KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


İYİ BAYRAMLAR
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 435

 6 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Sürprizz!..


Merhabalar,

Sürprizzzz! Evet 9 Şubat'a randevulaşmıştık ama dayanamadım. Böyle uzun tatil beni açmıyor, üçüncü gün elim seğirmeye kulağım çınlamaya başlıyor. Gene öyle oldu geçtim matbaanın başına. Öyleyse yeniden merhaba...

Bu bayram da geldi geçti. Adının hakkını dibine kadar veren bir bayram. Kimilerine göre değişesi bir adı var bu bayramın. Haksız da sayılmazlar. Dini bayramlar arasında olmasaydı adı çoktan değişmişti ama din bu öyle kolay el sürülemiyor, daha doğrusu parmak ucuyla bile dokunmak olmuyor. Mesela dokunabilsem benim de aklıma türlü türlü şeyler geliyor. Örneğin iki bayram arası geçen 2 ay 11 güne takılmış durumdayım. Pekçoğunuz gibi benim için de bayramlar bir günah çıkarma dönemine rastgeliyor. Aylarca aramadığım ya da arayıp bulamadığım büyüklerime ulaşmaya vesile oluyor. Ama n'oluyor? 2 ay içinde 2 kere öptüğün eli 10 ay unutmak zorunda kalıyorsun. 2 ay arayla tatile çıkmak zor geliyor. Birinde çıkıp diğerinde kalsan bu sefer de misafirden kaçmak zor oluyor. Oluyor oğlu oluyor işte. Sırf bu nedenle diyorum ki şu aralığı 6 aya çıkarsalar, hicri yerine miladi takvime geçseler, sabitleseler tatili sabitleseler. Haydi bu konuyu fazla uzatmayayım yoksa...

Son 5 günün bilançosuna bakıldığında insanın nevri dönüyor, isyan edesi geliyor. Geliyor gelmesine de neye kime isyan edeceğini de şaşırıyor insan. Trafikte yitirilen canlar, İstanbul'un göbeğinde çöken evler yetmezmiş gibi Konya'da okumuş(!?) bir müteahhitin yediği herzenin ceremesini çeken yüzü aşkın can damgasını vurdu bu Kurban(??) bayramına. 12 katlı 37 daireli bir apartmanın olduğu yere çökmesine şahit olduk. Kumdan kale yapan hırsıza mı kızsak, çöktükten sonra yaşanan kurtarma karmaşasına mı bilemedik. Bunlar bizim için birer sınav. Depreme hazırlanan yetkililer içinse sırat köprüsü. İşin berbat yanı ise köprüyü geçebilen yok. Hani yarıyola kadar gelseler razıyım. İnanın onlara dayı demeye bile canı gönülden hazırım. Dayıııı....

Bir de şu yıllardır ifrit olduğum araplara değinecektim ama yerim daraldı, ben bu işi sonraya bırakıp sizleri 4 güzel yazıyla başbaşa bırakıyorum. Pırıl pırıl bir haftasonu sizlerin olsun.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Kahvecigillerden : Seda Esen


KURBAĞA

Banyodayım... Göğsümde bir kütle var; cevizden büyük. Ne ara bu kadar büyüdü? Nasıl fark etmedim bu kadar zaman? Demek ağrıların sebebi buydu...
Anneme söylemeliyim... Bornozla bekliyorum...
"Birşey söyliyeceğim ama panik yapma. Sağ göğsümde birşey var."
Rengi kayboldu. Oysa hep aldı yanakları...
"Ağrı yapıyor mu? İzin ver bi bakayım"
Banyoda kendime yaptığım muayenenin aynısını yapıyor.
"Yarın işe gitmiyorsun. Doktor araştırıcağız. Mümkün olursa da hemen yarın doktora gideceğiz."
Sessizce kabul ediyorum...
...

Üzerimi örttü. Gözlerimi açamıyorum. Yine o renksiz yüzü görmekten korkuyorum. Uyuduğumu sandı. Yatağımda, babamla konuşmalarını dinliyorum.
"Acil... Ya tamanını alırlarsa... Ya kötü birşeyse..."
Kesik kesik duyuyorum. Biliyorum kötü hastalık olabilir... Yine de sakinim... Çok sakin...
...

Sabahtan beri telefon trafiği yaşanıyor evde. Bir hastane ve doktor adını daha önce duymadığım. Ertesi güne acil randevu aldı annem...
Ve alper arıyor. Sevgilim neden işe gitmediğimi soruyor.
"Bana bir hafta izin ver. Şimdi hiçbirşey söleyemem."
Sesimden birşeylerin yolunda olmadını anlıyor. Sıkıştırıyor. Ona anlatmadığım için kırgın.
"Hoşçakal" deyip yüzüne kapatıyorum.
Kapattıktan sonra konuşmaya başlıyorum;
"Alper'im olur a ileride biz evlenmeye karar verirsek o zamana kadar yaşayamayabilirim... Olur a evlenirsek ve bi bebeğimiz olursa onu emziremeyebilirim... Ama büyük ihtimal bütün bunlar bir dayanıklılık testi. Daha çok gencim. 30'lardan sonra olurmuş kötü hastalık. Yani boşa telaşlanıyosun hayatım. 1 hafta sonra yanındayım..."
...

Annem akşam sigara içerken yakaladı. Ciddi ciddi kızdı. Zaten tiryaki değilim, sadece stres atmak için... "Ama bırakacağım, söz." Bir daha hiç içmeyeceğim...
Yatıyorum. Çok uykum var, hemen uyuyorum...
...

Sabah annemle doktora gidiyorum...
Temiz bir hastane. Hastaneden çok otele benziyor. Doktorun odasına giriyoruz. Şikayetlerimi soruyor. Anlatıyorum. Muayene edecek, arka tarafa geçiyorum. Paravanın arkasında soyunuyorum.
"Kolunu kaldır... Dik dur... Derin nefes al... Nefesini tut... Bırak..."
Gülümsüyor... Ürperiyorum...

"Büyük ihtimal iyi huylu ama biran önce almamız gerekli."
Masadaki randevu defterine dalıyorum... Acaba hangi gün?
"Dağılmış ve derinde değil. Kolay ve kısa bir operasyon olacak. Parçayı tahlile gönderdikten sonra kesin sonucu alırız. İçinizi ferah tutun."
Annemin rengi tekar yerine geliyor...
Odadan çıkıyoruz. Anestezi için tahliller yapılıyor. Akşam yemeğinden sonra hiçbirşey yiyip içmememi söylüyor biri. Sabah erken ameliyat edilirsem akşama evde uyuyabilirmişim...
...

