|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 429 |
22 Ocak 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Duman Manitusu çağırıyor!.. |
Merhabalar,
Sigarayla kavgam başarıyla(!?) sürüyor. İtiraf etmeliyim, arıyorum. Hem de nasıl. Yoğun çalıştığım şu günlerde aklımdan çıkmıyor. Krizlere girmiyorum ama o elim yok mu o elim, kırılasıca, Bayhan'a oy veresice elim, onu kontrol etmem zor oluyor. Pavlov'un köpeği gibi şartlanmış refleksini, kahveden, çaydan alınan her yudumda gösteriyor. Benim handikapım yaptığım iş ve işi kotarma biçimim. Bilgisayar başında geçen saatler, biraz yaratıcı unsurlar taşıması gereken, içinde kuyruğuna teneke bağlanmış 80 tilkinin dolaştığı beyni dumura uğratıyor. Konsantrasyon had safhaya ulaştığında, yan uğraşlar otomatik pilota geçiyor. Bir el fare üzerinde raksederken diğeri bilinçaltının dışavurumu gibi azdıkça azıyor. Sigaranın dolduramadığı boşluğu leblebi, fındık, fıstıkla doldurmaya başlayan diğer elim ait olduğu vücudun semirmesine, dolayısıyla irileşmesine önayak oluyor.
Yardıma ihtiyacım var arkadaşlar, kulak verin sesime. Sigaraya yeniden başlasam mı? Yoksa direnişe devam mı etsem? Diyelim direnmeye devam ettik, bu zıkkımın yerine ne koymalı? Benim koyduklarım sigaradan az zehirli değil vallahi. Katsayısı yükselen sinirim, 15 dakikada bir dağılan dikkatim, sıkıntıdan masa üstünde verdiğim dümbelek sololar daha ne kadar sürecek? Yani bu çile ne zaman bitecek. Bitmeyecekse n'apmalı? Ek bir itiraf daha size. Ben tiryaki değilim derken kendimi ebleh yerine koyuyormuşum. Ben bal gibi tiryaki olmuşum da haberim olmamış. Haydi artık ocağınıza düştüm. Biraz akıl verin bana. N'apmalı n'etmeli bu zıkkımdan tamamen kurtulmalı?
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız 38 NUMARA TEN RENGİ ÇORAP |
|
-Ben aşağıya iniyorum, arabayı ısıtacağım. Hadi sen de çabuk ol.
-Tamam hayatım, hazır sayılırım, hemen geliyorum.
Lacivert eteğime uymadı bu bluz, geçen yıl aldığım mavi sim işlemeli bir bluzum olacaktı benim. Nereye koydum onu? Yok bu dolapta da değil. En son ne zaman giydim, yoksa hiç giymemiş olabilir miyim? Poşetinde kaldı da, yanlışlıkla atıldı mı yoksa? Yok, yok giymiştim bir kez sanırım. Ne zaman ve nerede giymiştim? Bülent'in dolabına karışmış olmasın. Yok, işte yok. Ama çok güzel duracaktı bu eteğin üzerinde. Bul-ma-lı-yımmm...
Şu komodinlerin birinde olabilir mi? Nasıl da karışmış çekmeceler. Ahh, çorabıma takıldı çekmecenin kolu. Bir bu eksikti. 38 numara çorap, ten rengi. Tek bu vardı. Aman Allah'ım ne yapacağım ben şimdi. Diğerleri de kaçmıştı zaten. Başka bu renk çorabım yok kiiii... Bülent'e söylesem gidip alır mı? Cep telefonundan arayayım. Telefonun sesi salondan geliyor. Tüh yaa, evde unutmuş telefonunu. Ne yapabilirim? Tek sağlam çorabım siyah renkte, onu giymek zorundayım. Siyah çorap, lacivert etek, mümkün değil giyemem. Bu eteği çıkarmam gerekiyor. Yaaa, ben ne arıyordum? Mavi simli bluz. Hadi onu bulsam, neyle giyeceğim ki? Siyah çorapla, siyah eteğimi giymeliyim. Üzerine de mavi simli bluz? Yok, olmaz. Başka bir bluz, başka bir şey. Şu eteği geçireyim üzerime önce.
Yaa, ben ne zaman aldım bu kiloları, fermuarı kapanmıyor iyi mi? Yok canım, çekmiştir bu etek. Yıkadım mı hiç ben bunu. Yıkamışımdır ve çekmiştir. Aynaya bakayım, nasıl görünüyorum acaba. Çok dar oldu bu yaaa, göbeğim de çıktı. Bu göbek de nereden çıktııııı? Çıkmam böyle kimsenin karşısına, bu eteğin üzerine uzun bir şey giymeliyim. Göbeğim kapanmalı, korse mi bulundursam artık. Aman Tanrım, korse ve ben. Yok inanmıyorum. En kısa zamanda tenise başlayacağım. Göbek haa, göbek ve ben. Yaa, ne aksi bir gün bugün böyle. Oturup şimdi ağlayacağım, çıkmayacağım hiçbir yere. Pencereden Bülent'e seslensem, 'gelmiyorum ben' desem. Aile faciası.
Dur, uzun bir şey bulayım şunun üstüne. Rengim kaçtı iyice. Daha makyajımı yapmadım. Artık ne olursa olsun, ne bulursam onu giyeceğim. Şu gömlek en uygunu, göbeğimi kapatacaktır. Tamam, oldu işte. Her şey alt üst oldu. Ne takacağım ben şimdi. Ağlayacağım yaaa... Ne bulursam onu tabii ki. Küpeler, hah şu kolye de. Neyse bu çabuk halloldu. Zil mi çaldı? Yok değildir. Daha kaç dakika oldu ki.
Bir makyajım kaldı, şimdi onu da beş dakikada yaparım. Makyaj çantam. Makyaj çantam. Mak-yajjj çan-tammmm. Annemlerde, annemlerde kaldı o. Onlarda yatmak fikri kimden çıkmıştı. Unut-tummmmm... Makyaj çantamı unuttummmm...
Gitmiyorum, gitmiyorum bir yerlere. Allah'ım ne olacak şimdi? Cidden aile faciası çıkacak. Şimdi hemen aşağıya ineceğim ve Bülent'e gitmeyeceğimizi söyleyeceğim. Tabii bana, annemlere gitmemizi, makyaj çantamı almamızı ve makyajımı arabada yapmamı söyleyecek. Arabada makyaj, mümkün değil yapamam... O zaman annemlerde yapmamı söyleyecek. Hayır yaa, hiç tadım kalmadı. Git-me-ye-ce-ğimmmm...
Hemen iniyorum ve Bülent'le konuşuyorum. Çantamı yanıma alsam mı? Ya gitmeye ikna ederse beni. Ne olur, ne olmaz kandırabilir beni, alayım yanıma.
Nerede bu araba yaa, sabah şuraya park etmemiş miydik? Buradaydı. Sigara falan mı almaya gitti. Cep telefonu da yok yanında. Biraz bekleyeyim, gelir şimdi. Belki de beklerken benzin almaya karar vermiştir. Yok hala gelmedi, nerede bu adam yaa.
Nasılsa gitmeyeceğim, çıkıp yukarıda bekleyeyim. O telaşla anahtarı içeride unutmamışım iyi ki. Biraz oturup, dinleneyim. Ay, ne yoruldum. Evin haline bak, savaş alanı gibi oldu. Hala gelmedi, merak etmeye başladım. Başına bir şey mi geldi, yoksa? Eşi dostu arasam mı? Nereye kayboldu bu adam ya? Yok, bir şey olmamıştır. Televizyonu açayım. Dikkatim dağılsın.
Saat kaç oldu, hala yok yaaa. Uyumuş olmalıyım. Hala yok, polise mi haber versem?
Hah telefon çalıyor, kötü bir haber verecekler şimdi bana.
