|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 410 |
24 Aralık 2003 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Raporluyum arkadaş!.. |
Merhabalar,
Seksenli yılların ilk yarısında başımda korkunç bir dert vardı. Okul bitmiş, sabah başka akşam başka yerde çalışıyorum, boş zamanlarımda da askerden kaçıyorum. Ben kaçmakta onlar yakalayıp yollamakta kararlı. Zaman zaman babamı da işbirliğine zorluyorlar, ama nuh diyorum askere gideceğim demiyorum. Nasıl diyeyim kardeşim? Yeni palazlanmaya başlamışım. Şöhret basmaklarını tırmanıyorum, işte geleceğim var, birde üstüne evlenmişim. Nasıl edeyim de gideyim? Kısa, mini, bedelli, düdüklü gitmek gibi bir şansım da yok. İlla 16 ay alacaklar, ağzımdan girip burnumdan çıkacaklar, elde ne varsa kaybettirip hayata yeniden başlatacaklar. Üniversite sınavına giriyorum, hukuka kayıt olup bir altı ay sıyırıyorum. Tekrar tecil edin diyorum, yok etmeyiz diyorlar. Ben de kalkıp İşletme İktisadı Enstitüsüne yüksek lisans için kaydoluyorum. Eee hadi yapın bir kıyak verin elime tecil belgesini diyorum. Yok kardeşim, hakkın baki, git askerliğini yap sonra gel oku diyorlar, ben dayanamayıp onların sülalesine okuyorum. Ama bu arada 3 sene geçiyor. Onlar arkada ben önde dolap beygiri gibi dönüyoruz. Babama gidiyorlar 'Boyu devrilsin, 2 senedir haber alamıyorum haytadan, olmaz olsun öyle evlat.' diyerek polislere dert yanıyor. Maksat adres vermemek tabi, yanlış anlaşılmasın. Polisler ellerindeki tek adres olan babaevini mesken tutmuşlar ayda bir çay içmeye geliyorlar.
85'in yaz aylarına gelindiğide pes ediyorum artık. Biraz da metazori oluyor. Baba, polis amca ilişkisi dayanılmaz hal alınca, babam sonunda 'Tamam ulen bıktım sizden, alın adresini gidin yakalayın.' diyiveriyor. Sonunda İstanbul'da yakalayıp elime tebliğ zarfını sıkıştırıveriyorlar. Elim böğrümde askerlik şubesinin yolunu tutuyorum. İlk tertibe adımı yazıveriyorlar. Önümde 1 ay var ama kaçmam gereken 4-5 ayım var. Ne halt yiyeceğimi düşünürken bir tüyo alıyorum. Sevk döneminde 1 haftalık rapor alabilirsem bir sonraki sevke kalabiliyorum. Bu da bana helalinden 3 ay kazandırıyor. İyi güzel de, raporu nasıl alacağız? Rapor askerlik şubesinin bulunduğu şehirden yani İzmir'den alınmalı ama ben İstanbul'dayım ve işim gücüm var. Bir de serde korku belası. Giderim bunlar beni apar topar derdest edip katarlar önlerine diye ödüm kopuyor. Cinim ya aklıma canım kardeşimi kötü yola düşürmek geliyor. Yalvar yakar razı ediyorum. Benim adıma hastahaneye gidip rapor alacak. Raporu verecekler de ayarlanmış. Sözde sistit olmuşum da işeme zorluğu çekiyormuşum. Canım kardeşim gidecek, çiş yapamadığını benim adıma ispat edecek, onlar da bana 1 haftalık rapor verecekler ve ben yırtacağım. Operasyon günü babamla elele tutuşup gidiyorlar hastahaneye. O İzmir'de ben İstanbul'da heyecandan bırakın işeyememeyi, 10 dakikada bir ihtiyaç molası veriyoruz. Babamın 'Kimliğin açığa çıkarsa herşeyi bırak kaç.' desturuyla kardeşim operasyonu başarıyla tamamlıyor ve ben dandik bir raporla 3 ay sonra sevk olmaya hak(!) kazanıyorum. Aralık ayında teslim oluyor ve 16 aylık askerlik serüvenimi evime 10 kilometre uzaklıkta, türlü meşakkatlere(!) katlanarak tamamlıyor ve bu dertten kurtuluyorum.
Epeydir anılarımı yazmıyordum ama dün doktor raporuyla hapse girmekten 1 yıllığına yırtan sabık başbakanımız hocamız efendimizi duyunca aklıma geldi, ben de üşenmeyip size naklettim efendim. Bu erteleme bana geçen hafta izlediğim bir haberi de hatırlattı ardından. Geçtiğimiz yıllarda ölüm oruçlarından yaka paça çıkartılıp türlü hastalıkla boğuşan mahkumları tekrar içeri koymaya çalışıyorlardı. Yemeğini bile tek başına yiyemeyen bir mahkumun dört duvar arasında ne hale gelebileceğini düşündüm. Raporsa raporun dikalası vardır elinde ama ne çare. Çünkü o garip, zamanında hasbelkader başbakanlık yapmamış ve şimdiki başbakanı yetiştirmemiştir. Bu işin bir boyutu ama bir de insani boyutu var ki o da beni ziyadesiyle rahatsız ediyor ne yalan söyliyeyim. Hocamı kestiğim tırnağım kadar sevmem ama bu memleketi yönetmiş, öyle ya da böyle milletin bir kısmının mazharına nail olmuş kişiliklerin, hele seksenli yaşlarında hapse atılmasını hoş karşılayamıyorum. Delimiyim neyim?
.........
Sonunda başardık. Kimilerinizi inandıramamıştım ama türlü vartalar atlatarak fincanlarımıza kavuştuk. Eee biraz tuzlu oldu ama iyi oldu. Hem güzel birşey ortaya çıktı hem de biz sözümüzü yerine getirmiş olduk. Şimdi ön sipariş veren sevgili kahvecilere fincanlarını biranevvel ulaştıracağım. Eski fiyatla yeni siparişler için de Cuma akşamına kadar vaktiniz var. Yani Cuma'ya kadar gelecek siparişleri eski fiyattan derhal teslim edebileceğiz. Ancak o günden sonra bir miktar zam yapmak zorunda kalacağımız için üzgünüm. Anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Bu seneki 'BEN SANA SEN BANA' kampanyamız maalesef pek ilgi görmedi sizlerden. Kampanyamıza katılan 42 kahveciye gerekli bilgileri gün içinde yollamaya çalışacağım. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan BEYİN KONTROLÜ NEDİR, NE ELDE EDİLMEK İSTENİYOR? |
|
Dünya istihbarat örgütlerinin karşı tarafı yönlendirmek için psikolojik operasyon yapabilmeleri en önemli hedefleridir. İstihbarat örgütleri özellikle CIA ve MOSSAD bu konuya büyük önem vermektedirler. Bir Çin atasözü vardır, "Yüz savaş kazanmak hüner değil, hüner savaşmadan güvenliği sağlamaktır."
İstihbarat örgütleri bu konuya bilimsel olarak eğilmektedirler. Sürekli çalışmalarla yeni yollar araştırmaktadırlar.
Bugün MOSSAD'ın CIA'dan daha başarılı operasyonlar yapmasının iki nedeni vardır. Birincisi, Tevrat'ta Musa Peygamber'e Kenan ilinde casusluk yapmasının emredilmesi. İkincisi de, ideallerinin yüksek fakat güçlerinin az olması ve dünya bilim çevresinde önemli etkinliklerinin olmasıdır.
TARİHTEN ÖRNEKLER
Bilinen ilk ve en önemli psikolojik operasyon örneği Hasan Sabbah'tır. Haşhaşi tarikatı da denilen bu örgütlenmede kişiler Haşhaşın etkin maddesi Eroinle keyif duygusuna ve cennet inancına şartlandırılıyor. Hasan Sabbah'a itaat ederlerse hep böyle yaşayacaklarına inandırılıyorlardı. Böylece intihar saldırılarını zevkle yapıyorlardı.
1937'de Stalin'in Halk mahkemelerinde dâvâlıların îtiraflarında bazı kimyasallar kullandığı bilinmektedir. Hatta Macaristan Kardinalinin de bulunduğu bir dâvâda dâvâlılar devlete karşı bir tutum aldıklarını birden itiraf etmişlerdi.