Eve döndük. Yine Alper arıyor. Anneme uyudu dedirtiyorum...
...

Hemşire yeşil bir pantalon getiriyor.
"Bunu giy ve üzerindeki herşeyi çıkart. Takılar da dahil."
Küpelerim!
"Bunlar altın değil n'olur kalsın"
Alper'in hediyesi...
"Olmaz. Annene ver. 1 saat sonra çıkacaksın, merak etme..."
...

Asansorle aşağı ameliyathaneye indiriyorlar. Doktor geliyor. "Benim güzel hastam nasılmış bakalım?" diyor. Yine öyle tuhaf gülümsüyor. Parmak uçlarım üşüyor. Bir iğne...
"10 dan geriye say."
"10. 9.. 8... 7...... 6........."
...

"Sedaa sedaaa uyan, hadi... Bitti, hadi..."
Duyuyorum ama gözlerim açılmıyor...
"N'olur çabuk uyan... Sedaa..."
Gözlerimi biraz aralayabiliryorum; yine asansördeyim... Hemşire yanımda...
"Aç gözlerini canım"
Açılmıyor... Devamlı sorular soruyor. Soyadım, nerede oturduğum, yaşım, annemin adı... Duyuyorum ama konuşamıyorum... Gözlerimi açık tutamıyorum...
...

Bir el hissediyorum saçlarımda... Annemdir... Göğsümü okşuyor aynı el... Gözlerimi açmaya çalışıyorum... El yüzümde, boynumda, karnımda... Uyan Seda artık uyan! Doktor bana bakıyor...
"Uyandın mı..."
Konuşmaya çalışıyorum... Sadece heceler çıkıyor... Dilim kocaman, dudağım şiş... Alelacele çıkıyor odadan... Gözlerim kapanıyor tekrar...
...

İyice kendime geliyorum. Annem yanımda. Su istiyorum, vermiyor... Anne gidelim buradan... Çıkartın şu serumu yeter... Anne gidelim... Odamı istiyorum... Yatağımı istiyorum...
...

Doktor geldi. Annem elimi tutuyor, annem yanımda... Konuşuyor;
"Yüzükoyun yatmak yok 1 hafta. 2 gün sonra pansumanın değişicek, 1 hafta sonra dikişlerin alınacak. Pansuman için geldiğin zaman sonuçların çıkmış olur. Değerlendiririz."
"Çıkmak istiyorum"
"Serumun bitince çıkabilirsin"
Yüzüne bakamıyorum. Gözlerim annemin ellerine kilitli...
...

Nihayet odamdayım. Annem bana bakıyor... Söyleyecek oluyorum, yutkunuyorum. Ama yutamıyorum boğazımda bir düğüm. Sakinim yine. Çok sakinim... 2 gün sonrayı düşünüyorum. Pansumanı ve sonucu...
Gece uyuyamıyorum yine...
...

Sersem gibiyim. Odamdan çıkmıyorum. Sadece yemeklerde. Annem sonuçlar için telaşlı. Yüzünden okuyabiliyorum. Benim halimi de kötü hastalığa veriyor olmalı...
...

Yine gece oldu yine uyuyamıyorum...
...

Pansumanın değişmesi için hastaneye gidiyoruz. Odanın kapısında hemşireyi görüyorum. Sesi kulaklarımda şimdi daha net "N'olur çabuk uyan"...
"Pansuman için mi geldiniz?"
Evet anlamında başımı sallıyorum.
"Tamam, gel hemen değiştireyim"
Soyunuyorum. Tam bu sırada doktor giriyor içeriye.
"Ooo kimler gelmiş"
Aynı gülümseme yüzünde.
"Ben yaparım" diyor hemşireye.
"Bu benim işim doktor bey! İzin verin ben değiştiriyim"
"Ben hallederim! Çıkabilirsiniz"
Ağır hareketlerle odadan çıkıyor hemşire. Gözleri gözlerimde. Bir işaret bekler gibi... Ben buralardayım der gibi... Sakinim, çok sakin... Tahlil sonuçlarını alana kadar dayanmalıyım. Ya yalan sölerlerse? Ya vermezlerse sonuçlarımı bana?

Yine yarı çıplağım. Yine karşısındayım. Bu defa dik duruyorum sadece.
"Nasılmış bakalım diri memeli hastam?"
Sedyenin kenarını sıkıyor avuçlarım...
"Estetik dikiş attım, çok yakından bakılmadıkça anlaşılmıcak merak etme. Erkek arkadaşın memnun kalıcak" ilk kez bu kadar uzun cümleler kuruyor. İlk kez böylesi korkusuz. Ben neden korkuyorum öyleyse. Buraya kadar! Gözlerine bakıyorum dimdik.
"Bir sorun mu var?"
Yine gülüyor... İğreniyorum...
"Evet var! Ben hatırlıyorum!"
"Ne? neyi?"
"Ayılırken odada olanları. HATIRLIYORUM."
Birden kapıya yöneliyor. Ok yaydan çıktı.
"Kaçma! Bana bak ve bir tek neden söle!"
Çıkıp gidiyor....

Hemen arkasından hemşire geliyor. Sanki kapının önünde beklemiş... O kadar çabuk... Pansumanımı değiştirirken gözgöze geliyoruz. Gözleri ıslak...
"Başhekimin odası nerede?"
Gülümsüyor ağlayarak...

Başhekimin odasındayım... Telefonla konuşuyor. Sessizce bitirmesini bekliyorum. Sakinim.
"Ne vardı?"
Olanları anlatıyorum; kısa ama seri cümlelerle. Sesim nasıl bu kadar titremeden ve düzgün çıkıyor şaşıyorum.
"Bak... İnsanların meme uçları hassastır. Narkozdan çıkıp çıkmadıklarını anlamak için bazen ucu sıkılır."
"Taciz etti diyorum size"
Bağırmaya başlıyorum. Ayaklarımı yere vurarak çocuk gibi tepiniyorum... Beni dinlemiyor... Artık kontrolsüzüm. Nihayet ağlıyorum... Başhekim bir anda dönüyor. Doktoru savunmayı bırakıp beni sakinleştirmeye uğraşıyor...
"Çağırın onu buraya yüzleşmek istiyorum!"
Sonunda telefon ediyor başhekim... Doktorun acil bir işi çıktığı için hastaneden ayrıldığını söylüyor. Koltuğa çöküyorum...
...

Ne çok yorulmuşum...
...

Kuzenim geldi. Tıpta okuyor, ilk senesi. Kara kara düşünüyor 3 gündür evde;

"İnsanları iyileştirmek için tıbba girdim ben. Zavallı bir kurbağayı canlı canlı kesmek bana ne kazandırıcak?"
"Böylesi daha iyi... Bayıltma kurbağayı. Sakın bayıltma..."


Seda Esen
sedaesen@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Ferhat Unsu


Ben Deliyim !

" Bu sabah kapımda hüzünlüydü yüreğim gibi, ama açtım yine de;"

Sokaklar ve arnavut kaldırımları, ayak tabanlarımın dingin vurguları eşliğinde, yorgunluğuna aldırmadan sırtladı yine ağırlığımı. Çok vefakarsınız , hem de çok.

Bugün kış bütün beyazlarını savurmuş sokaklara. Dükkan önlerinde, kaldırımlarda, yeni yeni dolmaya başlayan dolmuş duraklarında, bir acemi telaş almış başını gidiyor.

Neden sonra yüreğimle konuşmaya karar veriyorum. Çok uzun zaman onunla konuşmayalı, hep o söyler ben yazardım, sanırım biraz sohbet etmenin tam vakti, hem belki o cevaplar içimdeki zıt ikilemleri.

...
- Demek benimle konuşmaya karar verdin.
- Evet
- Ama konuşmak beni acıtabilir. Ben acıyınca her hücre baş kaldırır sana.
- Fark etmez, alıştım ben
- Dünyanın boğucu kaosundan kurtulabilmemim bir yolu var mı?
- Evet var. Delilik.... Biraz delilik insanı zorunlu ve istenmeyen sorumluluklarından kurtarabilir.
- Nasıl?
- Yaşam standartlarında yaptığın değişiklikler kimsenin gözüne batmaz o zaman, belli ölçütler içinde ne yaparsan yap deli nasılsa deyip geçerler. Mesela seni odanda yalnız başına nota çalışırken gören biri çoğunlukla bu adam delinin teki der.
- Ne demek bu şimdi ben deli miyim?
- Önce deliliğin ne olduğunu anlayabilmen gerek, sonra cevap verebilirsin. Ama sana; şimdilik odan, masan, kalemin ve enstrümanın için delisin diyebilirim.
- Nasıl?
- Delilik bir alt basamağından çok daha izafi bir kavramdır. Öncelikle toplum standartlarının dışında geliştirdiğin davranışlar dizisinin, toplum bireyleri tarafından yargılanmasına göz yumabilirsen, sana gülünmesini, eğlenilmesini, hatta alay edilmesini bile göze alabilirsen. Bunları umursamadan hayatına devam edebilir ve her yargıdan kendine pay çıkararak yaşamayı öğrenirsen olabilirsin. Ama daha çok şey var öğreneceğin.
- Ne yani deli olmak için eğitim mi almalıyım??? - Hayır eğitim almadan delilik vasıflarına ulaşmış insanlar da var etrafta ancak çok şanslılar.
- Bir dakika ya; farkında mısın delilikten övünülecek bir şey gibi bahsediyoruz.
- Bu sohbet çok karmaşık bir hal alabilir. Deminden beri bahsi geçen bütün konular izafi şeyler. Herkesin tanımlaması farklı olacaktır. Şimdi söylediğin övgü de...
- Ne demek şimdi bu?
- Övünmek insanın öz benliğindeki aynanın hep bir yüzünden bakarak kendisinin doğru yerlerini görmesi ve bunları açığa çıkarmasıdır. Senin sık sık yaptığın gibi.. İçimde sakladığın bir aynan var, onu hep özenle saklıyorsun, oysa o aynanın bir de arkası var. Oraya bakmak pek işine gelmiyor sanırım.
- Ne varmış öteki yüzünde?
- Bir kaçını sıralamaya çalışayım.
- Mesela demin caddeden geçerken omuz silkerek düşünmediğin yüzlerce insan var. Kaygıları kaygın olmalı..
- Dünyanın herhangi bir yerinde açlıktan ölen ya da üzerine yağan bombalar eşliğinde annesine sığınan çocuk resimleri var. Acıları acın olmalı.
- Köşe başında çantasına takıldığın hayat kadınının asıl amacının evde aç bekleyen iki bebeğine yemek yetiştirmeye çalışmak olduğunun resmi var. Zorlukları zorluğun olmalı.
- Hele hele en başta çok işim var yarın veya öbür gün olsa daha iyi olur diye, ertelediğin dostların var. Oysa onlar sana o an ihtiyaç duydukları için yanlarında görmek istemişlerdi. Yürekleri yüreğinle olmalı.
- Ya sus bir dakika. Çok bunaldım....
- Fark burada işte.. Önce içindeki aynayı kırmalısın, hemen sonra dostlarını aramalı ve onları kucaklamalısın, insanları sadece gördüğün dış yüzleriyle sınıflandırmamalı, bir kitabın kapağına bakarak karar veremediğin gibi insanları da kapaklarının ardına sızarak okumaya çalışmalısın. Olan biten onca olumsuz koşturmacanın sebeplerini birey olarak araştırmalı ve elden geldiğince yok etmeye çalışmalısın, benliğinden uzaklaşarak dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar insanlara yardım etmeye çalışmalısın ve asla "ama ben ne yapabilirim ki" kandırmacalarına kanmamalısın. Kırdığın aynanın kendisini her an yeniden ve daha güçlü olarak meydana getirebileceğini unutmamalısın. Onunla mücadele etmelisin. Sonra emin olabilirsin.
- Neyden emin olabilirim?
- Ruh sağlığında rahatsızlıkları olmasa da aslında her insanın içinde deliliğin olduğuna. Çoğunlukla kabullenilmez ama, delilik tanımını hep tek boyutlu olarak düşünebildikleri için kabullenemezler.
- Biliyor musun? Çok yoruldum.
- O süslü ayna beni ve dolayısıyla seni çok yoruyor. Ne dersin kırabilecek misin??
- Deneyeceğim...
- Aslında ilk denemeyi yaptın bile. Sen kendinle konuşuyorsun şu anda. Ben senin içinden bir parçayım.
- Ama bazen hiç söz dinlemiyor ve mantıkla çelişiyorsun?
- Aslında mantıkla çelişmek istemiyorum ama benim hakim olamadığım psikomotor davranışlarım var. Duygular harekete geçtiğinde bunu yapmak zorundayım. Mesela eğer ben bu başkaldırıyı yapmasam nasıl sanatla uğraşabilirsin ki? Mantığın tek düze yönlendirir seni. Tıpkı balkonları ve camları olmayan, temelden itibaren kutu gibi yükselmiş bir bina gibi. Yaptığın şey yaşanacak bir mekan değil, bir anda hapishane oluverir. Ben duyguların merkeziyim ve unutma duygular biraz acı dahi olsa insanın en kıymetli süsüdür. Ama duyguyu sen şekillendirirsin, bunun sınırını çok iyi çizebilmelisin. Yoksa balkon yapayım derken, sadece balkonlardan oluşan bir bina da inşa edebilirsin...
- Peki sınır neresi?
- Sınır; şu an benimle konuşan mantığın ve onunla aramızdaki savaşın sonucunda, her iki tarafında çok fazla yara almadan sona doğru gitmesidir.
- Haklısın...
- Bitti mi ..?
- Evet
- Peki ya aşk. Aşk'ı konuşmayacak mısın benimle?
- Hayır o zaman çok acımasız oluyorsun....
- ....
- Dizlerim bana meydan okuyor artık. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Sanırım dinlenecek bir yer bulsam çok iyi olacak. Hatta sanırım eve gitmeliyim.

Yol boyunca çok ta ayrıntılara takılmadım artık. Önüme çıkan küçük taş parçasıyla konuşarak ayağımın ucunda eve kadar götürdüm. Karların altında bazen kaybolsa da üşenmeden bulup çıkardım. Onu başka bir taşla aldatmadım. Hiçbir şaşkın bakışa aldırmadım. Mırıldanmalar duydum ara ara, DELİ GALİBA !! Gülümseyiverdim insanlara. Ben deliyim dedim içimdeki benlik aynama. Sonra W. SHAKESPEARE'den şu dize takılıverdi aklıma.

"Bazen;
Yıldızları süpürürsün farkında olmadan
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın
Uçar gider, koşsan da tutamazsın."


Ferhat Unsu

Yukarı

 Rengarenk: Tuba Çiçek


BU YAZIYI OKUMAYANI TARİH AFFETMEZ !

Bugün birşey arıyordunuz değil mi? Ne aradığınızı bilmeden...

Belki canınız sıkılıyordu. Birileri güzel bir espiri yapsa da buhranım dağılsa diyordunuz. Ya da yaşantınız anlamsızlaşmıştı, hiçbir şeyden zevk almıyordunuz. Ve hayatınıza heyecan katacak 'sihirli bir cümle' arıyordunuz. Ya da bugüne kadar hiç duymadığınız ve size 'küçük dilinizi yutturacak' bir anekdot belki..

Tamam işte doğru yerdesiniz! O aradığınız şeylerin tamamını burada bulacaksınız. Yalnız aradığınız şey hayatınızın kadınıysa, o ben değilim bilesiniz. Hemen bu köşeyi terk edin. Çok ciddiyim!

Neyse, neyse vazgeçtim gitmeyin... Hayatınızın kadınını bulamasanız da, onu bulmak için ne yapmanız gerektiğini bu yazıda bulabilirsiniz. Hem neme lazım, belki sizlerden biri benim hayatımın erkeğidir. Ayak üstü kısmetimizi tepmeyelim şimdi değil mi? Hey sen! Hayatımın erkeği, eğer oradaysan bana hemen e.mail at. Hemen ama.. hemen..

Beşinci paragrafa geldik ama hala aradığınız şeyi bulamadınız değil mi? Acele etmeyin.. Sabırlı olun biraz.. "Ah haaa, işte buldum seni" diyeceğiniz satırlar yakındır. Siz okumaya devam edin, uslu uslu..

Eğer ne aradığınızı bilen profesyonel bir araştırmacı olsaydınız, aklıbaşında bir kelime için internette arama yapar ve şu anda bilimsel bir sayfayı okuyor olurdunuz. Belli ki amatörsünüz arama konusunda. Daha ne aradığınızı bile bilmiyorsunuz. Aksi halde bunlar başınıza gelmez, bu yazıyı okuyor olmazdınız. Ancak o zaman da, böylesine 'keyifli' bir yazıyı okuma şansınız olmazdı. Ne büyük kayıp olurdu düşünebiliyor musunuz?

* * *

Bilimin, sanatın ya da sporun amatörleri ve profesyonelleri olduğu gibi, yaşamın da amatörleri ve profesyonelleri vardır. Nedense, bana amatörler hep daha samimi ve takdir edilesi gelmiştir.

Amatör sanatçılar ya da sporcular aslında yaptıkları işten maddi karşılık almayan, yani para kazanmayan, o işi sadece gönüllü olarak sürdüren 'heves'lilerdir.

Heves... İşte anahtar kelime bu! Bana pek sevimli, pek sempatik gelir bu kelime. Heyecanlı ve dinamiktir.. Hedefi, hırsı, beklentisi ve art niyeti yoktur çünkü.. Yaşamsal kaygılardan, maddi çıkarlardan uzaktır.. Bireysel bir arzudan doğmuştur. Durup dururken.. öylesine!

Özgürdür heves.. İnatçıdır.. Çocukçadır.. Arzuludur.. Limitleri ve kuralları yoktur..

Hani küçümsemek ya da aşağılamak amacıyla "çocukça bir hevesti.." derler ya; yanlış bir kurgudur bence bu. Heves denilen şey, çok ciddiye alınmalıdır. Her başarılı işin arkasında 'heves' vardır.

Profesyonellerin kuralları vardır. Akademik tanımlar içinde sıkışmışlardır. Kriterleri, genel kabullerle uyumludur ve aslında sıradandır.. Temiz nota basmalı, bilimsel verilere uymalı, ses tonunu ayarlamalı, düzgün cümleler kurmalıdırlar..

Oysa yaşamın hazzı, parantez içlerinde gizlidir; adam gibi kurulmuş cümlelerde değil. Anlatılan hikayenin akışına asilik yapan, cümleye sığmayan ve parantez içine alınarak dizginlenen muzip kelimelerde.. Ayrıntılarda yani.. Devrik cümleli iç konuşmalarda.. Yazılsa mı, yazılmasa mı diye çelişkiye düşülen, riskli kelimelerde.

Amatörlerse doğaçlama yaşarlar hayatı.. Teoremlere, akımlara, ders kitaplarına, tanımlara bağlı kalmazlar. Her keşfe açıktır duruşları. Öğrenmeye ve öğrendiklerini unutup unutup en baştan başlamaya heveslidirler çünkü...

Profesyoneller fazla bilgiden, amatörlerse bilgisizlikten şaşırmışlardır.

Amatör şaşkınlık, heyecan ile bertaraf edilebilir. Ancak profesyonel şaşkınlık yıkıcıdır.

Üstelik, fazla bilginin mutluluk getirdiği kanıtlanmış mıdır? Bana sorarsanız aksi bile söylenebilir. Ne kadar çok bilgi, o kadar çok endişe.. Ne kadar çok bilgi, o kadar çok iç hesaplaşma.. Ne kadar çok bilgi, o kadar çok yalnızllık...

Mesela ayaklı ansiklopedi gibi bir dostum var, benden daha mutlu olduğunu sanmıyorum.. Hatta zaman zaman, onca olumsuzluğa rağmen nasıl böyle pozitif olabildiğime şaşırdığını da biliyorum. O halde tembellik etmenin ve bir şeyleri 'az bilmenin' bir sakıncası yoktur.. Önünde sonunda gidilen yer aynıdır: hiçlik... Tıpkı mal, mülk, para gibi; ansiklopediler dolusu bilgi de kefenin cebine sığmayacaktır.

Biliyorum gene akademisyenlerin, entellektüellerin, idealistlerin damarına basıyorum. "Eyvahlar olsun, cahilliği salık veren bir yazar.. Nasıl yani?" diye dehşetle gözlerinizi patlattığınızı görür gibiyim.

Hiç öyle şaşırmayın. Elbette cahilliği alkışlamıyorum. İki dakika soluklanın, hızınızı kesin, gevşeyin diyorum. Yaşamınızın parantez içlerindeki ironilere kulak verin. Bırakın arada bir devrilsin cümleleriniz. Düzgün cümleler kurmaya uğraşarak tüketmeyin hayatınızı.

Evet, amatörce yaşanmalı hayat.. Heveslendikçe öğrenmeli, birileri istiyor diye değil. Birilerine hava atmak içi değil.. Bir yerlere varmak için değil.. Mutlu olmak için yaşanmalı. Hevesle yani.. Gönlünce.. Kasmadan.. Kasılmadan.. O kadar!

* * *

Eeee, aradığınız şeyi bulabildiniz mi bari? Yoksa bulamadınız mı hala?

Eh bu satıra kadar bulamadıysanız, size ben bile yardım edemem artık. Yani bu yaşınıza gelmişsiniz, hala aradığınız şeyi nerede aramanız gerektiğini bilmiyorsunuz. Üstelik de benim gibi bir 'ayrıksı otundan' medet umuyorsunuz...

Hem ne aranıp duruyorsunuz kuzum Allah aşkına?

Hay Allah, boşu boşuna okudunuz onca kelimeyi de. Aradığınız herhangi birşeyi bulamadığınız gibi, bir de küstah bir yazara malzeme oldunuz değil mi?

Nasıl kandırdım sizi ama..!

Tuba ÇİÇEK
tuba@kahveciyiz.biz

Yukarı

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Küba'dan İzlenimler - 6

"Hasta La Victoria Siempre"

Ertesi sabah iki sürprizle uyandık. Odalarda cam olmadığı için, minik bir kurbağa yolunu şaşırmış, sabah sabah, bizden önce duşa girmişti! Diğer süpriz, sabah kahvaltısındaydı; fiyata dahil olmamasına rağmen, Hilda'nın, güzel bir misafirperverlik yaparak, bize ikram ettiği meyvelerdi.

Fruita Bomba'yla ilk tanışmamız, böyle oldu. Küba'da, daha önce hiç yemediğimiz, ilginç tropik meyveleri tattık ama, en çok bunu beğendik; kavun'a benzer bir tadı var, rakıyla da denemek lazım! Bu meyveleri kaynağında görmek için, Hilda'dan aldığımız tarifle, bir Pazar yerine gittik. Havana'da, semt pazarları Pazartesi dışında, hep açık.





Basit, tahta tezgahların üzerinde, pirinç, patates, soğan, siyah fasulye, avakado vb. sebzelerle, muz, fruita bomba, portakal, ananas, hindistan cevizi gibi meyveler satılıyor. Pazar çantanızı da götürmeniz gerekiyor. Muzun kilosu 3 Peso, 0,11 Cent, 165.000TL! İlk alışverişimizde aldığımız yeşil muzların, tatlı ve kızartma işlerinde kullanıldığını, ama bunların, bir torba içinde 3-4 gün bekletilince, hızla sarılaştığını öğrendik. Hindistan cevizi, kabuğu soyulup, kıyma makinesi benzeri birşeyin içinden geçirilerek, pastaların üzerine serpiştirilen bilindik haline geliyor.



Pazar yerinin hemen yanında, ayrıca karneyle alışveriş yapılan bir bölüm vardı. Devlet, ailelerin temel gıdalarını, %60-70 oranında karşılıyor; ücretsiz olarak! Bunların hemen yanında, pazarın çıkışındaysa bir "Dolar Dükkanı" bulduk. Bu dükkanlar ilginç, şöyle ki; bir çok ithal ya da yerli malı "lüks tüketim", "temel gıda" olmayan ekstra ürünleri burada bulabilirsiniz. Hazır çorba, gazlı içecekler, ketçap, cips, vs. abur cubur. Mesela kola ilginç; çünkü 'Cola Turka' benzeri, kendilerinin ürettiği bir kola var fakat, bunu USD ile satıyor. Bu dükkanlarda alışveriş yapan birçok Kübalı vardı. İthal mallar, Avrupa ya da Güney Amerika kökenli. Örneğin, ithal Pepsi İspanyol, Nestle ürünleri Brezilya gibi. Benim favorim, Küba üretimi Bucanero marka biraydı.

Hazır çorba, kola, ketçap vb. temel gıda olmayan ama, herkesin canının çekebileceği, her insanın ağzının tadını değiştirmek için gerekli mamulleri, ithal etmek yerine içeride üretip, USD ile satınca, ülkenin ihtiyacı olan döviz de dışarıya kaptırılmıyor.

Bugün "Old Havana" ve Catedral Meydanına gidecektik. Pazar yerinden çıkıp ara sokakları kullanarak, Old Havana'ya girdik. Her sokak, her bina ayrı güzel. Fakat Vedado'ya göre daha kirli sayılır. Sokakta misket oynayan çocuklar, evlerinin önünde sohbet edenler, eski bir Amerikan'ın başına toplanmış tamir edenler, evini boyayanlar. Herkes meraklı ve dostça bakıyor. Küçük esnafın olduğu hemen her dükkanda, Che'nin fotoğrafını görmek mümkün. T-shirt'leri, hediyelik bir sürü metası çok yaygın. Yine de Che, turistik ürünlerdeki "romantik bir kahraman" değil; her Kübalı, ülke için yaptıklarını, uğrunda öldüğü ideolojisini ve en önemlisi, Küba'yı ne denli sevdiğini biliyor. Fotoğraf çekmek istediğimiz herhangi bir yerde, Che'nin fotografı da varsa, onunla beraber poz vermekten çok keyif alıyorlar.

CDR (Committees for the Defense of the Revolution); Devrim Koruma Komiteleri'nde, Che ile birlikte diğer devrimcilerin resimleri ve fotoğrafları var. Bu komiteler bütün mahallelerde örgütlenmiş ve birçok işlevi var.




Okulların, hastanelerin önünden geçiyoruz. Evlerin kötü durumuna rağmen, bir sokakta iyi durumda, bakımlı bir bina varsa, bu, ya okul ya da hastane binası. Bunlardan birinde, çevremizi bir anda çocuklar sardı, meğer okulların çıkış saatiymiş. Hepsi tertemiz, ışıl ışıl ve neşeli. Küba'da bir defa bile sokaklarda yatan, çalışan çocuk görmedik. Eğitim tamamen devletin sorumluluğunda, kıyafetlerden, kitaplara kadar herşey ücretsiz karşılanıyor. Sağlık hizmetleri de öyle, ömür boyu ücretsiz, üstelik de çok gelişmiş. Okullarda forma zorunluluğu var. Yaş arttıkça her yerde olduğu gibi, kravatlar gevşiyor, aksesuarlar artıyor.



Soluklanmak için girdiğimiz bir kafede, ilk Mohito'larımızı içtik. Mohito, Küba'nın milli içkisi romdan yapılan bir kokteyl. Ernest Hemingway'in buluşu olduğu söyleniyor. 3 çay kaşığı limon suyu, 2 çay kaşığı toz şeker ve 3-4 tane taze nane yaprağını bir kapta ezerek karıştırıyorsunuz. İyi bir Mohito'yu, fantastik Mohito'dan ayıran işlem bu. Bu karışımı, yaklaşık 40 sn. çok iyi ezmek, nane yağıyla şeker ve limon suyunu çok iyi karıştırmak gerekiyor. Sonra, bardağın 2/3'ü doluncaya kadar üzerine eklenen romla, iyice çalkalanıyor, küp buz ve gazı kaçmamış soda ekleniyor. Kalan bölüm, taze naneyle süslenip, üzerine de ince kesilmiş bir dilim limon ekleniyor. İşte size harika bir Mohito reçetesi! Şunu da unutmamak gerekir ki, Mohito ne kadar soğuk olursa o kadar iyi bir içecek.

Hemen hemen bütün kafe ve lokantalarda rastladığımız, iki ortak özellik vardı; masalarda kül tablası yok, sigaranızı rahatça yere atarak söndürebilirsiniz; ayrıca kağıt peçete sayıyla veriliyor, dikkatli kullanmakta yarar var.

Catedral Meydanı ayrı bir alem. Buradaki hediyelik eşya dükkanlarında her çeşit, her keseye uygun hediyelik bulmak mümkün. Orijinal resimler ve ağaç oymaları hariç, genellikle 1-3 USD arasında değişiyor. Resimler arasında, kendini çok tekrar eden parçalar da var. Meydandaki kafede canlı müzik yapılıyor, ara verdiklerinde CD'lerini satmak üzere, seyircilerin arasında dolaşıyorlar.

Haritamızın yardımıyla Devrim Müzesini, kolayca bulduk. Batista zamanında, Başkanlık Sarayı olarak kullanılan bina, devrimden sonra, tüm Küba tarihini anlatan bir müzeye dönüştürülmüş. Açık olduğu saatleri öğrendik ve ertesi gün gezimize buradan başlamak üzere, ayrıldık. Bir Peso'ya satılan dondurmalara yolda rastlandığı zaman, kaçırılmaması gerekiyor. Makine dondurması ama, yine de çok lezzetli. Yolda birşeyler satmaya çalışan, genellikle yaşlı insanlar var. Bu kişiler en çok, 3 Peso'luk Che hatıra paraları satıyorlardı.

Akşam olmaya başladığında, yorgunluktan ayaklarımızı sürüyerek, Malecon'dan deniz kıyısı boyunca, Casa'mıza döndük.

Ertesi güne Devrim Müzesi'yle başlamıştık. Çevre ve iç mekanlar çok başarılı düzenlenmişti, Kolomb'un adaya çıkışından günümüze, bütün Küba hakkında bir çok bilgi ve belge vardı. Ama ne yazık ki, AC çalışmıyordu ve çok sıcaktı. Özel bir odada, Bolivya hükümeti tarafından düzenlenen Che köşesinde, öldürülmeden önceki son fotoğrafı, silahları, özel eşyaları sergileniyordu. 2. katda, Domuzlar Körfezi ve Füze Krizi'ne ait özel bölümlerde, hiçbir yerde görmediğimiz çok özel fotoğraflar ve belgeler vardı. Bir fotoğraf karesinin, birçok yazılı belgeden daha fazla bilgi içerebileceğini ve akılda kalacağını, bir kez daha görüyorduk. Ülkenin nereden nereye geldiği ve nereye gittiği rakamlarla anlatılıyordu: 1992'ye kadar süren USSR destekli kalkınma planları... Bu dönemde Küba'ya yapılan sübvansiyon, yıllık yaklaşık 7 Milyar USD. Türkiye'nin 1/7'si olduğu düşünülürse, inanılmaz bir mali yardım alıyormuş. 1992'de Sovyetler yıkıldıktan sonra, katı Amerikan ambargosu altındaki ülke, çok zor durumda kalmış. Bundan sonraki dönem, "Special Period" olarak adlandırılıyor. Ülkenin yeniden kalkınması için seçilen yol, Turizm ve Biyoteknoloji. Bütün yatırımlar, politikalar bu hedeflere göre düzenlenmiş.


Müze'den çıktığımızda neredeyse akşam üzeriydi. Okyanusta güneş nasıl batıyor, merak ediyorduk ve izlemenin en güzel yeri tabii ki, Malecon'du. Yol üzerinde Küba'nın bir başka gerçeğini yaşadık, Jiniteras; yani para karşılığı sex yapan kızlar. Aslında bu sadece Küba'nın değil, tüm dünyanın gerçeği; ama, Küba sanki seks turizminin merkeziymiş gibi, çok yaygın bir izlenim var her yerde... Salt bu amaçla gelenler var vs. vs. Yanlış! Küba'da Go-Go barları, xxx film gösterilen yerler, strip barlar, Red Light'lar yok. Bunları arayanlar Kuzey Amerika, Avrupa ya da Tayland'a giderek, hükümetlerin onlar için hazırladığı imkanlardan yararlanabilir, ama Küba yanlış adres.


Akşam saatlerinde Malecon'da balık tutanlar, rom veya birasıyla dinlenenler yerlerini almıştı. Bir süre onları, gelip geçenleri izledik... Bir Peso'ya bir avuç kavrulmuş fıstık satıyorlardı, onlardan tattık. Küba'da, bulutlar sanki dik yükseliyor. Bunu açıklamak zor tabii ama, iklim ve hava akımlarıyla ilgili olabilir. Güneş yavaşça o bulutların arasından okyanusta sulara gömülürken, bir yandan da büyüyor ve kocaman, kavun içi bir top haline geliyor.


Gözden kaybolduğunda bile, bulutlarda bıraktığı konturlarla, "Gidiyorum ama yarın yine geleceğim" der gibi .

Ertesi sabah, son kalan Anne Kurabiyeleri ve meyvelerden oluşan kahvaltımızdan sonra, kendimizi Havana sokaklarına attık. Hotel National'a yeniden giderek, oradaki toprak altındaki dehlizleri, Füze Krizi sırasındaki belgeleri ve fotoğrafları içeren küçük müzeyi gezecek, otel içindeki tur şirketlerini ziyaret ederek, Santiago ve diğer şehirler hakkında bilgi alacaktık. Cubatur, Havana Tur en bilinen tur şirketleriydi. Otel'in girişinde hepsi birer masa atmış, müşteri bekliyorlardı, birine yanaştık ve bilgilendik.

Küba uçak biletimizi alırken, sanki sihirli bir el dokunmuş, uygun fiyata bileti almıştık. Havana'daki Casa'mızı da böyle bulmuştuk. Cubatur'daki kadına da Santiago'da önereceği bir Casa olur mu diye sorduk, meğer Santiago'luymuş! Bize, bir arkadaşının telefon ve adresini verdi.


Bu iyi haberle, Otel'in bahçesindeki yer altı dehlizlerine gittik. Burası, Domuzlar Körfezi, Füze Krizi olaylarında Havana'nın savunması için inşa edilmiş. Şu anda ufak bir müze var, kriz zamanındaki tarihi fotoğrafları görmek mümkün. Müzede, Küba gezimiz boyunca bizi en çok etkileyen ve aklımızdan hiç çıkmayan Juan Breiso Vidal, yani Juan Amcayla tanıştık.

Juan Amca, 1931 Havana doğumlu, ailesi İspanyol. Devrimden önce Havana Libre (eski Hilton) ve Hotel National'de çalışmış. Güzel İngilizcesi ta oralardan geliyor. O artık emekli ama, belki zorunluluktan, belki de boş oturmamak için, gönüllü olarak haftada iki gün, bu minik müzenin sorumluluğunu üstlenmiş. Batista'dan başlayarak bütün tarihi, o günleri, günümüze kadar yaşamış ve hepsini değerlendirebilecek biri. Che'nin, Havana Libre'de katıldığı satranç turnuvalarından, 1982-1992 arasındaki USSR güdümlü füzeli günlerden günümüze kadar, anılarını anlattı, paylaştı ve sorularımızı, sabırla cevapladı.



O anlattıkça hüzünleniyorduk. Yaşlıydı; gülümseyen gözlerindeki hüzünden, biz de çok etkileniyorduk. Küba'nın ve Dünya'nın geleceğini sorduk; ne düşünüyordu acaba, nasıl ve nerede görüyordu Küba'yı. Buna "Genç nesillerinin karar vereceğini, yeni dünya düzeninden etkilendiklerini ama geçmişlerini unutmayacaklarını" söyledi; onlara güvenmek ister gibiydi. Uluslar kendi geleceklerine kendileri karar veriler ama bunun gerici ve karanlık değil, ilerici olması gerekir; o da bunun korunmasını istiyordu sadece.



Günün geri kalanını, Vedado'yu keşfederek geçirecektik. Sahilden yürürken, 2-3 m arayla askerlerin koruduğu bir binaya doğru yaklaşıyorduk. Şu ana kadar alışık olmadığımız bir görüntüydü bu. Koruma sınırına yaklaştığımızda, ileri geçmemize izin verilmedi ve geniş bir yay çizerek çevrelerinden dolaştık. Sonradan öğrendiğimize göre, burası "American Office"miş. Bu bina, normal elçilik boyutlarının çok üzerindeydi; en az 15 katlı kocaman bir iş merkezi gibi duruyordu. Amerika'da yaşayan göçmen Küba'lıların, buradaki aileleriyle gidiş gelişlerini organize etmek için kurulmuş bir kurum olduğu söylendi. Bunu duyduğumda aklımdan şunlar geçiyordu:

- Acaba, bu kadar asker Amerika'lıları mı Küba'lılardan, yoksa Küba'lıları mı Amerika'dan korumak için oradaydı!

Küba hükümetinin binanın önüne astığı pano, herşeyi açıklıyordu.

Bay Emperyalist, sizden kesinlikle korkmuyoruz!
"Bay Emperyalist, sizden kesinlikle korkmuyoruz!"

Yürümeye devam ettik. Bir ailenin işlettiği manav benzeri bir dükkanda, soluklandık. Dükkanın önünde taze portakal soyup, satıyorlardı. Yalnız bunları bıçakla değil, dikiş makinesine benzer bir araçla soyuyorlardı. Portakalı makine'ye yerleştiriyor, manivelayı çeviriyor ve Vadaaaaa! İşte soyulmuş portakal.

Vedado'nun iç kesimlerinde ilerledik. Konservatuar binasını ve yanındaki tiyatroyu bulduk. Her ikisi de Koloniyel dönemden kalan, restore edilmiş binalardı. İçlerinde, çalışanların yaptıkları işe çok uygun bir gösteriş vardı. Binanın hemen karşısında bulunan kafeye birşeyler atıştırmak için girdiğimizde, bir ilkle daha karşılaştık. Burası, genellikle konservatuar çalışanlarının ve öğrencilerin gittiği, bir Peso Lokantasıydı. Turistik olmayan, Küba yemeklerinin self servis satıldığı ve Peso'yla harcama yapılan bir yerdi. Özellikle sebze yemekleriyle, ve çeşitli soslarla zenginleştirilmiş pirinç ağırlıklı yemeklerle ilgilendik. Meyve Salataları ve sütlaca benzeyen tatlısı da güzeldi. Tabii asıl süpriz, hesap gelince oldu, yedik içtik gelen hesap 3 USD karşılığı idi. Dolar lokantalarında, böyle bir yemek en az 30 USD. Ayrıca içtiğimiz Mohito'da birçok turistik yerde olandan çok daha lezzetliydi.

Akşam 18:30'da Santiago'ya 12 saatlik bir tren yolculuğu yapacaktık. Bu yüzden Casa'mıza döndük ve Hilda'dan, National'daki bayandan aldığımız telefonu arayarak, Santiago'daki Casa'yla konuşmasını, bizim için fiyat almasını ve rezervasyon yapmasını rica ettik. Santiago'daki ev sahibemiz Dianora, bizi karşılayacaktı. Birbirimizi tanımak için, o kırmızı bir kıyafet giyecek, biz de kırmızı bandanalarımızı takacaktık. Daha da güzeli, Dianora'nın kızı da Camaguey'den trene binecekti. Dönüşte yine burada kalmak üzere, eşyalarımızın bir kısmını Hilda'da bıraktık, o da bize, Dianora'ya iletmek üzere kartvizitlerini verdi. Birbirleriyle müşteri değiştokuşu yapacaklarmış. Coco Taksi'ye atlayıp, istasyonun yolunu tuttuk.

Arkası 9 Şubat'ta...

Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz
Fotoğraflar: Serpil Yıldız

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.101 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


KIRGIN SEVGİLİ

Elif Su AlkanSevişmelerde düşledim seni
Ardından bir gece yarısı
Seine nehrine açılan o kayıkta
Annenin gitme diyen sesi
Uzadıkça uzuyor karanlıkta

Geçmişteki güzel günleri anımsamak
İçindeki ateşi söndürmeye yetmiyor
Esrik dalgalarla boğuşurken yüreğin
Sevdanın bile sözünü etmiyor

Nicedir özlediğin sulara
Kapıldın işte gidiyorsun.
Görüntünden gizleniyorsun
Sırtını dönüp aynalara

Korkar oldun gölgenden
Kendini bile ürkütüyor sesin
Uykularımın düşmanı, kırgın sevgili
Bu şiiri sana yazdım, bilesin...

Elif Su Alkan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


Yolculuk

Uçağın havalanmasını beklerken adamın yanında oturan diğer yolcu adama dönmüş ve;
- Biliyor musunuz, bir yerde okumuştum eger yolculuk esnasında yanınızdaki ile sohbet ederseniz, seyahat süresi daha kısa geliyormuş insana.
Kucağındaki kitabı okumak üzere yeni açmış adam, kitabı yavaşça kapatmış ve adama;
- Hangi konuda sohbet etmek istersiniz?
- Bilmem ki, nükleer enerji konusunda konuşmak ister misiniz?
- Olabilir, bu ilginç bir konu olabilir ancak nükleer enerji konusuna girmeden önce size başka bir soru sorayım. Bir at, bir inek ve bir keçi, üçü de ot yiyerek beslenmelerine rağmen, keçi misket şeklinde, inek sıvı şeklinde, at ise kurutulmuş ot şeklinde dışkılar. Sizce neden?
Sohbet etmek isteyen adam, hayretle bakmış;
- Hiçbir şey aklıma gelmiyor, bilmiyorum.
Kitabını okumak isteyen adam;
- Hiç bir bok hakkında bilgin yoksa ne demeye nükleer enerji konusunda sohbet etmek istedin?
<#><#><#><#><#><#><#>


Konya'lı okumuş müteahhitin vinci!!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.bilgisizler.net/viewtopic.php?t=8903
...Tüm dünyayı kasıp kavuran 'Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü-The Lord of the Rings: The Return of the King' adlı yapımın hatalarla dolu olduğu ortaya çıktı. Filmde, kralın atının kaybolmasından Frodo'nun yüzündeki yaranın yerinin değişmesine kadar birbirinden ilginç 51 film hatası saptandı. İnternette kurulan ve sinema eleştirmenlerinden, sıradan bir izleyiciye kadar herkesin gönderdiği e-maillerin değerlendirmesiyle derlenen 'film hataları' sitesinde bu dev yapımdaki yanlışların listesi yer alıyor. İşte, her gün daha fazla hatanın eklendiği listedeki akıl almaz hataların bazıları...

http://www.haberazzi.com/default.asp
Haberciliğe farklı bir bakış açısı getiren medya kaynağı, "Haberazzi" ...Bayram tatilinin başlamasıyla birlikte trafik kazaları yine artış gösterdi. Yurdun çeşitli yerlerinde meydana gelen kazalarda pek çok vatandaş hayatını kaybetti. İşte canavarın bayram öncesi mesaisi...

http://www.yargitay.gov.tr/
Kimse istemez mahkemelerle uğraşmayı. Yeni gelişmeler hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Ekteki kısayolda Yargıtay ile ilgili tüm bilgilere ve hatta yasal mevzuatlara ulaşabilirsiniz.

http://www.cemalresitrey.com
...Cemal Reşit Rey sarayla yakın ilişkileri olan, son Osmanlı ailelerinden birinin oğluydu. 25 Ekim 1904'te Kudüs'te doğdu. Babası Ahmet Reşit Bey, o dönemde Kudüs'e mutasarrıf olarak atanmıştı. Cemal Reşit'in müziğe yeteneği o yıllarda ortaya çıktı. Diğer çocuklar sokakta oynarken o bulduğu bir akordiyonu çalmaya ve ondan çıkan sesleri taklit etmeye çalışıyordu....

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040206.asp
ISSN: 1303-8923
6 Şubat 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri