|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 439 |
12 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : BİR SIFIR GALİPMİŞİZ!.. |
Merhabalar,
Şu anda 2. gün görüşmeleri sürüyor. Aldığım son habere göre bizimkiler 1 gol atmış. Bu gol bizimkilerin çay içerken attığı dört golden biri değil, lütfen karıştırılmasın. Bu gol, anlaşmazlığa düşüldüğü takdirde Annan'ın hakemliğini kabul etmekten ibaret. Tamam iyi güzel de, Annan'ın doğru yapacağını kim garanti edecek. 30 yıllık bir sorun bir adamın vereceği kararlarla kolayca halledilecekti de bugüne kadar neden beklendi diye sorarlar adama.
Gelin şu taraflara bir bakalım beraberce. Annan bir çilekeş adam. Yılların kangrenini kendi döneminde kendi adıyla anılan bir plan doğrultusunda çözerek tarihe geçmeyi umuyor. İnşallah da çözer. Denktaş ve KKTC öyle ya da böyle yolun sonuna geldiklerinin bilincinde. Geçen yıllarda kabuk bağlayan ve kemikleşen duyularını yumuşatmaya olanak yok ama elleri mahkum yumuşayacaklar. Türk ve Yunan taraflarının ise kendine göre plan ve programları var. Tepede sallanan Demokles'in kılıcı ise AB pek tabiki. Yunan ve Rum tarafı rahat, bizim elde etmek için yırtındığımız herşeye sahipler. O nedenle katı bir savunma ile gol atmayı unutmuş deplasman takımı görüntüsünde. Kıbrıs'ta alacakları her taviz hanelerine irat olarak kaydedilecek. Alırken vermeye niyetleri yok ama onlar da verecekler kaçarı yok. Benim güzel memleketimin değerli büyüklerine gelince, onlar bu kılıcı bellerindeki kınına sokmak için herşeyi yapmaya hazırlar. Pesimist bir tavırla memlekete bakmak değil yaptığım. Sadece muhalefet yapacaklar ortalıkta görünmeyince kendimce memleketimi kurtarmaya heveslendim o kadar.
Hayatımın hiçbir döneminde gözümdeki pembe gözlükleri çıkarmadım. Yaşanan her sorunun kazanılan bir tecrübe olduğuna inandım. Ama yaş ilerleyip hedeflere hala ulaşamamış hale gelince ister istemez gerçeklerle yüzyüze gelmek gerekti. Memlekette esen cennet rüzgarları beni tatmin etmiyor. Tüm görünürdeki olumlu değişimlere rağmen geçtiğimiz yıl devlet iç ve dış borçlanması 50 milyar dolara dayanmış. İçinde bulunduğumuz yıl için yatırıma ayrılan pay sadece 300 milyon dolar. Bu parayla ne yatırımı yapacaklar acaba? Dibi delinen tencereleri yamasalar yetmez bu para yahu. İşsizlik gırla gidiyor. Gitmekle kalmıyor ivme kazanarak artıyor. İşsizlikten bunalan gençler pop, top yıldızı olmak için kuyruklarda çile çekiyor. Tuzu kuru medyamız mensupları olayı bir fırsatçılık, erkenden köşe dönme olarak değerlendirirken, takkeyi önlerine koyup, bunun aslında çaresizlik, önlerine belki de kasıtlı olarak konan fırsatı kullanmaya çalışmaktan başka birşey olmadığını biliyor ama dile getiremiyor. Kısaca benim gibi pembe gözlüklü bir adama bile durum iç açıcı gelmiyor, üzgünüm.
Gündemde yarışmalar varken, yarın size bir gerçek bir yarışma hikayesi anlatacağımı haber vermek istiyorum. Hikayenin jönü olarak yıllar öncesinde star olmaya heveslendiğim yarışmadan bahsedeceğim. Ben hatırlar yazarım, birlikte güleriz. Yarın burada buluşmak üzere... AZ KALSIN STAR OLACAAADIM!... AZS SONAAA...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
6 500 000 000
Altı buçuk milyar.... Bu rakkam, insanoğlunun pek yakında ulaşacağı nüfus sayısı... Yazımı okuyacağın süre içinde doğacak ve ölecek kim bilir kaç insan olacak, düşünebiliyor musun ? Altı buçuk milyar insan... Altı buçuk milyar hayat...
Ailemiz, çevremiz, çevrelerimiz, eğitimimiz, işimiz... Hayatın kendisinden öğrendiklerimiz, öğreneceklerimiz, yaşadıklarımız, yaşayacaklarımız, etkilendiklerimiz, etkileneceklerimiz, aldığımız ve alacağımız darbeler, gelişmelerimiz, değişmelerimiz ve saymaya devam edersem sonu gelmeyecek, beni bunaltmaya başladığına göre seni de bunaltacak bu listeye, kişilik ve karakterlerimizi de ekleyince oluyor sana, eşsiz altı buçuk milyar birey !
Altı buçuk milyar eşsizlik...
Bunun için değil midir, benim beyaz gördüğümü, bir başkasının siyah görmesi ve her ne hikmetse senin ısrarla mavi olduğu iddia etmelerin ? Yada seni günlerce düşündürüp uykularını kaçıran bir konuya, benim "hadi len" deyip gülüp geçmelerim ? Bizi biz yapanlar, farklarımız, farklılıklarımız. Altı buçuk milyar bakış açısı...
İstanbul'dan, sırtımdaki benden büyük çanta ve kafamdaki, "Hayat, hep aynı yerde yaşanılmaması gerektiği kadar kısa", gibi üç kuruşluk bir felsefeyle ayrıldığımda, henüz hiç bir televizyon kanalı yapımcıları, farklı görüşteki kişileri, bir konu üzerinde tartışmak için stüdyolarına konuk etmiyorlardı. Yuvarlak masalı yada dört köşe sehpalı, en fazla beş koltuklu açık oturumları demiyorum. Hani, dizi dizi sıralı, herkesin mikrofona ulaşabildiği programlar benim bahsettiğim. Bunları Avrupa'da keşfedip keyifle izledikten bir kaç sene sonra, yine tatil süreli dönuşlerimden birinde, ne görüyorum dersin ? Biz de artık kameraların önüne geçip fikirlerimizi beyan etmeye, tartışmaya, eleştirmeye, eleştirilmeye girişmişiz.
Heveslenip koltuğa yerleşiyorum, ama konu hiç ilgimi çekmediği için, kısa sürede başka bir uğraşı ediniyorum. Yaklaşık dört saat sonra, televizyonun başına "Acaba şimdi neler var ?" diye geri döndüğümde, bil bakalım ne buluyorum ? Aynı programı ! Davet edilenler hala aynı şeyleri söyledikleri için banttan tekrar yayınlandığını sanıyorum. Ama değil, değil işte. Vallahi de billahi de devam ediyor !.. Merakım kabarıyor ve bir sonraki konu ilgimi çekmese bile başından sonuna kadar seyretmeye karar veriyorum. Ama başarılı olamıyorum. Sabrın sonu selametmiş ya hani, benimkisi koltukta derin bir uyku oluyor sadece.
Avrupa'da bu tarz programlar taş çatladı bir buçuk saat sürüyor. Peki ama bizde neden bu kadar uzun sürüyor sence ? Benim gördüğüm kadarıyla, tartışmacı konukların stüdyodaki mevcudiyetlerinin sebebi, seslerini duyurmak, izleyenlere "böyle düşünenler de var" demek, görüş alışverişinde bulunmak, karşıt fikirlerin içinde onaylıyabilecekleri noktaları yakalamaya çalışmak, eleştirmek ama eleştirilmeye de açık olmak, konuşmak ama bir o kadar da konuşma firsatı vermek ve dinlemek degil ! Üstelik, bunu yapmaya çalışan konuklar diğerleri tarafından bir lokmada yutulmaktalar. Uslu uslu köşelerinde oturup "gak guk" eden azınlığı işte bu yutulmuş konuklar oluşturmakta. Davet edilmiş Aliler, Veliler ve diğerleri sanki bir tek amaçla gelmişler, yerleşmişler onlara gösterilen yerlere. "Fikirlerini benimsetmek" amacıyla...
Benden farkı fikirdeki bu "münasebetsiz", çünkü benden farklı fikirdeyse ancak münasebetsiz olabilir, bu stüdyodan çıkmadan evvel, "Haklısın abi, ben feci yanılmışım, eşeğim ben... Kusura bakma..." demeli... Beni tamamiyle benimsemeli, öpüp alnına koymalı, bunu yapmalı ki, benim ne kadar haklı olduğumu, cümle televizyon karşısı yayılma konumundaki ahali anlasın ve herkes beni beğensin, takdir etsin...
Ehhh "münasebetsiz" de aşağı yukarı aynı amaçlarla gelmiş, "haklısın" diye gitmeye de tabiki hiç niyeti yok. Konuşmalar uzadıkça uzuyor. Sürekli aynı şeyler söylendiği halde kimse, "yetti artık, durdurun kameraları, uykumuz geldi, evde çoluk çocuk bekliyo" demiyor. Saatlerce ekranın başında göz göre göre bir kısırdöngü yaşıyoruz.
Kaldi ki biz, bir konu hakkında karşıt fikirli insanlarla tartışmayı, dolayısıyla kendi fikirlerimizi ortaya koymayı, yani eleştirilebilir kıvama gelmeyi ve eleştirilmeyi bırak, arabalarımız sollanınca bile hasta oluyoruz. Hiç mi başına gelmedi ? Bunu Türkiye dışında başka hiç bir ülkede de yaşayamazsın. Olay şöyle gelişir. Önünde kağnı süratinde seyretmekte, ilerde satın alacağı arsayı aramakta olan şöförün arabasını sollarsın. Kısa bir müddet sonra, aynı araba hızını arttırmış, sağında belirmiştir ve içindeki kudurmuş şöför sana "Ne var lan ? Ne var ? Beğenemedin mi araba kullanışımı ? Çek lan arabanı kenara, çek lan !.." diye bağırmakta, buna elinin kolunun çeşitli hareketleri eşlik etmektedir... Beğenilme derdi... Tuhaf milletiz vesselam...
Gelelim bizim molamıza... Kendime ayırdığım zaman öylesine sınırlı ki, yazıları okumaya çalışıp, yorumları es geçiyordum önceleri. Sonradan bir keşfettim ki, yorumlar da yazılar kadar keyif verici kıvamdaymış meğer... Bilmiyorum sen okuyor musun, aç bir bak lütfen hatırım için. Bir milletin özünü iki satırla yakalayacak ve çok keyif alacaksın. Orada, cesaret edip yorum yapmış olanları bulacaksın. Hep aynı isimleri görüp şaşıracaksın belki ama, bu yorum konusu herkesin zevk aldığı bir konu değil. Siteyi takip eden onca kişinin cesaret edemiyor olmalarına bir şey dememek lazım. Yorum yapanlar, eleştirenler, eleştirilenleri eleştirenlerden kol kanat gerip korumalar, yorumları yorumlayanlar, "vay efendim bu güzel yazıyı nasıl beğenmezsin seni gidi hum hum"lara kadar varan hakaretler, didişmeler, atışmalar, kavgalar, küsüp gidenler, barışıp dönenler... Bir de eleştiriye tahammülü olmayan yazar adayları söz konusu ki... Bazen ucu komediye dokunan bu çıtırları sen de oku isterim.
Gel basit bir örnekle yola çıkalım. Örneğimiz mantı olsun... Çoğunluğun mantıyı sevdiğini var sayalım... Herkes mantı yapabilir mi ? Herkesin yaptığı mantı yenilip yutulur cinsten olabilir mi ? Her mantıyı iyi yapanın mantısını, her mantı sever beğenebilir mi ? Mantıyı sarımsaklı yoğurtla ve domates sosla yemek gibi bir zorunluluk var mıdır ? Bunun tereyağda kızarmış kırmızı biber sosuyla yiyenleri yok mudur ? Bol pul biber dökenlere ne demeli ? "Sumaksiz ve nanesiz asla yemem" diyenleri nerede asmamız gerekmektedir ? Çoğunluk mantı sever diye tüm millet mantıyı sevmeli midir ? Peki mantıyı acaip güzel yapan Fadime teyzenin her seferinde aynı lezzeti yakalaması mümkün müdür ? Ya eti başka bir kasaptan aldıysa ! Yada o gün keyfi yoktu da şişirdiyse... Peki ama davet ettiğimiz misafirler arasında vejetaryen varsa n'aapcez ? Adam eti hamurdan ayıklar mı ? Ayıklamaz elbet, varsa piyaza talim eder. Hem piyazın suyuna ekmek banmak da hoştur... Konuyu dağıttığımı sanıyorsun değil mi ? Oysa içindeyim, tam içinde... Davul zurna kısmını yazıp bitirdim şu an...
Lütfen mantıklı düşün, herkesin bir yazıyı aynı şekilde algılaması mümkün müdür ? Okuduklarımızdan aynı sonuca varmamız, aynı hayallere kapılmamız, yada aynı şekilde etkilenmemiz olası mıdır ? Biz aynı fabrikadan mı çıktık ? Bizi yaparken döktükleri kalıp aynı mıdır ? Ensemde seri numaram, sağ ayağımın altında "Made in Turkey" yazılı da ben mi görememişim bu güne kadar ?
Çoğumuz sanal bu dünyada, dürtülerini tatmin eden amatör yazarlarız. Yazar kelimesini kullanmaya bir türlü yüreğim el vermiyor. Yazıyoruz belki ama bal gibi acemiyiz işte. Bizi bırak da al sana bir Orhan Pamuk... Almanya'daki kitap fuarında en çok satan yabancı yazarmış geçen sene. Her kitabının arkasında uluslararası basından alınmış pozitif yorumları okuyabilirsin. Yayınevi negatifleri basacak değil ya kapağa !... Bu herkes Pamuk'a bayılıyor mu demek ? Ne dersin ? Ben yazdıklarını büyük bir zevkle okurken, annem ne diyor ? "Yaa Ayşenur nasıl seviyorsun hayret, daha ilk satırdan adam ruhumu, dünyamı karartıyor !" Olamaz mı ? Olabiliyormuş demek.
Bana verdikleriyle sana verdikleri bir olabilir mi ? "Apartman kokusu formülü"nü hatırlar mısın ? Okudun mu bilmiyorum gerçi, Kara Kitap'ta geçer. "Apartman aralığı kokusuyla ıslak taş, küf, kızarmış yağ ve soğan kokusunun karışımı"... üzerinde durmadan geçip gittiğin basit bir cümledir büyük ihtimalle. Bana bir çok apartmanın girişini hatırlatıp, anılarımda İstanbul'a geri getirdiği, ne kadar özlemis olduğumu hatırlattığı için, uzun süre sayfalara okumadan bakakalmama sebep olmuş, tatlı ve bir o kadar da buruk bir detaydır...
Mümkün müdür herkes tarafından beğenilmek ? Amaç bu mudur ? Nedir teorimiz ? Sevilme ihtiyacından mı kaynağını bulur bu eleştirilere gelememeler ? Başkalarının eleştirilmelerine tahammül edememeler ? Çünkü bizim sevdiklerimizi herkes sevsin mi isteriz ? Sevilmek için beğenilmek, beğenilmek için kesinlikle ve tamamiyle benimsenilmek mi gerekir ? Tüm fikirlerimizle, tüm benliğimizle benimsenilmek. Oysa ben sevmediğim bir insanın fikirlerini onaylayabilir, çok sevdiğim bir insanla kesinlikle karşıt fikirlerde de olabilirim. Zaten çevrendekiler seninle sürekli aynı görüşleri paylaşıyorlarsa onlardan şüphe et derim. Bir çıkarları olmasın ?
Her ne hikmetse herkezi fıtık ediyor görünümündeki yorumcularımız, hissettiklerini, anladıklarını, aldıklarını, alamadıklarını, beğendiklerini, beğenmediklerini,... , herhangi bir engel tanımaksızın iletiyorlar. En azından ben öyle sanıyor ve umuyorum. Belki de azarlanmaktan korktukları için kendi kendilerine sansür uyguluyorlardır kim bilir ? Bizim, yazdıklarımızın aldığı tepkileri, sıcağı sıcağına takip edebilmek gibi bir lüksümüz var. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi ? Hırlaşacağımıza, yorumcunun ne demek istediğini anlamaya çalışsak, belki yazdıklarımıza geri dönüp baktığımızda gerçekten de eksik bir yan görebilir, bundan sonraki yazılarımız için olumlu bir şeyler çıkarabiliriz. Yanlış mı düşünüyorum ? Üstelik yorumcu da yaşadıkları, hissettikleri, güldükleri, ağladıkları, etkilendikleri, kıçına bile takmadıklari göz önüne alınırsa, elbette tarafsız ve yüzde yüz haklı olamıyacak kadar, senin benim gibi bir insandır. Söylenenlerin içinden bize de uyan doğruları bulup çıkartmak... Kendi doğrularımıza doğru eklemek, zenginleşmek de bu değil midir ?
Altı buçuk milyar insan...
Altı buçuk milyar hayat...
Altı buçuk milyar eşsizlik...
Altı buçuk milyar bakış açısı...
Altı buçuk milyar doğru...
Ben bu doğrulardan sadece biriyim ve sen son satırımı okuyan sabırlı okurum, bu doğrulardan ikincisi...
Ayşenur Güven Belçika
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Gündaç |
Bir parça Diyalog
- Seni aldatırsam bunu bilmek ister misin? dedi.
- Evet isterim! dedim. Hem bu nasıl bir soru. "Kesin aldatacağım da sana bunu söylemeli miyim acaba?" der gibisin.
- Kesin değil. Ama haberin olmayacağından emin olursam... Belki… Bilmiyorum...
- Korkun haberim olması mı? İlişkiyi zedelemek, beni incitmek değil. Yakalanmaktan korkman öyle mi?!
- İncinmene gerek yok. Aldatma bir paylaşım değil. Bir tür mastürbasyon bu. İnsani mastürbasyon.
- Erkeklerin sevgi ve seksi ayırabilme yetenekleri mi var?
- Bu bir yetenek değill. Zayıflık.
- Zayıf olmayı neden kabul ediyorsun peki? Neden aldatırsın? Erkekler neden aldatır?
- Erkekler bir çift güzel göğüs ya da bacak için aldatır. Ama sen beni aldatma. Kaldıramam.
- Niye o?
- Çünkü sen duygusal tatminsizlikten aldatırsın, tüm kadınlar gibi. Ben ise açgözlülüğümden, tüm erkekler gibi.
- Aldatırsan biter.
- O zaman aldatırsam sana sölememeliyim. Sen aldatırsan da ben bilmek istemiyorum.
...
İhtimal gerçek oldu. Hiçbir zaman kabul etmedi, söylemedi. Ben bildim, o bildiğimi bildi. Bitti.
Gündaç
Yukarı
|
|
ANALİZ : Ahmet Çevikaslan ŞİDDET ÇAĞININ ÇOCUKLARI |
|
Seksenli yıllardan bugüne çocuk ruh sağlığı uzmanları ve eğitimcilerin kafalarını oldukça yoran bir problem var: Bullying. Bu terimi dilimiz için daha anlaşılır kılmak üzere farklı karşılıklar bulunabilir. İsterseniz "kabadayılık" olarak tanımlayalım, isterseniz de "gözdağı vermek" ya da "cebir" diyelim. Bu terimlerin hepsi anladığınız kapıya çıkıyor. En basit tanımı ile korkutarak baskı yapmak veya birilerinin yaşamına zarar vermek amacı ile sık ve uygunsuz yere güç kullanmak anlamına geliyor. Yani ortada bir kıllanma ve zor kullanma durumu var. Ama burada kastedilen, yaşıtlar arasında veya aynı ortamda yaşayan çocuklar arasında, genellikle de okul ortamlarında gözlenen cebir halleri.
Yirmi yıldır ABD'li, Avrupalı bir sürü bilim adamını aldı mı bir merak. Şaşırıyor adamcağızlar. Nesi var bizim çocukların? Medeniyet ise alası bizde, refahsa en alasından bizim çocukların önünde. Onları eğitmek, örnek olmak için elimizden geleni yapıyoruz oysa. Biz topaç gibi çocuklar büyütelim derken, bunlar birbirlerini topaca çevirecek nerdeyse.
Durum gerçekten de onları şaşırtacak kadar vahim. ABD ve Avrupa'da yapılan farklı araştırmaların sonuçları, bu sosyal yaranın sıklığına ilişkin yüzde sekiz ile kırk sekiz arasında oranlar veriyor. Oranlardaki değişimlerin nedenleri çeşitli. Bir kere cebirin de çeşitleri var: Bazen doğrudan, yani sözle sataşarak veya fiziksel şiddet kullanarak. Bazen de dolaylı yoldan, yani ilişkileri yönlendirerek. Dolayısıyla, zorbanın perspektifi bu kadar zengin olunca, sonuçlar da araştırma yöntemine göre bu kadar farklılık gösterebiliyor.
Uzmanlar, bu durumun sadece sıklığını araştırmakla kalmıyorlar elbette. Birbirine kabadayılık yapan çocukların kişilik özellikleri nasıl? Grup dinamiklerinin bunda rolü nedir? Sadece kabadayılığı yapanın değil, mağdurun da kendine göre özellikleri var mı?
Bu durumun her iki tarafta da ruhsal sonuçları nasıl? Ve daha birçok sorunun yanıtının peşindeler.
Bugüne kadar yapılan bazı araştırmaların sonuçlarını kısa kısa geçecek olursak: Yaşıtlarına karşı kabadayılığı seçen çocuklar genellikle yaşadıkları ortamlarda sosyal statüleri iyi konumda, aşırı güvenli ve biraz da cool (burada, "karizmatik" anlamında değil, "küstah" anlamında) olarak tanımlanıyorlar. Ebeveynleri arasında şiddete tanık olanlar bu yönteme daha sık başvurma eğilimindeler. Mağdurlar ise daha fazla depresyon, kaygı ve soyutlanma duyguları yaşıyorlar. Aslında sadece mağdurların değil, zorbaların da sosyal uyumda ve duygu kontrolünde güçlükler yaşadıkları ileri sürülüyor. Mağdurlar daha çok içe dönük olarak tanımlanıyorlar, daha fazla isteksizlik ve psikosomatik belirti yaşadıkları düşünülüyor, hem zorba hem de mağdur duruma düşenlerde dışa vurum ve hiperaktivite davranışlarının, kişiler arası ilişkilerde problemlerin daha sık olduğu vurgulanıyor.
Bulguların şaşırtıcı yönü ise bundan sonrası. Sadece zorbalara ait özelliklerin değil, mağdur duruma düşenlerin özelliklerinin de bu şiddete zemin hazırlayabileceğinden, yani akıllara ziyan bir "zorba-kurban" ilişkisinin dinamiğinden söz ediliyor. Bir anlamda, sadomazohist bir sosyalleşme süreci yaşanıyor. Bu kadarını yakalayan bilim dünyası uslu durmuyor, daha da ileri giderek yaşıtlar arasındaki zorbalıklarda grup dinamiklerinin etkilerine bakıyorlar. Ve görüyorlar ki, bu sosyal sadomazohizmi yaratan bir de grup etkileşimi var, başkalarına da roller düşüyor. Zorbanın yardımcıları, aktif veya pasif destekçileri, kurbanın destekçileri, çanak tutucular, çanak yalayıcılar, dışarıda kalanlar vs vs. Grup dinamiklerine bakılırsa, zorbalar da kurbanlar da neredeyse "kader mahkumu" ilan edilecek.
ABD'li, Avrupalı birçok bilim adamı bu problemle başa çıkmak için de habire öneriler üretiyorlar. Kabadayılığı gelişimin doğal bir parçası kabul eden, hatta özendiren ve zorbayı da popülerleştiren akran kültürünü dönüştürmekten söz ediyorlar. Güvenlik önlemlerini arttırmak, göz hapsine almak, davranışları değiştirmeye zorlamak gibi önlemler yerine okulları ve aileleri de içine alan bütüncül yaklaşımlar daha ağır basıyor.
Gezegenimizin aydınlık yüzünde bilim adamları bu gayretleri sergilerken, karanlık yüzündeki hayat bütün sertliği ile devam ediyor. Akıl almaz arkadaş ve aile cinayetleri gazetelerin üçüncü sayfalarından hiç eksik olmuyor. Televizyonların ana haber bültenleri mide kaldırmaz şiddet görüntülerini salonlarımıza kadar sokuyor. Birkaç yılda bir Balkanlar veya Ortadoğu'da tonlarca füze "barışı savunmak adına"masum insanların başına yağdırılıyor. Silah tüccarları semirdikçe semiriyor. İki lise öğrencisi ellerinde silahlarla okula dalıp arkadaşlarını tarıyorlar, Beş altı yaşında çocuklar, arkadaşlarını "sevmediklerini" bahane ederek öldürebiliyorlar. Vs vs vs. Uygarlığı taşlarla sopalarla başlatan, bugün ise inanılmaz bir teknolojik düzeyi yakalayan insanoğlu giderek saldırganlaşıyor sanki.
19. yüzyıl "aydınlanma çağı" oldu, 20. yüzyıl ise "bilişim çağı". Çocuklarımız büyüyecekler, bu yüzyılın uygarlığını yaratacaklar ve 21. yüzyıl, bin yıl sonrasının tarihçileri tarafından "şiddet çağı" olarak tanımlanacak belki de.
Bunun önüne geçilebilir mi?
Çocuk psikiyatri kliniklerinde; böyle durumlarda başvurulan bir davranışçı terapi tekniği vardır. Sınıflarında kavga eden çocukların ebeveynleri öğretmenler tarafından bir araya getirilir, tokalaşmaları sağlanır ve çocuklar da bunu görürler. Bir anlamda çocuktaki büyüğe özdeşim mekanizmasından yararlanılarak, önce babalar uzlaştırılır ki çocuklar da uzlaşsın.
Çocuklar arasındaki kabadayılık kültürünü kırmak için çabalayan bilim dünyası, önce büyüklerin bir araya gelip tokalaşmalarını ne zaman önerecek dersiniz?
Ahmet Çevikaslan
Yukarı
|
|
Çılgın Kahveci : Canan Şenol ÇOOOK ÇABUK TÜKETİYORUZ ÇOOOK. |
|
Çoookkk çabuk tüketiyoruz sevgileri. Hiçbirimiz ayrılmak düşüncesiyle, temennisiyle evlenmiyoruz. Deliler gibi aşık olduğumuzu, sevdiğimizi sanıp başlıyoruz ilişkilere. Kavuşulan sevgilinin değeri kalmıyor gibi sanki. Peki sonra ne oluyor, neden oluyor, niçin oluyor da bu durumlara geliyoruz. Bence sevgileri çok çabuk tüketiyoruz, çok çabuk bitiriyoruz. Tahammül sınırımız sıfır. Çok sabırsızız. En ufak bir olayda gösterdiğimiz sabrı burada gösteremiyoruz. Çevreme bakınca anlamamak mümkün değil, ev eşyasından önce eskiyor, tüketiliyor evlilikler. Ayrı çiftler, iki arada kalan çocuklar, bozulan psikolojiler.... Bunun bir örneğini daha yeni yaşadım. Çalıştığım işyerinde benim tanımlamamla "Eski yılı uğurlama, yeni yıla merhaba deme" toplantısında onu da aramıza alıp iki kız arkadaş fotoğraf çektirmiştik. Tesadüf bu ya o anda o fotoğraf karesine üçümüz sığıvermiştik. Yanımdaki bayan arkadaş olaya gereksiz yere esprili bir dille bakmıştı:
- Bunu senin hanıma yollamak lazım. Acaip kıskanır ammaaaa...
Klasik bir espri idi ama olsundu o zaten hep böyle espiler yapardı!!! Erkek arkadaşımız fısıltı halinde cevap verdi:
- Yollasanız ne olacak ki. Kıskanmak mı ? O da ne ki? Aramız epeydir iyi değil zaten. Bir faydası olur mu ki? Ne yapacağımı bilemiyorum.
O'ndan böyle cevap, böyle konuşma duymak mümkün değildi. Doğru dürüst konuşmazdı ki zaten. Sessiz sakin kendi halinde bir iş arkadaşı. İşin bir diğer üzücü yanı, eşi ile de ayrıca görüşüyor olmam. Aynı kurumun farklı enstitülerindeyiz, serviste ya da çarşıda, pazarda, ortak arkadaşlarda da görüşmemiz olası. Olmazsa olmaz gibi bir şey sanki.
- "Sen böyle şeyler söylemezdin. Hayırdır"
dedim dinlemekle dinlememek arası. Şaşırmıştım. Toplantı dağılmaya başlamış üçümüz kalmıştık. Ayak üzeri laflamaktı en doğrusu. Karı koca arasına girmemek lazım neme lazım.
- Artık anlatmak ihtiyacı duyuyorum burama kadar geldi. O anlatıp rahatlıyor. Hiç susmuyor ki zaten.... Benim de deşarj olmaya ihtiyacım var. İnsaf yani. Bakın bugün yılbaşı ama hanım sabahtan çantasını hazırlamış İstanbul'a ablasına gidecekmiş. Bana da söylemiyor. Çocuklara söylerken duyuyorum.
- Aaaaa olmaz ki böyle bir günde çoluk çocuk, hanım, arkadaşlar hep beraber toplanıp yeni yılı karşılayamadıktan eğlenemedikten sonra ne anlamı kalır ki?
- Ona söyle sen bunu kafasını dinleyecekmiş. Dinlesin bakalım ben de çocukları alır kardeşime giderim. Napayım.
"Tamam" dedik bir ağızdan. "Yapmayın çoluk çocuk var. Karı koca arasında olur böyle şeyler. Uzatmayın en çok çocuklar etkileniyor onları üzmeyin."
Veeee işimizin başına döndük. O gün yılbaşı gecesi yeni yıl dileklerime onların yeniden eski mutlu güzel günlerine dönmeleri dileklerimi de ilave ettim.
Yeni yılın ilk günlerinde bir akşam üzeri iş çıkışı onu pasajda gördüm. Karşılaştık, bir "iyi akşamlar" dileyip gitmekti niyetim çünkü markete gitmem, yiyecek birşeyler almam ve eve dönüp yemek hazırlamam gerekiyordu. Daha bir çökmüştü sanki mavi gözleri daha bir hüzünlü bakıyordu. Gitme kal der gibiydi:
- Tanıdığın bir psikolog var mı? dedi sesi titreyerek.
- "Hayır" dedim. Vardır ama tanıdığım tavsiye edeceğim biri yok.
- Doğrudur başına gelmeyen bilmez. Bana bir psikoloğa gitmemi söyledi. Gerçi ihtiyacım yok ama gideceğim valla inadına gideceğim ve gözüne sokacağım alacağım raporu.
- Ya yapmayın bunca yıldan sonra. Siz artık işi ağız dalaşına çevirmişiniz. Artık ne söyleseniz batar birbirinize. İkiniz birlikte bir Aile psikoloğuna gidin. Konuşun güzel güzel anlaşın.
- Anlaşacak birşey kalmadı. Bir delilik yapmasından korkuyorum. Daha önceden bir kez benden habersiz beni mahkemeye vermişti. Elime boşanma ilamı geçince şok geçirdim. Neyse araya arkadaşlar, aile büyükleri girdi de ben de biraz alttan aldım da anlaştık. Şimdi yine aynı şeyi yapar diye korkuyorum. Buluttan nem kapıyor. Her hareketim hatta bırak konuşmayı konuşmamam bile batıyor ona. Napayım bana bir akıl ver.
- Vallahi bu durumlarda ne denir bilmem ki? Benim ne kadar faydam olur? Derim ki siz kendi aranızda oturup konuşun anlaşın. Psikolojik destek alın. Ben ne desem boş.
Anlattı anlattı. Ayak üzeri her iki kapısında soğuk rüzgarın kol gezdiği o pasajda ayak üzeri yarım saat konuştuk. Ben ayrılmak istiyor ayrılamıyorum, o anlatmak istiyor konudan konuya atlıyor, bitiremiyordu. Maaşını kendine harcadığını, ortak birikimi kendi adına bankaya yatırdığını, bağımsız olmayı istediğini vs.... anlattı. Eşinden duymadığım şeyleri anlatırken hiç eşine kızmak gelmedi içimden. Bir de karşı tarafı dinlemek lazım diye düşündüm.
Geçenlerde serviste yanıma oturdu. Raporu almıştı, doktorun kendisine söylediği sözleri en az iki kere tekrarladı. "Seni doktora yollayan insanı getir bana, ben onu muayene edeyim önce" diyordu. Tebessüm ettim daldım gittim o anlatıyor ama ben sadece tebessüm ediyordum. "Son söylediğim kelime ne?" dese bilemeyecek kadar ilgisiz kaldım. Evlilikleri, sevgileri, aşkları ne kadar hor, hunharca, sabırsızca katlettiğimizi düşündüm. Şu günlerde arada çocukların olması nedeniyle bu evlilik yürüyor. Diğer yürüyen binlerce evlilik gibi ama doğru mu yanlış mı ayrılmalılar mı bu göreceli bir kavram. Keşke evlilikler bu noktaya hiç gelmese. Kapalı kapılar ardında kimbilir neler oluyor.
Gönlüm; çocukların mutlu yuvalarda, huzurlu, sağlıklı, kendine güven duyguları gelişmiş bir şekilde büyümelerinden yana. Eşlerin de aşk, sevgi dolu bir ortamda hayatı beraberce yaşamalarından yana. Hepimiz eminim bunu istiyoruz. Böyle olmasını diliyoruz. Bildiğim bir tek şey daha var: Evlilik zor zanaat zooorrrr ...
Canan canant@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci: Ayfer Arman |
NE GÜNDÜ!..
Harika bir güneş vardı gökyüzünde, nasılda cıvıldaşıyordu kuşlar.. Ve üstelik mevsimlerden kıştı.. Kalktı gerindi, çok ama çok harika bir gün olacaktı bu, emindi. Belli belirsiz bir gülümseme yayıldı yüzüne, bir şarkı mırıldanarak hafiften banyoya yürüdü sakin adımlarla..
Yüzünü yıkarken aynadaki aksine göz kırptı çapkınca ve tekrar güldü; ama bu kez enikonu duyulur biçimde. Evet! dedi yüksek sesle.. Evet! harika bir gün bu, nefis bir sabah.
Kırkbeş yılı geride bırakmıştı, orta yaş denen zamanların sonlarındaydı. Birden söylendi kendi kendine ne orta yaşı enikonu gençsin bugün içindeki çoşkudan belli. Şakaklarındaki kırlara baktı şöyle göz ucuyla, omuz silkti sonra aman sende dedi, yakışıyor bunlar bana ve tekrar güldü..
Nereden başlamalıydı işe acaba? Kızı ve damadı çoktan varmış olmalıydılar işlerine. Mutfak, dedi, önce oradan başlamalı sonra sırayla tüm evi toplayıp sonra da bir yemek yapmalı bu güzel güne yakışır lezzette..
Mutfağa yöneldi şöyle bir bakındı.. of dedi of detarjan bitmiş yine, nasıl yıkanacak şimdi bulaşıklar almalı!! Eli çantasına gitti, para az hayat pahalı, yok dedi yok, hiç bir şey bozmamalı bugünü, ufagından alırım ne olacak işimi görsün yeter..Beğendi bu fikri tekrar gülümsedi.
Dışarı çıkmak için kapıya yöneldi, açtı kapıyı ve elektrik faturasıyla karşılaştı..Oooo dedi daha geçen faturayı ödeyememiştik işe bak ne kadarda çok, koydu çantasına faturayı çöktü omuzları hafiften.
Öğleden sonra bulaşık ve ev işi bittiginde tekrar toparladı kendini. Tamam dedi tamam hiç bir şey bozmamalı bugünü tekrar dikleşir gibi oldu omuzları..
Şimdi dedi ne yemek yapmalı? Tas kebabı istiyordu çocuklar ne zamandır.. Düşündü et fiyatını çöktü gene omuzları. Sonra son bir gayret gülümsemeye çalıştı yeniden. Tam mevsimi dedi ne olmuş bir kapuska yaparım şöyle bol acılı birde yanında makarna kız sever ve bir an için o çoşku tekrar geri geldi, umut doldu içine..
Tam alışveriş için çıkacaktı ki çaldı telefon acı acı... Alo dedi neşeyle, karşısındaki ses yalın tok ifadesiz "Hanımefendi" dedi "Ödenmeli o taksit bu gün yoksa icraya gidecek senetler.." Düşündü bir an ne vardı o mantoyu alacak bu kışta idare etseydi keşke on yıldır idare etmemiş miydi?.. Peki dedi bu gün gelir öderim ve tanımadı kendi sesini eni konu yaşlı bir kadındı adama cevap veren.. Düştü omuzları yok oldu içindeki heyecan..
Akşam çocuklar geldiğinde yaşlı bir kadın karşıladı onları, makarna var dedi sadece, başka bir şey alamadım. Hiç konuşmadan yediler yemeklerini ve kadın sığıntı gibi hissetti kendini ufaldı iyice iskemlesinde. Erkenden mutsuzca uzandı yatagına ve söylendi kendi kendine..
"Ne lanet bir gündü.. Şükür bitti.."
Ayfer Arman
Yukarı
|
Misafir Kahveci: Özge Kurt |
YÜRÜYORUM!..
Kan ter içinde bir sıcak ve yakıcı sarı güneşin altında terden sırılsıklam kalan ben. Umutsuzca karşıma çıkacak kişiyi gözlüyorum bu ıssız, sarı sıcak yolda. Saatlerdir yürüdüğüm hatırıma geliyor birden. Belki biri olsaydı yanımda bu kadar sıkılmazdım diyorum kendi kendime. Ara ara mola verdiğim köylerde konuştuğum insanlar dışında "tek başına olmak" olmanın verdiği düşünce ruhumu sıkıyor. Ama tek başına seyahatle geçirdiğim zamanın sonuna yaklaştığımı hissediyorum artık.
İnsanları düşünüyorum,sıcak sohbetlerin geçtiği ,onları dinlerken bir şeyler öğrenmeye çalıştığım dakikaları, misafir edildiğim küçük köy odalarını ya da birkaç ağacın çevrelediği minik bahçeleri... Ne yapmaya çalışıyorum buralarda? Sırtını yüce dağlara dayamış geniş verimsiz görünen düzlüklerin ortasında... İnsanlar olmasa çekilmez ya, çekilmez hiçbir şey. İlgilendiğim şey belki sadece yeni kimlikler tanımak, yeni yaşayışlar görmek, kendimi onların yanında hissetmek, kendimi onlara yakın hissettirebilmek... Onlara göre çok uzaklardan gelmiş olan ben bir Tanrı misafiri, bir armağanım. Buradaki insanlar hayat ve kutsal gücü ,bir anlamda sonsuzluğu bağdaştırmayı her günkü işten sayıyorlar. Öyle ki sanki hayat bulutlar ötesindeki bir dünyanın,sonsuz kutsallığın bir yansıması. Ve bu insanlar o yansımayı gerekene uygun bir şekilde yaşatıyorlar bu "geçici" dünyada Bir köprü burası sanki yeraltı ve yerüstünü birleştiren! Mutluluk bu köprünün neresinde peki? Küçük bir köy düşünün: insanların tek katlı evlerde yaşadığı, çevresinde ufak bahçelerin olduğu... Çocukların toz toprak içinde oynadığı daracık yollar... Bazı yerlerde tarihi geride bırakıp günümüze gelmeyi başarmış birkaç anıt... Ne verebilir bütün bunlar insanlara diye düşündüğümüzde akıllara gelen tek şey;mutluluğun madde ile ölçülemeyeceği, değer biçilemeyeceği olduğu. Modern dünyada görülmemiş mutluluklar bizlerden uzaklarda hüküm sürüyor.
Kafamdan bunlar geçerken tek tük evler görmeye başlıyorum uzakta... gitgide yaklaşıyorum. Yaklaştıkça, derenin kenarında bir grup kadının çamaşır yıkadıklarını görüyorum. İçimden bir istek yükseliyor merhaba demek için. Tüm yorgunluk tozlarını üzerimden silkeleyip, yüzümde bir tebessümle onları ürkütmeden sesleniyorum: "Merhaba!". Kadınlar ilk başta çekinmiş gözüküyorlar benden. İlk başta çekinseler de daha sonra sevdikleri için yapmayacakları şey yok neredeyse. İşlerini bırakacak gibi oluyorlar bir ara, izin vermiyorum buna. Köy muhtarının evini soracakken kendime engel oluyorum. Aramanın zevkini kendim yaşamak, hissetmek istiyorum. Peşime küçük bir kız, yol arkadaşı takıp köyün içerisine doğru ilerliyorum.
Öğle vakti ve kavurucu sıcak. Yeni hislere açılan kapının eşiğinde ne kadar mutlu olduğumu düşünüyorum.
Özge Kurt
Yukarı
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Küba'dan İzlenimler - 10 |
|
"Hasta La Victoria Siempre"
Bütün gittiğimiz şehirlerde öncelikle ziyaret ettiğimiz, Havana'daysa en sona bıraktığımız Jose Marti Devrim Meydanı'ndaydı sıra. Jose Marti Anıtı ve İçişleri Bakanlığı karşı karşıya. Aşağı yandaki fotoğrafta görünen, Bakanlığın duvarındaki Che rölyefiyle Jose Marti Anıtı birbirlerine bakıyorlar. Devrim meydanı, bu iki kocaman eserin arasında büyük bir alana yayılmış. Jose Marti Anıtı, yalnızca fotoğrafta görünen heykelden ibaret değil; anıtın hemen arkasında göğe doğru uzanan ve neredeyse Havana'ya tepeden bakan çok büyük bir yapı daha yükseliyor.
"Hasta La Victoria Siempre.". Bence bu sözün, anlamını bulduğu ve yakıştığı en güzel yer burasıydı. Meydanda uzun süre kaldık. Birçok fotoğraf çektik. Bizimle beraber, üniformalarından liseli olduklarını anladığımız bir grup öğrenci de anıtı ve meydanı geziyordu. Meydanın diğer ucunda, tepesinde "VENSERAMOS" yazılı, yine büyük bir bina vardı. Sosyalist Küba'da insanlar, tabii ki günlük yaşamlarında, sürekli devrim şarkıları söylemiyorlar; ama okullarından topluca çıkan ilkokul çocukları "Venseramos... Venseramos..." şarkılarını söyleyerek yürüyorlardı. Bir okulun açılışını yapan Fidel'e, minik öğrencilerin, gösterişten uzak, dimdik, şiirler okumasını da televizyondan izledik. Devrim meydanından, Katedral meydanına doğru yürümeye başladık. Meydana yaklaşırken, ara sokaklardan birinden gelen Afrika ritmleriyle durduk. Bayan Cecile ve grubuyla orada tanıştık.
Bongo ve diğer perküsyon aletleriyle müzik yapıyorlardı. Etnik kıyafetler içindeki danscılar ve müzisyenler, aslında Santeria veya La Regla Lucumí olarak adlandırılan dine özgü bir ayin gerçekleştiriyorlardı. Bu din, yeni dünyada, inanış ve ibadet yöntemleri oldukça farklı dinlerin biraraya gelmesiyle oluşmuş bir Karayib dini. Afrika'da, günümüzde Nijerya sınırları içinde kalan bir bölgede ortaya çıkmış. Ritm gittikçe hızlandı, dansçılar da... Trans haline geçmiş gibiydiler; kıyafetleri terden sırılsıklamdı. Bir süre sonra dansçılardan biri bayıldı, müzik hiç kesilmeden devam ediyordu, yere düşen dansçı santaya ermişti.
Katedral meydanının her köşesinde değişik şeyler görmek olası. "Che Amca"ya da, kapı önünde oturmuş, purosunu tüttürürken rastladık. Üzerindeki kızıl yıldızlı siyah beresi ve mavi gömleğiyle, keyfi yerindeymiş gibi görünüyordu. Konuşmak mümkün olamadı; ingilizce bilmiyordu ama, fotoğraflarını çekmemize izin verdi. Katedral meydanında bir süre oyalanıp dinlendikten sonra, bizi bekleyen çok önemli bir randevuya doğru yola çıktık. Küba'da müzik eğitimi alan bir arkadaşımızın yardımıyla Afro-Latin Caz türünde müzik yapan Diakara Grubu ve dünyanın pek çok yerinde ün kazanmış, grubun beyni, ritm ustası Oscar Valdes'in provasını izleyecek, fotoğraf çekecektik.