BU DURUM ETİK MİDİR ?
Kesinlikle değildir. Mamafih, Dünya Af Örgütü 1992 yılında bir rapor neşretti. Bu durum "İnsanın zihni yetilerini bozmayı, yok etmeyi, değiştirmeyi hedefleyen sorgulama prosedürü ahlâki suçtur denildi. Fiziksel işkence sınıflandırması kadar insanlık dışıdır." düşüncesi benimsendi.
HANGİ YÖNTEMLER UYGULANIYOR?
Klasik yöntem; psikolojik faaliyet, propaganda ve beyin yıkama yöntemidir.
En sık kullanılan yöntem; kimyasal maddeler kullanılarak kişinin düşüncesini etkilemektir.
Son yıllarda üzerinde çalışan ve durulan yöntem ise elektronik implantlar yerleştirilerek kişinin beynini uzaktan kumanda ile yönetme çabalarıdır.
KİMYASAL YÖNTEMLER
Zihin kontrolü deneylerinde ilk kullanılan madde LSD idi. LSD psikokimyasal bir maddedir. Alan kişide olağanüstü psikolojik değişimler olur. Halüsinasyonlar görür, canlı, neşeli, güçlü duygu, düşünme ve davranışlar içerisine girer. Bu madde beynin ön bölgesinde DOPAMİN isimli zevk maddesini aşırı salgılamaktadır. Bu maddeyi alan bir kişi inandığı konuda olağanüstü eylemler gerçekleştirebilmektedir.
İkinci Dünya Savaşında hem Hitler hem Amerikan ordusu "Amphetamin" isimli uyarıcı kimyasalı kullanarak askerlerin savaş gücünü arttırmayı hedeflemişlerdir. Hatta Hitlerin milyonlarca psikoaktif madde kullanarak ordusunun hareket kabiliyetini çok hızlı hâle getirdiği bilinmektedir.
İçkisine LSD veya uyuşturucu katan kişilerin kolay intihar ettikleri ve kolay insan öldürdükleri bilinen gerçeklerdir.
Bu konu da ABD'de gönüllüler, siyahlar ve eşcinseller üzerinde ilginç deneyler yapılmıştır. Deney yapılan kişilerde akıl hastalıkları, yaşayanlarda da erken bunama, erken yaşlanma gözlemlenmiştir. Bu konuda Dr. Armen Victorian'ın kitabında ilginç kaynak ve bilgiler mevcuttur. Kitabın ismi "İnsan Davranışının Manipülasyonu, Beyin Kontrolüdür." Bu kitap Timaş yayınları arasında tercüme edilerek yayınlanmıştır.
PSİKİYATRİDE TEDAVİ AMACIYLA KULLANILIYOR
Psikiyatrik uygulamada tanı ve tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır. Narkoanaliz olarak tanımlanan bu yöntemde kişiye damardan kısa süre etkili barbibüratlar verilir. Kişi uyku uyanıklık arası bir boyuttadır. Bilinçaltının üstündeki baskılar aralanır. Kişiyle güven ilişkisi içinde psikoterapödik ilişki kurulabilirse bilinçaltı duygular, eğilimler, hatıralar, şartlanmalar ortaya çıkarılır.
İlaçlı hipnoz da denilebilen bu yöntem kişinin bilinçaltı çatışmalarını analiz edip onun tedavisini gerçekleştirmek için kullanılır.
HİPNOZLA BEYİN YIKAMAK MÜMKÜN MÜ?
Hipnoz bilimsel bir yöntemdir. Kişi hipnotik uykuya geçtiğinde vücut ve beyin uyur, fakat terapistle, kişi arasında seçici bir algılama alışverişi kanalı açılır. Böylece kişi yönlendirilir, düşünceleri, duyguları değiştirilebilir. Psikiyatride hastalıklı düşünceleri yok etmek, sağlıklı düşünceler kazandırmak, ego gücünü arttırmak için bu yöntemi kullanıyoruz.
Her bilimsel yöntem gibi hipnozda gösteri malzemesi veya siyâsî amaçla kullanılabilir.
Hipnozda ilk şart iki tarafın birbirine güvenmesidir. Daha sonra konsantrasyon gücü artırılır, uygun telkinde bulunulan kişi geçmişine götürülebilir, beyni yıkanabilir, yanlış şeylere inandırılabilir. Ancak kişiye hipnozda istemediği şeyi yaptıramazsınız. Bazı kişiler telkine çok yatkındır, kolaylıkla girerler. Fakat obsesif ve paranoid denilen güvensiz özelliği fazla olan kişileri hipnotik transa geçirmek çok güçtür.
ELEKTROMANYETİK ETKİLEME
Evren "Radiant Enerji" denilen yayılan bir enerjiden oluşur, gözümüzle gördüğümüz spektrum bir dalga boyudur. Morötesi ve kızılötesi dalga boyları gözümüzle görülmez. Ancak röntgen filmlerinden, termal kameralara, yeraltı su havza haritalarına kadar bir çok alanda kullanılır.
Her elektrik kaynağı bir radyasyon neşreder. Bazı radyasyonlar iyonlama yaparak hücre ölümlerine yol açar. Hidrojen atomu frekansına uygun mikrodalga ile MR gibi beyin tomografileri çekilir. Mikrodalga fırınlarda ışınların camı geçerek tabak içindeki suyu buharlaştırdığını biliyoruz.
MİKRODALGA İLE BEYİN KONTROLÜ
Mikrodalga ile uzaktan gürültü hissi oluşturmak mümkündür. Elektromanyetik ritmik vuruşlar kişinin başını elektrikli matkapla oyulduğu hissi uyandırabilir. Çok düşük frekans da (VLF), iyonlamanın olmadığı bir radyoaktivite ile baş ağrısı, çınlama, sinirlilik, depresyon, hâfıza kaybı hatta panik duygusu oluşturulabilir.Radyasyonun diş dökülmesi, kan kanseri, sakat doğumlara neden olduğu yaptığı bilinmektedir.
İyonlanmanın olduğu radyasyonlar X ışınları Radyum gibi kanser tedavisinde kanserli hücreleri öldürmek için kullanılır. Bu ışınları uzaktan yönetmek mümkün olmamakta, fakat mikrodalga kaynağını 1-2 km. uzaktan bir hedefe yöneltmek mümkün olabilmektedir. Kötü niyetli kişilerin elinde korkunç bir silah haline dönebilen bir teknoloji insanlık dışı amaçlarla kullanılırsa insanlığın sonu başlar.
ELEKTRONİK PARÇA YERLEŞTİRMEK MÜMKÜN MÜ?
İnsan davranışını kontrol etmek isteyenler hayvan deneylerinde bunu gerçekleştirmişlerdir.
FM radyo kanalı ile sinyaller alabilen ve nakledebilen minyatür elektrotlar hayvan kafasına yerleştiriliyor. Maymunda cinsel saldırganlık, boğada âniden durma komutu verme deneyleri başarılı oldu. Yunus balıkları yönetilebildi.
ABD'de beynin elektronik uyarılması zihinsel özürlülerde ve eşcinsellerde araştırılmıştır. James Olds isimli araştırmacı beynin hipotalamuş bölgesine elektronik implant yerleştirerek eşcinselleri kontrol etmeyi başardı. Hastalarda korku, heyecan, halüsinasyon oluşturarak davranışlarını ödüllendirdi veya cezalandırdı.
Zihin özürlülere de benzer deneyler yapıldı. Bu çalışmalar çok tartışıldı. Bilimin iyiliği değil hastanın iyiliği ön planda tutulması etik kuralına göre çalışmalar durduruldu.
FM radyo kanalında sinyaller alabilen ve nakledebilen bu uzaktan beyin elektronik uyarılması ateşli tartışmalara konu oldu. Hatta Fransa'da her doğan çocuğa kimliğini belirtir elektronik parça yerleştirerek ömür boyu nerede olup olmadığını izleyebiliriz tezi bile ortaya atıldı.
İnsanın robot gibi tuşlarla kontrol edilmesi çok tehlikeli bir gelişmeydi.
Elektronik implantı (Stimoreceiver) bulan Dr. Delgado beynin amigdal ve hipokampus gibi alanlarını canlandırarak neşe, tuhaf duygu, renkli görüntü gözlemlediğini kayıt ederek kitabında açıkladı.
