|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 436 |
9 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Resimdeki Gözyaşları!.. |
İyi haftalar,
Memleketimi kurtarmaya çalıştığım, anarşist dönemlerimin simgelerinden birini daha yitirdim. O namus belasına can vermeye hazır tamirci çırağımdı benim. Yetmişli yılların resmini çizmeye kalksaydım bir kenarına onu diğer kenarına Barış'ı yerleştirir, ortaya Taksim Meydanını çizer, kıprkırmızı bayrağı sallarken resmederdim kendimi. Hey gidi günler hey... Koca Cem, o koskoca çınar, sırasız bir ölüme teslim oldu. Sabah haberi duyduğumda son hallerini değil, yetmişli yıllardaki o mağrur, demokrasi ve özgürlük aşığını hatırladım. Dimdik, önündeki ayaklı mikrofonu G3 tüfeği gibi kullanan, ayağını her yere vuruşunda beynimi sallayan o uzun saçlı adam var aklımda. 12 Eylül öncesi zamansız terk ettiğinde memleketimi, o çınar yana yatmıştı benim için. 87'de geri dönüp geldiğinde bu sefer de diğer yana yattı. Yalan yok sevemedim o hallerini. Ben onu hep İzmir Atatürk Spor Salonunda binlerce kişiye marş söyleten parkalı adam olarak hatırlıyacağım. Geçmişteki günlerden bir teselli aradığımda hep o resme bakıp belki birkaç damla yaş dökeceğim. Güle güle Cem Karaca... Seni tanıdığım, marşlarına eşlik ettiğim için mutlu ve gururluyum ama zamansız gidişin için çok üzgünüm...
Buyrun kınaları yakın artık. Popstar bitti. 5 aydır bana göre haketmediği eleştirilere maruz kalan bir yarışma, tüm korkuların aksine bitmesi gerektiği gibi bitti işte. 2 tane pırıl pırıl güzel insan kazandı eğlence dünyamız. Geri kalan 11 tane bonus da yanında. Gece fakir yatıp sabah meşhur kalkanların cirit attığı müzik dünyamıza, üçbin kişi arasından seçilmiş, 5 ay sıkı eğitim almış, daha ortada fol yok yumurta yokken en ağır eleştirilere göğüs gerip pişmiş, 2 artı 11 genç insan katıldı. Bundan sevinç duymak gerek. Firdevs kızım galip gelemedi ama demişler ya 'galiptir bu yolda mağlup' diye, işte o hesap. Hele bir de Amerika'ya giderse Abidin'le, görün bakın geriye nasıl dönerler birlikte. İkiydik üç olduk demedikleri sürece de bence bir sorun yok. İksinin de yıldızları parlak yolları açık. Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz evlerimize gençler...
Bugünkü yazılarımız biraz uzunca olduğundan sayıca az oldular. N'apalım gönlüm kesmeye razı olmadı. Bu arada merak edenleriniz mutlaka vardır, Yıldız Falı bölümümüz bir süredir yayınlanmıyor biliyorsunuz. Bunun nedeni sevgili Nurettin'in başının biraz sıkışık olması. Kısa zamanda rahatlayıp aramıza eski tadıyla döneceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Hepinize haftasonu gibi güneşli bir hafta diliyorum. Kalın sağlıcakla...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey |
Meşhur Böğürtlek Mevlüt'ü siz de tanır mısınız efendim?
Tarlabaşı'nda trafiğe takıldılar. Ulan ne bok var şu Beyoğlu'nda anlamam. Her daim insan kaynar. Bu milletin işi gücü yok mudur ? Günün her saati aval aval turist gibi dolaşırlar. Şuna bak, trafik arap saçına dönmüş, diye düşündü. Sıkıntısını ve düşüncesini Mevlüt'ün inek gibi böğüren sesi bozdu .
" Tahsin Abi ne bekliyoruz yahu..
" Hassupanaallahhh... ebenin şeyini bekliyoruz. Görmüyor musun be adam önümüz sıra uzayan trafiği..
Mevlüt en kaba sesiyle bir " haaaa... " çekti. Taksim Meydanı'ndaki trafik ışıklarından sonra yol açıktı. Tahsin köşede bekleyen trafik polisini fark edinceye kadar bastı gaza. Neyse ki ucuz atlattı, Notre Dame de Sion Fransız Okulu karşı sokağından girdi. Hilton Oteli'ni geçiyordu ki, Mevlüt yeniden böğürdü.
" Abi bu otele geldin mi sen hiç ?
" He oğlum geldim. Yengenlen cicim aylarımızı geçirmeye geldiydik fi tarihinde.
" Deme bee usta... (Dalarak) Vay be... Ben de Selvinazımı getirebilir miyim acep bir gün böyle lüküs yerlere...
" Neden olmasın oğlum. Buralarda da hela var. Bakarsın bir temizlik işi falan uydurulur..
Tahsin kendi söylediğine neşelenmiş, sırıttı. Mevlüt bu sözler üzerine ustasına sert sert baktı ama sesini çıkarmadı. Selvinazını bu memlekete getirip elalemin bokunu temizlettirmeyecekti ona. O apartmanlarda yaşayan kodamanların hizmetçisi etmeyecekti onu. Birkaç hafta önce geldiği bu şehre adeta büyülenmişçesine bakıyordu. Ne kadar büyük ve kalabalıktı. Tahsin Usta onu Esenler Garajı'ndan aldığında da, geçtikleri yol üstünde ne varsa tek tek göstermiş, uzun uzun anlatmıştı. Taksim Meydanı'na gelince ağzı bir karış açık kalmıştı. İnek Şaban'ın ve Zeki Alasya-Metin Akpınar filmlerinin geçtiği yerler buralardı demek. Hatta bir keresinde şu anıtın altını kazıyorlardı da altın ararken, aynasızlar gelmiş kaçıp kovalamaca oynamışlardı. Tahsin Usta, bak demişti su Atatürk Kültür Merkezi. Orada güççük güççük melekler varmış, bembeyaz elbiselerinin içinde. Serçe tüyü kadar hafifmişler. O kadar hafifmişler ki her daim parmak uçlarında yürürlermiş. Kendi görmemiş de, bizim yakın köylü Memet Ağa orada bekçilik edermiş, o söylemişmiş. Hemen şuradaki heybetli otel Dı Marmara Oteli'ymiş. Birden bire bütün katlarına bakmayasın, başın döner ha, diye de uyarmıştı Tahsin Usta. Gerçekten de hiç bu kadar yüksek yapı görmemişti hayatında Mevlüt. Bildiği en yüksek yapı, köylerindeki caminin minaresiydi. Ha bir de yüksek dağların zirvesini bilirdi. Oralardan aşağıya, ovaya baktığında, köyler bit gibi bit gibi, kuzular, koyunlar da dağların eteklerine serilmiş yün halılar gibi görünürdü gözüne. Eeee..... amma o başka bu başka. Dağlar Allah yapısı, oysa İstanbul'un bu koca yapılarını gavurdan adamlar yapmışmış, böyle söylediydi usta. Burası da meşhur Beyoğlu'ymuş. Heykelin arka yüzünde, yüzümüz Beyoğlu'na dönük o kalabalığa bakarken, usta şöyle bir elini sallamış " a-ha Mevlut bu gördüğün cadde de boylu boyunca genelev " demişti. Karılar neredeyse anadan üryan geziyordu Beyoğlu denen bu yerde. Saçı başı bizim kınalı koyunlar gibi çeşit çeşit boyalı avratlar, yanlarında yürüyen kavak gibi sırık oğlanlara devrilmiş öyle yürüyorlardı. Hepsinin beti benzi atmış, bunlar et süt yemez mi ola ? Benim Selvinazım montofon inekleri gibi, besili, sağlıklı, etli butlu. Şehir karıları eline su dökemez onun yaaa... Bunlar da bir başka be kardeşim. Şehir avradı. Yeme de yanında yat. Sağolsun köyden gelir gelmez ustam yanına çırak aldı beni de, sayesinde ekmeğini yiyeceğiz. Elbet elimiz para görünce biz de düşeriz bu Beyoğlu denen cennete.
" Daldın lan Mevlüt.
" He usta. Köyümüz aklıma geldi. Fişfiş'in torunu Satılmış buraya gelse düşüp bayılır değil mi usta ?
" Bırak lan o altı parmak hayırsızını. Hala davar mı güdüyor dağlarda ?
" He usta. Bir de deli karı getirdiydi Kevgir köyden. Kader'miş adı. Karı bir gece koynundan kaçmamış mı bu altı parmağın?
" Deme lan. Kime kaçmış ?
" Kendi köyünün imamına kuma gitmiş dediler. İşte o zamandır inmedi dağdan Satılmış.
Konuşmaya öyle bir dalmışlardı ki neredeyse geçip gideceklerdi binanın önünden.
Külüstür pikapı Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nun (CRR) önüne park ettiler. Kapıdaki görevli hemen yanlarına yanaşıp açık pencereden devekuşu gibi ince boynunu içeri uzatıp,
" Yasak hemşerim. Kapı önüne park edemezsiniz ?
- Biz marangoz ustasıyız kardeş. Bir iş için bizi aradılardı da bu adresten.
" Olsun, yine de buraya park edilmez. Hemen ilerdeki İtfaiye binasının önündeki park
yerine bırakabilirsiniz.
- Ama malzemelerimiz var. Oradan buraya...
- Orası beni ilgilendirmez hemşerim, hadi kapının önünü kapatmayın.
Tahsin söylenerek marşa bastı. Söylenilen yere doğru yola koyuldular.
CRR'de hummalı bir çalışma vardı. " Figaro'nun Düğünü " operası için son hazırlıklar yapılıyor, bir yandan teknik ekip son rütuşları tamamlıyor, orkestra orkestra çukurunda son akord ve provalarını yapıyor, oyuncular da antrelerini kolluyorlardı. Teknisyenler, sahne görevlileri, konduvit, sahne amiri... Keyifli bir telaş vardı sahne üzerinde. Salon ışıkları, ışık düzenlemesi yüzünden salonu bir karanlığa boğuyor hemen sonra tonlarca voltluk spotlar aynı anda yanıyor, salon " Mephisto " nun son sahnesindeki gibi bir ışık şölenine dönüşüyordu. Fırtına Kuşları Topluluğu'nun, Hitler zulmünden kurtulmuş tek ve son oyuncusu değil miydi Mephisto ? Binlerce kişilik stadyum da milyonlarca ışığın altında, bir tek seyircisiz, " ışık, daha fazla ışık " diyen bu nazi işbirlikçisi oyuncu. Yarın akşamki gösterinin Alman rejisötü Michael Konner bunları düşünürken bir yandan da sahne üstündeki bu karışıklığın verdiği sıkıntıyla sigara üstüne sigara içiyor, hep o bir şeylerin eksik olduğu hissinden kurtaramıyordu kendisini. Reji asistanı ve çevirmeni olan Berrin Gusseboff yönetmenin ağzından çıkacak her kelime için pürdikkat kesilmişti. Sahne ve salonun aydınlık olduğu bir anda Tahsin Usta ve arkasında Mevlüt, ellerinde malzemeler olduğu halde fütursuzca girdiler seyirci kapısından. Oysa kulis-oyuncu kapısından girmeleri gerekiyordu ve onları ön kapıdan girerken kimse fark etmemişti. Aynı anda salon yine karanlığa büründü. Ağzı açık ayran budalası gibi şaşkın gözlerle bu muhteşem düğün salonuna(!) bakan Mevlüt, elinde malzemelerle yere yuvarlandı. Düştüğü yerde homur homur homurdandı. Salonda mutlak sessizlik isteyen Konner öfkeyle Almanca olarak bağırdı. Ödleri boklarına karışan Tahsin Usta ve Mevlüt ışıkların yanmasını beklemeksizin, birbirlerine söylenerek, elleri ayakları birbirine dolaşarak gerisin geri kaçtılar.
Aradan henüz zaman geçmişti ki, doğru kapıyı bulup sonunda içeri girmeyi başardılar. Çıt çıkarmamaları için de sahne amiri Bulut Bey tarafından sıkı sıkıya uyarıldılar. Merdiveni kurdular. Malzemeleri yığdılar. Tahsin usta basamakları tırmandı ve sahne perdesini içten çevreleyen çürük tahta pervaza ulaştı. Bir gayret uğraştı, uğraştı... Sonunda vidası iyice paslanmış tahtayı yerinden sökmeyi başardı. Ani bir dikkatsizlikle, yerinden kurtulmuş tahta ustanın parmakları arasından sıyrılıp, büyük bir hızla, yukardan aşağı, Mevlüt'ün salak bakışları altında " güm " diye kafasına indi. Neye uğradığını şaşıran Mevlüt ilk şokun ardından, bütün gücüyle ve o meşhur böğürtüsüyle " Yandım anaaaaaaaaam ! " diye bağırdı. Bir anda müthiş bir sessizlik oldu. Hem sahne gerisinde, sahne üstünde ve de salonda. Michael Konner ağzında sigarası kalakaldı. Sonra Almanca bir şeyler söylemeye başladı. Berrin sözleri aynı anda Türkçe'ye çeviriyordu.
" Kim bu sesi çıkaran ? Kim bu ? Çabuk ortaya çıksın ? (Sahneye) Herkes kulise. Baştan alıyoruz. (Daha çok kendi kendine) Çok parlak bir fikrim var...
İşte o parlak fikrin ardından üç-beş ay kadar bir süre geçmişti ki, Mevlüt'ün çavdar tarlasını andırır bön bakışlı ablak suratı İstanbul'un nadide semtlerinin bilbordlarını süsler oldu. Allah'ın her günü televizyon kanallarında boy gösteriyordu. Uzun bacaklı, aklı kıt manken bozuntusu kenar mahalle dilberleri onun yanında görünmek, paparazzilere iki fotoğraf verebilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Önceleri yüzünü buruşturarak içip alışmaya çalıştığı viskiyi şimdilerde şişe şişe deviriyordu. Gece kulüplerinin müdavimi olmuştu. Yanında iki çam yarması olmadan tuvalete bile gitmiyordu. Bütün bunları bir yerlerden öğreniyordu ama özünde yine de köyündeki yavuklusu Selvinazını özleyen Mevlüt'ten başkası değildi...
Michael Konner onun hayatının şansı (-mı) olmuştu bilinmez ama çok şey değiştirdiği gerçekti. Figaronun Düğünü'ndeki son perdeye eklenen " aşığın delirme sahnesi "nin baş kahramanıydı Mevlüt. Aslında olduğu gibi davranan ama Konner'e göre büyük bir oyunculuk yeteneği gösteren Mevlüt bu sahnede deliriyor, aşkına karşılık bulamamış bir zavallının bütün umutsuzluğuyla çırpınıyor, çırpınıyor, inanılmaz acılar ve kulakları tırmalayan o korkunç sesiyle böğürerek yaşamına son veriyordu. Seyirci işte tam da bu noktada katharsise ulaşıyor ve alkışlar dakikalarca susmak bilmiyordu. Oyun müthiş bir başarı kazanmış ve tam üç ay yani Konner ülkesine dönünceye kadar da kapalı gişe oynamıştı. Konner her geceki temsili izliyor, büyük bir yeteneği keşfetmiş olmanın haklı gururunu yaşıyordu...
Üç ay sonra Konner ülkesine döndüğünde, her yabancı yönetmenli piyesin ya da eserin başına gelen şey, Konner'in rejisinin de başına geldi. Temsilden bir şekilde sıyırmayı başaran oyuncular.. Hemen iki provayla yerine yenisi gelen figüranlar... Orkestranın verdiği fireler... Ve bütün ekibin Mevlüt'e artık katlanamıyor olmasının verdiği sıkıntı yardımcı yönetmenin oyuna eklenen son bölümü, yani Mevlüt'ün öldüğü kısmı oyundan çıkarması ve kaçınılmaz bir şekilde temsilin boş salonlara oynamasıyla verilen karar... Temsilin kaldırılması...
Operadaki şans eseri başarı (!), televizyon kanallarının sabun köpüğü ilgisi çok sürmedi Mevlüt'ün yaşamında... Her kapıdan çevrilir oldu Mevlüt. Kaldığı lüks otellerin kapısından dahi giremez oldu. Magazin dünyasının gitmeye alışık olduğu, kendisinin de kısa da olsa bir zamanlar paşalar gibi ağırlandığı bu eğlence yerlerinin kapısından tekme tokat kovdular Mevlüt'ü. Bu şaşaanın içinde İstanbul'daki varı yoğu Tahsin Usta'ya da çoktan sırtını dönmüş olan Mevlüt'e o da açmadı kapısını. Mevlüt cebinde beş parasız İstanbul'un orta yerinde kalakaldı. Bir iki gün kılık kıyafet yerinde bir aşağı bir yukarı gitti geldi Beyoğlu'nu. Üçüncü gün açlık başına vurdu. Tabildot lokantalarının önünde, camlardan içeri tezgahtarlara işaret etti. Aldırış eden olmadı. Gelip geçen kalabalığa önce anlamsız gözlerle baktı. Sonra derin derin. Öfkeyle. Onu tanımayan gözlere, yüzlere duyduğu öfkeyi onların yüzüne kustu. Onu üç-beş aylığına da olsa meşhur eden o korkunç böğürtüsünü yanından geçen insanların kulaklarının taa derinliklerine yolladı. İşte o zaman insanların dönüp onun yüzüne baktığını gördü. Kendini hatırlatmanın, " ben meşhur Mevlüt Tambur'um " demenin tek yoluydu bu.
Sabahları yolunuz düşüyorsa eğer Beyoğlu'na, mutlaka karşılaşırsınız Mevlüt'le. Ya bir simitçiye gazete kupürlerini gösterip bir zamanlar ne kadar ünlü olduğunu anlatıp bir simit kapmanın yollarını arıyordur. Ya da, kaptığı o simitle, ille de arkanızdan ve tam ense kökünüzden yanaşıp kulak dibinize o meşhur böğürtüsünü ve ağzından saçılan susamları yollayıp afallatır sizi. Sonra da gevrek gevrek güler yaptığına. Kendi kendini alkışlar... Gülümsemez de surat ederseniz küfreder... Onun bu haline de genelde ve yalnızca turistler gülümseyerek karşılık verir. O da yüz bulup caddenin başından sonuna kadar takip eder onları. Tabii arada sırada işini unutmayıp, gelen gecenin ense köküne de böğürmeyi ihmal etmeden....
Ben İstanbul'u çok özledim. Gözümde tütüyor memleket. Eğer sabahçısıysanız Beyoğlu'nun mutlaka karşılaşırsanız Mevlüt'le. Bir ricam var sizden. Korkmayın böğürtüsü dışında zararsızdır, kulağına eğilin ve " o seni tanıyor " deyin. Benim için lütfen yapın bunu...
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Aysın Koşan |
VARIMM
Bu yaşa geldim halen daha bırakın çevremi kendimde bile " Normal " olarak adlandırılsada alışamadığım veya tam tersi alıştığımı görünce utandığım pek çok kötü, çirkin ...... olarak adlandırabileceğim şeyler var.
Hadi çevre bir derece de içimde nasıl oldu bu?, Nereye varacak bu işin sonu? Ne yapmak lazımdır derken koyu bir sohbet tutturduk aklım ile ben. Dedim ; Sadece gerekli ve geçerliliği olan bilgilerle donatacaktık kendimizi hani. İyi, güzel parantezinde herşeyi toplayacaktık içimizde. Gözlerimiz doğruyu her nerede olursa olsun tanıyabilsin diye öğrenecektik yanlışı....... yürek her zaman sıcak sesler çıkaracaktı da,.... acı sevginin ardından hissedilecek bir duygu olarak yer edinecek tek kötü şey olacaktı. Oda mazoşistçe değil de kendi isteklerimize ters düştüğü için olduğu unutulmamak kaydıyla. Hep bilecektik o biricik beni ve farklılığımı yine de ayrı tutmayacaktık diğerlerini. Mutlu mesut bir yaşam sürecektim kısaca ömrüm boyunca. Bunun için varolacaktı mutsuzluk, mecburiyetten yoksa... Üstelik bu uğurda gerektiğinde çoğunluğu karşımıza almaktan çekinmedik bir kere bile. Bu mudur yapabildiklerin geçen onca yılların sonunda?
E ama bunların bir kısmını başarabilmişim işte. Yoksa nasıl söylerdin eksiklerini karşımda. Hem herşeyde benim elimde değil ya. Etrafına bir baksana..
Neden olmamış diye sorgulamaya çalıştık mevcudiyeti beğenmeyince. Tabii elimden geldiğince kaçıp gitmesin diye sakin konuştum aklımla. Çoğunlukla suç zamanda, başka insanlarda, mekanda... çıksada kabul edildi az da olsa bir kısmının ondan kaynaklandığı da. Bir ara farkettim ki olaylara yapılan her türlü müdahale, yorum, çıkarımlar, eylemler... tamamen aklımın kumandasında. Oysa o taa bebekliğimden beri ailemin, çevremin, kitapların, televizyonun, bilgi adı altında herne varsa onların etkisi altında.
Eh bu da benim gerçeğim kalesine sığınamayınca baktım olmayacak idareyi ele almalı tez elden bu akıldan kurtulmalı dedim ama.. Olmuyor ki öyle ha deyince. Deneyin isterseniz sizde. Bizi diğer tüm canlılardan ayıran en önemli özellik olmadan hayatla başaçıkabilecekmisiniz bakalım. Yıllar yılı birlikte yaşamışız bu hayatı. Öyle alışmışım ki onun yarattığı dünyada yaşamaya başka türlüsü nasıl olurdu kestirememenin kaygısıyla oturdum saatlerce duvarın karşısında sırf onu susturabilmek amacıyla. Bana saatler gibi gelse de bir yıl kadar olmuş anam söyledi. : Halen daha aklımı bırakıp bilinmezlikler okyanusunda kulaç atamıyorum da kıyısında dolanıyorum sersem sepet yalnızca. Aslında çok arandım en azından bir filika bulmak için. Ne bileyim kayıtsız şartsız güvenebileceğim birşeyler olsa. Din, felsefe... gibi mesela. O bana anlatsa.... Ne iyidir, hangisi gereklidir,.... eğriler, doğrular, olurlar, olmazlar, diyarından bişiyler rahatlardım mutlaka. Gel gelelim güvenemedimki başkalarının akıllarına da. Her ne kadar kendilerini bu yalan mı eğrimi gerçek mi olduğu bilinmeyen dünyadan hayatı anlamak için koparsalarda. Niye?? Demeden edemedim. Bir dost demişti sen pek kibirlisin diye. Acaba herşeyi biliyorum mu sanıyorum ile silmeye çalıştım aklıma gelen düşünceleri. Nedense bu dünyada benim gibi hayal kırıklığına uğramış, normal denilenlere karşı uyum sağlayamamış ya da bunu zaten hiç istememiş kişiler hemenhepsi.. Bu yüzden kopmuşlar alemden çekilmişler tenha köşelere. Akıl sağlıkları için bu gerekli imiş.. Ne çok çaba vermişler bir daha bu aleme gelmemek için üstelik demeden edemedim. Böyle düşününcede kendi aklıma güvenemezken başkasınınkine nasıl bel bağlayabilirim. Hem varoluş nedenimiz olan güç, şey.... artık her ne diyorsanız. Şayet savunulduğu gibi bizleri de izliyor, değerlendiriyor ise... (artık her ne sebeptense ??) buradan birgün bıkmamızı ve hatta nefret etmemizi, burada olmak istememizi görmek için mi girdiler bu zahmete yani. Onların katına ulaşmak için çabalamamızı istemeleri gerçeğine ne kadar inanabilirki insan. O zaman onlarda kibirli olmuyorlar mı ki ? Bu da fazla insani değil mi?
Peki ne olabilir ???....
Bilmem..... Şu alemde beş duyu organımın ve ne yazık ki kurtulamadığım aklımın algılayabildikleriyle yaşamaktan öteye geçemeyecek zamanım korkarım. Kimine göre çok kısa olacak, kimi içinse fazla uzun. Birileri boş bulacak, bazıları özenecek belkide. Şayet bişileri keşfetmezsem yada ne bileyim çok ciddi bir çoğunluğun beğenisini kazanan bir eser meydana getirmezsem unutulacağım ölümümden sonraki en çok iki kuşak içinde. O da torun torba sahibi olursam elbette. Olsa olsa diye cümleye her başladığımda gerisi gelmiyor işte aklım yanımda olmayınca. Yaw bari tadını çıkar diyorum olan bitenin. Bazen bir çınar gibi kök sal hareket etme hiç bırak etrafında olsun olanlar sen seyreyle sadece, bazende bir kurbağa ol hopla zıpla, otur güneşlen nilüferin eteğinde mesela. Aslında ne istersen öyleymiş gibi olabilirsin nasılsa. ( Öyle diyenler çokça bende onların yalancısıyım walla.) Fakat hep iyi olamayacağını da unutma. Kötü denilen şeylerde geçecek aklından yüreğinden. En azından fikren bir tilki gibi süzüleceksin komşunun kümesindeki tavuklar gibi gözüken diğerlerinin fikirlerini boğazlamak için çitten. Kendini böyle gördüğünde yalanlama ya da iyiymiş gibi bahaneler bulma yeter. Unutma ki sadece minicik bir zerresin şu alemde olayı çok abartma an'ını yakala sen.
Her neye inanıyorsak aklımız ne üretiyorsa buna çok korktuklarımızda dahil ( sakınan göze çöp batar mantığında ) gerçekleştirebiliyorsak bu sistemin koşullarında şayet....
O zaman ben bir büyücüyüm, aklımsa kürem ve görülüyor ki güçlerimi nasıl kullanabileceğimi öğrenemedim hala. Ben hala zannedeyim olaylar, olanlar etrafımda. İçimden bir ses diyor ki anlamadın mı daha sensin herşeyin müsebbibi eh artık alsana dümeni. İçimdeki o sesin sahibi ermiş de ben bilememişim kime ne fayda. Bu yetiyi kullanmayı becerene kadar aman aklıma gelen herşey olmasın dilenebilecek tek şey oluyor tabii.
Ne güzel eskiden reankarnasyona inanırdım. İnsanın çokca zamanı var gibi geliyordu böyle olunca. Ama aklım dediki yok olmaktan korktuğun için inanıyorsun aslında. Oysa bedenin tükendiğinde senin sınırlarında kalkmış olacak. Sonsuzluğun tadını çıkarmaya baksana. Bu daha çekici geldi bende daha hoş birşey bulamazsam su olmaya karar verdim bundan sonraki formumda.. : )
Tabii sonuçta bedenlerimizi cisimler dünyasında varoluş amacıyla kullanıyor isek ondan ayrıldığımızda yaşayacaklarımız belirleyecek gerisini .. Nereye mi gidiyor sözlerim. Ben niye varım a geldik usuldan işte. Bu soruyu bir yaprak veya bir sümüklüböcek durup kaç kere sormuştur kendisine sizce. Bu durumda sorması ayrıca komik. Bilselerdi bu bir soru olmazdı ki. Hem onların akılları yok değil mi? : Ne zaman varolmanın dayanılmaz hafifliğini hissetsem ya da tam tersi dertten kederden belim iki büklüm olsa aklıma neden varım, neye yararım, bu dünya ne kadar gerçek.......... gibi sorular gelir zaten. Sonuç?? VARIMMM işte... bilinen tek gerçek bu.
Alın size işi gücü olmayan kiraydı, taksitti, hastalıktı, çocuğun okul masraflarıydı demek zorunda kalmayan kısaca zamanı bol olan bir akılla yaşamak zorunda kalan birinden seçmeler. Ne yapayım şu aklımdan kurtulamadım gitti. ...
Hay aklımla bin yaşayayım emi !!!
: ))
AYSIN aysin@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Turkishdelight Zone : Levent Şenyürek |
GRİ GÜNLER
"5'i silip 2'ye ekleyelim." dedi Hüseyin.
"Başım çok fena ağrıyor," dedim. "Aslında çok başım ağrımaz benim ama..."
"Hadi ya?" dedi "Peki şu ikinci kısma ne yazalım?"
Saate baktım. Altıya on vardı.
"Saat altı oldu," dedim, "Ben gidiyorum."
"Nasıl yani? Yetiştiremeyiz."
"Başım ağrıyor abi. Bugün gidip dinleneyim. Yarın fabrikada kalırım."
Üstelemedi. Şefe benden daha çalışkan olduğunu gösterebilir böylece. Almanya'daki eğitimlere gönderilmek için can attığını biliyorum. İşte fırsat.
Bizim patron bu sene Avrupa'lı bir firma ile ortaklık kurdu. Türkiye'de işçilik ucuz olduğu için ürün fiyatlarımız Avrupalı'lara cazip geliyor. Aslında bir ara dolar düşer gibi olmuştu. O zaman adamlar anlaşmayı feshedeceklerdi ki merkez bankası imdadımıza yetişti. Büyük miktarda Dolar alımı yaparak Türk lirasının değerinin düşmesini sağladı. Böylece anlaşmayı gerçekleştirebildik.
Önümüzdeki yıl fabrikanın üretiminin iki katına çıkması hedefleniyor. Bu, 200 bin ton mukavva üretmek demek. Ancak fabrikadaki motorların dönüş hızları yetersiz. Zaten hepsi en az dokuz-on defa sargıya gönderildi; ilk günkü gibi değiller yani. Kısacası, bütün motorların değişmesi gerekiyor. Motorların değişmesi ise hemen hemen bütün sistemin yenilenmesi demek. Epey mekanik işimiz var.
Patron yatırımı yapmaya hazır. Tek şartı da gerekli anlaşmaların iki ay içinde gerçekleştirilmesi. Böylece harcamayı bu mali yılın içinde göstererek vergiden düşmeyi amaçlıyor. Yani kısa zamanda yapmamız gereken çok iş var.
İki firma ile irtibata geçtik. Proje tanımlama dökümanını hazırladıktan sonra teklif istenecek. Dün Alman kökenli firmanın (Kruppe) Türkiye'deki temsilcileriyle ilk toplantıyı yaptık.
Teknik sorunlar yetmiyormuş gibi bir de sözleşmenin ayrıntılarıyla boğuşuyoruz. Elektrik montajı kim üstlenecek, motorları taraflardan hangisi sökecek, eğitimler ne şekilde olacak, bize karşı tek kişinin sorumlu olması lazım, bu kişinin projenin ortasında değiştirilmesini istemiyoruz falan filan. Bir de Kruppe garanti vermek yerine yılda on dokuz bin dolara bakım anlaşması yapmayı öneriyor. Senede iki kere ekip gönderip sistemi "full" elden geçireceklermiş. Böylece kritik yedek parça almamıza da gerek kalmayacakmış. Garanti istersek sistem garantisi vermek zorunda oldukları için bütün parçaları kendilerinin seçmeleri gerekeceğini söylüyorlar. (Ne demek istediklerini gayet iyi anlıyoruz.) İki seçeneğin mali karşılaştırmasını yapmak da bize düştü.
"Sana kolay gelsin Hüseyin."
"Sağol. İyi dinlen ha! Yarın da ben çıkıp gideceğim böyle."
"Eyvallah!"
Gidip bilgisayarımı kapattım. Aşağıda, fabrikada, gece vardiyası başlamıştı. Dışarıya bakar bakmaz, fabrikanın üzerinde, tam karşımda asılı duran sevimsiz pano dikkatimi çekmişti yine. Üzerinde büyük kırmızı harflerle şöyle yazıyordu:
"Bu işyerinde 233 gündür iş kazası kaynaklı iş gücü kaybı 0 adam-saattir."
Üç yıldır buradayım. Kendime iş edinip hesapladım. Fabrikada yaklaşık 200 günde bir kaza olur. Son kazanın üzerinden ise tam 233 gün geçmiş. Bu bir rekor. İşçilerin ve yöneticilerin çoğu bu durumdan gurur duyuyor. Bense biraz tedirginim.
Paltomu giyip asmakatın merdivenlerini koşarak indim. Aşağı iner inmez de üşümeye başlamıştım. Fabrika kışın yukarısı kadar iyi ısınmaz. (Ama yazın gerçekten iyi ısındığını söylemeliyim!)
Fabrikadan geçmeyi hiç sevmiyorum. Üç yıldır şu berbat kokuya alışamadım. Geri dönüştürülmüş kağıtlardan sümüksü bir madde elde ediyorlar. O kokuyor. Bir de suni çilek, erimiş plastik ve ter. Preslerin gürültüsü kulakları sağır edebilir. Hatta bazen aynı anda inip kalkıyorlar. O zaman binlerce kişilik demir çizmeli bir ordu üzerime geliyormuş gibi hissediyorum. Ortam rutubetli. Devasa kağıt makinesinin motorları ise saatte 40 km. hızla dönüp duruyorlar.
İşçiler de tedirgin ediyor beni. Makinelerin nasırlaştırdığı bu adamların yanlarından geçerken kendimi bir "hanımevladı" gibi hissediyorum. Acemi bedenim, temsil ettiklerime duyulan kini taşımakta zorlanıyor. (Sanki) adımlarım birbirine karışıyor. (Sanki) alay ediliyorum. (Kendimi bir tür tanrı ilan edip sonra buna kendim de inansam belki rahat edebilirdim. Ama pek inançlı olduğum da söylenemez.)
Fabrikadan neredeyse koşarak geçtikten sonra dışarı çıktım. Güneş çoktan batmış ve kar yağmaya başlamıştı. Su birikintilerinde ayaklarımı ıslata ıslata servise ulaşmayı başardım. Servis genelde çok sıcak olur. Ayarı bozuk bir klima yol boyunca özellikle ayaklarımızı haşlayıp duruyor. Ama bu kez - herhalde ıslandıkları için - ayaklarım bir türlü ısınmadı. Sanırım hasta olacağım.
Eve ulaşana kadar bir buçuk saatlik yol var. Genelde kitap okuyorum. Bazen okul için ders çalıştığım bile olur. Ama iki üç gündür böyle şeyler yapamıyorum. Çünkü aklım isyan bayrağını çekti. Beynim kafatasımın içinde sıkışıyor sanki. Nefessiz kalıyor. Kalbime kadar vuruyor bu sıkıntı. Doktora gideceğim ama hafta sonunu beklemek zorundayım. O zaman maaşım da yatmış olur. Ağrı özellikle akşamları artıyor. Sıkıntımı hafifletebilmek için uyumayı deniyorum. Zaten çok uykum var.
Serviste uyumayı özlemişim. Kelepir aracın bozuk yollarda midemi bulandıran sarsıntısı şimdi bir beşikteymişim gibi hissetmemi sağladı. Gidip gidip geliyorum. Vücudum kayboldu. En olmayacak, iki büklüm durumlarda bile sıkıntı vermiyor. Uykunun tadına boyun eğiyor. Yatağımda gibiyim. Önümden insanlar geçip geçip servisten inmişler de farkında değilim. Gözlerimi telaşla açtığımda bizim mahalleye gelmiştik. Serviste benden başka kimse de kalmamıştı zaten. Alelacele eldivenlerimi giyip beremi başıma geçirdikten sonra ayağa kalktım. O sırada şöför durakta durup kapıyı açmıştı bile.
Merdivenleri inerken "İyi akşamlar." diye mırıldandım.
"Hadi hayırlı akşamlar."
Hale'yle bir haftadır konuşmuyoruz. Sebebini hatırlamıyorum. Ev işlerini paylaşıyoruz sessizce. İki taraf da mümkün olduğu kadar çok iş görmeye çalışıyor. Karşı tarafı alt edebilmek için. Onunla da konuşmayınca akşam iki saat kadar boş vaktim var. Çalışmak ya da yazmak gelmiyor içimden. Hava soğuk. Televizyon seyredebilirim, veya müzik dinleyebilirim. Ama bilgisayar oynamayı tercih ediyorum. Aslında iş yapabilsem çok iyi olurdu. Ama hevesim olmadığı gibi, gücüm de kalmadı. Yarın şefle kavga etmeyi planlıyorum. En azından oyun oynamaktan keyif alabilmeyi dilerdim şimdi. Ama inatla tadı kaçmış bir sakızı çiğner gibiyim. Keşke vicdan azabı çekmemeyi de becerebilsem. Akşamın bu saatinde performansım çok düşük, sürekli yeniliyorum ve inat edip yeniden yeniden başlatıyorum oyunu. Çılgınlık. Birşeylerden zevk alabilmek için de dinlenmiş olmak gerekiyor. Ama gündüzlerimiz dolu, inatla zevk almaya çalışıyorum. Zıbarıp yarın yeniden işbaşı yapmak üzere kalkmak istemiyorum. Oysa zevk alabilmem mümkün değil ve yarın bir de yine uykusuzlukla mücadele edeceğim.
Oyun oynamayı bırakıp Hale'nin yanına gittim. Konuşmadan televizyon izledik beraber. Bir kanalda ilginç bir belgesel vardı. Film yıldızlarının malikanelerini kiraya verdiklerinden bahsediliyordu.
Malikanelerden birinde çimenlerle kaplı geniş arazilere bakan büyük pencereli bir okuma odası vardı. Duvarları kitaplıklarla kaplı sessiz bir oda. Orada, raflardan bir kitap çekip okumak istedim. Sonra arkadaşlarla görüşmek, gülmek, birşeyler yazmak, uzak biryerlere gitmek, yaşamak. Yaşamak için çok zamanımız varmış gibi hissediyor insan önce. Yaşam uzun diyorsunuz. Hele gençken. Neden hiçbirşey için vakit yok peki? Varken yok?
Her akşam eve geliyoruz ama ertesi sabah yeniden çalışmaya gitmeliyiz. Ve her haftasonu yeni bir pazartesiyle bitmeye mahkum. Bizim yaşamlarımız bölündü. Bölündü ve böylece galiba fethedildik. İki gün önce 30 yaşına bastım. 20 yaşından 30 yaşına nasıl geldiğimi bilmiyorum. En son bir yaz vakti kumsalda düşünmüştüm, genç olacağım sadece beş-altı tane yaz kaldı diye. 24 yaşındaydım. On yıl ne kadar az bir süre. Aynı süratle, belki daha da hızlı 40 olacağım. Ve sonra 50. Onar onar sayınca yaşam ne kadar az. Yaşlanmaya ne kadar yakınım. Ve yaşlılık da ölüme yakın.
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 20 30 40 50 60 70....
Sabah saatim 6:30'u çalınca servise yetişebilmekten başka hiçbirşey aklıma gelmez. Her sabah Hale'yi de uyandırıyorum. Bu kez bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Dargınlıkları sabaha taşımayı beceremiyorum. Sert bir tavırla uyandıramam onu. Ben de o şekilde uyandırılmak istemem çünkü, bir köle gibi. Küçük köle. Orada öylece uyuyor. Onu uyandırmaya kıyamıyorum. Sarılıp öpüyorum sonra. Huysuzlanıyor.
Servis bekliyorum. Saat 7:00.
Yanımda o saatlerde servis bekleyen başka bir adam var.
"Aslında sabahları burada poaça satsak bayağı para kazanabiliriz." diyorum. Gülüyor. Emekli olunca aidatlarımızı ödeyemeyeceğizi konuşmuştuk. Bir çıkar yol arıyordum.
"Özel sigorta olayına girmek lazım." diyor.
"Poaça satacaksanız benimle konuşun." diyorum gülerek. "O işin mafyası benim artık."
Yağmur ince ince yüzümüzü kesiyordu. Derin bir nefes alınca mutluluğu andıran birşeyler hissettim. Demek ki daha çok, daha derin nefes almalıyız. Oysa sabahları farketmeden nefesimizi tutuyoruz, dişlerimizi sıkıyoruz, gözlerimizi kapatıyoruz, görmek istemiyoruz olup bitenleri, oynadığımız rolü, acıyı, korkuyu ...
İşte yeniden servisteyim.
Servisin pencereleri buharlanmış. Dışarısının görünmesini engelliyor. Aman ne güzel. E-5 manzarasından kurtulduk. Gebze'ye sahil yolundan gitseydik her sabah denizi ve adaları izlerdim. Ama servis E-5 "güzergahı"nı kullanıyor. E-5 başlı başına bir hikaye. Yol boyunca evlerin, fabrikaların rutubetli duvarları hayal kırıklığından örülmüş; eğreti çatılara vazgeçmek döşenmiş, korkaklıktan yapılmış kapıları paslanmış, nefretten dökülmüş bacaları ve kırılmış onurdan pencereleri var. E-5 ona baktıkça ayak bileklerime zincirlenmiş demir bir külçe gibi bataklığın dibine çekiyor beni. Elimizin tersiyle silsek görebiliriz dışarıyı ama görmek isteyen kim! Herkes halinden memnun görünüyor. İçerisi yine sıcak. Mazot kokusuna aldırış bile etmiyoruz. Uyuyabilenler uyur. Ben sabahları uyuyamıyorum. Hemen kitabımı açtım. Dayanamayacağım. Başım biraz daha iyi ve yarım saatçik başka bir dünyaya gitmeye ihtiyacım var. Geri dönmenin zor olacağını bilsem de okuyorum. Uyuşturucu alır gibi. Okuduklarıma gömülünce zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Yanımdaki kırılmak üzere olan pencere ve üzerindeki yağlı, lekeli perde ve dar koltuklara sıkışan bacaklarım ve elimde tuttuğum kitap hatta motorun müthiş gürültüsü ve üzerimde taşıdığım ben, kayboluyoruz.
İşte servis E-5'ten fabrikaya giden yola saptı. Yaklaştığımızı ancak böylece anlayabiliyorum. Servis sağa dönüyor ve başımı kaldırıp fabrikaya bakıyorum.
Aslında bütün kağıt fabrikaları gibi bizim fabrikamızın da çevre düzenlemesi oldukça iyidir. Ağaçlarla kaplı bir yerleşkemiz var. Dışarıdan bakıldığında, çorak bozkırın ortasında duran bir vahaya benziyor.
Asmakatın merdivenlerini tırmanırken dilime doladığım boktan bir şarkının nakaratını söylüyordum. Panoyu gördüm. Kapatılmamıştı. 234'üncü güne başlıyorduk.
*
İşçiler sabah mesaiye gelirken işçi kantininin önünden geçen genç kadınların, sekreterlerin, pazarlamacıların çıplak bacaklarına uzun uzun baktılar. Anahtarlı eşya dolaplarından soluk mavi işçi gömleklerini çıkarıp giymiş, günlük eşyalarını yine o dolaplara kitlemişlerdi. Hasır sandalyelere oturmuş birbirleriyle şakalaşarak, alay ederek mesainin başlamasını bekliyorlardı. Hepsinin giyilmekten rengi atmış, incelip yumuşayarak kıçlarından sarkan birer kot pantalonları vardı. Kimi tıknaz, bazıları aksine çok zayıf.. Kimi aksak, kiminin yüzü yanmış, ya da yüzünün bir tarafı yamyassı olmuş, bazılarının kollarındaki sargılar daha duruyor.
Kantindeki işçi panosunda büyük harflerle yazılmış şu cümle hemen dikkat çekiyordu.
"İŞ KAZASI, DİKKATSİZİ, TEDBİRSİZİ VE DALGINI AFFETMEZ!"
Cümlenin yazıldığı kağıtta kolu sargılı, gülümseyen bir işçi resmi vardı.
Ramazan elindeki gazeteyi katlayıp masaya, okunmuş gazetelerin arasına bıraktı ve saatine baktı. Mesainin başlamasına daha sekiz dakika vardı. Masanın diğer tarafında tavla oynayan iki genci izlemeye koyuldu. Mahmut kelimeleri sanki kafasıyla fırlatır gibi başını öne uzata uzata, bağıra çağıra birşeyler anlatıyordu. (Zaten pres işçileri sessiz sakin konuşamazlar. Kendileri yarı sağır oldukları için karşılarındakinin de öyle olduğunu sanırlar. Ara sıra kavga sebebi bile olur bu durum. Minibüste konuşurlarken tepesi atan birisi: "Yavaş konuş be kardeşim bütün minibüs seni mi dinleyecek!" diye dayılanabilir mesela. O zaman tabi altta kalamayacaklarına göre çıngar çıkabilir.)
"Nasıl koduk Fener'e!" diye rakibinin sinirlerini bozmaya çalışıyordu Mahmut.
Ama Şükrü de yarı sağır olduğu için onu duyamadı.
"Haa?" dedi.
"Nasıl koduk diyorum Fener'e!"
"Haa! Ulan gol atamayan adamı golcü alırsak böyle olur! Ulan bi bak di mi, bu adam otuz maçta iki gol atmış."
Şükrü'nün sinirleri bozulmuştu bozulmasına ama şansı yaver gidiyordu.
"Ulan herif üç kez düşes attı!" diye isyan etti Mahmut. "Bu sefer de gelirse..."
"Naapacan gelirse. Mızıkmasana, doğru oyna."
"S..tir! Ulan haklayamadık gitti herifi."
"Haa?"
"Haklayamadık diyorum seni!"
"Haa! Haha! Bilmiyon ki oğlum sen oynamasını."
O sırada İskender çayını almış oturacak bir yer arıyordu. Tam bir masaya yerleşecekti ki orada oturan Baha'nın fark etti. Kaçarcasına yön değiştirerek Ramazan'ın yanına oturdu. Genç çocuğun "Otur be kardeş!" diye seslenişini duymazlıktan gelmişti.
"Ne var ne yok Ramazan abi; iyisiniz?" diye selamladı Ramazan'ı.
"Allah'a şükür." diye yanıtladı onu Ramazan. Ama aklı yan masada yalnız oturan Baha'ya takılmıştı. İskender düpedüz ayıp etmişti çocuğa.
Fabrikada yeni çalışmaya başlamıştı Baha. Ramazan'ın oğlu yaşındaydı. Göçmen tipi vardı biraz. Güzel çocuktu ama kız gibi güzel. İnce sesli, beyaz tenli, kırmızı yanaklı, kıvırcık, siyah saçlı, yarı deli bi oğlandı. İki kelime edince kızarıveriyordu. Konuşması peltek, fazla heyecanlı, anlaşılması zordu. Kimse onunla görünmek istemiyordu. Sadece ara sıra topal İsmail'lerle takılabiliyordu. Onlar sessizce kabulleniyorlardı çocuğu. Ramazan onu oğlunun yerine koymaya başladığından beri Baha'nın durumuna üzülüyordu. Kendi çocuğunu buralara düşmesin diye ite kaka okutmaya çalışıyordu. Ama elin okuyamayan evladı da yine gelip yanına çırak oluyordu böyle. Acımaz mı?
"Herif torpilli," diye söylendi İskender. "Motorun nasıl bağlanacağını bilmiyor daha! Askere gitsin adam ederler onu."
Ramazan İskender'in yanından kalkarak Baha'nın yanına oturdu.
"De bakim goçum, nerelisin sen?" diye sordu.
Çocuk sevinmişti. Gülümseyerek.
"Erzincan!" diye cevap verdi.
"İçinden mi?"
"İçinden. Sen de mi Erzincan'lısın yoksa usta."
"Yoh ben Malatyalıyım. Yakın sayılır. Ben seni göçmen sandımdı."
"Anam Bulgarıstan göçmeni muhacir."
"Versene çekirdekten biraz!"
"Buyur ustam."
Derken vardiya düdüğü çaldı. Düdük değil korna gibi birşeydi. Korna değil sur borusu gibi birşey.
Ramazan presin başına geçip makineyi çalıştırdı. Küçük lastik bir vantuzu eline alarak istiflenmiş aluminyum levhalardan en tepedekini çekti. İki yüzünü de kontrol ettikten sonra fırlatırcasına prese yerleştirdi onu. Hemen hemen aynı anda paneldeki yeşil düğmeye basarak makineyi çalıştırmıştı. Çelik piston, her zamanki gibi bir kez inip kalktıktan sonra durdu. Hidrolik pompalardan pıs pıs sesler çıkıyordu. Levha kıtır kıtır ezilerek biçime girdi. Ardından Ramazan, levhayı kalıptan çıkararak banda sürdü. Bir levha daha çekti, kontrol etti, prese yerleştirdi ve makineyi çalıştırdı. Bir yandan çalışırken bir yandan da düşünüyordu.
Şirket zarar açıklamıştı. Ekmeğini yediği insanlar için üzüldü. Bir yandan da bu yaşta işten çıkarılmaktan korkuyordu. Ah, çocukları bir bitirebilseler okullarını! Onlar da inadına aylaklık ediyorlardı sanki.
Ramazan sol elinin tersiyle alnında biriken ter damlalarını sildi. Makinenin metal atıkları tükürdüğü sepet dolmak üzereydi. Pistonu durdurarak tezgahtan indi. Sepeti yol kenarına ittikten sonra yerine yenisini yerleştirdi ve tezgahın başına geçip kaldığı yerden çalışmaya devam etti.
Birden acil stop düğmesine basarak makineyi durdurdu sonra. Kalıpta kalan parçayı sökmediğini fark etmişti. Kalbi küt küt atarken kendine sövmeye başladı. Yirmilik delikanlılar gibi bir hata yapmıştı.
*
Bir de angarya ile uğraşıyordum. Şef bir motor sürücüsünün parametrelerini kontrol etmemi istemişti. Aleti denemek için bir ucunda fiş olan, diğer ucu açık bir kablo bulup fişi aceleyle prize takıverdim. Açık uç avcumun içindeydi! Ne acemice bir davranış! Ne kadar da dalgınım böyle! Avcumun içinde ufak çaplı bir patlama olunca ancak uyanabildim. Gören olsaydı intehar etmeye kalktığımı falan düşünebilirdi. Neyse ki teller birbirine değip 220 volt kısa devre olmuş ve sigorta atmıştı. Sadece avcum biraz yandı o kadar. Hemen çevreme bakındım, kimse gördü mü diye! Daha çok da birinin yaptığım acemiliği görmesinden korkmuştum sanki. İnsan ölüp gitse, sakat kalsa bir de "hatalı" olmayı nasıl kabul edebilir? Ufacık şeyler kafamızı kurcalayabilir. Ufacık şeyler bizi öldürebilir.
Asmakattan yukarı çıkarken bacaklarım hala titriyordu. Kimseye de yediğim naneyi anlatamazdım. Tam bir bok yolu olacaktı. Ah, Niyazi ah. Ne yaptın Niyazi?
*
"Aha şuradaki cıvatayı sıkacaksın!" dedi İskender.
Baha, bir cıvataya, bir de aşağıda dönen motorlara baktı.
"Yapamam," diyemezdi.
"Aman aşağı birşey düşüreyim deme! Bütün motorları dağıtırsın. Sonra kendini satsan ödeyemezsin. Mustafa Bey duman eder bizi valla! Herif deli, geçen gün kabız olmuştum, şerefsizim kıçım bu herifin korkusuna çözüldü. Kodumun çocuğu!"
"Motorları durduramıyoz mu?" diye sordu Baha.
"Ulan iyi ki söyledin ha!" diye çıkıştı İskender. "Bi cıvata sıkmak için makineyi mi durduracaz. Bu nanelerin bi dakka durması kaç para yazıyo biliyon mu sen? Tamam, tamam hadi ver ben sıkarım, anlaşıldı."
"Yok, yok! Ben yaparım."
"Tamam, dikkat et."
İskender sağ eliyle duvardan sarkan acil stop düğmelerinden birini yakaladı.
"Korkma, heç bişey olmaz." diyerek cesaret verdi sonra Baha'ya.
Çocuk besmele çekerek anahtarı aldı. Aslında basit birşeydi yapacağı. Cıvatayı önce eliyle biraz sıkmayı denedi. Ama şaşkınlıkla ters tarafa çevirince vida yuvasından çıkarak eline düştü. Elleri titriyordu. Kıpkırmızı olmuştu yine.
"Hişşşt! Ulan cıvata sıkmayı da mı bilmiyosun! Ver, bırak!" diye bağırdı İskender. "Aloo! Ver lan şunu bana."
"Yav dur!"
Baha aceleyle vidayı yuvasına yerleştirip anahtarla bu kez sağ tarafa doğru çevirerek yerine yerleştirmeye çalıştı.
O sırada İskender anahtarı almak üzere uzandığı için elini acil stop düğmesinden çekmişti. Baha'nın böyle inat edeceği aklına gelmemişti hiç.
*
Üretimin yüzde yirmi artırılması için kurutma girişindeki performansı ne kadar arttırmamız gerektiğini hesaplamaya çalışıyorduk. Öğle yemeğine beş dakika kala kağıt makinesi birdendire durdu. Şef önde, biz arkada dışarı koştuk hemen. Yaş kısmı kuru kısma bağlayan taraftan çığlıklar geliyordu. O tarafa baktığımda jumbo preslerin üzerindeki kağıtların kırmızıya boyandığını gördüm. Midem kalktı. "Aman Allahım!" diye söylendim. Herkes o tarafa doğru koşuyordu. Hemen bir telefon bulup ambulans çağırdım. Sonra da koşa koşa asmakatın merdivenlerini indim. Aslında oraya gitmeyi istemiyordum hiç.
Ramazan da motorların durduğunu görür görmez makinesini kapatıp olay yerine koşmuştu. Kalabalığın toplandığı yere varınca Baha'nın kolunu jumbo preslere kaptırdığını gördü. Hemen makineye tırmanarak çocuğu oradan aldılar. Kolu çıkarmaları mümkün değildi ama zaten kopmak üzereydi. Çocuğu makineye bağlayan bir deri parçası kalmıştı sadece. Tabi kolun koptuğu yerden oluk gibi kan fışkırıyordu. Çocukta kan kalmayacak diye düşündü Ramazan.
Şef "Bağlayın, kolu bağlayın!" diye bağırıyordu.
Revirden koşarak gelen doktor omza turnike uygulayarak kanı durdurmaya çalıştı.
"Ambulans çağırın!" diye bağırdı Ramazan.
"Ambulans yolda!" diye cevap verdim.
İskender "İki saatta gelmez şimdi!" diye söylendi.
Baha şoka girmiş, yüzü bembeyaz olmuştu. O soğukta alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Annesini sayıklayıp duruyordu. Sonra acıyı hissetmeye başlayıp ezilmiş bir böcek gibi iki büklüm oldu. Eğilip bükülerek acısını boşuna azaltmaya çalıştı. Kimseyi dinlemiyor, hiçbirşey duymak istemiyor, konuşamıyor, sadece bağırıyordu. Öteki dünya ile bu dünya arasında biryerlerdeydi şimdi. Ya çekip alacaktık onu, ya da...
"Ha gayret oğlum!" diye söylendi Şükrü. "Koyverme kendini!"
Neden sonra ambulans geldi.
Baha apar topar bir sedyeye yatırıldı. Ambülansa bindirilirken gözlerini açıp herkesin çevresinde toplandığını görünce birdenbire ağlamaya başlamıştı. Acıdan değil, gördüğü ilgiden duygulandığı için ağlıyordu çocuk.
Cıvata elinden kaymış. O da cıvatayı tutacağım derken ayağı kayıp kendisi aşağı düşmüş. İskender acil stoplara asılmış ama bir saniye geç kalmış işte.
Baha'yı ambülansa bindirip işimizin başına koyulduk. Kimse bahaneyle tembellik etmemeliydi. Bir de ortalığın toparlanması gerekiyordu şimdi.
*
Baha'yı kurtaramadılar.
Pano bir süreliğine kapatılmıştı.
Ben birkaç gün sonra istifa ettim. Bazı şeyleri değiştiremiyoruz. O zaman korkakça kaçacağım. İşçilerin olmadığı bir yerde çalışacağım. Fabrika, üretim hattı görmek istemiyorum.
Kağıt makinesinin güncellenme projesi ne oldu bilmiyorum. Umurumda değil. Hiçbir zaman umurumda olmamıştı zaten.
Türkiye'de sadece kömür madenlerinde ortalama her hafta birisi ölüyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün raporuna göre meslek kazaları ve hastalıkları her yıl savaşlarda ölenlerden daha fazla insanın ölümüne yol açıyor. Dünyada her gün ortalama beş bin işçi ölüyor. Her yirmi saniyede bir işçi...
Levent Şenyürek
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Küba'dan İzlenimler - 7 |
|
"Hasta La Victoria Siempre"
Santiago De Cuba Yolunda
16:00'da tren istasyonundaydık. Kalabalık yükünü almıştı. Yerler numaralı olmasına rağmen, insanlar aceleyle, birbirlerinin önüne geçmeye çalışıyordu; nedenini bir türlü anlayamadık. Kimlik göstererek trene ulaşan Kübalılardan sonra biz de, kendi vagonumuzu bulduk, koltuklara yerleştik. Bu tren Fransa'dan alınmış, 2. el trendi, öyle ki, duvarlarda hâlâ Fransa demiryolu ağının haritaları vardı, Banliyö yolculukları için tasarlanmıştı ve 12 saatlik bir yolculuk için çok uygun gözükmüyordu.
Trenin hareketinin hemen ardından, bilet kontrolü başladı. Kondoktör kadın, biletleri tek tek kontrol ederken, arkasından gelen bir adam da onu kontrol ediyordu! Meğer, demiryolu çalışanları sendikasının müfettişiymiş. Bir süre sonra yiyecek servisi başladı; iki jambonlu sandviç ve bir kola! Görevli, biletlerden kopardığı bir koçan karşılığında veriyordu ikramı. Sıra bize geldiğinde, dağıtan kişi biletimize baktı, koparılacak bir koçan olmadığından, başını sallayarak bize yemek veremeyeceğini ifade etti. İkramlar, bizim gibi 50 USD ödeyerek binenlere dağıtılmıyormuş! Biraz bozulduk, ama yapacak birşey yoktu. Neyse ki hazırlıklı gelmiştik; yolluklarımızı çıkarıp yedik. Santa Clara'yı geçtikten sonra, trenin bütün ışıkları söndü. Olası her ihtimale karşı çantamızı bağladık. Uykuya dalmışız... Işıkların yeniden yanmasıyla uyandık, Santiago'ya gelmiştik. Tren tam saatinde kalkmış ve 12 saat sonra varmıştı. Henüz gün ağarmamıştı bile.
Kırmızı bandanaları takıp, trenden indik. "Kırmızılı Kadın" Dianora'yı arıyorduk ki, omuzuma bir el dokundu, arkama döndüm; genç bir kız ve erkekti bunlar, Dianora'nın kızı ve erkek arkadaşı. İstasyonun çıkışında, onları karşılamaya gelen bir arabaya atladık, 15 dk. sonra evdeydik. Bizi, kapıda, Dianora karşıladı, sanki kırk yıldır tanışıyormuşcasına sarıldık, öpüştük. Ama konuşarak anlaşmamız çok zordu, yine "No Entiendo"dan başka birşey çıkmıyordu bizden, o da tek kelime İngilizce bilmiyordu. İngilizce bilen arkadaşlarını telefonla aradı, böylece dolaylı da olsa anlaştık. Odamız, evin damına yapılmış bir çıkma kattı. Sabah kahvaltısıyla akşam yemeklerini evde yemeye karar vermiştik. Çantalarımızı bırakıp, kahvaltıya kadar çat pat sohbet ettik evdekilerle. Küba'ya geldiğimizden beri ilk defa Jambonlu yumurta, zengin ve bol çeşitli bir meyve tabağı, süttozundan yapılmış sütle dolu dolu bir kahvaltı yaptık.
Artık Santiago'yu keşfetmeye hazırdık. Santiago, Küba'nın 2. büyük şehri ama, Havana'dan çok daha küçük bir yerleşke; çok daha az turistik, daha fazla 'Junky'. Müzikleri farklı; Afro-Küban türü müzikler dinleniyor; latin caz, regie, dub vs. Daha az turist geldiğinden, sosyal kirlenme daha az olmuş. Sokakta Havana'daki gibi, "psst psst" demiyorlar; kolunuzdan birisi tutup, birşeyler sorabiliyor. Birçok "Rasta"ya rastlamak mümkün; çünkü daha çok Karaib kültürü hakim. Beyazlardan çok, siyahların yaşadığı söylenebilir. Toprağı da daha çok görebilirsiniz burada. Çevresi, ünlü Siera Maestra dağlarıyla çevrili olduğundan, havada bol bol, uçan yırtıcıları görmek mümkün. Havana'daki büyük şehir havası neredeyse yok. Toplu ulaşım araçları da oldukça farklı. "Dolmuş kamyonlar" ve "dolmuş at arabaları" çok fazla; ayrıca motorsiklet de çok yaygın. Burası devrimin başladığı yer olduğu için, 26 Temmuz sloganlarını her yerde görmek mümkün. Havana'ya göre daha "komünist" göründü bize.
Liberasyon caddesinden başladık geziye. Bu geniş bulvar, Küba'nın geçmişinde ve devrim sırasında ölenlerin heykelleriyle, sağlı sollu çevrelenmiş. Hepsi çok bakımlı. Fidel ve arkadaşlarının Granma'dan karaya çıkıp baskın yaptıkları Batista'nın askerlerinin barakaları da, yine bu cadde üzerindeymiş. Şimdi bu alanda, bir hastane ve ufak bir müze var. Hotel Casa Grande'nin bulunduğu Céspedes Park, Santiago'nun en önemli meydanı. Özellikle Temmuz'daki festival zamanı, buralar çok hareketli oluyormuş. Santiago'da 4 gün kalacaktık; çevreyi daha hızlı görmek için, bir tur şirketine giderek günlük turlar hakkında bilgi aldık. Bucanero, La Gran Piedra (Grand Rock ) ve Pre-Historic Valley'i içeren bir turu satın alarak, ertesi gün Casa'mıza yakın bir otelin önünde, buluşmak üzere sözleştik. İlk defa burada Kredi Kartı kullandık, bize daha önce söylenenlerin aksine, otorizasyon alınmasında hiç problem çıkmadı; üstelik döndüğümüzde de, tutar ilk ekstreye yansımıştı bile.
Santiago'da görülmesi önerilen ilk yer, Hotel Casa Grande'nin terasındaki kafe. Buradan bütün liman, Siera Maestra dağları ve Santiago panoramik olarak izlenebiliyor. Biz de öyle yaptık, tur rezervasyonunu bitirdikten sonra, terasa çıktık. Adam başı 2 USD; istediğiniz bir içecek dahil bu fiyata. Santiago'nun tüm detayları karşımızda duruyordu; Otelin yanındaki muhteşem kilise, Céspedes Park meydanı, çok uzaklarda çalışan bir fabrikanın tüten bacası. Burada 3 saate yakın kalmıştık; hem yorgunluğumuzu attık hemde onlarca fotoğraf çektik. Santiago'dan Havana'ya dönüşümüzü otobüsle yapma kararını da burada verdik. 16 saatlik zor bir yolculuk olacaktı ama, hem değişik bir rotadan giderek farklı yerler görecek, hem de Küba'da otobüs yolculuğunu ve gündüz gözüyle yol yaşamını tanıyacaktık.
Otelden çıkıp birşeyler atıştırmak için, büyük bir dolar dükkanına girdik. Kapıdaki güvenlik görevlisi bizi durdurdu. Burada dolar dükkanlarına çantayla girmek yasakmış. İlk gözüme çarpan, buradaki çeşitlerin daha bol ve Havana'dan daha ucuz olduğuydu. Raflarda birçok Latin Amerika ve Avrupa ülkesinden gelen hazır yiyecekler, içkiler, ev ve giyim eşyaları, hatta elektronik aletler vardı.
Bir Coco Taksi'ye atladık. Daha çok turistlerin tercih ettiği, Viazul otobüs şirketine gittik (www.viazul.cu/home_eng.htm). Fiyatlar USD olarak belirlenmişti. Brezilya yapımı çok kaliteli Volvo otobüsler kullanılıyordu. Maalesef trende olduğu gibi burada da bir otomasyon olmadığı için, 100 USD değerindeki biletlerimiz, aslında basit birer kağıt parçasından ibaretti.
Biletleri alıp çıktıktan sonra, tam karşımızdaki geniş meydanı farkettik. Haritamızdan, buranın Santiago Devrim Meydanı olduğunu öğrendik. Daha sonra, Havana ve Santa Clara'daki Devrim meydanlarını da görecektik ama, bence bu, en büyük ve en görkemli olanıydı; devrimin buradan başlamış olmasının, bunda çok etkisi vardı herhalde. Meydanın girişinde adeta yerden fışkıran demir çubuklar ve hemen bunların ilerisindeki Antonio Maceo'nun at üzerindeki heykeli, 26 Temmuz, 1 Mayıs vb. özel günlerde halkın toplandığı bu meydanı, daha da haşmetli hale getiriyordu. Hava kararmaya başlayınca, Casa'mıza doğru yürümeye başladık, Burası şehrin daha "Junky" bölümü olduğundan, bakışlar da ona göre değişiyordu açıkçası. İlk defa burada, fotoğraf makineleri gibi dikkat çekici şeyleri kaldırarak yürüme ihtiyacı hissettik.
Eve vardığımızda, Play Station'ın başında heyecanla araba yarışı yapan iki erkek çocuk bizi karşıladı. Dianora bize, akşam yemeğinde balık, salata ve meyveden oluşan menüyü saydı. Odamıza çıktık. Havana'daki gibi elektrikli ısıtıcıyla desteklenen duşun altında biraz rahatlayıp, dinlendikten sonra, balkonda hazırlanmış yemek sofrasında, günün yorgunluğunu attık. Yemekler gayet bol ve doyurucuydu. Balık, kızarmış patatesle servis edildi, Salata tabağında da avakado bolluğu dikkat çekiyordu; birkaç, çok ince domates dilimiyle desteklenmişti. Bu güzel yemeğin üzerine, ertesi sabah 07:30'da başlayacak tur için, erkenden yattık.
Her ihtimale karşı, buluşma noktasına 10 dk. erken gittik. Rezervasyonu yapan kadın görevli, tur rehberinin bizi orada bulacağını söylemişti. Açıkçası biz de, bir tur otobüsü bekliyorduk fakat, tam önümüzde bir Audi taksi durdu; içinden 7 aylık hamile olduğunu sonradan öğrendiğimiz, bir kadın indi ve kendisini tanıttı. O, bütün gün boyunca bizimle olacak tur rehberimizdi! Santiago'nun dışına doğru çıkmaya başlayınca ne olduğunu farkettik. O turu alan sadece ikimiz olduğundan, tur şirketi koca bir otobüs yerine, bir Audi tahsis etmişti! Bunun en güzel yanı, rehber ve şöförümüzle çok daha samimi bir gezi yapmamızdı; arabayı istediğimiz yerde durdurup rahatça fotoğraf çekebiliyor, istediğimiz gibi soru sorabiliyorduk.
Önce La Gran Piedra'ya gittik. Burası Santiago'nun 27 km. doğusunda Küba'nın en ilgi çekici yerlerinden biri deniz seviyesinden 1200 m. yukarıda, Siera Maestra'nin en yüksek noktası. Buradan 60 km. yarıçapında bir daire içinde Karaib denizinin bir bölümü, Santiago, Guantanamo Körfezi, Baconao gölü, kuzeydeki şeker kamışı tarlaları ve değirmenleri görülebiliyor.
Buraya 452 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor. Zirvede, "vaya vaya" ağacından yapılmış çok güzel oymalar satan bir iki satıcı sizi karşılıyor; çok kibarlar, hiç bir şekilde ısrar etmiyorlar. Ağaç oymaların özellikle kokusu, çok dikkat çekiyor. Burası çok sakin, sessiz ve huzurlu bir atmosfer. 360 derece görüş açısı var. 452 basamağı inerek mini treeking'imizi tamamladık. Aşağıda bizi bekleyen rehberimizle, La Gran Piedra'dan ayrılırken, sohbete devam ediyorduk. Küba'da, maalesef şehirler arası ulaşım zor. Bu yüzden, köylerde yaşayan çocuklar çoğunlukla, şehirlerdeki yatılı okullarda okuyorlar, haftasonu da evlerine geliyorlarmış. Bu geziyi bir Pazar günü yaptığımızdan, okullarına dönmek için duraklarda bekleyen çocuklar vardı. Rehberimiz bizden izin alarak, bekleyenlerden birini arabaya davet etti. Yolun başına kadar götürdük onu. Geldiği gibi, sessizce indi arabadan.
Buradan sonraki durağımız 'Pre-Historic Valley'in yoluna saptık. Burası tarih öncesi zamanların canlandırıldığı bir park. İlk insanlar, dinazorlar, mamutlar vb. çeşitli canlılar gerçek boyutlarıyla, Küba devleti tarafından inşa edilmişti. Müze vb. yerlere girişte fotoğraf çekmek için genellikle bir, iki dolar ekstra ödeniyordu, burada da birdolar vererek fotoğraflarımızı çektik.
Günün geri kalanını Bucanero'da geçirecek ve Küba'ya geldiğimizden beri ilk defa denize girecektik. Burada 3 yıldızlı, geniş bir alana yayılmış bir otele geldik. Yolda, sahil boyunca, araçlarıyla gelmiş, deniz kenarında piknik yapıp, eğlenen Kübalıları gördük. Bu kadarcık cümle bile, kafalarımıza yer etmiş, "kamyon, minibüsle gelen, salıncak kurup, mangal yapıp, rakıyla raks eden, Türk ailesi" imajını getirebilir, ama öyle değildi. Bu, başka bir kültür sonuçta. Kimse ateş yakmıyor, yemekler getirilmiş, rakı yerine Rom var, gençler Latin müzikleriyle dans ediyorlar, plajda eğlenenler çok sayıda. Otele girdiğimizde, öğle yemeği için, önce lokantaya geçtik. Küba mutfağı maalesef çok zengin değil; pirinç pilavı çeşitleri, domuz, tavuk ve balık; salata olarak da avakado ve patates. Aramızda konuşurken, servis yapan garson yanımıza yaklaştı ve,
- El Turko ?
Burada daha önce kalan Türk turistler olduğunu öğrendik, onlardan bir iki kelime Türkçe öğrenmişti. Cüzdanından çıkartıp bir milyon lira uzattı bize; üzerindeki sıfır sayısına bakarak, bunun çok değerli olduğunu düşünüyordu maalesef; bunu kullanamadığını, mümkünse kaşılığında dolar verip veremeyeceğimizi sordu. Bunun bir dolardan az olduğunu duyunca, şaşkın şaşkın yüzümüze bakıp, gerisin geri gitti.
Deniz yerine havuzu tercih ettik, hava ve su o kadar sıcaktı ki, 2 saat'e yakın suda kalmışız. Nijerya'dan gelen Özürlü Olimpiyat Takımı da otelde kamp yapıyordu. Neşeli, kendilerine güvenen, sporcu disiplini içinde, müthiş dinamik bir topluluktu.
Santiago'ya geri döndüğümüzde saat 17:00 civarındaydı. Hotel Casa Grande'nin önünde rehberimizle vedalaştık. Güzel bir akşam üstüydü. Ne yapsak diye sağa sola bakınırken, hemen yakından, mükkemmel bir Afro-Küban ritmi kulaklarımıza ulaştı. Otelin yanındaki "Casa De La Musica" dan geliyordu. Yüksekçe bir girişin üzerine toplanmış gençler, içeride başlayan etkinliğe çağırıyorlardı herkesi, bizde girdik.
Koloni zamanlarından kalma, restorasyon görmüş bir binanın, üstü açık avlusundaydık. Tahta iskemlelerde oturanlar, gösteriyi izliyordu.
Afro-Küban ritimleri çalan müzisyenler, Junky'lerin laf atmalarıyla coşuyorlar, harika bir performans gösteriyorlardı. Bir süre sonra vokal de başladı. İzleyicilerden şarkılara eşlik edenler oluyordu. Müzisyenler bongoları gösterip, göz ucuyla beni de çağırdılar, çalabilmeyi isterdim. Çok rahat bir ortamdı; kendine güvenen, paylaşmak isteyen herkes marifetlerini gösteriyor ve alkış alıyordu. Sonunda dans da başladı.
Biz bu arada, hem gösteriyi izleyip, hem de fotoğraf çekiyorduk. Bir köşede ilkokul çocuklarının Jose Marti için yaptıkları suluboya resimler sergileniyordu. Yanımıza iki rasta yaklaştı. Türk olduğumuzu öğrenince, biri Beşiktaşlı Sergen Yalçın'dan bahsetti. Meğer, gemici Türklerden biri bu arkadaşa Sergen forması vermiş ve Beşiktaş'tan bahsetmiş.
Zaman zaman yanımızdan ayrılıyorlar, dans ediyorlar ve yeniden geliyorlardı. Sohbet döndü dolaştı, para istemeye geldi. Bunları daha önce yaşamıştık; hazırlıklıydık ama, bu biraz farklıydı. Büyük bir şişe rom almak istediğini, orkestraya dağıtacağını söyledi ve bütün parayı benden istedi. Sürekli ısrar ediyordu, gerilmeye başlamıştım. Sorunun para olmadığını; böyle performansların sonunda, dinleyenlerin arasında topluluktan birisinin dolaşarak para istemesi gerektiğini; böyle birşey olursa severek katkıda bulunacağımı; ama, bu şekilde "zorlama"yla hiçbirşey olmayacağını anlattım. Anlaşamıyorduk bir türlü. Bir anda çevremizde üç kişi oldular. Kalabalık bir yerdeydik, olumsuz birşey olması zor ihtimaldi ve barış içinde olayı çözmek istiyordum. Yol arkadaşımı arkama aldım, daha yüksek bir sesle tekrar açıkladım, ortamı fazla gerginleştirmeden oradan ayrıldık. Çıktığımızda, orada yeterince kalıp, gösterilerin tamamını izleyemediğimize üzülmüştük. İletişim kurmak için "para" gibi kirli ve her amaca çekilebilecek birşeyi kullanmanın, birçok "bilinçsiz" turist tarafından, bu topluma enjekte edilişinin bir örneğini, tekrar yaşamıştık ve bizi çok rahatsız etmişti; o "kirliliğin", kokusunu duymuş ve etkisini yaşamaya çok yaklaşmıştık maalesef.
Eve dönüş yolunda, Capelio'da oturup dondurma yiyen çocukları seyrettik. Burada çocuklara dondurma bedava dağıtılıyor. Dondurma bekleyen çocuklar, oyun parklarında eğleniyorlar. Maalesef her zaman açık olmuyor. Sanırım dağıtım her zaman olamadığından, içeri sırayla giriliyor; herkes sırasını bekliyor, itişme yok ve herkes birbirine saygılı.
Eve vardığımızda hava kararmıştı; içeri girdiğimizde, ev halkı heyecanla, videoda 'Newyork Gangsterleri'ni izliyordu. Filmin sonuna yetişmiştik. Filmden sonra, yemek hazır olana kadar sohbet ettik. Dianora'nın kızı bale eğitimi alıyor; kızın erkek arkadaşı da mühendislik okuyordu; fakat, babası Miami'de yaşadığından oraya gitmek için işlemlerinin bitmesini bekliyormuş. Dianora'nın kardeşi, İtalya'da yaşıyormuş.
Bunları duymak bizi şaşırtıyor ve sevindiriyordu. Çünkü, Küba gezimizden önce yaptığımız araştırmalar sırasında, Radikal gazetesinde, tanınmış bir gazetecinin Küba'yla ilgili yayınlanan yazı dizisinde söylediklerinden biri daha, gerçeği yansıtmıyordu; bu ülke 'Koza' içinde yaşamıyor, aksine 'Koza'sından çıkmaya çabalıyordu. Bunu gösteren o kadar çok kanıt bulduk ve yaşadık ki, ama bunları, Havana Hotel National'ın camlarından dışarı bakarak göremezsiniz, "görebilmek" için, daha içine girerek "yaşamak" gerekiyor.
Arkası Yarın...
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@kahveciyiz.biz Fotoğraflar: Serpil Yıldız
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.101 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
Resimdeki Gözyaşları
Bir gün belki hayattan
Geçmişteki günlerden
Bir teselli ararsın
Bak o zaman resmime
Gör akan o yaşları
Benden sana son kalan
Bir küçük resim şimdi
Cevap veremez ama
Ağla yalnızlığına
Ve işte arta kalan
Bir avuç anı şimdi
Koyup ta bir başıma
Bırakıp gittin beni
Bir gün belki hayattan
Geçmişteki günlerden
Bir teselli ararsın
Bak o zaman resmime
Sen yalnız değilsin
Biliyorum nerdesin
Bu üzerdi beni
Yaşasaydım ve görseydim
Bir gün belki hayattan
Geçmişteki günlerden
Bir teselli ararsın
Bak o zaman resmime
Gör akan o yaşları
Söz-Müzik: Mehmet Soyarslan / Yorumlayan: Cem Karaca - Apaşlar
Yukarı
|
Sarışın pilot park etmiş!!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.rettsyndrome.org.tr/rett_b.htm
...Rett Sendromu, dünyada çeşitli ırklarda ve etnik gruplarda, özellikle kız çocuklarında görülen nörolojik bir rahatsızlıktır. Bu sendromun, erkeklerde de görülebileceği bilinmektedir, fakat erkeklerde genellikle, düşük yapma, doğum anında ölüm veya anne karnında erken ölüm gibi durumlarla sonuçlanmaktadır... Daha detaylı bilgi edinmek için lütfen bir tık.
http://www.norvecgenci.com/htm_swf/sevgi/prensesler_ve_kurbagalar.htm
Siz hala bir öpücükle prens olan kurbağa masalına inanıyormusunuz? Peki ya öpünce kurbağaya dönüşen prens kırmalarının varlığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Hadi bakalım kendinizi fazla yormadan şu hikayeyi bir de prenseslerin cümleleriyle gözlemleyin. Belkide kendisini hala prens zanneden kurbağalar biraz olsun ders alırlar.
http://www.reikiturkey.org/tr01.htm
Benim çakralarım hala kapalı diyorsanız ya da ne demek istediğimi anlayamadıysanız, buyrun buradan tıklayın. ...Reiki, stresleri çözerek şifa bulmada kullanılan çok güçlü, aynı zamanda da etkileri yumuşak olan bir enerjidir. Zihinsel ve duygusal sıkıntıların pek çok fiziksel hastalığın nedeni olduğu artık kabul edilmektedir ve enerji kanallarımızda bu sıkıntılar sonucu oluşan tıkanıklıkların açılmasını sağlayan Reiki, birçok hastalığın ortadan kalkmasına yardım edebilmektedir...
http://www.yemekvakti.com/
Böyle bir web sayfasını görüpte hala aynı kiloda kalabilenlerdenmisiniz? ...Makarnayı bir tabağa alın ve üzerine krema kıvamına gelmiş sosu her tarafını kaplayacak şekilde dökün.Üzerine kıyılmış maydanozu serpin ve sıcak sıcak yeyin... gibi dünya mutfağından leziz tariflerle dolu, mükellef bir web sayfası.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|