Bir spor kompleksine geldik. Grup, komleksin içindeki bir tiyatro salonunda çalışıyordu. Arkadaşımız bizi, kapıda karşılayıp içeri aldı. Salonun giriş bölümü, görünümündeki eskilikle, aydınlatmasıyla, 2003 Mayıs'ında, Ankara Hasanoğlan'da gördüğüm, eski yüksek köy enstitüsünün tiyatro salonunu anımsattı; bir farkla elbette: Küba'daki salon iyi durumda olmasa da kullanılıyor, bizdekiyse, türlü entrikalarla kapatılmış, sonunda da harabeye dönüşmüş bir halde ne yazık ki!..
Yaklaşık 3 saat kaldık orada. 5 kişilik grubun, klavye çalan 18 yaşındaki müzisyeni, iyi İngilizce biliyordu. Konservatuar öğrencisi olduğunu; klasik piyano dışında eğitim almadığını; çaldıkları Latin Caz için de özel bir eğitim olmadığını; bu tür müzik yapabilmek için, kişisel olarak çok çalıştığını anlattı. Grubun lokomotifi olan Oscar Valdez'inse, sözü edilen ününü boşuna yapmadığı ortadaydı. Bizi, hafta da iki gün sahne aldıkları Cazz Bar'a davet ettiler. Küba'dan ayrılmadan önceki son akşama denk gelen bir davetti bu. Böylelikle son gecemizde, harika bir müzik ziyefeti hediye ettiler. Gittiğimiz bar, Kübalıların ve turistlerin müzik dinlemeye geldikleri bir yerdi. Grubun canlı performansı, programa eklenen görsel zenginliklerle, tabii ki provadan çok daha etkileyiciydi. Özellikle, yandaki fotoğrafta görünen ve "bata" denen enstrümanla yapılan sololar, tek kelimeyle olağanüstüydü.
Artık, son günümüzün sabahındaydık Küba'da, ertesi gün buradan ayrılacaktık.
Juan Amca'yı, bir kez daha görmeden gidemezdik. Hotel National'e gidip, henüz işine başlamadan yakaladık onu. Bir kişinin konaklama ücretinin, Juan Amca'nın 7-8 aylık emekli maaşına denk geldiği otelde, bir fincan kahve içme teklifimizi, nazikçe kabul etti. Yeniden, geçmiş'ten, Küba'nın ve Dünya'nın geleceğinden konuştuk. O Küba'nın yürüttüğü, onurlu ve kararlı mücadelenin farkındaydı ama verilen bu mücadelenin de gençlerce devam ettirilmesi gerektiğini biliyor ve istiyordu. Ayrılık vakti geldiğinde, tekrar görüşür müyüz acaba diye sorabildik. Gözlerimizin içine bakarak, "Küba'nın burada olacağını, ama kendisinin belki de olamayacağını" söyledi. Boğazımız düğümlendi; yanıtlanmayı gereksizleştiren bu sözler, bizi acıttı. Gözlerimizde biriken sıvı ancak, o mütevazi insanın, işinin başına yavaş adımlarla gidişini izlerken, yanaklarımızdan süzülüp, düştü.
Günün geri kalanını, artık lime lime olmuş Havana haritamızda işaretlediğimiz birkaç noktayı daha görebilmek çabasıyla, geçiriyorduk. Ufak Çin mahallesinin yakınından geçerken, bir binanın giriş katından gelen canlı müziğe doğru yöneldik.
Sadece Kübalıların katıldığı bir dans partisi, henüz başlamıştı. Bizi çok sevdiler; herkes, sırayla masamıza geliyor, bizimle sohbet ediyor, ardından da dansa kaldırıyordu! Onlara yetişmek, figürlerine uymak ne mümkün! 81 yaşındaki bir kadının, kendisine eşlik eden, oldukça genç bir erkeğe karşın gösterdiği performans müthişti. Masamıza gelenlerden biri, gemicilik yaptığı dönemlerde İstanbul'dan geçerken ki anılarını anlattı. Gönderdikleri ikram Mohito'larla da dostluk ve cömertliklerini gösterdiler. Ayrılırken tüm adresler alındı ki çekilen fotoğrafları gönderebilelim.
Son Söz.
Havana'dan bizi müthiş bir yağmur uğurluyordu; havalimanına kadar da eşlik etti. Bu güzel ülkeden ve insanlarından ayrılırken, arkamızda birçok anı, ama önümüzde de, yepyeni umutlar ve ufuklarla ayrılıyorduk. Aydınlanmış ve zenginleşmiştik. Okuduklarımız, yaşadıklarımız, dinlediklerimiz... Sanki herşey, tarihin bir aynasıydı.
Bu yazıda, kendi yol hikayemizi anlatırken, bazen doğrudan bazen de satır aralarında, kronolojik bütünlük içinde, Küba ve Dünya tarihi hakkında bazı bilgi ve gerçekleri de vermeye çalıştım. Ülkelerin tarihleri arasında, o kadar çok benzerlikler var ki. Bazen iki ülkenin geçmişleri, ayrı yerlerden gelip, bir yerde kesişiyor, sonra da yine ayrı yönlere gidebiliyor. 1930'da, "Küba Bağımsızlığı" için, Havana'da yapılan toplantıda, 8 öğrenci Batista'nın askerleri tarafından öldürüldü, TİP'li öğrencilerin Bahçelievler baskınında öldürülmesine ne kadar benziyor, değil mi? Ya, Fidel'in 'Grandma' adlı tekneyle, Santiago'dan karaya çıkıp mücadeleyi başlatmasıyla, Mustafa Kemal Atatürk'ün Samsun'a çıkışı?
Atatürk, "Cumhuriyet Devrimi"ni yaptığında, bunu, "toplum"a ve O'nu karşısına almaya çekinse de içten içe yaptıklarına inanmayan bir sürü insana rağmen, içinden çıktığı "kendi toplumu" için yapmıştı. O günün şartlarında, bir diktatör gibi davrandı; haklıydı da. Çünkü, yaptığının doğru olduğuna inanıyordu. Bu denli "radikal" değişimler geçiren bir toplumu, kaybedilen onlarca yılı kazanmaya çalışan bir "İlerici Devrim"le temellendirmenin de bir bedeli olmalıydı.
Fidel'de içinde yetiştiği kültürde, coğrafyada benzer sorunlara karşı, "Küba Devrimi"ni gerçekleştirdi. O da, yaptığı "İlerici Devrim"in, toplumunu yücelteceğini bilerek, benzer yöntemleri uyguladı. O da bir diktatör gibi görünse de, arkasında bir hanedanlık bırakmıyor; tek amacı Küba halkını yüceltmek.
Küba'daki Sosyalist devrim, topraklarında 500 yıldan fazla hüküm sürmüş Emperyalizm'e karşı, hâlâ direnerek, dimdik yaşıyor. Direnişi sırasında kendi kabuğuna çekilmiyor, maruz kaldığı tüm zorlamalara rağmen, dünyayla entegre oluyor. Karaib'lerdeki bu küçücük ada, dünyadaki pekçok kişi ya da topluluk için, hâlâ umut saçıyor, aydınlatıyor.
İspanyol sömürgecilere ilk direnen Hatuey, bir hain tarafından yok edilmişti. Che'yi de Bolivya'da bir hain ispiyonlamıştı. Küba 1854'de, ABD tarafından 130 Milyon USD'ye satın alınmak istendi. Türkiye'de Marshall yardımına muhtaç edildi; o yardımla da satın alma süreci başladı. Bir zamanlar, bu ülkede "tam bağımsızlık" diye haykıranlar asıldı; ama bugün, benzer sözleri söyleyenler medyada rahatça boy gösterebiliyorlar, hem de bu uğurda ölenleri anmadan!
Emperyalizm'in araçları değişiyor ama, niyeti aynı. Buna direnebilmek için, neyle karşı karşıya olunduğunu, at gözlüğüyle değil, herşeyi karşılaştırmalı inceleyerek, yapılanların doğrusunu, yanlışını, "mertçe" konuşarak algılayabiliriz.
O emperyalizm, başlangıçta, Küba'yı bağımsızlık yolunda destekledi ama, baktı ki kendisine katılmıyor, o zaman da, "komünist" olmakla suçladı ve karşısına aldı, yani kendisine itaat etmeyeni cezalandırdı. Benzer bir durum, Kıbrıs için, Kuzey Irak için, neden bizim başımıza gelmesin ki!
Günümüzde, kim "Özgürlük Savaşçısı", kim "Terörist", artık çok belirgin değil. İsrail öldürünce kendi toprağını savunuyor, ama Filistin'li kendini patlatınca terörist oluyor. Kavramlar karmakarışık, içiçe geçmiş durumda.
Ve Tarih... Hep tekrar ediyor; inişleriyle çıkışlarıyla, teknolojik gelişmeleriyle. Yöntemler değişse de, olan biten çok benzer. Korunmak, farkındalığı gerektiriyor. Farkında olmak da, tamamen özgür düşünebilmek ve saplantısız olabilmekten geçiyor.
Küba'da işler iyi gidiyor; sosyalizm'in evrensel olarak sağlayabileceklerini Küba kendi koşulları içinde, kendi insanına sağlamaya çalışıyor. 1990'dan beri, içinde oldukları "Special Period"un zorluklarına rağmen, Fidel'in koyduğu hedefler, kendinden sonra da uygulanırsa, Küba, olduğundan daha da iyi yerlere gelecektir. Biz orada, insan mutluluğunun herzaman zenginlikle sağlanmasının, bir ön koşul olmayabileceğini gördük.. Onurlu ve başı dik olmanın, evrensel değerlere sahip çıkmanın, ilerici, tutarlı ve kararlı olmanın maddi hiç bir karşılığı yoktur.
Küba'yı görmek ve yaşamak bir hayaldi, gerçek oldu. Edindiğimiz yeni hayallerimizi de gerçeğe dönüştürerek, yaşamak ve yaşatabilmek adına... Cuba Si!
Bitti...
Cüneyt Göksu cuneytgoksu@kahveciyiz.biz Fotoğraflar: Serpil Yıldız
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.127 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
...
Ne zaman düşsen aklıma
Deniz kokuyorsun
Ağlarını atıyorum geceme
ufak balıkların dindirsin özlemini
Büyükleri gelmesin
Acelem yok
Yüzyıllara sığdırmalıyım
Adınla başlayan serüvenimi
Sigaramı yakıyorum
Ay ıslık galarken
Çıkardığın dalga seslerine
Seni izliyorum sevgilim seni
Ayazın yakarken içimi...
Ne kadar da kolay iki kulaçta bitirmek seni
Ve karşı kıyıya ulaşmak
Oysa ben
Hep en sığ yerinde
Başlamak istiyorum sana
Tam bitecekken.
Yüreğindeki çakıl taşları
Kesmeli ayaklarımı
Sana akmalı kanım, madem ki ruhum senin...
Bir filika olup okşamak var saçlarını şimdi
Kimbilir belki düşen birkaç yıldızı yakalayıp
Takabilirim saçlarına,
Üşüyor musun ki sende?
Yüreğinin yosunları yanıyor mu?
İstiridyelerin kan mı ağlıyor?
Kimler kirletiyor ruhundaki duru suyu?
Ağlayamazsın bilirim
Ağlasan da belli etmezsin
Karışır dalgalarına gözyaşların...
Dur biraz daha içime çekeyim seni
Biraz daha sen kokmalıyım
Biraz daha deniz...
Gökhan Yıldız
Yukarı
|
KIŞ -1-
Beyaz göçmen, Kanada'nın uçsuz bucaksız ormanlarında bir kulübe yapmış, kışa hazırlanıyor. Tam odun keserken bir kızılderili geçer."Hey kızılderili", diye seslenir, "Kış nasıl olacak?" "Soğuk" der kızılderili ve yoluna devam eder. Yerlilerin doğa bilgisine büyük güven duyan göçmen epey endişelenir ve her ihtimale karşı daha fazla odun keser. Akşam kızılderili tekrar geçerken "Hey arkadaş" diye beyaz göçmen bir kez daha seslenir. "Kış gerçekten çok mu soğuk geçecek?" "Çok hem de çok soğuk", der kızılderili ve yoluna devam eder. Göçmen artık fena halde korkmuştur. Çılgınlar gibi odun kesip istifler.
Ertesi sabah kızılderili seslenir, geçerken: "Bu kış, insan oğlunun yaşayamayacağı kadar soğuk olmak!" "Nereden biliyorsun?" diye nefes nefese bütün gece durmadan odun kesip bitkin düşen göçmen sorar. "Eski bir kızılderili sözü var, beyaz adam çok odun kesmek, kış çok çok soğuk olmak"...
KIŞ -2-
Hükümet Erzurum'a bir yazı göndermiş. - Kışın soğuk geçeceği
anlaşılmaktadır.. Kullandığınız yakıtın cinsini, kod numarasını ve stok
durumunu acele bildiriniz.
Erzurumlu bir köy muhtarı da hemen Ankara'ya cevap yazmış:
-Yakıtımız pohtir... Kod numarası yohtir... Stokumuz ise çohtir...
<#><#><#><#><#><#><#>
Şu zıkkımla oynamayı bir ben beceremedim galiba!!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.oursworld.net/ingilizce-ders/eglence-okuma/funny-names.htm
...Havaalanı Anons Memuru Verdiğim Kağıttan Mikrofona Okudu: Encin Siizar... Yani, O Anda Sanki Havaalanında Hayat Durdu. Herkes Dönmüş, Adı "Lokomotif", Soyadı "Sezar" Olan Kişiyi Kimin Aradığına, Yani Bana Bakıyordu... Tahmin Edeceğiniz Üzere, Arkadaşın Adı "Engin Sezer" di. Kulakları Çınlasın... Eğlencelik ingilizce isimler için ekteki kısayolu tıklayın.
http://cornerofalicia.330.ca/jennifer/in.htm
Jennifer Lopez severmisiniz? ...Jennifer Lopez 24 Temmuz 1969da New York'un bir mahallesi olan Bronx'ta doğdu. Puerto Rico soyundan olması onun show dünyasına girmesini kolaylaştırmıştı çünkü; Ricky Martin ve Enrique Iglesias'ın öncülük ettiği ve 90ların sonlarına doğru başlayan Latin Pop yıldızı dalgası tüm dünyayı etkisi altına almıştı...
http://www.papatya.com/komigazin/cgi-bin/text/cizgifilmyasalari.html
Çizgi filmlerin de bazı yasaları olduğunu biliyormuydunuz? İşte size bir kaç örnek: ...Havada askıda kalan bir kimse bu durumun farkına varıncaya kadar asılı kalmaya devam eder. Daffy Duck ilerdeki çayıra koşarken uçurumun kenarından geçerek boşluğa gelir. Bir süre havada kalır, bu arada kendi kendine de konuşmaktadır. Derken ansızın aşağıya bakıverir. İşte o an olanlar olur ve bildiğimiz ½ gt2 prensibi işe karışır...
http://www.meteor.gov.tr/
Havaların son durumu hakkında her kafadan farklı bir ses çıkıyor. Herkes başımıza meteorolog kesildi bu günlerde. Bilgiyi en doğru kanaldan; yani kaynağından almak isteyenlerin başvurabileceği en güvenilir kaynak.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|