Radyohipnotik beyinlerarası kontrol projesi elektronik hipnoz yapmayı amaçlamaktadır. Bu projede kişiye istemediği şeyler yaptırmak mümkün hale gelecektir. Tuşlarla kontrol edilen insana ne yaptırılmaz ki!
YENİ BİLİMSEL GELİŞME: Düşünce Teknolojisi
Bugün psikiyatride beynin ürettiği sinyalleri kaydederek beyin fonksiyonel görüntülemesi yapılabilmektedir. Klasik EEG'nin bilgisayar devriminden sonra analog sinyallerin sayısallaştırılması ile beyin haritası çıkarılıyor. Biz Memory Center Nöropsikiyatri Merkezinde bu sistemi kullanarak beynin hastalıklı çalışan alanlarını görüntüleyebiliyoruz. Tanı ve tedaviyi güçlendirmek için işe yarayan bir yöntemdir. Hatta ilaç tedavisinin biyoyararlılığını hasta izlerken görselleştirmiş oluyoruz.
TRANSKRANİYAL MANYETİK UYARIM
Elektromanyetik enerjinin tedâvide kullanımı yeni gelişmelerdendir. TMU denilen bir yöntem ile Tedaviye dirençli depresyon, Obsesif KOMPULSİF Bozukluk ve Şizofresi gibi ruhsal bozukluklarda ilaç tedavisine bir üstünlük olarak dikkat çekmektedir.( Arch Gec-Psyhiatry.1999; 56:300-311). Bu konuyu daha sonraki bir yazımda ele alacağım merak edenler www.mcaturk.com adresinden gerekli bilgiye ulaşabilirler. Evet beynin ön bölgesine elektromanyetik uyarı vererek Depresyonu tedâvi etme projesi elektroşok tedavisine alternatif olarak işe yarayacak gibi görünmektedir.
DUYU ÖTESİ ALGI
Birleşik Devletler parapiskolojik araştırmalara büyük bütçeler ayırmaktadır. Beş duyuyu kullanmada insanın geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman hakkında bilgi edinmesi çok ilgi çeken bir konudur. Telepati, Durugörü (Clair-voyance), Altıncı his de denilen bu algılama biçimi hakkında şu anda bilimsel çalışmalarda sağlam deliller yoktur.
Sesin, elektromanyetik frekansın, lazerin varlığı başka dalga boylarının varlığına kanıt olabilmektedirler. Zihni kontrol etmenin, ikizlerin, anne-çocuk arasındaki uzaktan duygusal etkilenmelerin nasıl olduğu henüz çözülemedi. Rüya laboratuvarlarında telepati yolu ile kavram ve imaj uyandırıldığının gözlemlenmesi elektronik psikiyatri açısından devrim niteliğindeki çalışmalardır.
Durugörü veya beden dışı sezgi denilen bir yöntemde de bazı denekler odada gizlenmiş nesnelerin yerini tespit etmeyi başarabiliyorlar. "Remote Viewing, remote sensing" denilen uzaktan görme ve hissetme özelliği olan insanların bunu nasıl başardıkları bilimsel ilgi alanına girmektedir. Uzaktan görüşün elektromanyetik işleyişi çözülebilirse insanlığın kaderi etkilenecektir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz insanın zihninin uzaktan kontrol edilmesi dünya için sosyal ve politik etkileri çok fazla oluşacağı gelişmeleri getirecektir.
Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir KURBAĞA YARIŞI |
|
Günlerden bir gün bir kurbağa yarışı düzenlenmiş,
Hedef yüksek bir kulenin tepesiymiş.
Kalabalık, onları görmek ve alkışlamak için toplanmış,
Yarış başlamış..........
Aslında kimse onların tepeye varacaklarına inanmıyormuş...
Ve şöyle konuşuyorlarmış aralarında,
''Boşuna!!!! Nasıl olsa başaramayacaklar.''
Kurbağalar yavaş yavaş cesaretlerini kaybetmeye başlamışlar.
Yalnız bir tanesi bütün gücüyle tırmanmaya devam ediyormuş...
Ve insanlar konuşmaya devam ediyorlarmış.......
''Hakikaten yazık! Nasıl olsa tepeye varamayacaklar!!!!!
Ve kurbağalar yenilgiyi kabullenmek zorunda kalmışlar.
Bir tanesi hariç....
O, bütün koşullara rağmen devam ediyormuş.....
Sonuçta; O bir tanesi hariç, hepsi yarışı terk etmişler....
O ise kulenin tepesine tek başına çıkabilmiş...
Herkes şaşkınlık içinde bunu nasıl başarabildiğini merak ederken,
İçlerinden bir tanesi ona yaklaşıp bu yarışı nasıl tamamladığını sormuş....
Ama kurbağadan hiç bir tepki alamamış, çünkü,
Tepeye tırmanmayı başaran kurbağa sağırmış !!!!!
Bu hikayeyi okuduğumda, aklıma ilk gelen, gençlik dönemimde başladığım her aktivitenin ardından işittiğim sözler oldu.
Herhangi bir enstrümanı çalmaya ya da herhangi bir sporla ilgilenmeye heves edip bunu aile meclisinde gündeme getirdiğimde hep aynı konuşmalar geçerdi evde. Bunun da bir önceki gibi geçici bir heves olduğu düşünülürdü.
Oysa denemeden nasıl bilebilirdimki hangisini daha çok seveceğimi ya da hangisine daha çok kabiliyetim olduğunu. Yarışan kurbağalar misali, cesaretimin kırılması için her türlü zemin hazır. Başaramayacağım fısıldanıyor kulaktan kulağa.
Mevcut, standart yaşantının dışında bir olaya adım atmak istediğinizde, fikrini aldığınız insanların çoğu olası olumsuzlukları hatırlatma gereği duyar. Çocuğuna bakıcı aramaya kalkan bayanlar çok iyi bilirler ki, bakıcı aradığını duyan herkesin mutlaka bir sapık bakıcı hikayesi vardır anlatacak. Kendilerinin yaşaması önemli değil, çevrelerinde yaşanmış ya da anlatılmış bakıcı hikayeleri ''aman dikkat'' sözleriyle başlayarak, bire bin katarak anlatılır. Ben artık bu ülkede yaşamak istemiyorum, tası tarağı toplayıp yurtdışına gidiyorum diye çıkın bakalım bir ortaya, başta aile büyükleri olmak üzere dinleyeceğiniz gidipte geri dönen mağdurların sayısına inanamazsınız. Devlet Dairesinde çalışıyorsanız, özel sektöre geçmek istediğinizi, hayatı memuriyette geçen babanıza , ya da vücudunuzdaki yağları aldırtmak istediğinizi annenize bir söyleyin isterseniz. Kimler ameliyat masasında yağlarını aldırırken kalmış, kimler devlet dairesinden özel sektöre geçip iki ay sonra işsiz kalmış dinleyin.
Hepsinin iyi niyetli olduğu şüphe götürmez bir gerçek. İyi niyetle, yaşanabilecek olumsuzluklara hazır olmamız için yapılan nasihatlar belki, ama belkide yaşanabilecek daha güzel bir hayatın önünün kesilmesinin sebepleri.
Yokmudur hepimizin geçmişe dair pişmanlıkları ? Koşarak para kazanılmayacağına inanıp koşmaktan vazgeçen nice Süreyya Ayhan'lar yokmudur aramızda ? Duyduğu her gitar sesinde içi titreyen müziği bıraktığı için ?
Sağır kurbağanın duyduğu ses en doğru ses herhalde. Yaptıklarımızı inanarak yapıyorsak, fonda sadece kendi sesimiz yankılansa da olur. Ne güçlü sponsor ne de amigoya ihtiyaç duymadan her yarışın üstesinden gelebileceğimize inanıyorum, sadece kendimize inanıyorsak.
Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
KÜÇÜK İTFAİYECİ, BÜYÜK İTFAİYECİLER VE KUTUP AYILARI
Bir arkadaşım mailinde neden her öykümde hayvanlar dünyasına ait en az bir canlı gurubunun yer aldığını sormuş. Derler ki Yörük üç şey bilirmiş ve üçü de keçi üzerineymiş. Bir Yörük biyologun da bileceği üş şey vardır, o da hayvanlarla ilgilidir. Anlatmak istediklerimi, yaşamım temel dinamikleri olan hayvanlara yüklemek, anoloji yaparak anlatmak daha kolay oluyor beklide.
Geçen yıl çeşitli sitelerde en çok rastlanılan ve mail olarak iletilen bir öyküydü "Küçük İtfaiyeci". Kısa Amerikan öykülerinden biri olan öyküde; küçük oğlu lösemi olan bir anne vardı ve bütün annelerin yavrularına hissettiklerini daha yoğun yaşıyordu. Kalbi, acı içindeydi ve her anne gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istiyordu. Ama bu, artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oğlunun küçücük dünyasında ölümün soğuk ve anlamsız karanlığından eser yoktu, o güzel gelecek günlere inanıyor ve büyüyünce itfaiyeci olmak istiyordu. Anne oğlunu hiç olmazsa bu hayalini olabildiğinde gerçekleştirmek istiyordu; ''dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım'' dedi.
Anne, Arizona'daki itfaiye müdürlüğüne gider ve orada yüreği en az Arizona kadar büyük itfaiyeciler ile tanışır (öykü o denli duygulu motiflerle süslü ki, kısaltmada ve aktarmada zorluk çekiyorum). Onlara oğlunun son isteğinden söz ederek, oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sorar. - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz" der itfaiye müdürü. "-Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Arizona'da üretiliyor - ''.
Üç gün sonra, itfaiyeciler Bob'u evinden alıp, ona elbisesini giydirdiler ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eşlik ettiler. Bob, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu. O gün Arizona'da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye Müdürlüğü'nün özel arabasına da binmişti.Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi.
Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi, Bob'u o kadar etkilemişti ki, doktorların söylediğinden tam üç ay daha fazla yaşamıştı...
Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bob'un itfaiyede geçirdiği günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bob'un bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu. İtfaiye Müdürü; - ''Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısınız? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz ve lütfen onun odasının penceresini açınız'' diye yanıtladı. Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob'un üçüncü kattaki odasına doğru yaklaştı. Tam on dört itfaiyeci Bob'un odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve; - ''Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim?'' diye sordu. - ''Bundan şüphen mi var Bob?'' diye yanıtladı müdür. Bu kelimelerden sonra Bob gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı". Öykü devam ediyor. Belki unuttunuz, belki hatırlamıyorsunuz, belki de çok duygusuz, çok katı oldunuz; ama bilin ki "HAYAT, SEVGİ VE UMUT SAÇMAKTIR." Eğer bunu okuyunca gözleriniz dolmuyorsa sizin için yapılacak bir şey kalmamış demektir.. Yok eğer doluyorsa o zaman sevdiklerinizin kıymetini bilin ve gerçek sevginizi ortaya koyun...
Algıda seçicilik tanımlamasını biliyorsunuz, inanın bu içimde bir şeyleri kopartan bu öyküyü okuduğumun tam ertesi sabahı (07.00) arabamla okuluma doğru yola çıkmıştım. Yolda bir itfaiye arabası ve 5-6 itfaiye görevlisini ellerinde hortumlar olduğu halde görünce birden heyecanlandım. Çünkü olay bir felaketi önlemeye yönelik bir çalışma olarak görünüyordu. Arabamı yavaşlattım, sağa çekip park etmeye çalışırken birden felaketi gördüm. İtfaiye görevlileri ellerinde hortum olduğu halde aralarına bir Doğan marka bir otomobili almışlardı. Bir itfaiyeci arabanın şoför koltuğunda oturuyor, biri hortum tutuyor, biri elinde fırça arabayı fırçalıyor, ikisi de sigara içiyorlardı. Tanrım bizi bu felaketlerden koru. Yüreğimi nefret kapladı, hızla oradan uzaklaştım. Gittiğim her kilometrede içime bir şeyler battı durdu, neden o adamlara kamuya ait bir hizmetin böylesine aptalca bir işe yönelik olarak kullandıklarını sorma cesaretini göstermediğime kızarak. Evet çünkü "HAYAT KENDİ ÇIKARLARI İÇİN, BİR ŞEYLERİ KENDİNE YÖNELİK OLARAK ŞAÇMAK DEĞİLDİR "HAYAT, SEVGI VE UMUT SAÇMAKTIR." Eğer benim yaşadıklarım kısmını okuyunca benim sessizliğime onay veriyorsanız, tıpkı o itfaiye görevlileri gibi çoğumuz için yapılacak bir şey kalmamış demektir. Yok eğer farklı bir şey hissediyorsanız yani bu ülkenin, bu büyük bedeller ödenerek kurulan bu Cumhuriyet'in kıymetini biliyorsunuz ve gerçek sevginizi ortaya koyuyorsunuz demektir. Biliyorum ki orada söyleyeceğim en ufak bir eleştiri kavgayla sonuçlanacaktı, ama bu ülke için ödenen bedellerin yanında ne kadarda küçük kalırdı. Bir de o itfaiyecilerin, son dönemlerde yetişen sevgili politikacılarımızın "Bal tutan parmağını yalar" felsefesine inandıklarını ve o şekilde doğal hakları olduklarını düşündüklerini düşünürsek.
Evet... Çünkü diye, başlıkta yer alan kutup ayıları ile devam edelim. Kutupların bembeyaz kürklü, sessiz, iri cüsseli ayıların itfaiyecilerle ne işi olabilir ki. Aslında hiçbir ilgileri yok, onlar kendi yaşamlarında, çevrelerine son derece uyumlu bir çark gibi dönerek, çok özel bir yaşam sürüyorlar. Öykünün son kahramanları kutup ayları değil, onları avlayan İNSANLAR. Hem de, bu konuda hayallerinizi zorlayacak, kanınızı dondurup, insan olduğumuza bin pişman edecek yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen ve sürdürmekte ısrar eden İNSANLAR. Yani bizler, bizler yani...
Kutup ayıları genel olarak etçil beslenirler. Bunu bilen insanoğlu, (okuduğum kadarıyla) ağız kısmı çok inceltip keskinleştirilmiş bıçakları, ağızları yukarı gelecek şekilde karın içine gömerlermiş. Bıçakların sabit kalması için etraflarına su döküp, buz tuttururlarmış. Bıçakların kamufle olması için, üzerine kar serperlermiş. Daha sonrada ayıların çok sevdiği hayvan kanını bıçakların tam üzerine gelecek şekilde dökerler, ve gözetlemeye yatarlarmış. Kan kokusunu alan ayı ya da ayılar hemen bölgeye gelip kanı yalamaya başlarlarmış. Kar üzerindeki kanı yalayan ayının dili, gömülü bıçak tarafında kesilir, dilinden kanlar akmaya başlarmış. Ama ayı, kar üstünden yalandığından olsa gerek, üşüyen dili yüzünden kendi dilinin kanadığını fark edemezmiş. Daha fazla kanı gördükçe, daha büyük bir iştahla saldırırmış. Çok değil kısa bir süre sonra, zavallı ayıcık kan kaybından ölürmüş. Hem de o çok değerli postuna hiçbir zarar gelmeden.
Ne denilebilir ki demeyelim bu kez. Şöyle düşünelim. Özel arabasını, itfaiye gibi kamu malı olan bir aracı hoyratça kullanan itfaiyeciler aslında kimin imkanlarını, kimin suyunu tüketiyorlar, kimin kanından besleniyorlar.Ya da çocuklarımızı geleceğin daha gelişmiş Türkiye'sine hazırlamayan öğretmenler, rüşvet alan kamu görevlileri, hortumcular, insanlarımız üzerinden haksız kazan peşinde olan özel sektör kesimi aslında kendi kanlarını yalamıyorlar mı ? Bu cennet vatanın geleceğini, kendi çocuklarının geleceklerini tüketmiyorlar mı ???
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
TEKNOLOJİ, INTERNET, YALNIZLAŞMA, SANAL AŞKLAR, YALAN BÜNYELER VESAİRE...
Canalys firmasının araştırmasına göre: içinde bulunduğumuz 2003 yılında, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika'daki akıllı telefon satışları, diğer mobil cihazların satış rakamını geçecekmiş.
Peki 'akıllı telefon' (smart phone) dedikleri şey ne işe yarar? 'Hayatınızı organize eder' diye tanımlıyor uzmanlar. İnternete bağlanıp e-postalarınızı okumak, bankacılık işlemlerinizi yapmak, borsa oynamak, gazete okumak vs. gibi işlerde kullanabileceğiniz bu gelişmiş telefonlar giderek yaygınlaşacak ve hayatımızı organize edecekmiş. Şu işe bakın? Hayatımızın organizasyonu, cebimizin ebatlarından bile daha küçük bir telefona kaldı...
Yani 'Hiper Teknolocik Amcalar' diyor ki:"Siz hayatınızı organize etmekten acizsiniz ey insanlık! Ama üzülmeyin, panik yapmayın.. Biz sizin hayatınızı organize etmek üzere, çok pahalı ama çok maharetli minicik aletler üretiyoruz.. Ellerinizi başınızın üzerine koyun ve bu cep kadar minik aletlere teslim olun!"
Peki amcacığım!
Tamam! Zaman hız zamanı. Teknoloji, artık hayatımızın vazgeçilmezi... İnternet iletişimin, bilgiye ve habere ulaşmanın en kısa ve en ucuz yolu. Dünyadaki değişimin hızına yetişebilmek, koşturmaca halinde tükettiğimiz yaşamı bir yerlerde yakalayabilmek, teknolojinin nimetlerinden faydalanmak çağın gereği. Ama bu durumun suyunu çıkarıp, teknoloji çılgınlığının sosyal yaşantımızı etkilemesine de izin vermemeli. Ne dersiniz?
Giderek 'teknolocik' ilişkiler, 'teknolocik' aşklar, 'teknolocik' dostluklar, yani 'teknolocik' yaşamlar içinde boğuluyoruz sanki..
Psk. Dr. Hakan Erkaya, bir yazısında: "Artık bilgisayar ekranında öğrenilen davranış kalıpları pekiştirilerek yavaş yavaş günlük hayatı da sanallaştırmaya başlıyor. Bu olgulardan bir tanesi de bütün dünyada görülmeye başlanan "metropolis zapping" diye adlandırılan bir olgudur. Metropolis zapping denilen olay; bulunduğumuz kentlerin içinde hareket ederken bir anlamda sanki "on-line"mışız ve kent bir web sayfasıymış gibi bir etkinlikten başka bir etkinliğe, bir merkezden başka bir merkeze, bir insandan başka bir insana, bir bardan başka bir bara, vs... kaydığımızı ve yaşamlarımızın artık çok akışkan olduğunu farzederek yaşanıyor!" diyor.
Dünya nüfusu her geçen gün dehşet bir hızla artarken, insanoğlu yalnızlaşıyor. Yani kalabalıklaşırken yalnızlaşıyoruz. Çağın vebası bu: Yalnızlaşmak, insani duyguları yitirmek, manevi şeyleri törpüleyip yerine daha maddesel şeyler koymak, varoluşu hakiki olarak gerçekleştirememek, yele kapılmak vesaire.
* * *
Yazık ki, sosyal yaşantıya aktif olarak katılmak eskisi kadar ucuz değil. Sinemaya, tiyatroya, konsere, cafeye gitmek lüks oldu artık. Bu sebepledir ki insanlar iletişim ihtiyaçlarının bir çoğunu, aynı anda internette karşılama avantajını kullanmak istiyorlar.
Bir hayat kadınının pahasını biliyor musunuz? Ya da bir kadına pastahenede bir dilim pasta ısmarlamanın pahasını? İnternet öyle mi ama! Saati 1.425.000 liradan, hem seks ihtiyacını giderebiliyor, hem gazeteni okuyor, hem müziğini dinliyor, hem de karşı cinsten birine birşey ısmarlamadan muhabbet edebiliyorsun. Sudan ucuz!!!
Hepsine eyvallah da, bir takım ihtiyaçları siber alemde gidermeyi alışkanlık haline getirdiğin gün, gerçek yaşamdan koparsın. Sosyal yaşamdan kopmadan, siber alemin nimetlerinden faydalanmak olası gibi görünüyor.
Hazzetmediğim birisi BİLE olsa, yüzyüze konuşmanın gerçekliğini ve tadını, cansız bir monitör karşısında sohbet etmeye ya da içselliğimi deşifre etmeye değişmem.
İşte bu yüzden diyorum ki: gerçek dostlarımızı, içselliklerimizden mahrum etmeyelim. Onlara ve kendimize bir şans verelim. Mahrem olması gereken 'iç dünyamızı deşifre etme'nin mekanı siber alem değil, sosyal yaşamdır.
Bununla birlikte, internette kurulmuş ilişkileri (sanal aşk ya da sanal dostluk) gereğinden fazla önemsiyor ve sahipleniyorsanız, bu ilişkilerde beklentiler içine giriyorsanız, internette 'online' olsanız bile, gerçek hayatta 'invisible' takılmaya mahkumsunuz demektir.
Sen git dertlerini hiç tanımadığın sanal insanlara anlat.. kederini, coşkunu monitörle paylaşıp rahatla; sonra da, "dostluklar ölüyor, kimse kimseyi dinlemiyor, giderek yalnızlaşıyoruz" gibi şikayetlerde bulun. Pek adilane değil, ne dersiniz?
Bütün insani değerler, teknolojinin ve postmodernizmin kurbanı oldu zaten. Gelenekler, safiyetler, eski ve içten alışkanlıklar, özlemler, hayaller vs. Hiç olmazsa aşkın ve dostluğun anlamını yitirmeyelim. Bırakın hiç olmazsa onlar derin ve masum yöntemlerle yaşanmaya devam etsin.
Alengirik nickname'lerle, yalan silüetlerle, hayalini kurup da olmayı beceremediğiniz edalarla, sanal ebatlarla, hiç karşısına çıkamayacağınız yavuklularla, reelde karşılaşır karşılaşmaz büyüsü bozulacağı belli aşklarla daha ne kadar kandırabilirsiniz ki sevdaya hasret bünyenizi?
Ve gerçek dostlarınıza, gerçek emekler harcamaya yüreğiniz yetmiyorsa, dostluğun ya da dostlarınızın suçu değil bu... Klavye başında iç dünyanızı açmak, sırlarınızı paylaşmak maharet değil.. Yiyorsa bir insanın gözünün ta içine bakarken, sesiniz titrerken, gözleriniz nemlenirken, elinizi koyacak yer bulamazken, bir cüssenin ve içindeki yaşanmışlıkların varlığını karşınızda kanlı canlı hissederken dökülün eteklerinizdekileri!
* * *
Şimdi teknoloji ve internet konusunda bu kadar ahkam kestikten sonra, ICQ kullandığımı ve günün yaklaşık 18 saati online olduğumu söylersem, bana "Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" demezsiniz değil mi? (Tamam abarttım, online değil invisible takılırım. Eh benim de kendime göre bir takım prensiplerim var; temelli yoldan çıkmış değilim yani.)
Bazı zamanlarda, mesela 3-5 ayda bir, canım sıkılır, ne bileyim yapacak iş bulamam ve online olurum. ICQ kullananlar bilir; anında mesaj yağmaya başlar.. Şair ruhlu olanlar, evlenecek biri için ICQ'dan medet umanlar, mankenler, iş adamları.... 'aynı anda hem yakışıklı, hem zeki, hem ahlaklı, hem zengin, hem kariyer sahibi, hem hebele, hem de gübeleyi bünyesinde toplamayı başarmış(!) kusursuz tiplemeler...
Bir kere "slm", "ASL" ya da "nasılsın cici kız, beyaz atlı prensin olayım mı" felan gibi ebleh işi mesajlarla gelenleri kafadan ignore ederim. Azıcık da olsa zeka kırıntısı gördüğüm mesajlara cevap veririm. Ama heyhat, onlar da iki cümle sonra; "kendini tarif etsene, fotoğrafın var mı" vs. gibi muhabbetlere girerler.. Anında 'dalga geçmek' ve 'haddini bildirmek' dürtülerim şahlanır...
Kendini tarif et diyenlere: "boyum 1.50" diye ilk oltayı atarım.. "Hmm minyonsun demek, minyonları severim" der karşıdaki sazan. "Kilom 92" deyince, "Biraz kilo problemin var galiba" diye miyavlamaya başlar seninki... "Evet biraz kilo, biraz sivilce, biraz da kepek problemim var" deyince, ses kesilir karşı taraftan.. Bir süre düşündükten sonra dalga geçildiğini anlar: "Kendine güvenen biri olmalı" diye geçirir aklından; kendini kandırmaya yeminlidir. "Yok.. yok güzel olabilir..."
"Neden dalga geçiyorsun benimle" der, ebleh avcı. "1.80 boyunda, 60 kilo, yeşil gözlü, kızıl bir afetim desem, inanacak mısın bre denyo?" diye sorunca "Evet evet biliyordum güzel olduğunu" der seninki. Ulen şişko, tıknaz, kepekli ve sivilceli olduğuma inanmıyorsun da manken gibi olduğuma nasıl inanıyorsun aklıevvel?
Eh reel hayatta, manken gibi biriyle değil muhabbet etmek, yanına yaklaşmak gibi bir şansı ya da cesareti yoktur; hiç olmazsa sanalda tatmin olsun, özgüven tazelesin paşam, değil mi?
Mevzu karışık, söylenecek çok söz var. Ama bu kadarı adam olana yeter, değil mi? Ben gidip biraz ICQ'da özgüven tazeleyeyim bari!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Entel Kahveci: Mustafa Uyal |
Popstar 75
2003 yılının sonlarına geldik. Yeni yıla yeni Popstar’larla giriyoruz. Bu popstarlar kimine göre Etiler Bar şarkıcısı olacak, kimine göre , hiçbir şey olmayacak .Aslında bu yarışma yaratacağını yarattı bile iyi bir rating, suni bir gündem ,yayıncı kanala iyi para, adı sanı duyulmamış veya unutulmuş bir iki adama jüri üyeliği aracılığıyla ikbal takviyesi ve bazı prodüktörlere bir iki kasetlik canı ve yeteneği olan üç beş gence gerçekten ucuz barlarda sona erecek bir şöhret çikleti çiğnetirken ek gelir sağlama olanağı. Aslında olan biten bu. Son birkaç yılın gündemine bir bakın kimler pop olmuş ve ne kadar süre bu popülarite devam etmiş? Kimler gündeme girip çıkmış ve sebepleri sayalım Ahmet Mete Işıkara, Osman Dursun, Kemal Derviş, Merve Kavakçı,Kamer Genç, Buket Saygı, Werner Lorant, Taşfırın erkeği Tamer Karadağlı, Robot Çelik , Şarkıcı Çelik, Pınar Altuğ, Gülben Ergen, Derya Tuna, Asena . Bunlar rating yapan dizi, SMS, Motivasyon, seks kaseti, kurşun yarası, Türban kavgası gibi çeşitli nedenlerle POP olup sonra aniden POF olup ismini anımsatabilenler. Daha da kötü durumda olanlar ”Köşkün önünde soyunan kadın, MehmetAlinin dizisindeki seksi şempanze” gibi eylem veya rolleriyle pop olup ismi bile hatırlanmayanlar ama kimsenin hakkını yemeyelim en kötü durumda olanlar ise çaresizler, mesela, Gülben Ergen’in malum kasedi ortaya çıktığında medya ilgisini görüp “bu adam benim kasedimi de çekmişti” diye ortaya çıkıp bu yüz kızartıcı durumdan bile nemalanmayı kendilerine yedirenler, yıllarca önce tekme tokat evden kovduğu kızı dayak sebebi yöntemlerle şöhret olunca “yavrumu özledim” diye basına koşanlar bu kategoriye girer. Bunlara “Aman haa..” durumları demek daha doğrudur...
Popstar konusu nerelere geldi ama ben nereye gideceğimi bilerek bu yazıya başladım. O yüzden de oraya gidiyorum yani 1975 yılına ; Türkiyenin ilk Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemelerine . O zamanlar Türkiye değerleri daha mütevazı , daha erdemli daha heyecanlı. Ahlaki değerleri henüz enflasyon canavarının tecavüzüne uğramış değil, 1974 Kıbrıs harekatı olmuş ama dünyada yankıları hala yükseliyor, Medya Hürriyet, Milliyet Tercüman ,Cumhuriyet ten ve siyah beyaz tek kanal TRT den ibaret. O da saat 18-24 arası yayın yapıyor. Tele Pazar Rating rekorları kırıyor. Güneş Tecelli; İtalyadan ithal Rafaella Cara destekli Canzonissima programlarına fark atan bu programın müthiş sunucusu, neredeyse her hafta bir Pop Star yaratıyor. İşte bu özet durumda bir haber ortaya düştü.Eurovision şarkı yarışmasına katılıyoruz. Bu yarışmadan o güne dek çıkan yıldızları ve bazı parçaları hatırlayanlarımız çok heyecanlandı. Shadows, Lulu, Udo Jurgens, Sandie Shaw, Cliff Richard , ABBA gibi isimlerle aynı platformda Congratulations, Boom Bang a bang , Waterloo gibi şarkılarla aynı tonda yarışacak Türkler geliyordu..
Yarışma anons edildi ve başladı. O günlerde bu heyecanı yaşayanların hatırlayacağı gibi inanılmaz bir organizasyondu. Timur Selçuk yönetiminde büyük orkestra daha ilk notalarını çalarken sinyal müziği ilk starını yaratmıştı bile :Melih Kibar,. Çoban Yıldızı bugün hala çaldığı zaman insanı kıpırdatan bir eser ve bestecisi hala üreten bir yıldız. Daha sonra Birer birer o günün yıldızları ve yıldız adayları sahne almaya başladılar. Tabii ki son kez “kel” olarak karşımıza çıkan ve kısa süre sonra peruklanarak tekrar saçlılar kervanına katılan Bülend Özveren ‘in sunuşuyla. Eserler özellikle bugünün pop standartlarıyla müthişti. Bir çoğu bugün hala her yarışmada sonuç çıkartacak kalitedeydi ve müthiş yorumlar vardı. Aşağıdaki tabloda görülen şarkılar bir anda büyük bir tartışma başlattı.Kim kazanacaktı ? Büyük bir halk oylaması yapıldı ama malum halk anlamaz, devletin vakarı da var..şimdi oraya bunlar kimi gönderir dendi ve bir de Jüri oluşturuldu ikisinin eşit ağırlıkta oyu olacaktı yani bilmem kaç yüz bin kişiye karşı birkaç bilen. Tabii kimse bunun tersini sorgulayıp TRT ye kredi vermedi: yani kafadan Jüri seçimi yapsalar ne olacaktı ki? Yarım da olsa bir katılım yaratılmıştı. İlk anda Favoriler Boşver ile Nilüfer, Hayalimdeki adam ile Yeliz olarak adlandırılıyordu ama yayınlar sonrası halk iki isimde yoğunlaşmıştı o günün şartlarına hafif uygun sol temalar çağrıştıran "Yarınlar" ile aksanlı Türkçesi , abartılı sahne özellikle el hareketleri ve Beyaz üç parça takım elbisesi ile Ali Rıza Binboğa, süper sempatik görüntüleri ve kabare çağrışımlı tempolu Delisin ile Cici kızlar. Derken süper Şarkısı ve yorumuyla Nilüfer parçanın çalıntı olduğu söylentisi üzerine yarışmadan çekiliyordu. Aslında bunun doğru olmadığı çok çabuk ortaya çıktı ama Nilüfer çekilmişti bile. Zaten Tuğrul Dağcı imzasının Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu gibi iki büyük müzisyenin ortak takma ismi olduğunu bilenlerin bunun doğru olmayacağını tahmin etmesi gerekirdi ama olan da olmuştu.Nilüfer boşvermişti. Bunlar olurken kamuoyu yoklamaları Yarınları öne geçirmişti. Favoriler pek anılmıyordu.
- Anılar / Uğur Akdora (Çiğdem Talu - Uğur Akdora)
-
Canı Sıkılan Adam / Esin Afşar (Esin Afşar)
-
Böyle mi Başlar / Yeşim (Mehmet Teoman - Cahit Oben)
-
Dilenci / Attila Atasoy (Attila Atasoy) (2*)
- Bir Gün Karşılaşırsak / Gökhan Abur (Çiğdem Talu - Selmi Andak)
-
Delisin Cici Kızlar (Atilla Özdemiroğlu) (3)
- Özlenen Sevgi / Cahit Oben (Mehmet Teoman - Cahit Oben)
- Günahsızlar / İskender Doğan (İskender Doğan)
-
Minik Kuş / Füsun Önal (Çiğdem Talu - Atilla Özdemiroğlu)
- Çiçekler / Zerrin Yaşar (Zerrin Yaşar - Atilla Özdemiroğlu)
- Caniko / Nejat ve Reha (Nejat Yavaşoğulları)
-
Mümkün Değil / Serter Bağcan (Serter Bağcan)
-
Hayalimdeki Adam Yeliz (Çiğdem Talu - Selmi Andak) 2
- Yarınlar / Ali Rıza Binboğa (Ali Rıza Binboğa) (1*)
- Seninle Bir Dakika Semiha Yankı (H. Münir Ebcioğlu - K. Ebcioğlu) (1)
- Umut / Şenay (Selçuk Başar)
-
Boşver / Nilüfer (Tuğrul Dağcı - Nino Varon
Böylece karar gecesi geldi çattı ve her şey gerçekten dramatikti. Yarınlar halk birincisi olmuştu, Semiha Yankının seslendirdiği Seninle bir dakika Jüriden tam not almıştı. Delisin ikincilikteydi. Ortalamalarda Delisin Ve Seninle bir dakika eşit birinci olarak kaldılar. Cici Kızların ve yarışmanın en genci Bilgen Bengü kurayı çekti ve Seninle Bir Dakikayı kendi eliyle İsveç’e gönderdi. Sonrası herkesin malumu ama o gece kanımca Türkiyenin ilk Popstar finaliydi. Ben bugün hala Uğur Akdora’nın Anılarını, Delisini, Seninle bir dakikayı, Boşveri ve diğer tüm parçaları tek tek hatırlıyorum ve bir daha o heyecan ve kalite yaşanmadı diye düşünüyorum.. Bugün Cahit Oben, Nejat Yavaşoğulları,Gökhan Abur, Yeşim ,Nilüfer, Timur Selçuk gibi isimleri aynı sahneye çıkartmayı hayal edin bakalım olur mu?
Gelelim günümüze o havayla başlayan Eurovision yarışmasında birincilik bile almış bir Ülkenin popstarlarına ama önce bu popstarların idollerine göz atarsak daha isabetli bir iş yaparız. Senede en az iki kez adliyelik olan, gazete basan, devamlı bir harem ile yaşayıp hepsini ayrı sevip ayrı döven, etrafında devamlı bir kurşunlama , hakkında tecavüz suçlaması olan türkücüler, en büyük kanallardan birinde Türkiyenin yıldızları ” gibi isimlerle Talk show programı yaptırılan , uyuşturucu alışkanlığı yüzünden en az iki kez adliye ve cezaevi gören, ilkokul bitirmemiş cahil şarkıcılar, etrafında devamlı nedensiz (!) krizler geçirip veya kullandıkları araçlarla gene nedensiz türlü kazalarda ölen genç insanlar olan divalar, vergi kaçıran güzellik kraliçeleri, sahtekarlık yapan rockçular sosyete dergilerini ve magazin programlarını süsleyen güzel insanlar..para para para ve getirdikleri. İşte bu ortamda popstar yarışmasında adayların ses sahne ve fizik performansları yeterince ilgi toplamayınca malum oyunlar devreye girdi ve Bayhan’ın suçları, Firdevs’in göbek dansçılığı gibi skandallar ortaya atıldı. Daha sonar hızını alamayan gazeteler jüriyi terkeden Deniz Seki’nin dedesinin de katil olduğunu yazarak önemli bir “gazetecilik “olayına imza attılar.
Şimdi soru şu : Bayhan son yıllarda ortaya sıkça çıkan suçlu yıldızlardan biri olur veya olmaz ama Biz çocuklarımıza artık bir adam öldürmeden, bir seks kasetin olmadan, uyuşturucuya bulaşmadan, yalan söylemeden, , vergi kaçırmadan bu magazin programlarındaki hayata erişemezsin diyelim mi, demeyelim mi? Eurovision 75 ‘in “Popular Starı” yani kısaca :Popstarı / halk yıldızı Ali Rıza Binboğa idi elektronik mühendisiydi, öğretim üyesiydi, özgündü, mütevazıydı, renkli ve sağlam bir insandı.
Bugünün adayı ise Bayhan . O Güneş Tecelli'nin bir Telepazar programında ilk kez sunduğu biri gibi, başı önde hayatın sillesini yemiş, mahcup ve ürkek duruyor, yeni bir hayattan, yeni bir başlangıçtan bahsediyor.O zamanın başı önde mahçup İbrahim Tatlıses’ine çok benziyor Bayhan çok. Ne diyelim ümit ederim gençlere aynı tür bir örnek olmaz editör haklı ben haksız olurum
Mustafa Uyal
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Bugün sizlerle ilk olarak Fransız nostaljisi yaşamak isteyenleri cezbedecek olan "Nostalgie De France"ı, ardından 1992 yılındaki Sao Paolo Cezaevi'nde gerçekleşen büyük katliamın ve acıların üzerine büyük bir cesaretle giden, ünlü yönetmen Hector Babenco imzasını taşıyan "Carandiru"yu ve son olarak üç büyük dine kucak açmış olan İstanbul'un dini mekanlarını resimlerle anlatan "Üç Dinin Buluştuğu Kent İstanbul"u paylaşacağım.
Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.
NOSTALGIE DE FRANCE :
Günümüzde Arap-Yunan parçalarının üzerine Türkçe söz yazarak şarkı üretilmesine karşın özellikle 70'li yıllarda çok tutulan Türkçe şarkıların çoğu aslında Fransız chansonlarının aranjmanıdır. İşte bu nedenle "Nostagie De France"da ben bu şarkıyı biliyorum ama nereden diyebileceğiniz pekçok şarkı bulunuyor.
Bu albümde Fransız müzik piyasasında farklı dönemlerde öne çıkmış ve çıktıkları döneme damgasını vurmuş olan pek çok sanatçı yerini alıyor. "Nostalgie De France", dinleyenlerini aşk şehri Paris'te bir zaman tüneline götürüyor. Albüm, 1940'lardan başlattığı serüvenini 1970'lerin ortasına getirerek o dönemde yaşama fırsatı bulamayan müzik dinleyicisine Fransa'nın romantizmini yaşatıyor.
1973'ün Eurovision birincisi Lüksemburg adına yarışan Anne Marie David'den "Tu te Reconnaitras" (Nilüfer'den "Göreceksin"), Michel Fugain'den "Une Belle Histoire" (Tanju Okan'dan "Kim Ayırdı Sevenleri"), Alexandre Winter'dan "Oh Lady Mary" (Samanyolu); Dalida'dan "Parole" (Ajda Pekkan'dan "Palavra"), Mireille Mathieu'dan "La Vieille Baroque" (Semiramis Pekkan'dan "Eski Sandal"), Adamo'dan "Tombe La Neige" ("Heryerde Kar Var"), Jean François Michel'den "Si L'Amour Existe Encore" (Serkan'dan "Sil Onu Kalbinden") gibi pek çok aranjman parçanın orjinalinin bulunduğu albümde, Edith Piaf'tan "Non, Je Ne Regrette Rien", Christophe'tan "Aline", Jeanne Manson'dan "Avant De Nous Dire Adieu" gibi pekçok Fransız klasiği de yerini alıyor.
"Nostalgie De France", Fransız kültürünü seven, müziğine aşık olan insanlar için kaçırılmaması gereken, arşivlik, başarılı bir çalışma.
CARANDIRU :
Hapishaneler, kendini gelişmiş kabullenen dünyanın, sistemi içerisinde utanç tablosu olarak gördüğü yerlerdir. Bu haftaki filmimiz "Carandiru", kapladığı yer bakımından dünyada sayılı olan ve 2002 yılında kapatılan Brezilya'nın Sao Paolo Cezaevi'ni konu alıyor. Film, Güney Amerika'nın önde gelen hapishanelerinden biri olan Sao Paulo Cezaevi'ne mahkumlara HIV testi yapmaya gelen bir doktorun, Drauzio Varella'nın gözünden cezaevinin iç yapısını ve 2 Kasım 1992 yılındaki 111 kişinin ölümüyle sonuçlanan kanlı günü muhteşem bir dille anlatıyor.
Dünyadaki her insan topluluğunun kendine özgü kuralları vardır. Bu kurallar bazen kurulmuş olan devletler tarafından belirli bir kültürle bazense topluluğun kendisi tarafından ve daha çok doğa kurallarına uygun olarak konur. Bu ikincisinin en katı uygulama alanlarından biri ise muhtemelen hapishanelerdir. Çünkü mahkumlar arasındaki sözlü kanunlara asla karşı konulamaz...
Her hapishanedeki gibi güç dengelerinin herşeyi belirlediği, 3000 kişilik hazırlanmasına rağmen 7000'in üzerinde mahkumun kaldığı "Carandiru" olarak adlandırılan Sao Paolo Cezaevi'nde gergin günler başlamıştır. İki mahkum arasında sorun çıkmış ve aralarından biri öldürülmeye çalışılmıştır. İşte böyle bir ortamda mahkumlara HIV testi yapmaya uzman bir doktor gelir. Testi yapmaya gelen doktor, zamanla çevresindeki mahkumlar tarafından saygı görmeye ve muayeneleri aracılığıyla bir bağ kurmaya başlar. Bu bağ ile mahkumların hayatlarını, hapishanenin güç dengelerini ve uyuşturucu ağını da farkeder. Aslında kötü koşullara karşın hapishanedeki mahkumlar o kadar da zalim değildirler. Hepsinin kendine ait bir hikayesi ve aralarında belli bir yardımlaşma bulunmaktadır. Fakat yine de böylesi bir hapishanede en büyük şans hayatta kalabilmektir.
1992 yılında 111 kişinin hayatını kaybetmesini merkez alan film, "Örümcek Kadının Öpücüğü", "Ironweed", "Foolish Heart" ve "Pixote" gibi filmleriyle tanınan Brezilyalı ünlü yönetmen Hector Babenco imzalı. Babenco, son filmi olan "Carandiru"yu gerçek bir hikayeden Drazio Varella tarafından yazılan ve 136 hafta bestseller olan "Carandiru İstasyonu" adlı romandan beyazperdeye aktardı. Yönetmen dokuzuncu filminde Luiz Carlos Vasconcelos, Milton Gonçalves, Ivan de Almeida, Rodrigo Santoro, Mari Luisa Mendonça ve Caio Blat gibi Brezilya'nın en sayılı aktörlerini bulunduruyor. 2003 Cannes Film Festivali'nin resmi yarışmalı bölümüne katılan film, Oscar'da da "En İyi Yabancı Film Dalı"nda Brezilya'yı temsil ediyor.
"Carandiru", tek bir kişinin üzerinden değil birbirine bağlı birkaç kişinin yaşadıklarının etrafında şekillenen, yan karakterleri güçlü bir şekilde kullanan bir film olmasının avantajını başarıyla kullanarak izleyiciyi tatmin eden bir çalışma.
ÜÇ DİNİN BULUŞTUĞU KENT İSTANBUL / ADNAN ÖZYALÇINER, SENNUR SEZER :
Dünyada iki kıtayı birleştiren, imparatorluklara başkentlik yapmış olan ve bunun sonucu olarak dünya nüfusunun yarısına yakınının inandığı üç büyük tek tanrılı dine kucak açmış olan biricik şehirdir İstanbul. Bu güzel şehire en yakın örneği belki İspanya'da bulabilirdik ancak İspanyollar engisizyonları sırasında bir İstanbulları olma fırsatını Yahudileri ve Müslümanları topraklarından sürdükleri zaman kaybettiler. Ve sonuç olarak İstanbul gökyüzüne uzanan minareleri, kiliseleri, havra ve sinagogları ile dünyada tek kaldı yüzyıllar boyu.
"Üç Dinin Buluştuğu Kent İstanbul", asırlar boyu iki büyük kıtanın, mistik Asya'nın ve akılcı Avrupa'nın kesişim yeri olarak kalan bu şehirdeki dinlerin içiçe yaşayışını gözler önüne seriyor. Pekçok medeniyete dini, siyasi ya da kültürel açıdan sahne olmuş olan İstanbul'un üzerindeki örtüyü aralıyor kitabımız. Yerini bilmediğimiz sinagogları, Bizans döneminden kalma ve çoğu camiye çevrilmiş olan kiliseleri ve güzelliği ile göz kamaştıran ancak tanımadığımız camileri bizlere geçmişleri, haklarında çıkartılmış mitleri ile birlikte resmederek bizlere tanıtıyor. "Üç Dinin Buluştuğu Kent İstanbul" ayrı inançları olan insanlara sonsuz hoşgörünün bir örneği olarak yüzyıllar boyu ayakta kalan İstanbul'u daha yakından tanımak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası'nın sürekli ve sabit(!?) bir yazar kadrosu yoktur. Gazetemiz, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Bu bölüm sizlerden gelecek minik denemelere ayrılmıştır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Siz sevgili kahvecilere önemle duyurulur. Kahve Molası bugün 3.936 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
HEDİYE
Gecenin aynasında bakardık yüzlerimize
Yalan sevmeler
Uzun sevişmeler düşlerdik
Oysa hiç vaktimiz olmamıştı
Saatlerce sevişip yıllarca sevmeye
İstanbul'un gözleri gibi yalan söylerdi gece
Ve o yalanların aynasında görsek de yüzlerimizi
Gerçek hayatlar düşlerdik
Oysa hiç yaşamamıştık zamanı
gün ışığı görmeden ölen bebekler gibi
Sanki neyimize lazımsa
En dokunulmamışını isterdik her şeyin
Sahip olduğumuz her şey
bir başka zamandan dönüştürülmüş
En yeni sandığımız madde
dünyayla yaşıttı
Ve bir insanın bir insana verebileceği en temiz hediye
Yine bir insandı...
Ali Haydar Timisi
Yukarı
|
Kocayınca iyi maskara oldu yahu!..
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://games.zeeks.com/game.php?g=1672&s=0&category=0&level=0
"Hugo balık avında". Yeni oyunumuz bu. Garip dostumuz Hugo'ya sadece yön tuşlarını kullanarak balık tutmasında yardımcı olacaksınız. Acele edin koşun bakalım, sona kalan çürük elma.
http://www.ulead.com.tw/ulead/ecard/2003christmas/runme.cfm
Malum yılbaşı yaklaşıyor. Eş, dost e-card bekler(!) Bekleyenler de olabilir ama; siz yine de gönderebilecekleriniz için listeden bir kaç tane e-card seçin derim. Ne olur ne olmaz. Bunu da bulamayanlar var, nankörlük etmeyin.
http://odturobotgunleri.org.tr/index.php
...Çocukken kendi oyuncağımızı kendimiz yapmaya alışıktık. Telden araba, uçurtma, sapan, külah, topaç vs. Tornetin de bu oyuncaklar arasında ozel bir yeri vardır. Torneti bilmeyenler onu farklı isimlerle tanıyabilirler: bilyalı araba, bilyalı teker, vs. Tornetin asıl eğlencesi yokuş aşağı yüksek hızla gitmektir. Tornet kabaca iki kısımdan oluşur: Tekerler genellikle üç tane olup sanayide rulman adıyla anılan çelik tekerlerdir.Bir de tahta kısmı vardır, o da üstüne oturulan gövdeyi oluşturur...
http://www.modelci.net/index.php
Modelcimisiniz? Ya da modelcilikle uğraşmayı düşünenlerdenmisiniz? ...Modelcilik uğraşısını tanıtmak, yaygınlaştırmak ve geliştirmek amacıyla, modelciler tarafından hazırlanan bu site, tüm modelcilere açıktır ve herhangi bir şekilde gelir sağlama amacı taşımamaktadır...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
DNoter v4.0 [71k] W2k/XP FREE
http://www.ruinedsoft.com/dnoter/dnoter_install4.exe
Ekranınızın üzerine post it'e yazılmış notları yapıştıracağınıza, ekranın üstünde herhangibiryere yerleştirebileceğiniz küçük not defterine ne dersiniz? Hatta not kağıdını şeffaf hale getirerek geriplanda görünmesini sağlamanız da mümkün. Küçük ama kullanışlı bir programcık.
Yukarı
|
|
|