KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 432

 28 Ocak 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Küstah kurtçuklar!..


Merhabalar,

Eee sonunda küstahta olduk. O zaman gelin şu küstahlığa devam edelim. 2 gündür Dünya yeni bir kurtçuğun hızla yayılması ile çalkalanıyor. Bulaştığı makinaya zarar vermeden sadece kendini bulduğu adreslere dağıtan bir kurtçuk bu. Açtığı ve işgal ettiği portlardan makinaya sızmayı kolaylaştıran bir yapıya sahip. Bilgiye göre port açma işlemini 1 Şubatta başlatacak ve 12 Şubatta yayılma tamamen duracak. Buraya kadar güzel. Bu bilgiler ilgi gösteren herkesin kolaylıkla ulaşabileceği bir yerde duruyor. İlgi göstermek, işte sihirli fiil bu. Gelin burayı biraz açalım.

Mekanımız KM olduğu için ondan örnek vereceğim ama her türlü site ve internet müdavimleri muhatabımdır. Bilgisayar hayatımızı kolaylaştıran, sosyal hayatımızı derinden etkileyen bir araç. Hele internet devreye girdiğinden beri yaşam şeklimiz dahi değişti, öyle değil mi? Eskinin klavye kullanan operatörlerinin yerini, nette fink atan, çatır çatır çet yapan, çoklu ortam uygulamaları ile eğlenen yeni nesil insanlar aldı. İşte ilgi denen zorunluluk burada devreye giriyor. Tüm bu özellikleri bize sunan bilgisayarımızı her daim sağlıklı tutmak, başına gelebileceklerden korumak boynumuzun borcu, bunun da yolu ilgiden geçiyor. Son zamanların en etkili silahı virüsler. Milyarlarca dolarlık zarara, iş ve bilgi kaybına, sinir katsayısının artışına neden olan bu virütik mahlukatlardan korunmanın yollarını bilmekte işin raconu. Çocuk sahibi olmak istemeyen yada 'yeter' diyen ailelerin doğum kontrol yöntemlerinden bihaber olması komik olmaz mı? Olur, tıpkı virüsten korkan ama ne önlemi alacağını bilmeyen delikanlı ve gençkızlarımız gibi. Virüs kimilerinin sandığı gibi kabloları kemiren bir kıl kurdu değildir. Virüsler aklıevveller tarafından çeşitli amaçlarla üretilen minik programcıklardır. Amaca uygun bir zararı verir ve sonra köşelerine çekilirler. Program olduklarından her yeni virüs bir öncekinden daha akıllı olmak zorundadır ve genellikle öyledir.

Virüslerin genel anlamda 2 görevi vardır. Birincisi girdiği makinaya olabildiğince zarar vermek, ikinci ve en önemli görevi ise kendini olabildiğince hızlı bir şekilde yaymaktır. Birinci işlevi değişkenlik gösterse de ikinci işlevi son nesil virüslerde hemen hemen aynıdır. Virüs bilgisayarın içinde email adresi olabilecek tüm dökümanları tarayarak bulduğu her adrese kendini geriplanda çalıştırdığı mini sunucu aracılığıyla yollar. Yollarken de gönderici olarak gene o bulduğu adreslerden birini seçer ve mesajı sanki o mesajdan geliyormuş gibi gönderir. Örneğin Ayşe bir kahveci ve hergün sitemize girip yeni sayıyı okuyor. Gezdiği her sayfa gibi KM sayfası da geçici internet dosyaları arasında yerini alıyor. Minik virüsümüz ilk taradığı yerlerden biri olan gecici dosyaların olduğu klasöre dalıyor ve KM'nin son sayısını yakalıyor. Yukarıdan aşağı gezerken ilk adres olarak hemen editor@kmarsiv.com adresini bulup biraz daha aşağıya iniyor ve sakir@kahveciyiz.biz adresini görüp hemen işe koyuluyor. Önce editör Şakir'e virüsü yolluyor, sonra Şakir editöre. Olup bitenler ise Ayşe'nin virütik bilgisayarında. Yani ne editörün ne de Şakir'in olaydan haberi var. Bu küçük örnek bu tür virüslerin çalışma şekli konusunda sizlere bir fikir verebilmiştir sanırım. Birkaç küçük uyarıyla bu konuyu burada kesip küstah dünyama geri dönmek istiyorum.
  • Mutlaka bir virüs koruma programı edinin ve sürekli güncelleyin.
  • Virüs uyarıları yapılan günlerde tanıdık adreslerden gelse bile her epostaya şüphe ile yaklaşın.
  • Hiç kimseye ekli dosya olarak exe, scr uzantılı dosya yollamayın. Siz yollamayın ki size de yollamasınlar. Diğer tehlikeli uzantılar; pif, bat, com, js,vb. Sıkıştırılmış zip dosyalarına bile güvenmemekte yarar var.
  • Unutmayın ki, hiçkimse bilerek(?!) yolladığı virüslü epostada gönderen olarak kendi adresini kullanmaz. İnsanları ve kurumları suçlamadan evvel yukarıda yazılanları birkez daha okumanızda yarar vardır.
Bu uzun yazıya neden olan w32.novarg.a@mm isimli kurtçuktan bugün tam 2.148 tane aldım ve hala almaya devam ediyorum. Binlerce KM okuyucusunun bilgisayarında benim email adresimin mutlaka olduğu düşünülürse az bile almışım denebilir. Bu arada virüsü kapıp nevazil olduğundan şüphelenen dostlar Symantec tarafından üretilen temizleyiciyi aşağıdaki adresten bulabilirler.

http://securityresponse.symantec.com/avcenter/venc/data/w32.novarg.a@mm.removal.tool.html

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Nevzat Tarhan

 AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan

   İŞ STRESİ

Çalışma saatleri , vardiya usulü çalışma, fiziksel tehlike varlığı , sorumluluk fazlalığı , işsizlik korkusu gibi bir çok neden insanları gerilim içinde tutar.

İş ortamında sorunlar:

Vardiya usulü çalışma , kan şekeri , vücut ısısı , metabolizma ve zihinsel verimliliği etkiler.İş motivasyonunu azaltır.Nöro-psikolojik ritim bozulması , ülser, şeker hastalığı , tansiyon gibi bir çok psikosomatik hastalığı alevlendirmektedir.

Zaman baskısı , hata yapma korkusu , güvenliğin az olması stresi arttırır.Bazen aşırı güvenlik özellikle nükleer çalışma gibi riskli çalışmalar beyni daha çok yarar.Kulak koruyucusu taşınması insanda tecrit olma , tehdit altında olma duygularını harekete geçirir.

Aşırı çalışma altındaki insanlarda acil ve beklenmedik durumlarda karar verme kapasiteleri azalabilmektedir.

Kurum içindeki rol:

Kişinin görevinin sınırlarının belirsizliği , fazla terfi etmiş olması veya yetersiz terfi içinde olması kaygı düzeyini yükseltir.

Kısa zamanda çok para kazanmak ve daha yüksek bir sosyal konuma ulaşmak için yoğun rekabet bedel ödettirecektir.Bedeli kaybeden kadar kanan da öder.Bu bedelin adı "İş stresi"dir.

Emeklilik stresi :

Yapılan araştırmalar emeklilik sonrası iki yıl içerisinde ölüm olaylarının daha sık olduğunu göstermektedir.Özellikle iş doyumu olan insanlar emekli olduklarında psikolojik hazırlıkları yeterli değilse beden sağlıkları bozulmaktadır.Emekliliğin bunamayı ,Alzheimer hastalığını tetikleyici olduğu da saptamalar arasındadır.

Şuuru yerinde olan , eli tutan insanın emekli olsa da bir işle meşgul olması insanın psikolojik doğasına daha uygundur.

İş stresinde ailenin rolü :

Aile ortamındaki etkenler iş içindeki etkenlerde ayrı düşünülemez.Ailevi sorunlar , maddi güçlükler , kişiler arası ilişki sorunları , iş yerinde kendini güvende hissetmeme birer stres kaynağıdır.

Özellikle aileden ve işletmeden gelen talebin çatışması bireyin kişiliği ile aşılabilir.

Kocasına destek vermeyi görev olarak düşünen bir eş eşinin iş başarısını arttıracaktır.

Aile yuvasında güvende , rahat olmak , iş dışında evi bir sığınak olarak görmek iş stresini azaltır.

İyi bir eş altı çizilmemiş bir anlaşma ile evin iç sorumluluğunu alır.Bu kocasının başarısını arttırır.

Eşlerin her ikisinin çalıştığı aile modelinde yeni sorunlar eklenmektedir. Özellikle Türk aile modelinde kadın hem iş hem ev sorumluluğunu beraber götürmektedir.Annelik , ev hanımlığı ve çalışma hayatı kadını daha çok yıpratmaktadır.ABD'de yapılan araştırmalar boşanan çiftlerde artışın nedenini yeni aile modeline bağlamaktadır.ABD'de de erkekler çalışan eşle evlenmeye bağlı rolünde değişimi göz ardı etmektedir.Yani evin iş sorumluluğunu kadından bekleme eğilimi fazladır.Bu da tartışma ve gerilim kaynağı olmaktadır.

Eşlerin her ikisinin çalışmak zorunda olduğu çalışma modellerinde aile dışı yardım önem kazanır.Böyle bir yardım yoksa tarafların sorumlulukları paylaşmaları gerekir.

İŞ İLİŞKİLERİ VE STRES

Bir çalışma grubunda iyi ilişkilerin kurulması kişi sağlığı ve iş veriminde önde gelen bir etmendir.

Üste saygı gösterilmemesi yani önemsenmeme , dostluk davranışı içinde olmama , sevgi sıcaklığının bulunmaması gerilim duygularına yol açar.

Yöneticinin adil olmaması , yeteneklere katılımcılığa , teknik bilgi ve donanıma uygun davranım içinde olmaması , karar mekanizmasında kararlara daha çok kimseyi katmaması iç gerilimi artırır.

İş yeri ortamında zor durumlarda destek görülmemesi , barışçıl olmayan yarışmacılık , rekabet kaygılarının paylaşılmaması stres kaynağı olmaktadır.Sıkıntı , depresyon , psikosomatik hastalıklar böyle durumlarda belirgin artmaktadır.

Büyük ve ideal yöneticilerin insanların farklılıklarını korurken , aynı amaç etrafında benzer hareket şekliyle çalıştırmayı başarmasıdır.Tek tip insandan oluşmuş bir yönetimde yetenekler ortaya çıkamamaktadır.

İş yerinde stres belirtileri :

İş yerinde stresin uzun sürmesi bireylerin başarı durumunu etkiler.Başlıca belirtileri:

1. Rekabete karşı koymayı becerememe.
2. Kendine güvensizlik "Benim fikirlerim" budur diyememe.
3. Karışık durumlarda başarısızlık , panik.
4. İş yerindeki sorunlara aşırı duygusal tepki gösterme
5. Başarılı olmayı başaramama.
6. Karar verme sürecinde yetersiz kalma.
7. Dayanışma eksikliği.
8. Katılımcılığın azalması.
9. İş kazalarının artması.
10. İş performansının düşüklüğü.
11. İşe devamsızlığın artması.
12. Kalite kontrolünde hataların artması.
13. Hatalara karşı vurdumduymaz davranma.
14. Alkol sigara kullanım artması.
15. Sağlık sorunlarının artması.
16. Yorgunluk , sinirlilik , baş ağrıları sebepleri , zor kalkma , kolay ağlama , uyku düzeninin bozulması , yalnız kalma isteği , iştahsızlık , çarpıntılar , mide bağırsak hastalıkları , allerjiler , romatizmal ağrılar gibi psikosomatik belirtilerde artışın yaşanması.

İŞ YAŞAMINDA KADIN


Kadınların adet öncesi gerilimleri , adet görememe , adet öncesindeki öfke , kızgınlık , baş ağrıları ve uykusuzluk , mizaç değişiklikleri gibi özellikler kadınların biyolojik kimlikleri ile ilgilidir.İş verimini etkiler.Özellikle duygusal desteğe sahip olmayan çalışan kadınlarda bu durum daha da artmaktadır.Eşler tarafından anlaşılmama ve hayali hastalık olarak tanımlanması kadında güven duygusunu zedelemektedir.

Ayrıca modern yaşamda genç anneyi yönlendirecek yaşlılar çevresinin bulunmaması önemli bir stres kaynağıdır.Bu nedenle bebek doğurma korkusu anne adaylarını etkiler.bebeğin özgürlüğü ve hareket serbestisini azaltacağı duygusu anneliğe karşıt duyguları geliştirir.

Kadının biyolojik bir gereği menapozda ortaya çıkar.Sıcak basmaları , korku ve kaygılar , çekiciliğini kaybetme hissi önemli gerilimler ortaya çıkarır.

Ev ve mutfak teknolojisi :

Ev aletleri ve hazır yiyecekler ev işleri ile geçirilen zamanı önemli ölçüde azaltmıştır.Kadınların bireysellik ve ekonomik bağımsızlık duygularını güçlendirmiştir. Çalışmanın kolay hale gelmesi evlenme yaşını giderek büyülttü.Bekar kadın sayısı arttı aile modellerinde önemli değişiklikler oluştu.

Çalışan kadın batı toplumunda bile kendisi ile aynı yeteneklere sahip bir erkeğe oranla daha mevki ve ücret almaktadır.Bu durum onlardaki gerilimi arttırmaktadır.

Bu nedenle "A tipi davranış" kadınlarda daha sık gözlemlenmektedir. Aceleci , sabırsız ve katı tutum stresi arttırmaktadır.

Çalışan kadınların çift kariyer sahibi olmaları yani hem iş kadını hem ev hanımı olmaları stres yüklenmelerini arttırmakta sağlık yönünden bedel ödemek zorunda kalmaktadırlar.

Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz

Yukarı

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   Gece, Ben ve Turuncu Işığım...

Gece başlamalı yolculuk,
Körü, yarısı, karanlığı......
Hiç farketmez, gece başlasın yeter.......

Benim tercihim; Tekdüze hayatların ve şehrin uykuya daldığı, en uzun mesailerin bitmek, fırıncıların uyanmak üzere olduğu saat.
Mesela saat 03.00.
Akşamdan hazırladığım çantam kapının önünde hazır beni bekliyor.
Yine akşamdan hazırladığım, gerektiğinde pijama, gerektiğinde de yol kıyafeti olabilecek kostümümü de giyindiğimde, yola çıkmaya hazırım.

Asansör 5. katta kalmış. Bulundu apartmanın akşamcısı.........
Gecenin bu saatinde her zamankinden daha gürültülü gelen asansör, gece yolculuğumun ilk aracı.
Arabama yürürken sadece bir iki evin ışığı yanıyor. Henüz yatmamış öğrencilerin masanın başındaki hallerini geliyor gözümün önüne, bu saatte ışığı yanan ya öğrenci ya da çocuğunu emzirmek için kalkan anne olmalı diye düşünüyorum.
Arka koltuğa küçük çantamı, yan koltuğa yol için hazırladığım CD'lerimi koyup, yerimi alıyorum. Kontağı çalıştırdıktan sonra, artık başbaşayız. Gece, ben ve turuncu ışığım........

Gün ışığının keşmekeşinden kurtulmuş sokakları, ayın sükuneti kaplamış. Gündüz insan karmaşası yaşanan caddeler, yerini bir iki arabaya ve sokak köpeklerine bırakmış olmanın rahatlığını yaşıyor. İşe giderken defalarca geçtiğim sokakların boyası dökülmüş, kirlenmiş duvarları, çukur yolları, tek renk. Her yer gri, her yer sesiz. Her yer huzur dolu. Gecenin orta yerinde.