-Karıcım, benim. Ah ne oldu bir bilsen. Tam aşağıya indim arabayı hazırladım, aklıma geldi. Şirkette önemli bir toplantı düzenleyip, sonucu bana bildireceklerdi. Baktım cep telefonum yanımda yok. Alt kat komşumuz Hayri Beyi gördüm. Ondan telefonunu rica ettim. Bir de şirketten demesinler mi 'çabuk buraya gel'. Hemen şirkete ulaştım. Meğer bizimkiler bana sürpriz yapıyorlarmış. Hani demiştim sana; iş yaptığımız şirketlerden birinden Fransa'da oynanacak olan milli maç için bir bilet hediye gelmişti. Bizimkiler kimin gideceğini tespit için çekiliş yapmışlar. Bana çıkmışşşş... Uçağa acele yetiştirdiler beni. Sana haber vermem ne mümkün. Şimdi Fransa'dayım, dört gün kalmam gerekecek. Sen valizimi hazırlayıp, şirkete gönderirsin. Yarınki uçakla bana ulaştıracaklar. Mavi gömleğimi koymayı unutma olur mu?
-Bülent, benim. Mavi gömleğin nerede? Bulamıyorum...
'Erkeğin gecikmeleri dakikalar değil, bir ömür sürer'
Psikanalist Darian Leader
'Sevgili Berrin Cerrahoğlu'na fotoğraf için teşekkürlerimle...'
Leyla Ayyıldız
ayyildiz@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Bir Masal Cenneti : TÜRKBÜKÜ - 1
Çocukken, kitaplarda resimlerini gördüğüm masal ülkesinde yaşamak isterdim hep. Yaşadığım çevreyi o kitaplarla karşılaştırarak değerlendirirdim; güzellik, masal diyarıydı, gerçek değil. Masal ülkelerini gerçek yapabilmek için kafamı zorlardım olanca gücümle. Bir yolunu bulabilsem Dünya'dan ayrılıp oraya giderdim; ailemi geride bırakmaya çekinmez, seve seve giderdim.Bana öyle geliyor ki sonunda gerçekten masal ülkesinde yaşamaya başladım. Çizgilerin çok kesin ve belirgin, bütün boyaların beş temel renkten biri olduğu, çayırların, parkların, piknik alanlarının, havuz, göl ya da denizlerin, boş meşrubat ve bira kutularıyla, naylon poşetlerle kirletilmediği bir masal ülkesi...
Yılbaşı tatilimin büyük bir bölümünü yalnız geçiriyorum burada; hava nasıl olursa olsun, deniz kıyısında yürüyerek. Kış mevsiminde buralarda dolaşanlar sayılı. TÜRKBÜKÜ'nün az sayıdaki yerli ahalisi dışında, büyük şehirlerden kaçarak buraya yerleşmeyi göze alan birkaç korkusuz insan, bir de benim gibi tatilini geçirmeye gelip de yürüyüş yapmaya çıkanlar. İşkolik oluşumdan mıdır yoksa yaşam telaşından mı ne; epeycedir unutmuştum tatili!.. Şimdi karşımda duruyor oysa... Bir hafta! Ve yapacak hiçbir işim yok (masal ülkelerini düşlemekten başka...) Yılda on iki ay çalışmanın zevki! Tatil, Büyük Sahra gibi görünüyor bana. Çılgın güneş ve maviliğin altında uzayıp giden kocaman bir boşluk... Soğuk ve solgun gri renkli Ankara'dan uzak geçecek sayılı günlerin tadını çıkarmalıyım!
Bodrum'un, özellikle Türkbükü'nün Ege'ye bakan kıyılarını böylesine sevmemin nedenlerinden biri de, bu kıyıların öyle düşler kurmaya olanak bırakması. Kış mevsiminde rüzgâr korkunç; soğuk bir kırbaç gibi vuruyor insana. Deniz kulaklarımda patlıyor ve her gün de görsem, o köpüklü dalgalara baktıkça, Ankara'nın silüetini gördüğüm zaman kapıldığım karamsarlıktan sıyrılıyorum. Çok kullanılmış, anlamını yitirmiş sözler :
"Müthiş... akıllara durgunluk veren... harika... eşsiz"...
Kullanacağınız sıfat hiç önemli değil. Benim için, "TANRI" kavramına en yakın olan görüntü budur... O iri dalgaların birbiri ardına gelip müthiş bir gümbürtüyle kayalarda veya kıyıda parçalanması... O suyun eşsiz gücü, göklere yükselen beyaz köpükler, gökleri dolduran köpükler... Öyle büyük bir güç, öylesine güzel ve aynı zamanda o kadar ürkünç ki, hayat denen şeyin bir simgesi oluyor benim için. Kumlarla kayalar ve onların besleyip ürettiği yaratıklar var bir de; midyeler, tek kabuklular, şeytan minareleri... Kayalara "kabuklu deniz yaratıklarının gecekondu mahalleleri" diyorum gülerek. Öyle de !.. Oralardaki kabuklu canlılar, Hong Kong halkından daha sıkışık bir yerleşim düzeni içindeler.
Şu kayalardaki kabuklu kümelerine bakın! Binlerce şeytan minaresi... Aralarında midyeler de var. Çağlar öncesi bir kentin halkı gibi üst üste yığılmışlar kayaların arasında. Çok güzel şeyler. Binlerce yıldır taşıdıkları renklerle ışıldıyorlar; kırmızı, altın sarısı, turuncu ve beyaz. Hep birlikte yaşıyorlar. İnanılmaz bir şey gibi geliyor bu bana. Her birinin kendi küçük yeri var. Yeri kendine yetmediği için ölüp giden midyecikler var mıdır acaba?
Buraya gelip onlara bakmak hoşuma gidiyor. Hiçbiri kendine biraz daha yer açmak için itip kakmıyor öbürlerini... Bizlere, "insanoğluna" benzemiyorlar yani!!! Gözümü dikip bakıyorum ama, hiç dokunmuyorum onlara. Bunlar bir düzen kurmak, hayatlarına bir yön vermek zorunda değiller diye düşünüyorum. Böyle yaşamak üzere programlanmışlar başından. Yapmak zorunda oldukları tek şey YAŞAMAK ..! Türkbükü'nün masmavi rengine bezeli göğü, doğrudan doğruya boşluğa açılıyor sanki. Zeytinlerin yetiştiği, domateslerin kan kırmızına döndüğü, güneşin altında kavrulan tozlu sokaklardaki beyaz evlerin bahçelerinde, yeşil yaprakların arasından mis kokulu turuncu mandalinlerin, yeşilimsi sarı limonların ışıldadığı, göğün hemen hemen deniz kadar mavi olduğu yerlerin birinde bu Türkbükü... Burada her şey mavi, lacivert, mor; deniz, gök, kayalar... Gök güneye açılıyor; sıcak kutup bölgelerine... Güneye uzanan göklere baktıkça renklerin gitgide canlılık kazandığını, sonunda renk cümbüşüne uzandığını görür gibi oluyorum.
Masallara dalmayacağıma kendi kendime söz vermiştim; ama, huylu huyundan vazgeçmiyor anlaşılan!.. Kaldığım odanın camı önünde ya da kapının eşiğinde durup tam karşımda uzanan tepenin üzerine sıralanmış YEL DEĞİRMENLERİ'ne bakınca, kendimi âdeta bir masal ülkesinde bulmamak veya düş kurmamak elde değil !.. Peki, ya bu olağanüstü güzellikteki panoramik masal çerçevesine, Cervantes'in ünlü "Don Kişot ve uşağı Sanço Panza"sını dahil etmekten kendimi nasıl alıkoyabilirdim ki ?.. Hatta biraz daha ileri giderek, kendimi Don Kişot'un yerine koymaktan !!! Acaba, Sanço Panza'nın yerinde olmayı da ister miydim ?..
Hatırladığım kadarıyla Don Kişot, şövalyelerin kahramanlık öykülerini okuya okuya hafiften aklını kaçırmış; okuduğu öykülerin gerçek olduğunu sanarak, kendi de şövalye olmaya ve kahramanlıklar yapmaya karar vermişti. Kahramanımız, hanları şato, yel değirmenlerini dev sanır; kurtarılmak istemeyen genç kızları kurtarır; olmayan tehlikeleri sezer ve atıldığı serüvenlerden düş kırıklığına uğrayarak üzüntü ve utanç içinde geri döner... Sanço Panza ise, hemen her koşulda sadık kalarak efendisinin peşinden gider...
Fakat Don Kişot, nedense benim gözümde hep, dev yerine koyduğu yel değirmenleriyle kıyasıya giriştiği savaştan zaferle çıkan bir "Kahraman" olmuştur... Daima iyilerden yana olan, zorda olanların yardımına koşan, adaletten yana, âdil bir kahraman... Dünya'daki tüm kötülüklere ve kötülere meydan okuyan, korkusuz bir kahraman...
Don Kişot günümüzde yaşıyor olsaydı, kuşkusuz doğayı acımasızca katledenlere karşı da müthiş bir savaş verirdi... Derhal atına atlar, yel değirmenlerinin sıralandığı tepeye doğru sürerdi... Sanki; denizleri kirleten, ormanları yakıp yeşili yok eden, yamaçları, bağları, meyve bahçelerini oteller, tatil köyleri, yazlık evler uğruna beton yığınlarına dönüştüren acımasız devler, o yel değirmenleriymiş gibi... Türkbükü'nü o devlerin acımasız kollarından kurtarmak için yanına Sanço Panza'sını da katar; elinde mızrağı ve kalkanı, saldırırdı üzerlerine...
Bu masal diyarını keşfim, yani Türkbükü'ne ilk gidişim, 24 Aralık 1988'de olmuştu. Daha önceki senelerde defalarca Bodrum'a gitmiş olmama rağmen, yolum hiç o tarafa düşmemişti; daha doğrusu Torba'dan öteye geçmemiştim... Ne Gölköy pek bilinirdi o zamanlar ne de Türkbükü'nün adı duyulmuştu ! Son derece bakir BÜK'lerden biriydi... Sadece "Mavi Yolcular"ın demir attığı, doyumsuz lezzetteki dil balıklarının bolca avlandığı, küçücük, şipşirin bir balıkçı köyüydü, kısacası.. Karayolu ulaşımı ise, benim oraya ilk kez gittiğim 1988'de dahi hayli bozuk bir köy yolundan sağlanıyordu. Arabalar, köyün içinden geçen yolda ilerlerken, sağlı-sollu sıralanmış evlerin adeta duvarlarını sıyıracakmışçasına geçer; iki araç karşılaştığında biri diğerine yol vermek üzere ya en yakın evin bahçesine girip bekler ya da yolun en geniş olduğu yere kadar geri geri giderdi...
İşin asıl ilginç yanı, Türkbükü'nü bir İngiliz arkadaşımın sayesinde keşfedişimdir !!! Benim bir Türk olarak, üstelik de o çevrede ( Turgut Reis'de ) evi bulunan biri olarak, o güne dek oraya hiç adım atmamış; hatta varlığından dahi habersiz ( ! ) olmaktan duyduğum utancı Ray'e itiraf ederken yüzüm iki kat kızarmıştı ..! Benim ülkemde, kendi topraklarımda, cennet gibi bir köşeyi benden önce, üstelik de bir İngiliz'in bulup bana keşif imkanı sağlaması, gerçekten utanılası bir durumdu!.. Üstüne üstlük bu kişi, burayı iki sene öncesinde keşfetmiş ve o günden beri de kış mevsiminin üç-beş ayını Türkbükü'nde geçirirmiş meğer... Benim Ray'i tanımam ise, o yıllarda çalışmakta bulunduğum şirket sayesinde olmuştu. Bu firma, bazı önde gelen İngiliz-Fransız ve Alman savunma sanayii kuruluşlarının Türkiye temsilcisiydi. Ray, şirket bünyesinde kullanılmak üzere seçilen bilgisayar sistemlerinin program danışmanlığı yapmaktaydı. Kendisi, aynı zamanda Londra civarındaki bir üniversitede de öğretim görevlisi olarak çalışıyordu. İki yıl öncesinde, ar-ge çalışmalarını, yazılım projelerini, tezlerini hazırlamak üzere iş ortamından ve Londra'nın karmaşık yaşamından uzaklaşıp, sakin bir köşeye çekilmek için yer ararken biraz tavsiyeyle, biraz da tesadüfen geldiği Türkbükü'ne hayran kalmış; ondan sonraki yıllarda da tercihi hep burası olmuştu. Sonunda, yıllar boyu Ray'in "sığınağı" olan Türkbükü, benim de "masal diyarım" olmuştu...
Orada buluşmamız ise, Ray'in yılbaşı tatili için şirketten kafadar birkaç arkadaşı hep birlikte Türkbükü'ne daveti üzerine gerçekleşmişti. Ankara'da olduğu günlerde Türkbükü'nü bizlere öylesine güzel anlatırdı, bu davete "Hayır !" diyememiş ve iki hatun kalkıp gitmiştik. O güne kadar ben Bodrum'a tatil için genellikle Mayıs-Haziran veya Eylül-Ekim aylarında giderdim. Bodrum'un kışını ilk kez o yıl gördüm ve neden daha önceleri gelmediğime çok hayıflandım!!! Meğer, daha bir güzelmiş Bodrum kış mevsiminde... Ilık, sakin, tenha, keyif ve huzur dolu... 24 Aralık sabahı erkenden vardığımız Bodrum'da Ray karşılamıştı bizi. İskele meydanındaki meşhur eski kahvede ( Raşit'in Kahvesi ), geleneksel sabah kahvaltımızı ( fırından yeni çıkmış sımsıcak, peynirli poğaçalar ve dumanı tüten demli çaydan oluşan ) büyük bir keyifle yaptıktan ve de bomboş ! Bodrum sokaklarında kısa bir tur attıktan sonra taksiye binip, tekrar yola koyulmuştuk. Programda Türkbükü'ne gitmek vardı; ama, sadece görmek üzere... Çünkü, bu mevsimde kalmak için yer bulmanın pek mümkün olamayacağını ! söylemişti Ray bize.
Yol, Torba'nın arkasından dolaşıyor ve zaman zaman sahili izleyip, bazen de orman içinden geçerek, önce Gölköy'e daha sonra da Türkbükü'ne varıyordu... Köye tepeden girip aşağı doğru inen yolu izleyerek vardığımız düzlük, daha sonra âdeta denizin yaladığı, çakıl taşlı dar bir yoldan, plajı oluşturan uzun kumsala açılıyordu... Bu dar yol uzaktan, koyun öbür ucuna yakın dere üzerindeki kemerli taş köprüye dek uzanıyor gibiydi... Köprünün diğer tarafında, görebildiğim kadarıyla sayıları dört-beşi geçmeyen villa tipi ev, yan yana sahil boyunca sıralanmışlardı... Daha ileride de koyun en uç noktasındaki kayalıklar yükseliyordu... Hani, birbiri ardına gelip müthiş bir gümbürtüyle parçalanan dalgaları göklere savuran kayalıklar... Masal ülkemin kabuklu deniz yaratıklarının gecekondu mahallelerinin bulunduğu o kayalıklar... Manzara, tıpkı bir ressamın fırçasından tuvale aktarılmış tablo gibiydi...
Köy girişindeki tersaneyi geçince sırasıyla; birkaç köy bakkalı ve bir süper-market !.. Bir-iki köy kahvesi, yazları pansiyon olarak kiraya verilen köy evleri, birkaç restaurant ve tam ortada "FORTİSSİMO" Restaurant - Pansiyon - Bar... ( Bana göre bu mekân, bir zamanlar Türkbükü'nün "Siyah İncisi"ydi...) Ray, burayı işleten karı-kocanın yanında, yani onların işlettikleri pansiyonda kalıyordu; ama, kış sezonunda kalınabilecek tek odaları vardı; onu da eski dostları ve daimi kiracıları olan Ray'e tahsis etmişlerdi. Diğerleri iptal vaziyetteydi ve başka da açık bir pansiyon bulunmuyordu köyde ! Dolayısıyla, gece bizim Bodrum'a dönüşümüz kaçınılmazdı. Ray'in tanıştırdığı Fortissimo'nun sahibesi Safiye, neş'eli, sempatik, cana yakın, deli dolu, dünya tatlısı bir hatun; eşi Fatih Pasiner ise, kelimenin tam anlamıyla bir "İstanbul Beyefendisi"ydi... Mesleğini geçmişte bırakmış ünlü bir "mimar", aynı zamanda çok iyi bir "müzisyen"... TV'nin kuruluş aşamasında TRT için İTÜ'nün stüdyolarından deneme yayınlarını yapan ilk "televizyon yapımcılarından"... Rakipsiz bir "meze ustası"... Ve daha nice sayısız marifetleri olan eşsiz insan... Sonraki yıllar içerisinde sıkı dostluğunu kazandığım; Sevgili, Aziz Dostum FATİH... ( Seni hiç unutmadık !.. Yokluğuna hiç alışamadık !.. Seni çok özlüyoruz !.. ) İşte bu harika çift, biz iki hatunu çok içten ve dostça karşıladılar. Dilersek kendi evlerinde bir oda verebileceklerini söyleyip; henüz tanışmış olmamıza rağmen, o gün oradan ayrılmadan evvel büyük bir samimiyetle konukları olmamızı teklif ettiler... ( Zaten o yıldan itibaren kurulan sıkı dostluğumuzun temelleri bu teklifle atılmış; karşılıklı misafirliklerle de güçlenmişti ).. Önce, şöyle bir düşündük Serper ile; ama, karar vermeyi ertesi güne bıraktık... Akşama doğru da Bodrum'a dönmek üzere ayrıldık Türkbükü'nden... Fakat geri geleceğimizi daha o an, her ikimiz de biliyorduk. Çünkü tıpkı Ray gibi biz de kaptırmıştık kendimizi Türkbükü'nün büyüsüne ve de Fortissimo'nun sahiplerinin yarattığı sıcak atmosfere...
Arkası Yarın...
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel |
ACİL KAPISI - HAMAL
2 yıllık hekim olmalıyım..
Hiç unutmadığım ve unutamayacağım bir sonbahar akşamı gelmişti Acil Servis'e, yanında anne ve babası ile..
20 li yaşlarda olmalıydı.. El tırnaklarının içi simsiyahtı.. Nasırlı, büyük, kaslı ve kirli elleri henüz ilk delikanlılığın masumiyetini bozamadığı bebek yüzü ve iri mavi gözlerine ne büyük tezattı..
Utangaçtı.. Konuşurken gözlerini hep benden kaçırdı.. pek çok soruma cevap vermesi için annesine yalvaran bakışlar attığını gördüm.. Cevapları kendisinin vermesi için ısrar etmedim.. (Etmeli miydim? Bugün bu soruya cevap vermem çok zor..)
Karnı ağrıyordu..
2 gündür ağrıyordu..
Yok..Hayır..ishal ya da kabız değildi..
Yok..Hayır.. Bulantısı ya da kusması yoktu..
Yok..Hayır herhangi bir darbe almamıştı karnına..
Boğazı da ağrımıyordu..
İdrar şikayeti de yoktu..
İçim rahat değildi..
Yoktu bir şeyi.. Sadece.. Sadece karnı ağrıyordu işte..
Eldiven giymek için kabinden çıkarken annesine "karnını açın lütfen" dedim..
Karnı rahattı, solunum sesleri, boğazı.. Çok normaldi herşey oysa..
İçim rahat değildi.. Kan örneği istedim.. İdrar.. Batın rontgeni..
Herşey temiz geldi.. Bağırsak seslerinde hafif bir artma dışında elime tek bir ipucu geçmedi işte..
Kapıdan giren genel cerrahi uzmanını gördüm.. Seslendim..
Yanımıza geldi..
"Bir cerrahın parmaklarına ihtiyacım var" dedim..
Gülümsedi.. Eldiven aldı.. O da baktı şu gizli gizli acıyan karın bölgesine..
"Bağırsak seslerinde hafif bir artış var" dedi.." Başka bir şey yok bu çocukta"
İshal başlayacak olmalı..
İçim rahat değildi..
5 saat tuttum onu Acilde..
Beni her gördüğünde utanarak kaçan masum bebek gözler yattı öylece, sessizce..
Kontroller de aynı.. Anormal hiçbir şey yok işte..
Basit ve sadece semptomatik bir tedavi verdim o Cuma Akşamı ona..
Evine gitti anne ve babasının arasında.. (Göndermese miydim?)
İçim rahat değildi..
Pazartesi sabahı hastane kapısından daha girerken adımın anons edildiğini duydum.. Başhekimlikten.. Bekleniyorsunuz..
Kapıda Hasan vardı, yanında da Celal..
"Hayrola sabah sabah??" dedim..
"Bir hasta atlamışız" dedi Hasan.. Başı önde, gözlerinin altı mosmor.. Buz kestim..
"Bu sabaha karşı açmışlar çocuğu ama çok geçmiş.. Mide perforasyonu diye üstten açmış Laçin Abi.. Sağlammış.. Bağırsaklara inmiş.. Sağlammış.. İndikçe inmiş.. Rektuma dek inmek zorunda kalmış.. Hasta rektumda kapalı perforasyonmuş.. O yüzden hiç bulgu vermemiş"
Bebek gözler dönüp yattığı yerden, ilk defa, tam gözlerimin içine baktı..
"...nasıl?.." diyebildim..
"Sen Cuma görmüşsün.. Cumartesi ben nöbetçiydim.. Bana geldi.. Aynı şekilde yapmadığım şey kalmadı.. Yoktu birşeyi.. Celal'e bu sabaha karşı geldiğinde ise peritonit tablosundaymış.. Karnı taş gibi.. Genel durumu bozukmuş.. tansiyonu da düşükmüş.. Şok tablosundaymış.. Hemen ameliyata almışlar.."
"..eee??"
"Tubuler nekroz gelişmiş.. Hastayı kaybetmişler"
Bebek gözlerden bebek yanaklara yaşlar süzülüyordu.. Gözlerimin içine baka baka ağlıyordu yattığı yerden işte..
"Hasan, nasıl olmuş, rektumda nasıl delinme olur????"..
Kabullenmek zordu.. Her şeyi.. Hepsini..
Hasan başını yine önüne eğdi.. Sesi fısıltı gibi çıkıyordu artık.. Celal bütün konuşma boyunca pencereden dışarıyı seyrederken benim bu cümlem üzerine kalkıp dışarıya çıktı..
"Hasan.. " dedim. " NASIL OLMUŞ??"
"Hamalmış sebze halinde.. Bir tartışma yaşanmış geçen hafta başında.. Buna tecavüz etmiş arkadaşları ders olsun diye.. Ailesi utanmış.. Bu utanmış.. Diyememişler bize.. Anlayalım diye gelip gitmişler onca zaman.."
Dünya başıma yıkıldı..
Kimi, nasıl, ne şekilde suçlayacağımı bilemedim..
Neden dedim öncelikle ben bu çocuğu çırılçıplak soyup, kitapta yazan gibi, 40 dakikamı ayırıp muayene etmedim.. (Günde 800 hastayı nasıl edebilirsin?)
Neden dedim bu lanet olası herifler bu çocuğa bu zulmü yapmışlar.. Bu nasıl bir dünya? Neden dedim sosyal baskılar, tabular canımızı alacak kadar ağır???
Aradan yıllar geçti.. Geçti ama o gözler hep bende takıldı kaldı.
O zamandan beri sessizce kıvranan, gözünü kaçıran, utanan her hasta da içime ateş düşer..
Bebek gözlerini hiç unutmadığım o küçük hamal..
Huzurlu uyu..
Seda Demirel
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Abdullah Şengörenoğlu |
Yeni Bir cehennem Kurmalıyım Kendime
Yüzyıllarca önce Shakespeare, "dünya bir tiyatro sahnesidir" demiş.
Shakespeare'den bu yana uzun bir zaman geçti.
Dekor değişti, ışıklar daha parlak sahneye yansıyor ama "oyun" hep aynı.
Oyunun adı "hayatı ertelemek ".
Oyuncuları ise, aklımızın bir köşesinde yıllarca beklettiğimiz isteklerimizi,
hayallerimizi, özlemlerimizi erteleyip rolümüzü kesmeye çalışan bizler…
Kim biçmiştir bu rolü ?
Neden rolümüzü iyi yaptıkça alkış alacağımızı düşleriz ?
Neden terk edemeyiz sahneyi ?
Sahneyi terk edersek kim kızabilir bize ?
Toplumun beklentileri, Kurallar, Makbul olanın önceden belirlenmiş olması,
Genel kanıya uygun hareket, Güvenli adımlar, Para kazanma zorunluluğu,
Hayatta kalma savası, Bizim için çizilmiş olan ideal yol, Standart yaşamlar,
Çizgi dışı yasak. Bizden ne bekleniyorsa onu yaşamalıyız.
Kaçmak isteriz bir kıyı kasabasına. Balık tutmak.
Sabahları erken kalkıp yürüyüşler yapmak. Ertesi
gün iş kaygısı olmadan tan ağardığında yatağa girmek.
Ya da kumların üzerinde şarap şişesini yastık yaparak uyumak.
Üstümüze bir şey örtmediğimize aldırmadan.
Resim yapmak, heykel yontmak, tükenmiş aşklardan kaçmak...
Karşı duruş oluşturma nöbetleri, direniş stratejileri...
Değişmek değiştirmek...
Keyif aldığımız şeyleri hayatımızın merkezine koymak...
Sorgulamak, hayal etmek...
Nedense yapamayız bir türlü. Her günü bir sonraki güne,
her mevsimi bir sonraki mevsime, her yılı bir sonraki yıla erteleyerek
ve yapacağım elbet bir gün diyerek yaşarız.
Giderek hayatımız olabilecek tek hayat gibi gelmeye başlar.
Önümüze serilendir her zaman haklı ve olması gereken.
Ve sürekli yaşarız şairin dediği duyguyu.
"Hep kendini yineliyorken sesler kokular
Gittikçe birbirine benziyorken dünle bugün
Ölümsüz olmak kadar ürkünç bir şey
Bu dünyaya alışmak duygusu..."
Dur deyince durmayan bir zaman içinde isteklerimiz uğruna birçok şeyi feda etmeyi göze alamayız.
Bir türlü dinmez geleceğe ilişkin kurgularımız.
Hayatı hep erteleriz.
Ha deyince olmaz ki deriz !
Ve bir türlü;
"Anılar biriktikçe sisleniyor aşklarda
Yitiriliyor serüven duygusu ki o zaman
Şeytanımı koluma takıp gitmeliyim
Yeni bir cehennem kurmalıyım kendime..." ,
demeyi bir türlü beceremeyiz ve böyle yaşar gideriz .
Hayatı hep erteleriz...
* (Şiir Ahmet Telli'den alınmıştır.)
Abdullah Şengörenoğlu
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Nurgül Eryeşil |
BANA YAZMAYI UNUTMA
İstanbul'a yeni yılın ilk karı düştü.Sen yoksun ve gittiğinden beri ilk kez yerini bir tek haritadan bildiğim senin benden habersiz, plansız, bavulunu bile almadan gittiğin kente senin yanına gelmek istiyorum.
İstanbul' a yeni yılın ilk karı düştü ,sizin oralarda soğuk mu hava? Çok etkiliyor mu seni her değişen mevsim?, yazdan sıkılıp kışın kendini güvende hissetmek istiyor musun yine?Giderken sigaranı masanın üzerine bırakmışsın, aldım ve bir başka kente, İstanbul'a getirdim. Senin bir zamanlar genç olduğun kente, Beyazıt Meydanı'nda güvercinlerin arasıından yürürken bir tane yaktın mı hiç?Aynı okulda okuyoruz seninle biliyorsun ama ben güvercinleri korkutmamaya çalışıyorum çoğu zaman o yüzden de ağır adımlarla giderken hep geç kalıyorum bir yerlere.Gözüm okulun pencerelerine, yerlerine, duvarlarına, taşlarına takılıyor,böyle kar kesen havalarda.Bakıyorum, belki bir pencerenin camına aksedip donup kalmıştır yüzün diye.Oysa ne duvarlarda el izin, ne de taşlarda ayak seslerin...Hepsini alıp götürmüşsün zamanında, soğuk bir iklimden sıcak bir iklime göçerken.Ben yinede gözlerimi kapatıp,- çok uzaklarda bile olsa artık- ayak seslerini, hayal etmekten hiç vazgeçmiyorum. Siyah kösele ayakkabılarının seslerini. Onları hep anımsıyorum nerde olsa tanıyorum, hele bir de bir çakmak sesi duyulursa tamam işte buralarda bir yerlerde olmalı diyorum ama yoksun.... Oysa -aynı zamanda- okul arkadaşı sayılırız ''seninle''.......
Bakmadım ama belki o evde kalmıştır senden bir şeyler iyi, kötü. Ev nerdeydi tam hatırlayamıyorum, yönünü bulmakta usta olan sendin hep.Kediden korkardın ama bir kedi gibiydin.Tek farkın suyu çok severdin. Siyah pileli pantolonlarından hiç vazgeçemeyen,denizi ve balığı çok seven,yönünü bulmak için kuzey yıldızını hep cebinde taşıyan bir kediydin sen. Herşeyi gözden çıkartıp bir şişenin içine koyar, körfeze bırakırdın. Sonra akşamın bir vakti çıkartırdın kuzey yıldızını cebinden ve yönünü bulurdun. Yürüdükçe kösele ayakkabıların ritim tutardı söylediğin şarkıya ve manzarası arka bahçe olan evin ''evimizin'' yolunu tutardın.Hala hatırlıyorum o günleri.
Ben pek iyi sayılmam. Gittiğinden beri büyüyorum işte. İki parça pamuğun arasına yerleştirilip sobanın yanına konulan bir fasülye gibi bilinçsiz, tek başına, ne işe yarayacağını bilmeden büyüyorum, büyütülüyorum.Neden bu deney?,Ne olacak sonunda?Amacı ne bilmiyorum ve bilmeden büyüyüp gidiyorum işte. Hayal kuruyorum hala, uzun uzun yürüyorum ve saçlarım yine kısa ve bildiğin gibi çok yavaş uzuyor hala . Birilerini incitiyorum bazen, çoğu zaman da incitiliyorum. Çok yorgun olmazsam çok zor uyuyorum eskisi gibi hala ve çok uzun, karmaşık rüyalar görüyorum. Bazen buluşuyoruz seninle orda ama söylemezsem içim rahat etmez. Çok kırgınım sana. Zaten çok az karşılaşıyoruz ve orda beni görünce susuyorsun. Susmaya, sessizliğe dayanmıyorum şu sıralar.
Düşünüyorum da neden hiç masal anlatmadın bana çocukken, oysa her çocuk bir masal hakeder, büyüdüğünde kalbiyle beraber sığınabilmek için.Çok bir şey beklemiyordum ki; herkesin bildiği bir şey bile olsa olurdu. Başkalarıyla aynı masala sığınmaya bile razıydım ben. Yeter ki anlatsaydın bir akşam. Bu açığı kapatmak için herkes çok acı gerçekler anlatıyor durmadan bana, ellerimle kulaklarımı kapatmak istiyorum, olmuyor. Farkettikçe daha çok bağırıyorlar. Oysa senin sesinden bir masal olsaydı o çalardı kulaklarımda ben onları dinliyormuş gibi yapardım ve bir kadırımın üstünde çözülmezdi dizlerimin bağı. Bana neden masal anlatmadın hiç?Yoksa sen de masalsız büyüyen çocuklardan mıydın?Masalları olmayan çocukların dizlerinin bağı gevşektir ve her kaldırım taşı tanır onları tıpkı seni ve beni, tanıdıkları gibi .Öyle değil mi?
Kestirmeden gidilecek hiçbir yol yok artık bu kentte. Uzun yoculuklar tahammül edilmez olur her zaman ,hem giden hem de uğurlayan için. Bilirsin sen de.Bir insanın yaşayabildiği ve her insanın bir gün yaşayacağı en uzun yolculuğu tatmış biri olarak.
Bu sıralar herkes aklının bir kısmını paylaşıyor benle, okuduğu kitaplardan ezber cümleler satıp, bir yemek masasını dama tahtasına çeviriyorlar.Ben hep yenik kalkıyorum masadan.Ağladıkça tahtaya düşen damlalar yerinden kaydırıyor arada bir taşlarımı. Öyle birkaç hamle yapabiliyorum.Yoksa taşlarımın hareket edecek hali yok, yani bildiğin gibi duygusal davranıyorum yine.Senin gibi.....
Eğer senin gittiğin yer buralardan farksızsa dön derim sana, beraber yuvarlanıp gideriz. Sende yalnızsın orda biliyorum, ama farklıysa eğer buralardan bir şey rica edeceğim senden.Küçüklüğünde saçlarını taramayı hiç sevmeyen , çıplak ayaklarla gezmeyi en parlak ruganlara tercih eden küçük kızına - bana- tek kişilik sadece gidişlik bir bilet gönder, yanına geleyim. Sen beni karşılarsın. Tanıyabilirim yüzünü inan, o kalabalıktan. Buralar çok soğuk çünkü, İstanbul'a yeni yılın ilk karı düştü çünkü, kalabalık caddeler yalıyor yüzümü ağlarken ve senin o hiç sevmediğin siyah göz kalemi dağılıyor yüzümün etrafına, acımaktan bahsediyor insanlar ve acınan olmanın altında eziliyorum bu kentte, burdan tek kişilik sadece gidişlik bir biletim olsa senin oralara. Burdan cesaretim yok o bileti almaya çünkü uzun bir yoculuktan sonra bilmediğim bir yere varmak istemiyorum . Gidiş -dönüş tarihlerini çoktan kesmişler burda. Bilirsin bir sürü şeyle başediyor insan hayatta. Tarihlerini şaşırmış zamansız çaresiz doğum ve ölümlerlerle, doğal seçilimle (büyük balık küçük balığı yer), yerçekimi kanunuyla, çelişmezlik ilkesiyle, maddenin üç haliyle.....Önce katı bir beyin ve bir kalp sana yol göstermeye çalışıyor, fikrin gözünde sıvı hale dönüyor, sonra gaz oluyor geçmişte bir yerlerde. Yarına hazırlanmak için unutmaya karar verdiğinde.Zorla fakir edebiyatı okutuluyor yeryüzünde. Ben o edebiyat akımının hiçbir ürününü sevmem bilirsin. Bana hep deli rolü kalıyor hayatın sahne sanatlarında. Tarihteki çok akıllı adamlar hep benim hayatımda tekkerrür ediyor nedense, zamanında kendi ülkeleri yıkılsa bile benim küçücük kalemi korumak için daimi öğütler veriyorlar.O güçlü krallıkların arazilerinden fay hattı geçmiyor sanki.
Ben bunca olup biten şeyin arasında kafamda senin kesip diktiğin bir hareyle dolaşıyorum işte. Eğer gittiğin yer buralardan iyiyse dönme derim hiç kimse için......Ama ne olur birşeyler yap tek gidişlik bilet için.
Sen giderken saatini bırakmıştın ya, geçenlerde ben de yeni bir tane aldım kendime seninkine benziyor, aklıma sen geldin ilk taktığımda. İyiki de almamışsın yanına.Kendimde yeni bir şey keşfettim bu arada ''zaman'' bende alerji yapıyor. İlerlese ya da geriye gitse neyse de !!! hep duruyor.
Oralarda zaman kavramı var mı?Eğer istersen gelirken getiririm sana o çok sevdiğin saatini.Ya da benimkini getiririm ortak kullanırız.
Suçluyor gibiyim seni cümlelerimde farkındayım.Şunu almadın, onu bıraktın, bunu bıraktın, beni bıraktın gibi hayata her an kopabilecek bir sicimle bağlı olan birinin sürekli sarfettiği sitem cümleleri kuruyorum mektubumda,farkındayım biraz anlayışsız davranıyorum galiba ama kendime yaşıyor süsü vermek zorundayım bu mektupta.
Başta dedim ya senin gittiğin yeri haritadan biliyorum sadece, bulunduğun yer o kentten çok daha uzakta belki de... Ben seni haritadaki şehirde hayal ediyorum çoğunlukla baba. Hayat herkes gibi en küçük boşluğumuzdan istifade etmekte çok usta. Bir cümlene takılıp sorgusuz sualsiz götürdüler seni baba. Uzun, çok uzun bir yola çıktın. İklimini bile bilmediğim bir dünyaya. O yüzden bir şeye ihtiyacın var mı? diye soramayacağım sana. Ama benim şu an tek ihtiyacım sensin baba, ''tüm yaşananlara ve yaşanamayanlara rağmen...Özlemek böyle hesapsızca bir şey işte.
Çok sıcak bir iklim benim istediğim ya da Elleri olan, üç tarafı maviyle çevrili bir ada, o adada avuçlarında beni saklayacak bir adam, masalsız büyümemiş, hiçbir kaldırım taşının tanımadığı,dizlerinin bağları sımsıkı olan bir adam.Belki bir tane kırmızı balon bileğime bağlanan. Çok büyük bir kentin otogarında beni karşılayacak bir tanıdık belki, küçük bir çocuk, bileğinde babasının bağladığı kırmızı balon olan.
Sevdiğim tüm çocukları şımartıyorum baba, bilmediğim için masallar uyduruyorum onlara, masalsız büyüyen hiçbir çocuk kalmasın istiyorum. Herkesin sığınabileceği bir masalı olsun istiyorum.
Bana zar tutmayı öğretmeden gittin baba. Seni tavlada mars ettiğimde ''üzülme marsta hayat var demiştim ya sana'' Mars'a mı gittin yoksa baba?, şaka yapmıştım oysa ben. Tavlada hem zar tutup hem yenilen bir sen kalmıştın sanki dünyada. O lafa mı alındın yoksa? Bir lafa alınıp gitmez ki insan. Ama eğer buralardan iyiyse hayat orada; dönme derim sana hiç kimse için.
Bari zar tutmayı öğretseydin gitmeden baba. Bir numaram olurdu hayatta. Eğer gittiğin yer buralardan iyiyse dönme hiç kimse için.Ben başıma senin kesip diktiğin bir hareyle bir süre daha dolaşıp idare etmeye çalışacağım yeryüzünde baba.
Yazdıklarıma burada son veriyorum. Bu mektup sana zarfsız, pulsuz, tarihsiz gönderilecek baba, sen bunu her türlü okuyacaksın, sen okuyamasan bile birileri okurken duyacaksın.
Bu arada tek kişilik gidiş bileti vardı ya unut bunu vazgeçtim!!! İnsanlar yakınları yaşadığı müddetçe çocukmuş anladım. Onları uzun yolculuklara uğurladıkları zaman büyüyorlarmış anladım. Senin yanına gelmekten vazgeçtiğime ilk kez bu kadar mutlu olacaksın eminim.
Ben kendi dönüş biletimin tarihine kadar başımda senin kesip diktiğin hareyle dayanmaya , zar tutmadan oyunu kazanmaya çalışacağım.Sana söz zar tutmadan oyunu kazanmayı başaracağım............
''Sen de bana yazmaya çalış'' desem? ''Olur!!!'' mu? dersin baba.............
Hoşça kal
Nurgül Eryeşil nurgul@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Atalay Ergezen |
THE WAY IS AWAY FROM EVERY WAY
...
Beni yeniden sevmen için her yola başvururum
Her şeyi yaparım, tüm sevgimi veririm
Her şeyi yaparım, ağlarım, ölürüm ve yeniden benim olursun....
Seni seviyorum
Her dediğini yaparım
......
Eurovizyon'daki zaferimizin sarhoşluğu artık biraz geride kaldı. Böylece ben, "Every way that i can" 'in bizi temsil yeteneği hakkında daha salim bir kafayla düşünebileceğimi varsayarak harekete geçtim. Şarkının İngilizce okunmasını, göbek dansının ve Osmanlı Hareminin ne kadar bizim "bağrımızdan" çıktığını fazlaca dikkate almadan vardığım sonuç şu: Evet, gerçekten bizi temsil ediyor... Cılız itirazlar dışında kimsenin aksini söylememesi de, temsil konusunda bir sorun olmadığının kanıtı değil mi ?
Neticede alt tarafı bir şarkıdır ama sözleri aklımıza düşürdüğü için; bizim, yani biz Türklerin "başarı" yolunda vazgeçebildiklerimiz ve asla vazgeçemediklerimizin neler olduğunu şöyle bir arasak kötü mü olur?... Sonra, -belki ilerde- "The Way is away from every way" adında bir şarkı bestelenir de, onu da söyleriz hep birlikte...
Her erkek hayatında bir kez, kendi benliğini dipsiz bir kuyuya gönderip, karşısında sevgili ile köle arası bir şey olmak isteyen birine rastlamıştır. Ama iki eşit insanın yakınlaşmasından çok, efendi-köle ilişkisini çağrıştıran bu durumda; "her istediğini yaparsam beni sever" tespitinin yanlışlığı kısa zamanda sonuçlanan ayrılıkla ya da geçimsizlikle kendini göstermiştir. Erkeği, her hal ve şartta, sınırsızca "hükmetmek ve ezmek isteyen bir boğa" olduğunu varsayar bu çaresizlik. Erkeğin de başını yaslayacağı güvenli ve -mutlaka benliğiyle ilgili dokunulmaz alanları koruma altına almış- saygın bir koyuna ihtiyaç duyduğunu belki hiç anlayamadan göçülüp gidilir.
Kayıtsız şartsız itaati olsa olsa "devlet" sevgiyle karşılar.
Aklıma geldi de, çünkü konu dönüp dolaşıp, bireyin başarı için vazgeçemeyeceklerinin çizdiği sınırda gezineceğine göre, küçük bir gezi notu işe yarayabilir; bir bilgece sözü de araya sıkıştırayım; "başarının gerçek ölçüsü nelere sahip olduğun değil, nelerden vazgeçebileceğindir."
Singapur'da ilk defa karşılaşma fırsatı bulduğum Çinliler beni neredeyse bunalıma sokacaklardı. İngilizce'yi -gırtlaklarına, dillerine tanımadıkları sesleri çıkarmak için baskı uygulamadan- resmen kendi ağızlarıyla konuşuyorlardı. İnsan kazandığı bir yetenekten ötürü rahatsız olur mu ? İlk önce "biz Türkler bile sizden daha iyi İngilizce konuşuyoruz" diye böbürlendim, hafızamda İngilizlerin "dilimizi ne kadar güzel konuşuyorsun...aynı bizim gibi" deyişleri geldi...Almanlar da söylerdi aynı şeyi ve gurur duyardım ama, onları kandırmış olmaktan mı yoksa çalışarak kazandığım bir yetenekten ötürümü sormayın siz gerisini... Aslına bakarsanız bildiğim İngilizce ve Almanca kelimeleri toplasanız dört yüzü geçmez. Onların fonetiğini ve vurgularını başarıp kalıp cümleleri dilinizden döktüğünüzde "başarmış" oluyor ve övgüler alıyorsunuz.
Herhalde her insan hayatı boyunca başarmak adına vazgeçemeyeceği şeyler kümesine yeni öğeler katar. Böylece "karakter" denen şey biçimlenip tanımlanabilir bir hale gelir. Bizdeki gibi duygusal repertuarı "biraz aksak" şekillenmiş toplumlarda, bireyin doğru olanı -daha çok yapayalnız, belki hiç kimseyle paylaşmadan- kendi kendine bulmaktan başka çaresi kalmamıştır. Yani otobüsün koltuğunda bulduğu son model cep telefonunun sahibini aramak için, önce; -seçme hakkı olmadan edindiği- kendi repertuarıyla didişmek zorunda. Bunu da bir zavallının eşyasına yeniden kavuşması hakkından çok, her yolu denemeden "tek bir yola" sahip olmanın saygınlığı adına yapmak durumunda.
Birinci olduktan birkaç hafta sonra Sertab Erener Alman MTV' sinde boy göstermişti. Türklerin yoğun yaşadığı bölgelerden biri olan Berlin'in Kreuzberg semtinde yapılan çekimde, Erener, canlı yayında, sunucu Anastacia ile İngilizce sohbet etmişti. Erener'in konuk olduğu o Select adlı programın tekrarını bir daha göremedim...
Diyelim ki Nazım Hikmet' e sordular;
"En çok hangi kültürün şiirlerini seversiniz"
O da desin ki;
"İnterneyşınıl" Fransız, Alman, Rus şairlerini sıralasın ve bir tek Türk kelimesi geçmesin içinde.
Yakışır mı ?
Sertab Erener "akıllı" yanıt vermenin disiplinine ve "evrensel bir insan" imajına çok aşırı kilitlenmiş olmalı ki, bir çok ülke ve müzik türlerini sıraladı- ama kıvrak zekalı sunucu -onu izleyen milyonlar adına mı yoksa kendi duygusal repertuarına aykırı bir durumu örtbas etmek ister gibi bir refleksle mi bilinmez- Almancaya tercüme ederken, konuğunun açığını kapattı; " Sertab tüm dünya müziklerini severek dinlediğini söylüyor... etnik müzikleri de, elbette Türk müziğini de..."
Ben atlamışım... Gerçi programı izlerken kameranın neden garip bir açıda inat ettiğini kendi kendime sormuştum ama bunun, arkasında asla bir "döner dekoru" kabul etmeyen Sertap Erener'in -müzik şirketinin de araya girerek- isteğini yerine getirip dekoru kadraj dışında bırakmak üzere yapıldığını sonradan öğrendim.
Rus kızı Elena'nın Pop Star yarışmasında "yapabileceği her şey" i denediğini izlerken; bize ironik bir hali açığa çıkarma fırsatı bile tanımayan "başarıya götüren her yol mubahtır" önermesinin yarattığı hali de belirgin bir gariplik sezinlemeden seyrettik. Elena elinde Türk bayrağı, ayağında ultra-mini şortu ve dilinde o şarkı "every way that i can" ile kazanmak için her yolu deniyordu. Vatandaşlık için başvuruda bulunduğunu öğrendiğimiz Elena, belki elinde yine Türk bayrağı ama sırtında otantik Rus giysileri ve en azından haftalardır çıktığı sahnede birkaç Rus şarkısı söyleseydi, tüm hareket ve sözleriyle bize "Türk vatandaşı olmak istiyorum ama asla kendi kültürüme sırtımı dönmeden" deseydi, bizde sevmenin yanında onu daha çok sayar; "Elena elenme ha" diye tempo tutmaz mıydık ?
Duygusal referanslarımızın karmaşıklığı, aklımızı en verimli bir şekilde kullanmamızın yollarını açıyor. Bir değer üretirken, "bu ürün bizim" diye seçerken ve sunarken aklımıza başvuruyoruz. Gelişmiş ülke insanları hangi tınılardan hoşlanır, hangi görüntüler onları cezbeder bir teknisyen donanımıyla araştırır öğrenir ve uygularız. Ancak aklın bu yönetsel tasarrufunun eksik kalan ayağı, izleyenlerin, "hedefe ulaşmak için denenebilecek yollar" adına bir duygusal referansa sahip olmadıklarını varsaymamız olmasın?.
İmaj pahasına olmadığımız gibi görünme çabalarımız nerelere kadar uzanmıyor ki... Fiziki hatta tıbbi imaj çalışmalarımızın da buna dahil olduğunu söylersem şaşırmayın. Avustralya'da konuştuğum her 10 Türkten 3 ü malulen emekli olduğunu söylüyordu. Bu konudaki istatistiki verilere erişemedim, ama "beli sürekli ağrıyan adam" imajı vermek için vatandaşlarımızın aylar süren performanslarının fıkralara konu olması, yaygınlık konusunda bize ipuçları verebilir.
Cin bir çocuk gibi, kurnazlığımızın üzerine bir avuç toprak atıp üstünde kitlesel göbek atabilmemizi "bir kısım medya" misali Avustralya'da yaşayan bir kısım Türk'e ait özellik olduğuna inanma çabalarım halen sürüyor. Almanya'da tesadüfen karşılaştığım bir tanıdığımın "siyasi görünümlü ekonomik iltica" yapmış olması, sonra birlikte yaptığımız küçük şehir gezintisinde "bilet kontrolörlerine yakalanmadan şehir içi ulaşım nasıl yapılır" gösterisi bile düşüncelerimi değiştirmedi. Sayın Ayşe Önal'ın makalesindeki satırlara bile direniyorum; "...Londra'da cinayet işleme rekoru Türklerin elinde. Bu cinayetlerin neredeyse tamamı faili meçhul. Türk bölgeleri (bölgesi değil) en tehlikeli kriminal bölge olarak ilan edilmiş durumda... "
"Aklımız" üretme yolunda ilerlerken, konuyla ilgili bir cümleyi atlıyor olabilir; kendime duyduğum saygı ve sevgiyi eksilterek ulaşacağım herhangi bir başarı, asla içimde eksilenleri yerine koyabilecek yetenekte olamaz.
"Every way" ile ulaştığımız başarılara bir diğer örnek erkeklerimizin Avrupalı hanımlarla münasebeti olabilir. Neticede bizler iyi biliriz "I love you" demeyi. Geçtiğimiz 30 yıl boyunca kaç erkeğimiz kaç Alman kızına "İch liebe dich" demiştir, bunların yüzde kaçı keyifli bir flörtle "başarıya" ulaşmış, yüzde kaçı ülkemize x miktar "döviz transferiyle" başarıya ulaşmış, yüzde kaçı mutlu bir evlilikle başarıya ulaşmıştır ? Devlet İstatistik Enstitüsünden bunların sonuçlarını bekliyoruz. Ancak yaşayan bir sonuç olarak, birçok çapkın Türk erkeğinin yurt dışında yeni bir ilişkiye eksik başlamamak için karşısındakini "Hi, I'm Jack... from London... How are u ?" diye selamladığını duyuyoruz.
Asıl çekindiğim nokta, iki sevgili arasındaki "every way that i can" ilişkisinin devletin zirvesine kadar dikey ve yatay olarak genişlemiş olması ihtimalidir ki; bu bizi ulusal alanda zor durumda bırakmaz -komşumuzun elektrik sayacıyla oynamasını anlayabiliriz-, ama "interneyşınıl" dünyada zor durumda kalabiliriz. Hadi AB ye girebilmek için tüm kriterlere uyum gösterdik, Anayasamızdan genelgelerimize kadar yazmakla değişebilecek her şeyi değiştirdik, peki gözlemci gelirse ne yapacağız ?
Onları da havaalanından alır almaz gözlerini bağlar kulaklarını tıkarız. "Kendi ülkenizde gördüğünüz vatandaşlarımız sadece bir kısım Türk" deriz ve yola çıkarız. İki ayda bir tamire ihtiyaç duyan otoyollardaki çalışmaları hissettirmeden, Avrupa standartlarına uygun yargılanmış ve hüküm giymiş suçluların -kültürümüzde pek de suçlu sayılmadıklarından- erkenden salıverildiğini sezdirmeden, estetikten yoksun, en ucuz biçimde dikilivermiş "münferit" yapıların bulunduğu yollardan geçmeden, bitmek tükenmek bilmeyen korna ve egzoz seslerinden uzak, yol üzerindeki ilçe ve kasabaların belediye başkanlığı seçimlerinin hiç birinde bir cep telefonu ya da işe alma vaadiyle oylama yapılmadığını özellikle vurgulayarak, tabi bir de trafik terörüne kurban gitmeden Hakkari'ye varabilirsek, gerisi Allah kerim.
Sydney'de, -hem de iyi iş yapan- bir "İtalyan Restoranı" nın, sahibinden komisine kadar, hepsi Türk. Onların İtalyanca isimler yazdıkları kartvizitlerini, müşterilerini İtalyanca selamlamalarını hoş bir espriyle karşılayabiliriz. Ama herkes tarafından tanınmış olanlardan ve resmiyeti belirleyen yerde oturanlardan bir dileğimiz var; sizin, başarıya götürebilecek her yolu değil, belki başarısız ama mutlaka saygınlığımızı daha da arttıracak yolları denediğinizi görerek sizi örnek almak, olabildiğince samimi ve dürüst bir yaşama ait doyurganlığın tüketim ürünlerinden ne denli fazla doyurganlığa sahip olduğunu keşfetmek istiyoruz. Çünkü teknik ve finansal müdahale; "I love You" cümlesinin kaliteli bir diksiyon ve Amerikan aksanıyla çıkmasına ancak yetiyor.
Atalay Ergezen
Yukarı
|
Fotoğraf: Canan Trak - (Assos)
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.069 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
-?-
Yüreğimin bir köşesinde anı parçacıkları yazıyorum.
Yazıyorum Damlacık sevgilerin kuytulara ittiği yürekleri
Kimi zaman yazının sertliğine takılıp atarım kalemi hırçınca.
Hırçınlığıma yanar ardından
parça parça kuytular katarım yalnızlığıma
Yüreğimin bir köşesinde anı parçacıkları
Yazarım
Sevgi sevgi değilki sevmekten alıkoyayım yüreğimi
Aşk aşk değil,
Anıya aşık yürek
Yüreğimin her köşesinde anılar dolusu anı
Yazarım Öldürecek değilim ya anıları
Anıya, aşık yürek
Aslında zaten aşk ta yaşanamayan bir anı
Yüreğimin her köşesinde bir anı
Anıların en tatlısı yaşanamayanı
Tarık Gandur
Yukarı
|
Bırak ulen burnumuu!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.tuncfindik.com/html/narpuz.html
...Hava harika, ne soğuk ne de sıcak, ama kaya yine de soğuk, uzun süre tutunca eller hissiyatı kaybediveriyor. İlk ipteki sarı ve çürükçe negatifte Tom da ben de uğraşıyoruz, rota ellerimizden akan kanla beneklendi! Ara emniyet bol olsa da bu etap ellere zararlı. İp boyu bitmeden otlu bir sette...
http://www.merzifon.de/www/kultur/maniler.html
Merzifondan yöresel kültüre dair inciler ...Altın saatim şıkşak, Küstün ise barışak, Yolumuz ayrı düştü, Küstün ise barışak... yada ...Çan çan çikolata, Hani bize limonata, Limonata bitti, Hanım kızı gitti, Nereye giiti, İstanbula giiti, İstanbulda napıcak, Terlik papuç alacak, Düğünlerde şıngır mıngır gi-ye-cek...
http://www.akvaryumklubu.com/akvgenel/bbsecimi/index.htm
Akvaryumculuk hakkında bilmeniz gereken herşey ...Balıkların birbiri ile uyumu kadar balıkların da bitkiler ile hatta bitkilerin bitkiler ile uyumu son derece önemli bir konudur. Çünkü bazı bitkiler suya saldıkları maddeler ile birbirlerinin gelişimini engelleyebilirler bu konu “ alleothreapy” konusu ile alakalıdır ve bitki almadan önce bu konuyu araştırmakta fayda vardır...
http://www.yakaza.net/YAKAZA/sehredon.htm
...Ve bir gün, Ebabiller, kara yere kardılar Ebrehe’nin fillerini asit yağmurlarınca. O gün, bir gonca, ana rahminde yetim kalmıştı ve Kabe’nin duvarını bir kırlangıçtı çığlık çığlığa kucaklayan Cebrail kanatlarıyla... Bir şair kollarını açmış yalvarıyordu Ukaz panayırında: “Yaklaşıyor yaklaşmakta olan!.. Yaklaşıyor yaklaşmakta olan!..”
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
PTBSync v4.3 [420k] W9x/2k/XP FREE
http://elmue.de.vu/Update-en.htm
Bilgisayarınızın saatini dünya üzerinde bulunan 65 ayrı zaman sunucusuna göre ayarlayan bir program. Ayrıca içinde bir alarm fonksiyonuda var. Zamanla arası iyi olanlar için.
Yukarı
|
|
|