan
aaltan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.936 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
TERKEDİŞ
Öyle bir terk edeceğim ki İstanbul seni
Limanlarında vapurların ağlayacak
Martıların ıslak yataklarında sessiz
Köprülerin ardımdan el sallayacak
Ağlamaktan kör kuşlara döneceksin
Hüznünden sokakların tek tek yanacak
Öyle bir terk edeceğim ki İstanbul seni
Bütün saatlerin bir anda duracak
Gölgesiz bir adam gibi öyle tek başına
Yağmur seni boğmak istercesine yağacak
Boğazına düğümlenecek geçen gemiler
Yüreğin azmış nehirler gibi çağlayacak
Öyle bir terk edeceğim ki İstanbul seni
Çocukların sana her gün beni soracak
Kum gibi dağılacak yanan uykuların
Bacaklarında dermanın kalmayacak
Ve öyle bir terk edeceğim ki İstanbul seni
Benim bile yüreğim yanacak...
Ali Haydar Timisi
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.starwars.gen.tr
Star Wars III diye bişey var. Meraklısına, meraksızına orjinal bilgi, belge ve resimler içeren özel bir web sayfası. İlgininç olan en önemli şey, sayfa tamamen Türkçe. Hatta ...Sarı şeritli Klon savaşçıları komutan, şeritsizler er oluyorlar. Peki kırmızı ve mavi şeritli Klon savaşçıları ne oluyor?... tarzında ilginç soruların cevaplarını bile bulabilirsiniz.
http://bornova.ege.edu.tr/~ahmettr/Derleme1.htm
...Bu derlemedeki deyim ve sözcüklerin büyük bölümü artık Simav ve çevresinde (özellikle genç kuşaklar tarafından) kullanılmamakta, ya da çok az kullanılmaktadır. Buna rağmen bu kültürel birikimi ilgilenenlere sunmayı düşündüm... demiş bu sayfayı hazırlayan Sayın Ahmet Türk.
http://www.vizontele.com
Filmini benim gibi bir çoğunuz seyrettiniz. Peki ya web sayfasını gördünüz mü? ...Gevaş'ta fındığın kilosu ikiyüzbin lira. Benim de canım fındık çekti, bir kilo alayım deyip gittim fındık satan çocukların yanına. Üçyüzbin lira hazırladım, üstü çocuklara kalır diye. Neyse, yaklaştım tezgaha sordum fındık ne kadar diye.Birmilyon demez mi! sonrasında aramızda geçen konuşma aynen şöyle gelişti: Ne bu oğlum, her yerde ikiyüzbin lira niye sende birmilyon? Abi bizim bahçenin fındığı değişik. Nesi değişikmiş? Bak kabuğa...
http://yogurth.dipsizkuyu.net
-Akın burda herşey var mı? -Yok eleman herşey yok. Burası sadece forum alanı. -Akın burda herşey var mı? -Sen gene başladın, bi yerlerin kaşınıyo galiba. -Akın burda herşey var mı? - Alooo kime diyom. Anlamaz numarası yapma öyle yemezler. -Yemezsen gargara yap abi, belki sana iyi gelir. -Bak koçum, arkadaşımsın diye birşey demiyorum. Valla Allah yarattı demem. -Tamam abi kızma, yapmam. -Ha şöyle yola gel bakim. -Akın burda herşey var mı? (vın kaçış) -Gel lan buraya! Ba ba ba nasıl kaçıyo deli...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
SendTo v1.6 [885k] W9x/2k/XP FREE
http://www.trogsoft.com/downloads/choosesite.php?id=10
Farenizin sağ tuşunu tıkladığınızda karşınıza çıkan menüde "Send To" "Gönder" diye bir başlık vardır. Bilmem kullanıyor mususnuz? Eğer bugüne kadar kullanmadıysanız mutlaka kullanın. Büyük kolaylık. İşte bu program, bu kolaylığa bir mükemmel ek daha yapıyor. Lokal yada FTP ile uzak bilgisayarlarda bulunan herhangibir klasörü tanımlıyor ve dosyanın direkt oraya yollanmasını sağlayabiliyorsunuz. Tabiki herhangibir programa göndermek te mümkün. Detaylar için mutlaka denemelisiniz. Oldukça kullanışlı.
Yukarı
|
|
|