Kısa bir süre sonra gişelere geliyorum. İstanbul'dan kısa süreli de olsa ayrılmak için, pasaporta basılan mührün durağı. İzin kağıdımı da aldıktan sonra yol tam anlamı ile burada başlıyor.
Artık yoldayım. Yol için hazırladığım CD'lerimden ilkini yerleştiriyorum. İlk sırada Frank Sinatra var. ''My Way'' .........
İlk ateşimi yakıyorum. Gece, My Way ve ilk turuncu ateşim.
Yol çizgilerini takip ederken, beynim, ruhum, bedenim bütün düşüncelerden yavaş yavaş sıyrılıyor. Yarım kalmış işler, ödenmemiş faturalar, ertelenen randevular hiçbiri aklıma gelmiyor, gelemiyor. Aklım sadece yolda, dilimde ''My Way'' elimde yol ateşim.

Yaklaşık yirmi-yirmibeş dakika sonra, Eskihisar'dayım. Yaz dönemi ve bayram tatilcilerinin çilesi sayılabilecek feribotun misafirperverliği görülmeye değer. Hiç beklemeden biniyorum feribota. Görevlinin gösterdiği yere arabamı yerleştirip kısa bir süre için terkediyorum. Üst kata çıkıp, rüzgarın ters yönündeki banklardan birine oturuyor, çaycının ikramını büyük bir zevkle kabul ediyorum. Bardağı ile üşüyen ellerimi, çayı ile içimi ısıtıyorum. Feribot hareket etmeye başladı. Havanın, içine su damlacıkları serpiştirilmiş kokusunun bronşlarımın en derin yerine kadar sindiğini hissedebiliyorum. Bu kadar temiz havanın yanında zararının aza indirgeneceğini düşündüğüm ikinci sigaramı da yakıyorum. Rüzgarla paylaşmak adına.... Kendimi İstanbul'un yerine koyup, karşıdan bakıyorum kendime. Rüzgarın, denizin ve gecenin ortasında, savrulan saçlarım ve turuncu ışığım.

Feribot yolculuğumun henüz onbeş dakikası geçtiğine göre, bu kadar sürem daha var. Belki biraz uyuyabilirim düşüncesiyle tekrar arabama dönüyorum. Yatırdığım koltuğumda on- onbeş dakika kapatıyorum gözlerimi. Deniz havasından olsa gerek, uykuya dalıyorum. Gözümü açtığımda feribot yanaşmak üzere, bense saatlerce uyumuş kadar dinçim.

Yolun üçüncü ayağı başlıyor. Topçular'a geldiğimde, trafiğe ve kurallarına dahil olmadan , yol için seçtiğim ikinci CD'yi hazırlıyorum. Ama henüz dinlemek için hazır değiliz. Ne yol ne de ben.

Yalova'yı bekliyorum. Yolda olduğumu tam olarak hissetmeliyim. Durup kalkmalar, sağımda solumda yanıp sönen rengarenk floresan lambaların azalması için, Yalova'yı da geçmeyi bekliyorum.

Yalova'yı geçer geçmez ikinci CD yerini alıyor. Elton John ve ''Elton John Klasikleri'' hepsi birbirinden güzel 17 parçanın yer aldığı CD beni Bursa'ya kadar götürecek.

Orhangazi'ye geldiğimde hava yavaş yavaş ağarmak üzere. Köy ve kasaba otobüsleri çalışmaya başlamış, sokak lambalarının etkisi azalıyor. Geçtiğim köylerde hayvanlarını sürüye katmak için yola çıkan kadınlar, işe erken başlayan erkekler belirmeye başladılar. Gün başlamak üzere.

Orhangazi'den Bursa'ya gelene kadar hava tam anlamı ile aydınlandı. Gün artık ertesi gün. Yola çıkış dün oldu.

Bursa'da durmadan yoluma devam ediyorum. Karacabey'e geldiğimde, Elton John en sevdiğim şarkısını söylerken hızımı azaltıyorum. ''Sorry Seems To Be The Hardest Word''....
Karacabey'de yol işaretlerine yaklaşmadan sağa çekip duruyorum. Burada bir karar vermem lazım.
Sol sinyalimi yakıp Gümüşlük mü? Sağ sinyalimi yakıp Ayvalık mı?
Sola dönersem, yolun sonunda Gümüşlük var. Akşam yemeğinde ızgara kalamar ve barbun..... Karşımda Tavşan Adası, ardında günbatımı manzarası.
Sağa dönersem, geçeceğim ilk ''Boğaz Köprüsü'' beni bir adaya götürecek. Akşam yemeği midye ve Papalina..........
Cunda ve Gümüşlük arasında tercih yapmak güç olsa da, sağ sinyalimi yakmış bulundum......

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey


Olmamış Hüsnü Bey

Efendim neden mi bana "Olmamış Hüsnü Bey" diyorlar ? Açıklayayım. Bendeniz 68 yaşında, Devlet Demir Yolları'ndan emekli Hüsnü KIRIK. Saklamaya çalışmayınız efendim. Dudağınızın kenarına gelip bir anda yerleşen gülümsemeyi farketmediğimi sanmayın. Ben buna alışkınım. Yaradılış itibariyla kibar bir insanım. Sakinim. Bütün hayatım boyunca bir kişiye sesimi yükselttiğimi de hatırlamam. Bu kibarlığım yüzündendir ki şu soyadımdan çok çekmişliğim vardır. Bir firsatını bulursak onunla ilgili anılarımı da bilahere anlatırım... Eşim Sabahat Kırık. O da benim gibi doğma büyüme Eskişehirli'dir. Birbirimizi ilk mektepten beri tanırız. Aramızda iki yaş vardır. Çok genç yaşta evlendik. Bir kızımız bir de oğlumuz var. Kızımız Izmir'de bir tüccarla evlidir. İki de torunumuz var. Damat biraz geçimsiz. Bu yüzden yılda bir ancak görüşürüz onlarla... Oğlum Devlet Su İşleri'nde proje mimarı Ahmet KIRIK. Maşaallah akıllı delikanlıdır. Gelinimiz Ayşenur'u kızımız kadar severiz. Saygıda kusur etmez bize. Anadolu Üniversitesi'nde araştırma görevlisidir. İki de bunlardan torunumuz var. Alp 6 yaşında, abisi Orkun 11. Çok başarılılar mektepte.

Çok şükür çocuklarımızı evlendirdik, emekli olduk. Oğlum razı gelmedi ayrı oturmamıza. Gelinimiz de cok ısrar etti. Bu yüzden hükümet konağının arkasındaki Devran 2 apartmanının 3.katında hep birlikte oturmaktayız. Eskişehir'de evleri bilirsiniz, geniş geniştir. Bizim şimdi oturduğumuz bu evde yeterince geniş. Hepimize yetiyor. Oğlum ve gelinim geçen yıl satın aldılar bu daireyi. Dedim ya sakin yaradılışlı insanlarız. Kavgamız gürültümüz olmaz.. Eh, bir çocukların gürültüsü var ki o da hangi çocuklu evde yok efendim ?

Bizim hanım ilk mektepten sonra okumadı. Halkevinin dikiş nakış kurslarına gitti. Arnavut kökenli anasından güzel yemekler yapmasını bilir. Yani anlayacağınız on parmağında on marifet. Bir kötü huyu var ki, batıl inancı çoktur. Fal açar, felaket habercisi gibidir. Kurşun döker. Oğlan da, gelin de ben de kaç kez söyledik, bıraktıramadık. Can çıkarmış da huy çıkmazmış efendim...

Emekli olduktan sonra çok sıkıldım evde efendim. Öyle kahveye gitmeyi falan da sevmem. Apartmanda oturuyoruz öyle bağ bahçe işlerimiz de yok oyalanacak. Sabahat'ın hanım arkadaşları gelir gündüzleri, ben kaçacak delik ararım. Zaman zaman da o ziyarete gider arkadaşlarını. İşte o yalnız zamanlar daha bir sıkıcı geçer benim için. Neyse ki öğleden sonra çocuklar mektepten dönüyor da evde ses oluyor.

Anladım efendim, sıkıldınız. Konuya gireyim. Efendim, Sabahat Hanım bir gün komşumuz Naciye Hanım'in evde kalmış kızının üstündeki nazarı alması için kurşun dökmeye gitti. Oğlan, gelin işte, torunlar okulda. Bakkalın çırağı Ferit'e seslenip uzattığım sepete gazetemi koymasını istedim. Canım şöyle okkalu bir kahve istedi. Mutfak işlerinden de hiç anlamam. Ne kahveyi bulabildim ne de cezveyi. Vazgeçtim. Kuruldum bir güzel koltuğuma, açtım gazetemi. O bunu kesmiş, bu şunu kovalamoş. Enflasyon düşmüş, içisleri bakanı Hong Kong'a gitmiş. Manken kızlarımız Paris'ten gerisin geri gönderilmişler. Fazla etli butluymuşlar... Dünkü bulmacanın cevabı verilmiş. Afrika'da bir ülke. Beş harfli. Çocukların atlaslarını karıştırdım bir türlü bulamamıştım. Neymiş ? Somali. Somali beş harfli mi a benim canım, altı harfli. Her gün bir yanlışlık yapmasalar şu bulmacada kurbağalar kısır kalacak. Neyse efendim lafi uzatmayayım, bulmacanın bir iki sorusuna bakıp, sıkılıp kenara bıraktım. Haber vakti. Televizyonu açtım ama haberler evlere şenlik. Doğru düzgün haber verecek bir tek televizyon kanalı bulamaz olduk. Radyoyu da bizim oğlan yeni aldı. Otuz çeşit düğmesi var. Bilemem ki nereden açılır, nasıl kapanır... Uzatmayayım, haberlerden de vazgeçtim. Kanalları dolaşırken iki hanım kızın kek tarifi verdiğini gördüm. Tariften öte kızların zerafeti dikkatimi çekti. Bu televizyon dilberleri hangi işin ucundan tutarlarsa tutsunlar hep yarı çıplaklar. Valla ben bizim evde ne gelinimden gördüm ne de hanımdan böyle haller. Tövbe... Tövbee... Efendim izlerken izlerken öyle bir tarif etmeye başladılar ki ağzımın suyu akar oldu. Yok.. Yok.. Bu sefer hanım kızlara değil, verdikleri kek tarifine... Biri anlatıyor, öbürü yapıyor, karıştırıyor. Neler yok ki içinde, kuru üzüm mü dersiniz, havuç mu, fındık mı, tarçın mı ?.. Bir de güzel süslediler. Kalıbına da yerleştirdiler... Oh.. fırına vermeye hazır. Caniı da nasıl çekti nasul çekti anlatamam. Baktım içine konacak malzemeleri ve ölçülerini tekrar ediyorlar. Yanımdaki kalemi aldım gazete sayfasının üst boşluğundan, soldan sağa dolaşarak bütün boşluklarına verilen ölçüleri yazdım. Sabahat gelince tarifini veririm yapar. Efendim şu televizyonlarda illet olduğum bir durum daha vardır ki o da şudur, reklamlar. Topu topu yarım saat sürecek bir programı bölüp kırk kere reklam koyup, her seferinde de temcit pilavı gibi aynılarını peşpeşe sıralayıp zıvanadan çıkarıyorlar insanı. Hanımlar tepsiyi fırına vermemişti ki araya reklam girdi. Dayanamayıp kanal değiştirdim. Cırlak sesli çirkince bir kadın avaz avaz şarkı söylüyordu. Bu hilkat garibelerini neden televizyonlara koyup da bizim de göz zevkimizi bozarlar bunu da ayrıca anlamış değilim. Neyse efendim, bir müddet bulmacamın başına döndüm. Bugün karelerde, boşluklarda, sorularda bir yanlışlık yok gibi duruyor ama yarın çıkar altından bir çopanoğlu... Aradan ne kadar zaman geçti bilemedim, birden kek tarifi olan kanalı açmadığım aklıma geldi. Hep şu gudubet suratlı karı yüzünden. Kanalı bulduğumda efendim, hanımlar kesmiş de yiyorlardu bile o güzelim tarçınlı, havuçlu, üzümlü keki... Üstüne de böyle şeffaf şeffaf birşeyler koymuşlar. Yeşilli, kırmızılı. Bir türlü ne olduğunu çıkaramadım. Pek de güzel görünüyordu.

Zaman geçtikce benim de kek krizim arttı efendim. Sabahat'ın komşudan dönmeyeceği tuttu. Zaten tarifi de alırken elimize yüzümüze bulaştırdık, tam alamadık. Sabahat şimdi bunu yapmaya kalksa, bu böyle olmaz, yanlış anlamışsın un o kadar eklenmez diye söylenip duracak. En iyisi kendim yapmak. Söylediğim şeye ben de şaşırdım, "kendim yapmak". Neden olmasın ? Hem onlara da sürpriz olur.

Efendim söylemiştim mutfakta özürlü olduğumu. Az önce cezveyi, kahveyi bile bulamadım ya. Yok, pek hamaratlaştım. Hangi kapağı açsam, istediğim malzeme karşımda duruyor. Yumurtalar buz dolabında sıralanmış beni bekliyor... Pek keyiflendim pek... Keşke daha önce keşfetseydim şu mutfak zevkini. Gazetem yanımda, ölçüler dört köşesinde, ben de karışım kıvamına geldikçe dört köşeyim. Mutfak tezgahının üstü biraz birbirine karıştı ya önemli değil. Hele ben bir keki tutturayım bu kadar karışıklığa gelinim de Sabahat Hanım'da ses çıkarmaz. Bir yandan yere dökülenleri de terliğimin ucuyla halının altına gönderiyorum.

Binbir türlü işkenceden sonra fırını ateşlemeyi becerdim ve kekimi fırına sürdüm efendim. Heyecandan kalbim duracak. İkide bir kapağı açıp kontrol ediyorum. Kokular yükselmeye başladı bile sayılır ama hanım kızlarin keki gibi kabarmadı. Kabarmadı. Eyvah ! ! ! Elbette kabartma tozu koymayı unuttum. Hemen çıkardım fırından kalıbı. Baktım hamur hala cıvık. İki kaşık kabartma tozu koyup ( kaşığın ne kaşığı olduğunu söylememişler ya da ben yazmamışım efendim, yemek kaşığıinı ölçü aldım ) iyice karıştırdıktan sonra tekrar fırına verdim. Bu sefer heyecandan fırının kapağını bile kapatamıyorum. Gözlerim kekin üstünde ne kadar izledim bilmiyorum, kapı ziline ayıktım. Sabahat Hanım'dı gelen.

Sabahat ayakkabılarını çıkarıp, terliklerini ayağına geçiriyorken bir taraftan da söyleniyordu. "Ayol, ne pişiyor evde ? Ne güzel kokuyor. Gelin erken mi geldi yoksa ?". Hanım güzel kokuyor deyince koltuklarım kabardı. Nede olsa hayatımdaki ilk mutfak maceramdı ve başarıya adım adım yaklaşmaktaydım.

Sabahat Hanım mutfağa girince elini ağzına siper edip ufaktan bir çığlık attı ? "Ayol, ne olmuş bu mutfakta ?". Ona olanı biteni anlattım. Hani benim soyadımı ilk kez duyunca sizin de dudağınızın kenarına hınzır bir gülümseme yerleşmişti ya, aynı gülümseme bu sefer Sabahat Hanım'ın dudağının kenarına gelip kondu. Hiç sesini çıkarmadı. Ortalığı toparladı. Bulaşıkları yıkadı. Ben de bir türlü kabarmayı becerememiş ama kokusu nefis kekimi fırından çıkarıp, soğumak üzere tezgahın kenarına iliştirdim.

Akşam ev halkı toplandık. Her zamanki düzenimizle akşam yemeğimizi yedik. Yedik ama benim aklım fikrim az sonra çay servisiyle huzurlarımıza çıkacak muhteşem kekimde. Gelin ve bizim hanım iki de bir mutfagğ kosşyor, aralarında fısıldaşıp fısıldaşıp gülüşüyorlar. Sabah sizin, öğleden sonra da bizim hanımın dudağının kenarına gelmiş konmuş olan hınzır gülümseme oğlumun dudağının kenarına yapışmış bir vaziyette ve sürekli gözlerini benden kaçırıyor. Kimse kimseye birşey söylemiyor ama sanki ben anlamıyorum her birinin gizli gizli benim kekimden konuştuğunu. Az sonra hepsi alacak ağzının payını...

Ayşenur çay tepsisiyle girdi salona. Ben hiç istifimi bozmuyorum, gözüm televizyonda, aklım tepsinin ortasındaki kekte. "Bugün babam kek yapmış Ahmet" diyor. Diyor ama bir kelime daha söylese gülmekten tepsiyi üstümüze devirecek. Oğlum "hımm.." diye geçiştiriyor. Hınzır o da aynı durumda. Sabahat Hanım yüzüme bile bakmıyor, kafasını sürekli o yana bu yana çevirip duruyor. Ayşenur, çok çok olsa dört-beş santimi geçmeyecek kadar kabarmış ( !) kek dilimlerini herbirimize uzatıyor. Ben çevremi kolaçan ediyorum, tepkileri ne olacak bakalım. Alp ve hemen arkasından Orkun kekten bir parça ağzına götürüp, aynı anda "iyy.. bu ne iğrenç olmuş" diye avuçlarına tükürerek banyonun yolunu tuttular. İlk falso. Ahmet ağzına attığı küçük lokmayı yaklaşık üç dakikadır çiğniyor. Ayşenur küçücük bir dilim koymuş tabağına, çatalıyla kırıntılarla oynuyor. Sabahat Hanım çabuk çabuk çiğnemeden yutuyor... Bana kalsa fena olmamış hani. Çay faslımız da kek faslımız da bitti. Hepsi tabağındakini yiyip bitirdi ama kimsenin gıkı çıkmıyor. Sonunda dayanamayıp ben sordum "Eee... Çocuklar nasıl olmuştu kek ?" Hepsi çok beğendiğini söyledi ve konu da böylece kapanmış oldu.

Biliyorum efendim lafı çok uzattım ama detayları anlatmadan da olmaz ki yani. Hemen şimdi bağlıyorum konuyu. Neyse o gece herzamanki gibi aynı vakitte yattık. Hemen uyumuşum. Sabahat Hanım azıcık geç geldi yatağa. Rüyamda, sülaleden de, aileden de, mahalleden de görmediğim zat kalmadı. Hepsi büyük bir meydana toplanmış, ortalarında benim yaptığım kek, "Olmamış Hüsnü Bey, olmamış" diye hep bir ağızdan bağırıyorlar. Kızım bırak yakamı, oğlum çek ellerini pantolonumdan, tepeme tırmanıyor biri, evladım çek dedim ellerini ayaklarımdan.... Kulaklarım uğul uğul... Olmamış Hüsnü Bey olmamış, olmamış Hüsnü Bey, olmamış, olmamış Hüsnü Bey olm...

Sabahat hanımın beni dürtüklemesine uyandım. "Hayrola Hüsnü, ne olmamış ? Ayol bir o yana bir bu yana.. Olmamış, olmamış, olmamış diye de sayıklıya sayıklıya...". Bütün düşümü anattım Sabahat'a. "İlahi Hüsnü Bey, Allah rahatlık versin" deyip arkasını döndü uyudu.

Sabah herkes işine gücüne gitmiş, Sabahat Hanım çocukların odasını topluyordu, telefon çaldı. Açtım. İzmir'deki kızım. İki hoşbeşin ardından, "Baba kek yapmışsın bizsiz yemişsiniz aşkolsun. Afiyet şeker olsun. Biraz tutturamamışsın öyle mi ?" diye kahkahalar atıyor telefonda. Bu Sabahat Hanım'ın işi. Yememiş içmemiş telefon edip İzmirlere de yetiştirmiş. Neyse kazasız belasız kapattık telefonu. Öfkeden kuduruyorum ama suç benim, kim dedi sana ey akıllı, bilmediğin ise burnunu sok da elaleme rezil ol ? Oh olsun işte. Az bile bu sana. Ders olsun. Bugün bakkalın çırağına seslenmeyeceğim, aşağı inip de biraz nefes alayım, evin halime gülen şu havasından kurtulayım... Bakkaldan içeri girer girmez Kerim Efendi hemen yanıma gelip omuzumdan yakaladı beni ( Sivaslıdır kendisi ) "Günaydın Hüsnü Baba, kek yapmışsın da komşuluk hakkı bize vermemişsin ?" Allah allah, sabah sabah nasıl haberi oldu ki bu bakkalın ? Vay Sabahat Hanım vay... Düştük ya artık diline, kurtuluş yok. Ben gazeteyle bakkaldan çıkarken, Kerim Efendi arkamdan sesleniyordu ; "Olmamış Hüsnü Bey, olmamış... "

Şimdi neden anlattın bu hikayeyi demeyin. Kıssadan hisse. Siz siz olun alışkanlıkları, alışkanlıklarınızı bir kenara bırakmayın. İnsanları şaşırtacağım diye türlü donlara girmeyin. Alışmış ve alıştırmışsanız herkesi ve herşeyi bir düzene, o düzeni altüst etmeye kalkmayın. Yoksa böyle benim gibi maskarası olursunuz herkesin... Olmamış Hüsnü Bey demedi demeyin... Sağlıcakla efendim...

Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan
duffey@kahveciyiz.biz

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


ÖĞRETMENİM, CANIM BENİM...

993 yılının son haftasına girilirken, medya belleklerine çığ gibi düşen bir haber, bütün yürekleri sarstı. Bu üzücü, ancak insanlık abidesi olması gereken haberi üzüntümden detaylıca okuyamadım, sadece göz atabildim. Çünkü benim de her zaman gurur duyduğum öğretmenlik geçmişim vardı ve meslektaşlarımın gösterdikleri erdemi belli ölçüde taşıdığıma inanıyorum. Habere göre iki bayan öğretmen, çıkan yangından öğrencilerini kurtarmak için insan üstü bir çaba göstermişlerdi. Ama ne yazık ki, öğrenciler kurtulurken, öğretmenlerimizin biri ölmüş, diğeri ise yaralıydı. Eminim ki, bu tablo dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak kadar özel bir insanlık örneğiydi ve gencecik iki öğretmen tarafından çizilmişti. Ne büyük bir kadirşinaslık ki olayın geçtiği yöre insanları, bu iki öğretmenin heykelini dikmeye karar vermişlerdi. Ülkemizde yaşanan her şeye hep kara gözlüklerle bakmaya alışmış biz aydınlar için, hala ülkemizde bitmeyen umudun timsalleriydi onlar.

Köy Öğretmeni Şefik Sinig'in "Bana çiçek getirin, dünyanın bütün çiçeklerini buraya getirin" şeklindeki son sözleri C. A. Kansu üstadın kalemiyle Anadolu kokan, duygularımızdan oluşan renklerle ve insanlık motifleriyle ölümsüzleşen başka bir tabloyu, anlatır. Gerçek bir olayın yer aldığı şiirde; bir öğretmenin mesleğine, çok sevdiği öğrencileri uğruna yapılabileceklerin üst sınırlarını nasıl kolayca aşılabilineceginin buruk ama anıtsal bir öyküsünü anlatır. Yolu, ışığı olmayan bir Anadolu köyünün idealist öğretmenidir ana tema. Ne zaman o şiiri okusam duysam, hep bir Anadolu güneşi parlar içimde. Kendimi çıtır çıtır yanan sobanın etrafında sıralanmış; önlüklü, yakalıklı gülümseyen yüzlü öğrencilerimin içinde bulurum.

Öğretmenler, öğretmenlerim, canlarım benim. Ben bunları düşünür ve yazarken sizler gerçekte eminim ki, yarının insanlarını şekillendirmeyi amaç edinmiş geniş yüreklerinizde, bilim meşalesinin alevini daha güçlendirmekle meşgulsünüz. Yaşadığınız ve insanlık için hep birer onurlu miras olacak, ne kadar çok anlatılacak anı vardır. Bu erdemli anıları duyunca, ben de üstat gibi kaleme almak, hiç olmazsa üç, beş daha fazla insanımızın kalplerine seslenmek istiyorum. Didaktik içeriği destekleyen bir çok uzmanın bulunduğu KM bunun için çok uygun bir platform.

Öykü, Diyarbakır'ın bir köyüne öğretmen olarak atanan, idealist bir öğretmenin anlattıklarından alınmıştır. "Isparta'nın Gönen İlköğretmen Okulu'ndan mezun oldum" diye başlamıştı sevgili öğretmenim. Biz, bu ülkenin sınırları içinde, her yerde, her koşulda çalışmaya and içmiştik. Tayinim çıktığı gün dünyalar benim olmuştu, yaşamımda yeni bir safha başlıyordu, öğretmendim artık. Valizimi toplayıp yola çıkmam ile göreve başlamam arasında ne kadar gün geçti hatırlamıyorum bile. Okulumu ve öğrencilerimi çok sevmiştim. Her şey çok iyi gidiyordu. Benim için bir tek endişeli problem vardı. Köyde, o civarın en itibarlı ve sözü geçen "ŞIH"ı yaşıyordu. Onunla diyalogumuzun nasıl olacağı ve ne tür gelişmelere yol açacağı benim için belirsizdi. Benden önceki öğretmen arkadaş, ilk güden ondan icazet almaya başlamıştı. Ben, bilimin ve Cumhuriyet'in öğretmeniyim, nasıl gider el pençe dururum karşısında ve gitmedim. O da bana, bu konuda iç karışmadı ve hiçbir şekilde karşı karşıya gelmedik.

Bir gün ilçeye indiğimde diğer rutin işlerimi tamamlayıp, kaymakamlığa uğradım. İlçeye genç bir Kaymakam'ın atandığını duymuştum. Ziyarette okulumun ve köyün sorunlarını konuştuk; en son ayrılırken de onu köyüme davet ettim, memnuniyetle geleceklerini ifade ettiler. Günler sonra bir cumartesi günü, köyün posta ve telefon işlerini yapan bakkal kaymakam ve hakim'in köye öğleden sonra gelmeyi planladıklarını haber verdiklerini söyledi. Ben okulumu ve lojmanımı, ziyarete hazırlamaya başladım. Saatler sonra bir köylü elinde bir küçük bir kağıt pusula getirdi "Kaymakam bey gönderdi" dedi. Hemen açtım "Sayın öğretmenim" diye başlıyordu. "Şu anda Şıh ....... 'in evine misafiriz, seni de oraya bekliyoruz" ile bitiyordu. Notu veren köylü,
-Ben gideyim öğretmen efendi dediğinde ben "bekle bir dakika" dedim. Hemen pusulanın arkasına "Sayın Kaymakamım, ziyaret etmeniz umuduyla sizi okulumda bekliyorum" yazdım ve eline tutuşturarak kaymakam beye iletmesini rica ettim. Yaklaşık 15 dakika sonra aynı köylü göründü ve elinde yeni bir pusula vardı. Hemen açtım "Sevgili öğretmenim, lütfen buraya geliniz ve bizi buradan kurtarınız". Hemen dedim kendi kendime, köylüden beni götürmesini rica ettim. Kocaman bir evin, devasa bir odasına girdik. Karşı duvarın en orta yerine şıh oturmuş ve misafirler hiyerarşik yapıya uygun olarak tek sıra dizilmişlerdi. Baştan bütün ziyaretçilerle tek tek tokalaşmaya başladım. Biliyordum ki bütün ziyaretçiler şıhın elini öperek yerine geçerdi. Ben ona sıra gelince de tokalaşarak, sıradaki diğeri ile devam ettim. Tabi ki en önemli misafir olan ve şıhın yanında baş köşeye oturmuş kaymakam ile hakimin de elini sıkarak. Bütün insanlarla tokalaşıp, oturacak bir yer ararken kaymakam beyin sesini duydum, ona doğru döndüm. Baktım ki kaymakam bey ayağa kalmış ve yerine benim oturmamı istiyordu. Şaşırmıştım, o devletimizi, cumhuriyetimizi temsil ediyordu. "Lütfen" dedim "Sayın Kaymakamım baş köşe devletimizi temsil eden size aittir, ben nasıl oturabilirim" dediğimde yüzüne görevinin ciddiyeti düşmüş olan gencecik kaymakam herkesin duymasını istediğini açıkça gösterircesine "Sevgili öğretmenim" dedi. "Kaymakamı da, Valiyi de, Hakimi de, Başbakanı da yetiştiren bir öğretmendir. Öğretmenin olduğu yer de baş köşe nasıl bir başkası oturabilir" dedi ve kolumdan çekerek yerine oturttu. Şaşkındım ama bir o kadarda mutlu, kendimi o kadar güçlü, doğru ve haklı buldum ki anlatamam. Kısa bir ikram faslından sonra dışarı çıktık. Kaymakam, hakim ve ben okuluma doğru yürürken, her şey daha bir anlamlıydı.. Büyük hükümdar Fatih ile Öğretmeni Akşemsettin arasındaki konuşmalar gibiydi yaşadıklarım. Dağ taş bana gülümsüyor ve selamlıyordu.

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : Kamil Yaşaroğlu


PAYLAŞMAK MI BÖLÜŞMEK Mİ?

Paylaşmak deyince pek çok kimse sahip olduğumuz herhangi bir şeyin azalacağını, değerini kaybedeceğini, eksileceğini veya yok olacağını düşünür. İlk bakışta doğru gibi gözüken bu yaklaşım paylaşılan şeyin genelde maddi bir varlık olduğu düşünülerek yapılan değerlendirmenin sonucudur. Ancak önemli olan nasıl paylaştığınızdan çok niçin ve hangi amaçla paylaştığınızdır. Eğer elinizdekileri belirli bir çıkarı hedefleyerek başkalarıyla eşit parçalar halinde bölüşüyorsanız bu gerçek anlamda bir "paylaşım" mıdır? Ya da "paylaşmak" her zaman "eşit parçalar halinde bölüşmek" midir? Bir anne ya da baba elindeki çikolatayı veya meyveyi çocuğuyla "paylaşırken" titiz ve eşit bir "bölüşüm" mü yapar? Yoksa çoğunu çocuğuna daha azını kendisine mi ayırır? Barış Manço bir şarkısında "bir dilim ekmeği bölüşürüm seninle" derken acaba ne tür bir paylaşımdan bahsediyordu? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Ekmeğini bölüştüğü kişiden herhangi bir menfaat beklentisi içinde miydi? Tabi ki hayır. O şarkıda bahsedilen bir dilim ekmek bile olsa vurgulanmak istenen herhalde paylaşılacak bir dosta sahip olmak ve paylaşmanın o dostun gönlünde meydana getireceği huzuru hissedebilmektir. Paylaşmak yok olmak, azalmak ya da kaybetmek değil aksine çoğaltmak ve artırmak hedefine yönelik olursa anlam kazanır. Bu nedenle hiçbir çıkar beklentisi olmadan yapılan paylaşımlar gerçek paylaşımlardır. Görünürde bir tür harcama gibi gözükseler de aslında katlanarak geri dönen bir kazanç sağlarlar.

Burada önemli olan bir diğer konu da sahip olduğumuz ancak maddi bakımdan ölçülmesi mümkün olmayan değerlerin paylaşımıdır. Bize küçük ya da anlamsız gibi görünen ancak başkaları için oldukça anlamlı olabilecek nitelikleri paylaşmaktan kaçıyoruz çoğu zaman. Belki de onları paylaşmaya değer görmüyoruz. Bugün bir başlangıç yapın ve sahip olduğunuz güzel ve anlamlı şeyleri büyük küçük demeden başkalarıyla paylaşmayı deneyin. Bilginizi, sevincinizi, mutluluğunuzu, aldığınız güzel bir haberi, okuduğunuz bir kitabı ya da bir şiiri. Deneyin ve paylaşmanın aslında eksilme ya da erime değil aksine artma ve çoğalma olduğunun farkına varın.

Mutlu ve güzel paylaşımlar.

Kamil Yaşaroğlu

Yukarı

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Küba'dan İzlenimler - 3

"Hasta La Victoria Siempre"

Yola çıkış..

Uçuş tarihimizden 2 gün önce, Ankara'dan İstanbul'a geçtik. Burada, hem heyecanımızı paylaşan arkadaşlarımızla görüşecek hem de son eksiklerimizi tamamlayacaktık; eskiklerin başında, canım annemin, "Anne Kurabiyeleri" geliyordu. Annem onları hazırlarken, en az benim kadar heyecanlıydı. Birlikte, harita üzerinden Küba - Türkiye hattını inceledik, hayaller kurduk. Yaptığımız hazırlıkları, hayallerimi, neden bu yolculuğu çok istediğimi anlattım; gözleri mutlulukla parlıyordu. Sanırım her anne gibi, o da endişeleniyordu; belli etmemeye çalışsa da, anlamamak mümkün değildi.

31 Ağustos sabahı, 06:00'da Atatürk Havalimanı'ndaydık. Air France'ın "check-in" masasına geldiğimizde, gülümseyen bir sürü şık bay ve bayan arasında, biz, sırt çantalarımızla hiç de Paris yolcusuymuş gibi, görünmüyorduk. Görevli memur geldi ve çantalarımızın büyük naylon torbalara yerleştirilmesinde yardımcı oldu; sarkan ipler ve kayışlar problem yaratabilirmiş. Kafeye geçtik, vakit bir türlü geçmek bilmiyordu. Ağabey'imi görememiştim; huzursuzdum; "muhakkak geleceğim, seni Castro'ya uğurlayacağım" demişti; gelirdi! Uçuş saati geldi, uçağa binmek için, kapıya yöneldik. Oradaydı koca adam, körüğün kapısında bizi bekliyordu, ağabeyim gelmişti. Kucaklaştık. Bu yolculukta bizimle olabilmeyi çok istediğini söylemese de, gözlerinden belliydi.

Uçak saatinde kalktı, Paris'e de zamanında indi. Havana bağlantısı için, sadece 3 saatimiz vardı. Uçağın kalkacağı terminale ulaşıncaya dek, bindiğimiz otobüs, bütün havalimanını gezdirdi. Charles De Gulle, Avrupa'nın önemli, "hub"larından biri. Bulunduğumuz terminal Avrupa dışı uçuşlara ayrılmıştı. Her milletten insan oradaydı. Biz de volta atıyorduk; Küba purosuyla, ilk kez burada, bir tütün mağazasında tanıştık. Fiyat, marka, kalite vb. konularda bilgi aldık. Bu gezi için çok aradığımız, fakat bulamadığımız digital kameraları kurcaladık. Binlerce dolarlık pahalı saatlere bakarken, uçağa biniş zamanının geldiğini farkederek, çıkış kapısına yöneldik.

Yolcu profili rengarenkti; Varadero'ya giden, şık, "5-yıldızlı" çiftler; kalabalık, neşe içindeki gezgin genç öğrenciler; iş adamları; etnik kıyafetleri içindeki insanlar; turnelerinden ülkelerine dönen, cıvıl cıvıl "Havana Club"lı bir gösteri grubu ve evlerine dönen başka Kübalılar...

Uçaktaki yerimize kurulup havalandıktan sonra, müzik ve video kanallarını kurcaladık bir süre. Yemeği de yedikten sonra heyecanımız yatıştı; Küba'yı konuşup, düşünürken uyumuşuz...

Rüya...

İlk Zamanlar...

Küba'ya, M.Ö. 3500'de ilk insan, M.S. 1250'de ilk yerliler olan Taino'lar gelmişler. 3 Ağustos 1492'de, üç gemisiyle İspanya'dan bilinmeze doğru yola çıkan Kolomb, 29 Ekim'de adaya ulaştığında, aslında Hindistan'a vardığını sanmıştı. Bir sene içinde, İspanya'dan 17 gemilik ikinci bir sefer yapıldı; 1500 kişilik, asker, misyoner ve işçi topluluğu adaya getirildi. Kolomb bir kaşifti. O işini yapmıştı, ama ya sonrası!..

İspanya Kralı tarafından adaya vali olarak atanan Diego Velásquez, büyük bir askeri güçle, adadaki tek İspanyol yerleşkesi Baracoa'ya çıktı ve Taino yerlileri tarafından karşılandı; kendileri için düzenlenen şenlikten hemen sonra da, bütün köyü katletti. Bu katliamdan kaçan Şef Hatuey ve adamları diğer yerlilerle birleşti. Yerliler, 3 ay boyunca, gerilla savaşı vererek, Velásquez'in Baracoa'dan çıkmasını engelledi. Sonunda, bir hain tarafından tuzağa düşürülen Hatuey, diri diri yakılarak öldürüldü. Böylece Küba, 1511'de emperyalizm'e karşı ilk bağımsızlık savaşını, Taíno yerlilerinin lideri Hatuey'in ölümüyle de ilk şehidini

1520 İlk 300 kişilik köle grubu altın madenlerinde çalıştırılmak üzere, Küba'ya getirildi.
1533 İlk köle isyanı oldu.
1557 Batı'nın getirdiği "Uygarlık" sayesinde, yaklaşık 3 Milyon olan yerli nüfusu sadece birkaç bine düşmüş, ve artık Küba'da, 4 yüzyıl sürecek bir İspanyol hegamonyası başlamıştı.
1597 Havana'nın doğusunda, günümüze kadar kalmayı başarabilmiş, Castillo del Morro kalesi inşa edildi.
1607 Havana başkent oldu.
1614 On yıldır yasak olan tütün ekimine yeniden, tek şartla izin verildi; bütün hasat, Seville'e (İspanya) gönderilecekti!
1762 İngiltere - İspanya savaşı sırasında, Havana İngilizler tarafından işgal edildi. Bir sene sonra, Florida karşılığında İspanyollarla takas edildi.
1774 Yaşayan 172.620 kişiden 96.460'ı beyaz, 31.847'si özgür, 44.333'ü köle olan zencilerdi.

Bağımsızlık Mücadelesi...

1784 İspanyol vali, İspanya dışındaki ülkelerle ticaret yapılmasını yasakladı.
1789 İspanya kralı bir yasa çıkarttı; köleler yılda 270 gün çalışacak, sahipleri onları doyurup, giydirecek ve iyi birer Katolik olmaları için gerekeni yapacaktı. Bunun karşılığında köleler de, sahiplerinin "sözünü dinleyecek ve saygı gösterecekti".
1790 İlk Küba gazetesi çıktı. Satıştan elde edilen kâr, bir okula bağışlandı.
1791-1805 arasında, Haiti'de çıkan büyük köle isyanı bütün adayı sardı; İspanyolları ve Fransızları adadan çıkartan köleler, Napoleon'un gönderdiği 43.000 askerin 8.000'ini esir alarak Haiti Zenci Cumhuriyetini kurdu. Haiti'de bunlar olurken, 1795'de, Nicolás Morales öncülüğünde, Küba'da da, Bayamo'da başlayan isyan, adanın doğusuna yayıldı. İspanyolların şiddet yoluyla bastırdığı bu isyanı önemli kılan özellik, beyazların ve zencilerin, ilk defa birarada, Haiti benzeri bir ayaklanma başlatmış ve "eşitlik" istemiş olmalarıydı.
1811 Simón Bolívar, Venezuella'nın, İspanya'dan bağımsızlığını aldığını açıkladı.
1812 José Antonio Aponte'nin Küba'da başlattığı bağımsızlık isyanı, arkadaşlarıyla beraber idam edilmesiyle sonuçlandı.
1821 - 1831 arasında Peru, Nikaragua, Honduras, Costa Rica, Guatemala ve El Salvador bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yine bu tarihlerde, Afrika'ya yapılan yaklaşık 300 seferle, 60.000 köle adaya getirildi. 1824'de, Peru'unun, son İspanyol'ları ülkeden çıkarmasından sonra, Amerika anakıtasında, sadece 2 ülkede İspanyol kontrolü kalmıştı: Küba ve Porto Riko. ABD Başkan yardımcısı John Quincy Adams Kuba ve Porto Riko'nun, Amerika'nın doğal uzantısı olduklarını açıkladı.
1825 Meksika ve Venezuella, Küba'nın bağımsızlığı için destek vermek istedi fakat, Amerika ve destekçisi İngiltere tarafından engellendi; Henry Clay, Küba'nın, gelecekte Amerika'nın bir parçası olacağını düşünüyordu.
1830 İspanya bütün vergileri kendi lehine arttırdı, "Creole"lerin ve Küba doğumluların, kendilerini temsil haklarını ellerinden aldı.
1848 ABD başkanı Polk, Küba'yı satın almak için, İspanya'ya 100 Milyon Amerikan Doları önerdi, fakat teklifi reddedildi.
1851 Narciso López, 2 yıl boyunca sürdürdüğü, Amerika ve zengin Küba'lıların desteklediği "Küba'yı Amerika'yla birleştirme" savaşının sonunda, Havana'da asıldı.
1854 ABD başkanı Franklin Pierce 130 Milyon Dolarlık 2. teklifini yaptı ve reddedildi. Bazı çiftlik sahipleri Havana'daki Amerikan temsilciliğinde, Amerika'nın Küba'ya asker göndermesi konusunda çalışmalar yaptılar.




1866 Jose Marti Küba'lıları, "Efendi değiştirmek, özgür olmak demek değildir" diyerek uyardı.






1868- 1900 Diğer Latin ülkelerindeki devrimlerden esinlenerek ortaya çıkan hareket, Mambises olarak adlandırılan Küba Gerillalarınca başlatıldı. El Cristo ve El Cobre savaşlarından önce, Antonio Maceo liderliğindeki 10 yıl savaşlarında, İspanyollar yenilgiye uğratıldı. Bu savaşta ABD Küba'lı gerillaların yanında yer aldı; silah ve parayla destekledi. Fakat her defasında, bu savaşta bulunma stratejisini, Küba'nın bağımsızlığını desteklemek için değil, İspanyol sömürgesinden kurtulacak Küba'yı, bayrağına yeni bir yıldız olarak ekleyebileceği bir eyalet yapmak için geliştirdi.

Küba'nın dış ticaretinin %90'ı ABD'ye, %10'u İspanya'yaydı artık. En büyük trajedi de, tek mahsullü ve tek alıcılı ekonominin, daha o yıllarda şekillenmiş oluşuydu. Küba'nın üzerinde, etkisi giderek azalan İspanyol baskısının yanısıra, giderek artan bir Amerikan gölgesi vardı. 1881'de, ABD Dışişleri Bakanı James G. Blaine "Birgün orta ve güney Amerika, ABD'ye dahil olacak" dedi. Amerika'nın bu vizyonu, zaten Küba'nın bağımsızlık isteğiyle birgün, mutlaka çatışacaktı. Nitekim, Hawaii'nin ABD'ye geçişi, Küba için bir örnek oluşturuyordu. 1895'de başlayan "Bağımsızlık Savaşı"nda, Jose Marti özellikle şu fikri savundu: "Bağımsızlık savaşında, dışarıdan alınacak her türlü yardım, ekonomik ve politik olarak, ileride kurulacak bir ülkenin tam bağımsız olmasına engeldir". 1898'e gelindiğinde, Marti ve Maceo savaş alanında ölmüşlerdi. ABD, gelişen Deniz Kuvvetleri'ne "doğal" bir liman oluşturmak, karasularını korumak ve Küba'nın bağımsızlığını "kontrol etmek" için, 10 Haziran 1898'de, ünlü Guantánamo körfezine çıktı; Castro'nun dediği gibi "Küba'nın bağrına saplanmış bir hançer" olarak bölgedeki yerleşikliğini, günümüzde bile koruyor. 1 Ocak 1899'da, İspanyol-Küba-Amerika savaşı sona erdiğinde iş başına getirilen askeri hükümetin ilk işi, Havana'daki İspanyol bayrağını indirip, yerine ABD bayrağını çekmek oldu. Küba'da, 1959 devrimine kadar sürecek ABD hegamonyası resmen başlamıştı.

Arkası yarın...

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Fotoğraflar: Serpil Yıldız

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.101 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Anlayamadım

Anlayamadım,
Dost sarıp sevdiklerimi,
Tanıyamadım,
Sohbetimi paylaştıklarımı,
Göremedim, Dertlerini saçıp yakındıklarımı,
Hissedemedim,
Candan yakınlıklarını,
Anlatamadım,
Sohbetimin tatlı nevalelerini,
Sindiremedim,
Aşırı agresif tepkilerini..
Kabahatim özrümden koca geldi,
Bilemedim nerde kusur işlediğimi..
Yargısızca mahküm edildim,
Sorgu hakikimim dostumdu.....
Hakka değil,
Aleniyete teslim edildim..
Savunmasız, kimsesiz değildim..
Hayalmi...Gerçekmi....
Anlayamadım...
Acımasızca bir dost kalemiyle,
TECRİT edildim...

Osman Taplamacı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Bu Çinlilerden herşey beklenir, baksanıza şimdi de uçuyorlar!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=285
...Eskişehir'in Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde 1208 yılında doğdu, 1284 yılında Akşehir'de öldü Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun'dur. Önce Sivrihisar'da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş...

http://www.yerelsecim.com/
Yerel seçimler yaklaştı ve çalışmalar hızla devam ediyor. Neler oluyor yakından takip etmek istiyorsanız, bu web sayfasını inceleyebilirsiniz. Ayrıca geçmiş dönemlerde neler olduğuna dair ayrıntılara da yer verilmiş.

http://literalsystems.com/
Bazı edebiyat eserlerini mp3 formatında bilgisayarınıza indirip, istediğiniz zaman dinlemek istermisiniz? İngilizce olmasına rağmen zevkle dinleyebileceğinize inandığım eserleri arşivinde bulunduran bu web sayfasını bilgilerinize sunuyorum.

http://www.bebek.com/Content/Sponsor.asp?SubCatID=51
...2 erkek kardeş tabii ki bir kız kardeş ister! Sadece 2 çocuk istiyorsanız neden biri kız, diğeri erkek olmasın? Çocuğunuzun cinsiyetini önceden belirleyebilmek artık tamamen bilimsel, doğal ve kolay bir metod ile mümkün... ...Metodun bilimsel olarak yapılan denemeleri sırasında çalışmaya katılan 155 çiftten tam 153'ü istediği cinsten bebeğe kavuşmuş. Bu da %98,7 oranında bir başarı anlamına geliyor...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Etcetera v2.27 [4.9M] W9x/2k/XP FREE
http://www.pkpsoft.com/etc/
Genelde Internet Explorer'ımı abuk programlarla kirletmeyi sevmem ama bu program epeyce işlevsel. Belki böylesi bir eklentiye ihtiyacınız vardır. Etcetera, IE ye yerleşiyor. Hızlı aramalar için büyük arama motorlarına sorgu yolluyor, cevapları düzenli bir şekilde karşınıza getiriyor. Hazır 20 adet en iyi sitesinin yanına sizinde eklenti yapabilmenizi sağlıyor ve kolaylıkla bunlar arasında dolaşmanıza olanak veriyor. Denemenizde fayda var diyorum.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040128.asp
ISSN: 1303-8923
28 Ocak 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri