KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 442

 17 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Kimin umurundaysa!..


Merhabalar,

Aklım başıma geldi artık. Hiç zorlamayın ağzımdan laf alamazsınız. Dün birkaç siyasi anlama gelebilecek cümle kurdum diye Kahve Molası tarihinin en düşük notunu aldım. Oysa kırçıllı vicdanımı dile getirmek istemiştim. Gün içinde gelişmeleri izledim. Ohooo.... Herkes bir memnun bir memnun. Ağlarsa ananız ağlar diye boşuna dememiş en büyüklerim. Ağlarsa Uzan'an eliniz ağlar gerisi yalan ağlar. Baksanıza Cumhuriyet için 27 gün muhalefete söven atak canlı adamı bile hemen saf değiştirip yeni yönetimin peşine takılmadı mı? Yahu bir Allahın kulu da çıkıp istifa etsin, nerdee. Oysa etik patron dayanışması bunu gerektirmez mi? Zaten oldunuz birer bordro mahkumu, açıktan alınan paralar bitti gitti. Biriniz de çıkıp istifa edin yahu. Hay Allah... Ne oldum dememeli ne olacağım demeli dostlar. Kaderde varsa konaktan çıkıp yalıda oturmak, neye yarar üzülmek...

Şimdi şöyle bir düşünelim. KM Holding tek yetkili başı olan editör, yasaklanmış olmasına rağmen yazı toplamaya devam etsin. Vadettiği fincanlar için topladığı paraları yesin, yolladığı fincanlar kırık çıksın. Düzenlediği hediye kampanyasında ketempereye gelip güvenilmeyecek adamları kampanyaya dahil etsin. Akabinde Türk Edebi Hayatını Koruma ve Geliştirme Fonu (TEHKGF) çıkardığı özel yasayla KM'ye el koysun, editörü karga tulumba atsın amma velakin tüm yazarlar eskiden olduğu gibi yazıları yollamaya devam etsin. Bir tanesi çıkıp 'Ben protesto ediyorum arkadaş!' demesin. Enişte çıkıp başyazıyı yazsın. Rüyamda görsem hayra yormam. Siz yapmazsınız böyle şeyler, yapar mısınız? Yapmazsınız değil mi? Hoş yapsanız da yapmasanız da farketmez. Ben bu holdingin temellerini atarken minarenin kılıfını da hazırlayıp bir kenara koymuştum. Ben yoksam KM noksan. Beni esir alabilirsiniz ama ruhumu asla. Hele beynimi, şifrelerimi kodunuzsa bulunuz. Sunucu kiralarını kime verdiğimi de bilemeyeceğiniz için kısa sürede hepten kesilirler kalırsınız ayazda. Ha bunları neden söylüyorum, bilmem belki kızım sana söylüyorum gelinim sen anla durumları. Laftır bu gideceği yeri bilir...

Söylemezsem çatlarım. Dün İstanbul'umuzun 2 güzide alışveriş merkezini ardarda ziyaret etmek zorunda kaldım. Tabir doğru sakın ola kıs kıs gülmeyin. Aynen zorunda kaldım. Alışveriş merkezine giderken amacınız alışveriş etmek, sinemaya gitmek ya da aylak aylak dolaşmak değil de iş icabı birine ceee demek sonra alelacele kaçmaksa buna zorunda kalmak denmez de ne denir? Herneyse, ilk durak PAM'di. Otopark'a rahatça girdim, işimi gördüm ve elimi kolumu sallaya sallaya çıktım. Hemen ardından Akmerkez'e yöneldim. Gene otopark'a rahatça girdim. Girişle çıkış arasında geçen 8 dakika için tam beş milyon lira ödedim. Son bıraktığımda üç milyondu. Bu arada enflasyon düşmüş, Kıbrıs'ta ananın pilavı yenmiş, faiz düşmüş, borsa tavan yapmış ama gelin görün ki Akmerkez'in otoparkı %67 zam yapmış. Allah gözünüzü doyursun ne diyeyim. İnanın kendimi eşek yerine konmuş gibi hissettim. Yedi mahalle öteye parketmek zorunda kalsam da bir daha o otoparka girmeyeceğim. Kimin umurundaysa!...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Şeref Oğuz

 DuyuYorum : Şeref Oğuz


   Gibi yapmak...

Önce ateş etti, sonra nişan aldı. Turnayı gözünden biran önce vurmalıydı. Bir bakıma vurdu da... Turnanın vücudundan bin mermi çıkardılar, biri de gözüne isabet etmişti. Tarih, bu turna katliamını asla yazmadı. Hayatta kalsaydı, kurbanı yazacaktı kuşkusuz.
Sadakatın lügatındaki tanımı farklıydı; Kadın ve sadakat... Bugün birine sadık olan, yarın bir başkasına sadık olabilirdi...
Nefret, pusulasıydı. Yaşayan, başaran, değişen, gelişen, dönüşen her şeydan nefret etti. Zira bunlar onda yoktu. Hayret, insan arzu duyduklarından niçin bu denli nefret etmek zorundaydı ki?
Akıllı biri olduğu, kendinden menkuldü ama zekası muhteşemdi.
Kraliçe Mary'nin boynunu koparan giyotinin çok keskin olduğu bilinir. Ama bunu bileyen ustalar dahi, bu keskin zekayı görse şaşardı...
Zekasını iyi yönde kullanmayı 'aklı kesmedi' ve bu zekayı kurnazlığa yöneltti. Akıl, pekala vestiyerde sırasını bekleyebilirdi.
Erdem? Hatırlıyordu... Galiba ünlü bir zenginin adı olmalıydı. Bu kavrama başka anlam yükleyemedi.
Vefa? Gerçekten bozayı iyi yapıyorlardı.
Vicdan? 14 numaradaki bahtsızın adı mıydı acaba?
Bilgi? Yitik malıydı, nerede bulsa eğilip alıyordu bedel ödemeden...
İlişki? Yazar çok soru soruyordu, asıl konuya geçse iyi olurdu.
Korkuyla beslenen her beyin, terör üretir. Bu sözün sahibi tarafından tecrübe edilmiştir. Korku, onun beynindeki tümördü artık. İlişkisinde yöntem, terör oldu. İşini, eşini, aşını terörize etti.
Hayat denen bu vahşi ormanda canlı kalmak için müttefik bulmak gerekiyordu. Dostlarını hep müttefik gördü.
Savaşı bitince onları bir kenara atabilirdi.
Öyle de yaptı.
Yeni 'postlar' için yeni 'dostlar' bulması zor olmadı.
Şanslıydı da...
O, pek farkına varmadı ama...
Neyi 'murat' etmişse, onunla 'şeref'lendirildi.
Hayat okulunda öğrendiklerinden çıkardığı, yalnızca çıkarları oldu...
Erkek egemen toplumun feodal kültürü ona bir şeyi çok iyi öğretmişti;
Ya kaç ya savaş!..
Bu, en eski dürtüydü. Dinazorlar dahil tüm ataları da öyle yapmıştı.
Kaçtı, kendinden...
Savaştı, dostlarına karşı...
Yükselmek istiyordu. Yükselmek ve bir zamanlar ona tepeden bakan herkesi aşmak. Ast olarak doğmamıştı ve bu onun kusuru değildi.
Üst olmak istiyordu.
Güç, oyunu bozardı ama bu güç oyununda o da vardı artık...
Üst kata çıkmak için merdiven kullanmalıydı. Ama onun, basamaklarda harcayacak zamanı yoktu.
Erkeklerin zaafı onun asansörü oldu. Kullanılınca atılan kağıt mendil, son 30 yıldır biliniyordu ama.. Bir kez çıkıldıktan sonra atılan asansörün tescilli patenti ona aitti.
Zaaflardan beslendi, zayıflardan beslendi. Yutabileceği lokmaları seçti, bu yüzden hazım sorunu çekmedi.
Tehlikedeki bir kadın, tehlikeli bir kadındı.
Üstelik bu tehlike kendinden kaynaklanıyorsa yapacak tek şey vardı; Şeytanı oynamak...
Oynadı da..
Şeytan, ataerkil kültürde kadınla eşlenmişti. Bu çağda bunun, en azından etrafındakilerden bir kaçı için bir anlamı yoktu ama o bunu asla bilemedi.
İyiliksever İskenderiyeli Clement, "her kadın, kadın olmanın utancını hissetmeli" diyordu.
Bin yıl sonra bu coğrafyada ona söylenen farklı değildi.
Bu kültür, belki de onun güvensizlik yolunda ayakta kalmak için yaptıklarını bağışlatacak tek mazereti olacaktı.
Şeytanı öylesine güzel oynadı ki, Mefisto'ya dahi parmak ısırttı.
Peki neydi onu böylesine vazgeçilmez kılan?
O muhteşem küstah şey...
Erkeğini böylesine köle yapan!..
Yine de duygusu olan herkes reddetmeli
O kötü adamı,
Kadını fahişe yapan ilk kez!..
Bir gün aniden yorulduğunu hissetti. Şeytan rolü onu zengin etmiş, güç sahibi yapmış ama mutlu etmemişti.
Meleği denemeliydi belki de...
Binlerce yıldır hemcinsleri böyle yapmamış mıydı zaten...
Meleğe sıra gelince etrafında, zulmetmeye ahalisi kalmamıştı. Ama öylesine zekiydi ki, onu kutsayacak bir cemaat yaratabilirdi.

İyilik, doğruluk, güzellik, erdem... Melek olmaktan vazgeçmeli miydi acaba? Hatırlıyordu. Belki de bir takvim arkasında okumuştu; Melek olmak için bu meziyetler gerekiyordu. Ne kadar saçma diye düşündü. Keşke bu oyunun kuralını o koysaydı...
Dante, İlahi Komedya'da "benim içimden sonsuz acılar cehennemine geçilir" demişti.
Büyük usta haklıydı; İçindeki cehennem, melek istihdam etmiyordu. Böyle bir kadro açılmamış, açılsa bile şimdiye kadar kimseyi bu kadroya atamamıştı.
Ama artık yükseklerdeydi. Para, güç ve becerinin, aynı anda, üstelik şeytani bir zekada biraraya gelmesi, nadir doğa olaylarından biriydi.
Fakat bu mucize, onun bedenindeydi.
Beden dilini iyi kullandı.
Cemaati melek istiyorsa, melek olabilirdi.
Adanmış her hayat gibi, ömrünü, o başucunda duran sevgiyi başka yerlerde aramakla geçirdi.
Bu haliyle, darı ambarı üzerinde açlıktan ölen tavuktan farksızdı.
Asclepiediades, 2 bin yıl önce tanımlamıştı;
Melani, o tatlı büyücü,
Bir kez oynadım senle, ey Paphian tanrıçası!
Soytarı ayak izlerinde yazıyordu
Felsefesini altın harflerle;
'Sev beni ama kızma!
Ben diğer erkeklerle de bu kadar yakınken...'
Böylesine yakınken... Hatta;
Taa yanındayken dahi...
Erkeğine çektirdiği hasret, dillere destandı.
Ona, sevgi sunulmuştu.
Ama o, kendi malını çalmayı daha zevkli buldu.
Sunulan sevgiyi dışladı, vurup almanın zevkini vermiyordu zira.
Aşk, sevgi, merhamet, tutku, güvence, güç...
Bu kadar çok kelimeye ne gerek vardı ki.
Hepsi aynı şey değil miydi nasılsa...
Güvensizliğin faturası öylesine büyüktü ki, o bu bedeli ödeyemezdi.
Bu yüzden dostlarına ödetti.
Biri yenilen yemeğin faturasını ödemeliydi.
Ruhları malül bıraktırılmış, eski dostlarını, arada bir;
'Mutsuzlar Kahvesinde'
ağırlamayı , asla ihmal etmedi.
Vicdanı rahatlamalıydı zira, kuştüyü yastık kalın geliyordu.
Mahrumiyet ve tecrit...
Ana rahminden itibaren onu izleyen iki temel korkuydu bunlar.
Nimetlerden mahrum kalmamalıydı hayatın, ama külfeti tecrit etti.
Aksi halde onu, çevresi tecrit edebilirdi.
Bu yüzden dostlarını sevgiden mahrum bıraktı.
Electrus Complexus, onun cinsine özgüydü. Bilinen eski bir öyküydü bu ama bu defa onun başına gelmişti.
Babaya aşık, anaya düşman bir kadın yaratan bu kompleksi nasıl yenecekti? Bunu başarmalıydı.
Talih ona bu başarıyı çok görmüş ve rakibinden koparacağı erkek, o zaferine ulaşmadan, onu terketmişti.
Zaman denen şu insafsız değirmen, niçin söz dinlemiyordu ki?
Aile kavramı onda daima, yazlık sinama ve gazinoların 'aile salonu'nu hatırlattı.
Onun bir ailesi yoktu. Varsa bile önemsemedi. Ve bu ailesizlik kaderini tüm dostları paylaşmalıydı.
Bu mutsuzluktan onları mahrum bırakamazdı.
Öncelikle kadınlar.. Zira onu doğuran rakibiyle işi yarım kalmıştı.
Sonra çocuklar... Onun yoktu, bu yüzden mutsuzdu. Çocuğu olanlara mutsuzluk yolunda fırsat eşitliği tanımalıydı.
Tarih şahittir ki bunu çok da iyi başardı.
Dostlarını sevgi adına çocuklarından uzak tuttu. Dostlarını sevgi adına çevrelerinden kopardı. Dostlarını sevgi adına köklerinden söktü.
Ama bir sorun vardı? Böylesine zekiydi fakat...
Niçin ona güven duyulmuyordu?
Niçin kutsal bir eş değil de yosma, bir metresti?
Ayakları kendi evinde durmayan, pervasız, inatçı, sınır tanımayan ve sırt yaslanamayacak 4. türden...
Niçin?
Son tahlilde;
Kaybetmesini bir türlü kavrayamadı. Halbuki dostlarının nasıl düşüneceğini kurgulayacak kadar zekiydi.
Çevresi bu kadar genişken bu dehşet yalnızlık niye?
Nedir;
Tüm duyguları kıskaç altında tutulurken,
Erkeklerindeki bu başkaldırı?..
Adildi aslında... Kendi çapında... Adaletsizliğe isyanı bu yüzdendi.
Ama başkaları için adalet, biraz lüks gibi geliyordu ona...
Zaten adaleti en fazla haksızlığa uğrayan telep etmiyor muydu?
Denklem biraz karışıktı. İşin doğrusu bunun fazlaca önemi de yoktu.
Güvenmedi, güvenirmiş gibi yaptı. Kimse de ona güvenemedi.
Sevmedi, severmiş gibi yaptı. Kimse de onu sevemedi.
İşin doğrusu, kimseye onu sevme şansı tanımadı.
Dost olmadı, dostmuş gibi yaptı. Kimse de onun dostu kalamadı.
Eski dostlarını gönderdiği mutsuzlar kahvesinde başköşeye, niçin onun en sevdiği koltuğu koydular ki... Kendi küllerinden varolacaktı, kendi kanında boğulmak değil...
İçindeki çocuk kompliman yapıyordu ona;
İlahi teyze, sen çok yaşa e mi?
İlahi adalet, sen de öyle...
Yazar bu noktada haddini bilmeli ve 20 yıl sonrasına dair o ukala görüşlerini kendine saklamalı. Bu azar, yazara iyi geldi ve konusuna geri döndü..
Kullanılıp atılmış eski bir dostunun deyimiyle, asla yapmadı, yaparmış 'gibi yaptı.'
Yaşamadı, yaşarmış gibi yaptı.
Adanmadı, adanırmış gibi yaptı.
Adamadı, adarmış gibi yaptı.
Bu masal, bu tempo üzre sürüp gitti. Devamı merak edilmiyordu ama.. İleride biri çıkıp öykünün devamını yazdığında, fazlaca sürpriz bir son beklenmeyecekti.
Sonuçta.. Asla yapmadı, YAPARMIŞ GİBİ yaptı.
Tıpkı, lider gibi yapanlar, yaşar gibi yapanlar, yönetir gibi yapanlar, inanır gibi yapanlar gibi..
Bu yazıya bir son gerekiyordu. O da şuydu;
Gibi yapmak boşunaydı.
Yap!
Ya da yapma..
Ama asla ''GİBİ'' yapma..
Hayatın ve dostlukların müsvettesi yok zira...

Şeref Oğuz

Yukarı

Rana Aslanbay

 Mektebişahane : Rana Aslanbay Aydın


   İSTANBUL-MOSKOVA -2-

Seyahatimin sabahında otelde uyandığımda, içimdeki duygular allak bullakdı. Bir ODTÜ'lü olarak yıllar boyu inandığım, kafamda büyüttüğüm, sempati duyduğum ama diğer unsurların etkisiyle de ürkmekten geri kalmadığım bu ülkede, ilk yaşadıklarımın şaşkınlığı içerisindeydim. Bir an içimden ağlamak geldi. Şehrin en iyi otelinde durum buysa kimbilir evler nasıldı? Aslına bakarsanız, otel odamda, alışık olduğumuz otellerde bulunan ne varsa herşey vardı, tek fark görünümlerinin kabalığı ve eski olmalarıydı. Odaysa oda, banyoysa banyo, perdeyse perde, yataksa yatak, buzdolabı, televizyon kısacası ihtiyacı giderecek her şey. Vakko'dan giyinmekle Salı pazarından giyinmek arasındaki gibi bir fark yani. Çıplak değilsiniz ama şık değilsiniz. Aç değilsiniz ama mantar flaminyon yerine salçalı patates yemeği yemişsiniz.

Kısacası 10 yılımı geçirdiğim bu ülkenin değişik şehirlerinde ilk günden son güne kadar tanık olduğum farklılaşma, çocuğumun büyümesini izlemekten daha ilginçti. Bu arada şunu da ekleyeyim; bir hafta diye çıktığım seyahatten yeni yılı şantiyede geçirip 22 gün sonra geri döndüğümde, oğlum anne ve babasının boşandığını ama ondan sakladıklarını sanıyordu. Gerçeği üçbuçuk yaşındaki bir çocuğa anlatabilmek bir hayli zor oldu ama sonraki yıllarda gidişlerimi daha rahat kabullendi.

Sonraları sıradan konutları, sosyal binaları, resmi binaları ve eğlence mekanlarını da görme şansım oldu. Ama genel durum hepsinde aynıydı. İnsanlar çevrelerine lüks fışkıran bir çevre yaratmak yerine, insanca unsurlara ağırlık verip onlarla mutlu olabiliyorlardı. Tabii bunların içinde kesinlikle bana ters düşen çok unsur vardı, orada sürekli yaşamam mümkün değildi, bu nedenlerle de oraya yerleşmeyi hiç düşünmedim ama Rus halkının yaşam tarzına çok uygundu herşey.

Orada bulunmayı hiç bir zaman sevmemekle birlikte, bu ülkedeki kurulmuş düzen, altyapı imkanları, zaman zaman uzmanı tarafından değilde KGB tarafından halledilmiş izlenimi verse de, bu muhteşem altyapının kişiliklere yansıyan yönünü üzerlerinde çok şık taşıdıkları insanlık ve meslek etiği, hayranlığımı kazandı. Birlikte çalışma şansı bulduğum meslektaşlarımı hayranlıkla izledim hep. Orada da bizde olduğu gibi bu mesleğin parasal karşılığı pek yok ancak kendilerine ve mesleklerine olan saygıları çok özendirici. Yaşadıkları zorluklar sonucunda mesleklerine olan saygıları azalmıyor, mesleği dejenere etmek yerine, geçinecek başka bir yol daha bulmaya çalışıyorlar ve bunda da kimse utanmıyor. Doktor olan bir bayanı akşamları ikinci iş olarak temizlikçilik yaparken görebiliyorsunuz ama doktorluk yaparken de mesleği adına utanacak bir şey yapmıyor. Bir mimar ofisini tatil ettikten sonra arabasıyla taksicilik yapabiliyor ama müşterisini memnun edip daha fazla bir fatura çıkartmak için bir takım dalavereler çevirip, imar durumunu deşecek bir proje ile uğraşmıyor. Bunların yanısıra en çok hoşladığım yanı ise Rusya'nın, insanların mesleklerine göre sınıflandırılmaması idi. Günlük mesaisini bitiren doktor da, mimar da, garson da ve hatta striptizci de, kendine ayırdığı zamanı aynı masada içki içerek, sohbet ederek geçirebiliyor ve bundan da hiç biri gocunmuyor. Çünkü meslekleri dışında hepsi insan olarak varlar. Çok çok üst düzey yönetim kadrosu hakkında net bir açıklama yapamayacağım çünkü o ortamlarda bulunmadım. İşim hep teknik insanlar düzeyinde olduğundan, onları ve yaşamlarını izleme şansım oldu.

Elle tutulur somut konulara gelindiğinde ise, dağın başındaki minicik bir kulübede bile minimum standartları (sıcak su, doğal gaz, vs) bulabilmek, bana Türkiye'deki pek çok şehirde bile sahip olunamayan koşulları anımsattı. Yeni düzenin getirmekte olduğu negatif unsurların bu standartları yerle bir etmesi için çok uzun bir zaman gerekli sanırım, herşey öylesine kökleşmiş ve kemikleşmiş ki...

Yaşama bakışımız, yaşantı biçimimiz, insan ilişkilerimiz ve daha pek çok konuda benzer bir yanımız yok ama yine de insanca değerler açısından sanırım bizden binlerce kez olgun, ve binlerce kez mutlular. Bizim sahip olabilmek için aylarca taksitler ödeyip, bir yığın paralar döktüğümüz, sahip olamazsak uykularımızı kaçıracak olan ne varsa nesnel olarak, onlar için değersiz ve önemsiz. Bir dostla geçirilecek 3-4 saat içinde içkiye, eğlenceye harcanan parayı, götürüp de bir kanepe almak için vermeyi bir Rus'dan beklememek gerekir, çünkü bu onun için son derece anlamsızdır, amaç oturmaksa sedire de oturulur, bir ahşap tabureye de... İşlev ön plandaydı, şıklık ve gösteriş ise bilinen bir unsur değildi o tarihlerde Rusya'da. Bize benzeyen hatta bizi aşan tek yanları, ki bu da zaten kapitalist düzenle girdi hayatlarına, gençlerin giyim düşkünlükleri.

Rusya'da işim gereği çok gezdiğimden görmediğim bir kaç şehir kaldı. En büyüğünden en küçüğüne, en zengininden en fakirine kadar bütün bu şehirlerin kemikleşmiş düzenlerinde, ilk bakışta insana çok ama çok dejenere olmuş gibi görünen ama yaşadıkça insanların içine işlemiş aslında gerçek anlamda ahlaki olan kurallarını görmemek mümkün değil.

Her şehrin bir "şehir mimarı" olması ve bu şahsın şehrin gelişimi ile ilgili olarak tam ve tek yetkili olması, kolayca suistimal edilebilir gibi görünüyordu önceleri gözüme ama zaman geçtikçe anladım ki; bu şahıs rüşvete açık da olsa, suistimale yatkın da olsa eninde sonunda iş imza atmaya geldiğinde toplumun ahlaki düzenine aykırı hiç bir şeye imza atmıyor. Sefaleti yaşadıkları kapitalizmin ilk yıllarında bile şehir mimarını bir takım olmazlara ikna edebilen bir müteahhit firma olduğunu sanmıyorum.

Bir keresinde Moskova'ya yakın bir şehirde yapmakta olduğumuz bir bankanın bölge müdürlüğü binasının dış cephe renklerini seçerken yaşadıklarımı anlatayım önce;
Bankanın bölge müdürü, şehir mimarı ile oldukça yakın bir ilişki içinde olduğundan bana tasarımda özgür olma garantisi verdi. Siz ne renk seçerseniz seçin ben baş mimara bunu onaylatırım dedi. Ben de bu söz ile yola çıkıp, banka yetkilisinin beğeneceği şekilde, ama kendi mimari kriterlerime de saygı göstererek bir seçim yaptım. Bu seçimler renk örnek kartelaları eklenerek projelere işlendi. Ancak Rusça'ya çevrilmesi sırasında oluşan bir yanlışlık sonucu, birlikte kullanılmak üzere seçtiğim iki ayrı rengin yerleri ters dönmüş. Bina aslında bej ağırlıklı iken, kirli sarı ağırlıklı hale gelmiş. İyi Rusça bilmediğimden de bunu farketmem mümkün olmadı. Dış cephe malzemesinin uygulama başlangıcından bir süre önce şantiyeye gittiğimde, bizim binanın çevresindeki bütün binaların, benim seçtiğim renklerden kirli sarıya benzeyenin tonlarında boyanmakta olduğunu hayretle farkettim. Ve dahası bu boyamanın masraflarının da bizim firma tarafından ödenmekte olduğuydu.

Şehir mimarı hatalı yapılan çeviriyi kabul ederek, banka yetkilisinin hatırı ile bizim renkleri onaylamış ancak bu renklerle şehrin görüntüsünü bozma sorumluluğunu almayarak, çevre binaların da bizimkiyle uyumlu olarak boyanması koşuluyla imzalamış. Tabii gerçek anlaşıldığında bu boyama işlemi yinelendi ve gereken uyum yine sağlandı.

Rusya'da bundan 50 sene sonra yapılması muhtemel bir binanın, yerleşimine göre, sahip olması gereken genel konsept, dış görünümüyle ilgili tip çizimi ve muhtelif perspektifler şehir mimarı arşivinde mevcut. Ağzınızla kuş tutsanız bunu değiştirmeniz mümkün değil.

Böylesi bir olayı Türkiye'de, hele hele İstanbul'da düşünmek mümkün mü? Bırakın inşa etmeye kalktığınız binanın rengini, formunu fonksiyonunu bile onaylayacak bir kuruluş var mı bizde? Tek koşul çekme mesafelerinde ve saçak yüksekliğindedir. Bu binanın yanına bu uyar mı kardeşim diye soran biri ya da bir kurum yok, olsa da işletebilir miyiz bilemiyorum. Çünkü önce değerlerimizi bulup (zira kaybettik bir yerlerde) onlara sahip çıkıp benimsememiz gerekiyor. Bir takım kararları alırken, yazılı çizili bir yasa, kural olmaksızın, "pes artık bu kadarı da olmaz canım" diyebilmemiz için değerlerimizi içimizde hissetmemiz gerek.

Rusya deprem bölgesinde değil ancak binaların çoğunu kazıklar üzerine oturtma zorunluluğunuz var, niye diye sorma hakkınız yok. Bu bir kural, uymak zorundasınız, bunun için rüşvet olarak bir servet de dökseniz bunu değiştirme şansınız yok. Oysaki biz elma bahçelerini islah eder gibi yapıp üzerine de canımızın istediği gibi 20-30 katlı bina bile yaparız. Fay hattının tam üzerine inşaat yapıp, "fay hattının yerinin değiştirilmesine karar verilmiştir" şeklinde encümen kararları bile alırız.*

Bunların hepsi bir yana, eski eserler konusundaki yaklaşım farklarımız ise inanılır gibi değil. Tarihi binalarımızı artık başka ülkelerdekilerle kıyaslama şansımız pek kalmadı, çünkü pek de tarihi binamız kalmadı. Tataristan şu anda bağımsız gibi görünse de maddi açıdan Rusya'ya bağımlı. Baş şehir Kazan bir üniversite şehri ve nüfus okul dönemlerinde oldukça kalabalık. Yeni yerleşimlerin ihtiyaç haline gelmesiyle birlikte şehir büyümekte. Nehrin bir yakasındaki yapıların tamamı eski, bunların içinde tarihi değeri olan da var, olmayan da var. Şehrin içinden geçen nehir sınır kabul edilmiş ve eski binalara kesinlikle dokunmadan nehrin diğer tarafına yeni bir şehir inşa edilmeye başlanmış.

Tarihi binaların restore edilmeleri konusunda mal sahiplerinin fikirleri, niyetleri var ancak henüz paraları yok. Nadiren paraya ulaşmış olanların restorasyon yaklaşımlarında ise, tabii ki ticari bir zihniyet var ancak ticari niyetler ahlaki değerleri aşamıyor. (her yerde olduğu gibi tam aksi olanları da mutlaka var ancak ben genel üzerinde konuşmayı tercih ediyorum) Daha fazla satışı olsun diye, tarihi binaların orasına burasına delik açıp, binaya ilaveler yapmak ya da kat çıkmak gibi bir fikir, ön planda değil. Buna niyetlenenler olduğunda ise görünmez bir oto-kontrol sistemi hemen hissediliyor ve daha önce söz ettiğim kurallar, kanunlar ve bunların aşılmak istenmemesi devreye giriyor. İsteseler tabii ki aşmak için bir yol bulabilirler ama istemiyorlar.

Yazıma başlarken kafamdaki de bu "isteme-istememe" durumunu anlatabilmekti. İsterken ya da istemezken, arkasında gizli olan neden ahlaki bir değerdir her zaman, bu ahlaki değer elle tutulamaz ama ya vardır, ya da yoktur. İşte Rusya'da gördüklerimde bu değer vardı, burada kendi ülkemde ise bunu hissedemiyorum, en azından kuşku duyuyorum. Ben fanatik değilim, milliyetçi hiç değilim, olamam da, ama bu gözle görünür eksiklikten hem insan olarak, hem mimar olarak çok utanıyorum doğrusu.

"Biz adam olmayız" ile başlayan uzun konuşmalarımızı, "biz hatalarımız farkettiğimizden beri" ile başlayanlara çevirmeyi başarmak çok mu zor, yoksa zaten bu uyanış başladı mı?

* 1999 Gölcük depreminden sonra, bir gazete haberinde okuduğum bu durumu belgelemek istedim ancak orijinaline ulaşamadım.

Bitti...

Rana Aslanbay Aydın
rana@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Deniz Umut Dereli


Sevgiliye Mektuplar II

Deli dolu bir yaz akşamıydı seni sevmek. Acılarına sarılmaktı seni öksüz beklemek. Islanmaktı çaresiz bir başına seni düşünmek. Ama nedemekti sevmek seni gerçekten? Bunu düşündüm günlerce.Şiir dedim, yazdım dize dize.Seslenişti bir kelimeyle sevgiye.Hep özlem , hep neşe.Umut dolu bir gemi yolculuğu gibiydik biz.Sen tayfa , ben tayfa nereye gittiğimizi bilmeden. Bizide sürdüler sürgüne. Doyamadım el eline, süngüsünde yaprak yaprak acım hep gölge benimle. Al desem al yanağını , bana uzatmıştın hatırla o yılları. Ne düştü o gece, bir ömür uyanamam sanmıştım.Ve bugünse o yıllar çok geride.

Sen ki bir bahar akşamının yılgın direkleriydin geceyi aydınlatan ve sahoştum ben yıldız gibiydim gökyüzünde , sana mırıldandım; Kimdin sen?

On yıl kayıp ömrümden sanki , dönüp baktığımda geçmişe. İşte sen o yıllara bir tutunacak daldın, sana o yüzden ısrarla tutunmaya çalışmıştım. Sevgi değil bu çaresizlik, o yüzdendir ki ben seni aldattım bilmeden. Özür dilerim. Şiirle veda etmeliydim.

Dizeden sır oldu gözler,
Oyunsa bu oyun,
Düşler, şiirler , İstanbul
Ve sen.
Hatırla o günleri
Bahar geçmişi bitmeden.
Yol uzun,
Elveda son kez ,
Mavi gözlerimle hüzünle,Elveda.

Deniz Umut Dereli
denizumut@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Erkan Ergen


BÜYÜK SIR-2

Spiker soruyor; O'Brien da cevaplıyordu o sırada:
"Eğer yanılmıyorsam 'Herhangi bir şeyin bozuluşuna karşın mutlak bir oluş ve herhangi bir şeyin oluşuna karşın mutlak bir bozuluş vardır ve bu ayrımın nedeni de maddedir' dediniz. (O esnada sahtekar hırsız diye içinden geçiriyordu, Gabor) Bunu biraz açar mısınız"
"Hayır, Bay Winslow. Ben bunu tekrarladım. Zira bu paragraf Aristoteles'e aittir. Ancak modem bilimin öngörüleri ve çıkarımlarını göz önüne getirdiğimizde, eski filozofların pek çok düşüncesinin ne denli haklı olduğunu da görüyoruz. (Gabor, biraz utanmıştı). Bunu bugün Einstein ile açıklıyoruz. Yani enerji-madde dönüşümünün tersinirliği ile. Tabi bozuluş kelimesini çok iyi değerlendirmek gerekir. Kasıt, bir maddenin çeşitli nedenlerle çözünmesi ve yapıtaşlarının doğal bir oluş için çalışmasıdır. Hatta bazı araştırmacılar, zekanın ürüne dönüşmesini ve ürün çeşitliliğinin de zekaya neden olmasını bu mekanizma içine dahil ediyorlar. Ben şahsen buna katılmıyorum"
"Dr.O'Brien, sanırım siz 'zekacılar' gurubundansınız. Konuyla ilgili olanlar eminim ki ne demek istediğimizi anladılar. İzin verirseniz öğrenmek isteyenleri aydınlatalım" dedi spiker.
(Dr.Gabor, Zekacılar grubunu Richy'den duymuştu. Ama pek fazla bilgisi yoktu. O sırada Dr.O'Brien sakince anlatıyordu)
"Zeka, birim zamandaki akıl miktarıdır, bay Winslow. Bu nedenle biz, mikrokozmik boyutlarda zamanı en iyi nasıl kullanabileceğimizi araştırıyoruz. İnsanoğlunun bugüne yalnızca zekası sayesinde geldiğini kabul ederseniz koca bir gezegene hükmettikten sonra sıranın koca bir evrene de geleceğini çıkartabilirsiniz. Ancak bu çok kısa zamanda olmalıdır. Yakın gelecekte bizleri ne gibi doğal ya de yapay felaketlerin beklediğini kestiremeyiz. Detaylara girmenin yararı olacağını zannetmiyorum" dedi Dr.O'Brien ukalaca.
"Televizyonu kapat, dostum. Sana anlatacaklarım çok daha önemli" dedi Foster. Anlaşılan işini, söylediğinden daha çabuk bitirmişti. Elinde bir tomar kağıt ve birkaç dergi vardı. Görünüşü ise Dr.Gabor'u bile tedirgin edecek ölçüde donuktu. Evvela Gabor'un karşısındaki koltuğa yerleşip elindekileri kucağına koydu. Aynı odada bulunan ve ideolojik olarak birbirine düşman iki parti liderinin ağır ve soğuk havasını soludular bir süre. Ve ardından da konuşmaya başladı Foster.:
"Sana anlatacaklarım, kafanı allak-bullak edecektir, dostum. İnan bana yaşama hevesini ve azmini kaybedebilirsin. Ve yine inan bana, söylediklerimin zerresinde bile abartı yok. Şimdi lütfen tekrar düşün ve eğer bedelini ödeyebileceğinden eminsen anlatayım. Foster'ın ne kadar ciddi olduğunu bir çocuk bile kolayca farkedebilirdi. Ancak bu uyarı Gabor'u daha da meraklandırmıştı.
"Anlatmanı istiyorum."
"Sen bilirsin"
Foster, kucağındaki yığın arasından bir dergi çıkardı. Aradığı sayfayı bulduktan sonra da dışa doğru katlayıp uzattı:
"Şu sayfayı sesli olarak okumanı istiyorum"
"Hepsini mi?"
"Tabi ki hayır. Dr.Gregory Martin ile ilgili olan bölümü oku sadece" deyip beklemeye başladı.
Dr.Gabor, çabuk hareketlerle gözlüğünü takıp okumaya koyuldu:
"Dr.Gregory Martin, öldü.
(LA - California) Trafik kazaları, sadece dikkatsizlerin, içkili sürücülerin veya hız hastalarının değil, dünyaca ünlü usta bilimcilerin de hayatına mal oluyor. Dr.Martin, hurdaya dönen arabasından çıkartıldığında tanınmayacak haldeydi.
Dr.Martin, henüz 51 yaşındaydı ve California Üniversitesi'nin önde gelen fizik profesörlerindendi. Daha iki hafta önceki Wyoming konferansında, fizikçilerin 'Büyük Sır' da dedikleri Yapay Madde Projesi'ni tamamlamak üzere olduğunu söylemişti. Yazık ki 'Büyük Sır', Dr. Martin ile beraber gömüldü.
1939'da Kuzey Carolina'da...........
"Tamam, bu kadar yeter" dedi, Foster.
"Richy bana Dr. Martin'in de yapay madde projesinde çalışmış olduğunu söylemişti... Nereye varmak istediğini bilmiyorum, ama bunda bir gariplik sezemedim" dedi Gabor ve ardından derginin ilk sayfasını çevirip tarihini mırıldandı:
"2 Mart 1986. Yaklaşık dört yıl önce."
"Bir haber daha var dostum. 18 Temmuz 1983 tarihli bir gazetede. İlk sayfa ikinci sütun en altta. Altı çizili olan yerleri okur musun lütfen" diyerek uzattı gazeteyi.
Haberi bir çırpıda okuyan Gabor, bir süre düşünüp "Dr.Petersdorf ha!" diye sessizce söylendi. Sonra da: "Uçak kazasında öldüğünü, duymuştum... Ama Dr. Martinden bahsettiğimiz gün, bu Yapay madde projesini ilk kez Berlin Üniversitesi'nin başlattığını da söylemişti bana. Ancak Dr.Petersdorf'un proje ile ilgisi olduğundan hiç bahsetmemişti. Yoksa hatırlardım" dedi ve biraz bekledikten sonra "Uçak kazası ha!" diye yineledi birkaç defa.
Petersdorf ile ilgili olanlar bu kadar değil, devamını dinle. Bir sigara yakıp devam etti:
"Pek ünlü olmayan bir bilim dergisi, 9 Temmuz'da yani kazadan dokuz gün önce detaylı bir röportaj yapmış.
'Problem, Büyük Sır'ı çözebilmek değil, çözümü' demiş Petersdorf."
Dr.Gabor bu sözler üzerine heyecanla atıldı:
"Dur biraz! Çok bariz bir bağlantı var bu olaylar arasında. Richy de telefonda Büyük Sır'ı çözmek üzereyim; bu korkunç bir şey demişti"
O sırada Foster, Gabor'u sakince dinliyordu. Ne söylemek istediğini anlamıştı ancak bu, yeni bir şey değildi onun için. Üstelik daha da fazlasını biliyordu. Yine de arkadaşının ağzından duymak istedi:
"Varsayımın ne, dostum?"
Ama Gabor, Foster kadar serinkanlı görünmüyordu:
"Bak şimdi! Yapay madde projesini yürüten, ayrı dönemlerde üç kişi vardı: Petersdorf, Martin ve Richardson. Üçü de başarılı oldu; üçü de Büyük Sır'a çok yaklaştığını söyledi ve gariptir ki; bunu söyledikten kısa süre sonra ölüverdiler. Bir trafik kazası, bir uçak kazası ve bir de yıldırım!.. Buradan çıkan bir sonuç daha var üçünün de cesetleri dolaylı yöntemlerle belirlendi. Yani tanınacak halde değillerdi. Bütün bunların rastlantı olabileceğini sanmıyorum.
"Bunları ben de biliyorum, dostum" dedi Foster. "Ama daha sı var" diye ekleyip devam etti:
"Dr.O'Brien ile ilgili. 1980-1983 döneminde Berlin'de bulunmuş ve Dr. Petersdorf'un en yakın arkadaşlarından biriymiş. Üniversitenin araştırma kurulu başkanlığını yapmış... 1983'de Amerika'ya dönüp California Üniversitesi'nde fizik laboratuarları direktörü olmuş. Dr.Martin'le arası iyiymiş. Ve..1986da Cornell'a gelmiş; aynı görevle. Richy ile de iyi bir ilişkileri vardı."

"O lanet herifte bir tuhaflık olduğunu anlamıştım zaten!" diye seslice söylendi Dr.Gabor. Ardından da sordu: "O'Brien hakkında sen ne düşünüyorsun?"

Foster, nükteli bir biçimde "Onun hikayesini kısaca anlatmamı ister misin, dostum?" diye sordu.
Nasılsa Gabor'un düşünceleri akıntıya kapılmıştı bir kere ve kozlar da Foster'ın elindeydi.
"Anlat!" dedi sertçe, Gabor.
"Dinle öyleyse... Kayıtlara göre Robert O'Brien, 1942 Decatur'da, İllinois'de doğmuş ve ailesinin tek çocuğu imiş. İşin ilginç yanı, anne ve babası da kendi ailelerinin tek çocuklarıymış. Üniversiteden önce hep İllinois'de yaşamış. 17 yaşındayken ailesi ile birlikte bir trafik kazası geçirmiş Annesi de, babası da ölmüş... O'Brien'ın yüzü de tanınmayacak derecede parçalanmış. Ama plastik cerrahi, mucizevi bir şekilde kusursuz ve yepyeni bir yüz yaratmış. Ailesinden kalan para ile de Cornell'a gelmiş. Ötesini zaten biliyorsun."
Dr.Gabor, tam yorum yapmaya hazırlanıyordu ki Foster, "Bekle biraz" anlamında bir işaret yaptı ve yeni bir sigara yakıp tekrar konuya döndü:
"Dr.O'Brien'ın yakın arkadaşlarını araştırdım. Birinin hikayesi, O'Brien'ınki ile örtüşüyor. Dr.Carl Braunwald'ın öyküsü."
Gabor, atılıverdi söze:
"Dr.Carl Braunwald? Bilimsel Araştırmalar Komisyonu Başkanı değil mi o?"
"Evet" diye yanıtlayıp kaldığı yerden devam etti:
"Otuzdört yaşındayken birkaç serserinin saldırısına uğramış. Suratını epey çizmişler, fakat vücudunun diğer kısımlarında tek bir kesik bile olmamış. O da O'Brien gibi bıçak altına yatmış tabi, ama tuhaf olan bir şey var: Hastaneden çıktıktan iki ay kadar sonra karısı ondan boşanmak istemiş ve evi terketmiş. Terkettikten bir ay kadar sonra da mantardan zehirlenip ölmüş.... Üstelik her ikisini de aynı doktor ameliyat etmiş. Cliff Pernoll diye biri... Muayenehanesine gidip konuştum onunla. Hatırladığı tek şey, ikisinin de yakışıldı bir yüz yerine kendi hazırladıkları bir modelde ısrar etmiş olmaları. Yazık ki ondört sene önce çıkan bir yangında tüm kayıtları yanmış."
"Yine yüzler ha" diye birkaç kez tekrarladı. Ardından da kaşlarını çatıp Foster'ın suratına baktı dik dik:
"Bütün bunları nasıl öğrendin sen?"
Foster, gülümsedi.
"Kapalı bilgisayar ağını kullandım. Bilirsin, oradan herşeyi öğrenmek mümkündür."
"Yani usulsüz kullandın. Kariyerini ne kadar büyük bir riske attığının farkında mısın sen?"
"Her şeyin farkındayım ama buna değerdi, dostum."

Dr. Gabor, ayağa kalkıp ağır adımlarla dolanmaya başladı odada. Belki de bütün bu bilgileri harmanlayıp bir sonuca gitmeyi umuyordu. Foster ise sakindi ve gözleriyle Dr.Gabor'u takip ediyordu.
Sessiz geçen bir-iki dakikadan sonra tekrar koltuğuna dönüp "Peki, neden bütün bu olayları araştırmak gereği duydun?" diye sordu Foster'a.
"Disket, dostum Disket"
"Ne disketi?"
"Senin Dr.O'Brien'a götürdüğün disket."
Gabor, O'Brien'ın odasındaki tuhaf atmosferi hatırlayıvermişti bir anda. O sırada Foster, devam ediyordu:
"Onu masanın üzerinde görmüştüm. O gün kopya etmem gereken disketler vardı ve onlardan biri sandım. Epey sonra benimkilerden olmadığını farkettim. Öyle olunca da tekrar masaya bıraktım. Kopyasına da dokunmadım. Nasılsa üzerine başka kayıt geçebilirim diye. Üç hafta önce, içinde ne olduğunu merak ettim ve baktım. İşte hepsi bu."
"Ne vardı içinde" diye sordu, Gabor. Fakat sert bir fırtınanın kopmak üzere olduğunu da hissetmiş olmalıydı. Çünkü, sesi titriyordu sorarken.
"Karmaşık denklemlerin türetildiği bir programdı. Sonunda da şifrelenmiş bir mesaj vardı. Ben, bu düzeydeki fizikten anlamadığım için denklemlerle uğraşmadım. Mesajı deşifre etmek daha cazip geldi ve bir hafta kadar sonra da başardım. Yani, iki hafta önce. Aslında bunu sırf merak ettiğim için yaptım başka bir nedenle değil. Tabi esrarengiz cümlelerle karşılaşınca da gerisini getirdim."
Dr.Gabor, kalbinin kulağının dibinde vurduğunu hissediyor heyecandan bayılmamak için kendini zorluyordu. Yine de tüm cesaretini toplayıp sordu:
"Ne yazıyordu?"

Arkası Yarın...

Erkan Ergen

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


KIŞ MANZARASI

Kışın kışlığını yaptığı, kasvetli bir ocak günü penceremden, dışarıda savrulan karlara bakıyorum. Sıcacık odamda, Joy FM' i dinlerken, bir yanda da az sütlü neskafemi içiyorum. Neskafenin dumanı ve kendi soluğum bir birine karışarak, eşimin bir önceki gün sildiği tertemiz camda hafif buğular oluşturuyordu. Kar tanelerinin değişik büyüklük ve şekillerini görmek, sessiz düşüşlerini izlemek inanılmaz bir rahatlık ve keyif veriyordu. Az ileride cıvıl cıvıl renkli elbiseleri ile kar topu oynayan, kardan adam yapan çocukları izlemekte ise apayrı bir güzellikti. Adeta bir kış gününden öte, özenli yapılmış bir kartpostala bakmak gibiydi yaşadıklarımız. Bizim gibi evlerinde oturup karları seyredebilenler için ne mutlu anlar…

Sıcak içeceğim bitmek üzereyken, camdan görülen büyülü kış manzarasının içerisinde, hızla yere düşen siyahımsı bir karaltı dikkatimi çekti. Önce kartopu zannettim. Ama kartopu siyah olmazdı ki. Hemen camı açıp, karaltının düştüğü tarafa baktım. Evet bir şey düşmüştü, gri zemin üzerine, açık kahve renkli desenleriyle bir serçeydi aşağı düşen. Hemen üzerime bir şeyler alıp aşağıya koştum. Üzerini karların örtmeye başladığı minik serçeyi aldım, vücudu henüz sıcaktı ama canlı olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Hani iri vücutlu yaşlı bir bireyde de değildi elimde cansız yatan, aksine genç bir serçeydi ve ölmek için daha çok küçüktü. Gerçi hangi ölüm biraz erken değildi. Cansız bedenini bahçe duvarının kenarında, karları temizleyerek açtığım çukura koyarken yüreğimde bir sızı hissettim. Muhtemelen uzun süren karlı günlerde, yeterince yiyecek bulamamış ve sert soğuklara küçücük vücudu dayanamamıştı. Oysa her dönem öğrencilerime "şöyle doğal seçilim, böyle doğal seçilim" demek ve adapte olamayan canlıların ortadan kalktıklarını bilgiç bilgiç anlatmak ne kolaydı. Kaybolan, yok olan, dünyamızdan eksilen bir canlıydı o. İnanıyorum ki yaşama bir çok insandan daha az zarar vermişti ve üstelik bir çok katkı yapmıştı. İnsanoğlunun kurduğu medeniyetle yaşam yerleri kısıtlanmış, olası besinleri azalmış ve hatta uzun süreli karlar nedeniyle o yiyecekleri de kaybolmuştu. Tam bir sağ duyulu Anadolu kadını olan annemin zaman zaman "Allahım bizi açlıkla terbiye etme, açlıkla bizi sınama" sözleri çınladı kulaklarımda.

Hızla yukarı çıktım birkaç avuç bulgur alıp, camların önüne ve balkonlara serpiştirdim. İstiyordum ki kar hafifçe azaldığı anlarda bu yiyecekleri görüp alsınlar. Ama o da ne, daha pencereyi örtüp perdeyi kapatmaya çalışırken, üç-beş tane karaltının karlar arasından hızla yaklaştıklarını gördüm. Kuşlardı bunlar, zavallı kış kuşları; serçeler, kumrular, karatavuklar. Perdeyi sıkıca örttüm beni görüp kaçmasınlar, rahatsız olmasınlar istedim.

Kuşlar, iki ayaklı kanatlı omurgalılar. Uçma yetenekleri nedeniyle, karasal yaşamda mücadele edebilecek organlarının sadece gagaları ve zayıf pençeleri kalan kuşlar. Medeniyetimizle birlikte gelişen çeşitli sanat kollarında en çok kullanılan materyaldir kuşlar. Bir mutluluk tanımlanmasında hep kuşlar vardır. Barışta kuşlar, aşkta kuşlar, yaşamda kuşlar. Sabit vücut sıcaklıkları ve sürekli uçmaları nedeniyle, hep enerji verici besin almak zorunda olan kanatlı canlılar. Oysa kuşlar hep baharda yaşamazlar ki. Bir kısım kuş, soğuk aylar yaklaşınca sıcak memleketlere göç ederek, bu sorunu belli bir oranda çözmüştür. Ya küçük vücutlu, küçücük kanatları olan, fazlaca yağ depolayamayan kuşlar ne yapsın ?

Şimdi yağan karın sessizliğini, sadece kartopu oynayan çocukların çığlıkları bozmuyordu. Camın önünde ve balkonda telaşlı çırpılan kanat, küçük gaga ve ayak sesleri de eklenmişti. Az sonra sesler azaldı ve bitti. Anladım ki yem olarak attığım bulgur bitmişti, hemen mutfağa gidip bulgur kavanozunu açtım ve kocaman bir avuç alarak balkona serpiştirdim. Eşim anlamıştı, sesiz adımlarla yanıma geldi, hafifçe kalın perdeyi aralayıp tülün arkasında olanları izlemeye koyulduk. Çoğu kere elimizle beslediğimiz çocuğumuz gibiydiler. Tıpkı mamasını yiyen, mutlu birer bebek gibi, telaşlı ve sevinç çığlıkları atıyorlardı. Şimdi kendi tembel rutinlerime dönebilirdim artık. Kendime bir kahve hazırladım, pipomu yaktım ve gazete sayfalarının arasına daldım. Dışarıda hala kar yağıyordu ve Joy FM'de eski bir Demis Rousous şarkısı çalıyordu "Good bye my love good bye"…

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

KIRKYAMA

 KIRKYAMA HİKAYELERİ : KMKYHT

   BİR KAN DAMLASI BOZAR KORKUSUZLUĞUMU..! :
   Akın Ceylan

Müşerref'in gelişiyle hareketlenen ev, Suna'nın yaptığı garip kaprislerden sonra iyice çekilmez oldu. Ve Suna akşamüzeri yapacağını yaptı. Sudan bir sebeple,anlamsız bir kavga çıkarıp, "ben artık bir dakika bile seninle aynı çatı altında kalamam", diyerek küçük bavulunu hızla toparladı. Aklım hala Aysel'de olmasına ve bir an önce yalnız kalmak istememe rağmen, yarım ağızla bile olsa, "Lütfen Suna, gereksiz yere tatsızlık çıkarmayalım. Sen gidersen bu evde yalnız başıma ne yaparım. Sen benim tek ve biricik karımsın, lütfen gitme", diyerek gönlünü almaya çalıştım. Nafile çabam sonuç vermedi. Düşüncelerim ve ben başbaşa, sakin bir gece geçirmekten başka bir şey düşünemez durumdaydım.

Bu gece diğer bütün gecelerden daha uzun gibi sanki. Suna anlamsız tartışmadan sonra annesine gidince evde yalnız kaldım. Bir şişe şarap açıp, cam kenarındaki ve sokağı en temiz görebildiğim koltuğa kuruldum. Gece sabaha kadar içip iyice sarhoş olmak niyetindeydim.

Genellikle böyle zamanlarda hatırlarım geçmişin detaylarını. Bu mahallenin kaldırım taşlarından herhangi bir tanesi gibi veya sokak lambalarından en çok arıza yapanı gibiyim. Ergenlik dönemindeki genç delikanlıların gece yarısı muhabbetleri sonrası, evlerine gitmeden önce ellerine geçirdikleri taşları rastgele fırlatıp, lambasını patlatmaya çalıştıkları bir sokak lambası gibi. Bu bölgede tanımadığım yok diyebilirim. Yakın tarihlerde mahalleye taşınanlar hariç, herkes tanıdık ve neredeyse akraba gibi. Ama bu genç yaşımda bu kadar yorgun olmak, pek anlayacağım cinsten bir şey değil. En çok koyan ise, bunca kalabalık içerisinde tek başına yaşarmış gibi çırpınıp durmak oluyor benim için.

Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;


Babam ilk takım elbisemi kendi elleriyle dikip bana hediye ettiğinde, henüz oniki yaşındaydım. Neden bilmiyorum; ama hediyesini verirken bu şiiri okumayı da ihmal etmemişti. Ne zaman tek başıma içsem hep bu şiir gelir aklıma. Nasıldı devamı?

Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı;
Sinemaların kapısı.


Yalnızlıklar sonuna kadar bedava. Aşık olup kavuşamamak bedava. Ne çok severdi Zafer. Aslında bu kadar içmesem Zafer'in de adını ağzına almazdım ama neyse. Ne derdi hep, "Eski dost düşman olmaz, sen benim hep dostum olarak kalacaksın unutma". Toprağı bol olsun.

Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.


Öffff sıkıldım artık. Aysel'in günlüğü, Aysel'in günlüğü... Sakız gibi herkesin ağzında. Kimdeyse çıkarsın artık ortaya. Dedikodular almış başını gidiyor; ama günlükte neler yazdığını bilen biri hala yok. Nerde benim öteki şişem, hah buradaymış. Allah kahretsin pakette sadece iki tek sigara kalmış. Bu saatte sadece alt sokağın başındaki bakkal Süleyman abi açıktır herhalde.

Çocukluğumuzda ne dalga geçerdik Süleyman abiyle. En sinir olduğu şey üst katında oturanların, sepetlerini sallandırdıklarında yaptıkları şey olurdu. Sepeti tam tepesinden aşağı sallandıran kişi, "Süleyman efendiii" diye bağırmak yerine, sepetin ipini hızla boşaltıp, dükkanın önündeki tenekeden yapılma tenteye hızla çarptırırdı. Süleyman abi sinirli bir şekilde dışarı çıkıp bağırmaya yeltenir; ama daha ilk kelimeler ağzından çıkmadan, sepeti sallandıran kişi siparişini umursamaz bir tavırla söylemiş olurdu. Ne yapsın ekmek parası deyip sineye çekerdi Süleyman abi. Şimdilerde pek kimseye kızamaz olmuştu. İlk önce oğlu baba mesleğini iş olarak görmeyip, para kazanmak amacıyla Almanya yollarında izini kaybettirmişti bile. Beş sene önce de eşini kaybedince bu hayatta pek amacı kalmamıştı. Neredeyse 24 saat açık duran bakkalında gündüz mahalleliyle, geceleri ise sarhoşlarla sohbet ederek yalnızlığını unutmaya çalışırdı.

Hadi bakalım iyice sarhoş olmadan iki paket daha sigara alayım da, sabaha kadar yalnız kalmanın tadını(!) çıkarayım diyerek sokağa attım kendimi. Sokak kapısını açtığımda yüzüme çarpan soğuk havanın etkisiyle biraz olsun kendime gelmiştim. İlk gözüme çarpan evin karşısındaki karaltı oldu. Önce tedirgin olmama rağmen, soğukkanlılığımı korumaya çalışıp karaltıya yaklaştım. Bu, çuval gibi yere yığılmış karaltı Lastik Osman'dan başkası değildi. Sarhoş olduğunu düşünüp yerinden kaldırmaya çalışırken, yüzünün kan içerisinde olduğunu farkettim. "Osman sana ne oldu oğlum", dediğimi duymamış gibi, "valla billa ben hiç bir şey bilmiyorum" diye sayıklıyordu.

Osman, lan Osman, Nooldu oğlum sana..?

Akın Ceylan

Devamı varrr...

KIRKYAMA Hikayelerinin tamamını aşağıdaki adreste bulabilirsiniz:

http://www.kmarsiv.com/xfiles/ozel/kirkyama.asp

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Hülya Galitekin

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.157 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


ENE’L HAK

“Mansur Ene’l Hak söyledi
Haktır sözü Hak söyledi”
               Seyyid Nesimi


Ali Haydar Timisi Sonbahar konardı camlara
Sokakta adımlar sıklaşırdı
Kışlık yiyecekler taşınırdı kilere
Hüznün rengi sarıydı
Düşen her yaprak yüzümüze vururdu
               Zamana yenilişimizi
Ve esen her rüzgar
Başka iklimlere taşırdı düşlerimizi

Biz başka bir dünyanın insanlarıydık
Talan mevsimlerinde üryan
Adem’le Havva’dan ayrı
Hüzün ömrün en kötü mevsimiydi
Nerde bir çiçek açsa
Çıkar gelirdi bir Herodes
Bir duvar yapardı gönlümüzün Kudüs’üne
Ve hıçkıra hıçkıra ağlardık çok zaman
İnsanlığın öyküsüne...

Biz başka bir tanrının çocuklarıydık
Bir kâbe ki mânâ
Bir yürek ki Hak
Her gelişimizde bir ceset bırakıp yeryüzüne
Hep aynı ışıktan doğar
Hep aynı nura yürürdük
Ve girdiğimiz her gönülde
Aynı cananı görürdük...

Ali Haydar Timisi

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Ne diyelim? Allah analı babalı büyütsün!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.oursworld.net/ingilizce-ders/eglence-okuma/funny-names.htm
...Havaalanı Anons Memuru Verdiğim Kağıttan Mikrofona Okudu: Encin Siizar... Yani, O Anda Sanki Havaalanında Hayat Durdu. Herkes Dönmüş, Adı "Lokomotif", Soyadı "Sezar" Olan Kişiyi Kimin Aradığına, Yani Bana Bakıyordu... Tahmin Edeceğiniz Üzere, Arkadaşın Adı "Engin Sezer" di. Kulakları Çınlasın... Eğlencelik ingilizce isimler için ekteki kısayolu tıklayın.

http://cornerofalicia.330.ca/jennifer/in.htm
Jennifer Lopez severmisiniz? ...Jennifer Lopez 24 Temmuz 1969da New York'un bir mahallesi olan Bronx'ta doğdu. Puerto Rico soyundan olması onun show dünyasına girmesini kolaylaştırmıştı çünkü; Ricky Martin ve Enrique Iglesias'ın öncülük ettiği ve 90ların sonlarına doğru başlayan Latin Pop yıldızı dalgası tüm dünyayı etkisi altına almıştı...

http://www.papatya.com/komigazin/cgi-bin/text/cizgifilmyasalari.html
Çizgi filmlerin de bazı yasaları olduğunu biliyormuydunuz? İşte size bir kaç örnek: ...Havada askıda kalan bir kimse bu durumun farkına varıncaya kadar asılı kalmaya devam eder. Daffy Duck ilerdeki çayıra koşarken uçurumun kenarından geçerek boşluğa gelir. Bir süre havada kalır, bu arada kendi kendine de konuşmaktadır. Derken ansızın aşağıya bakıverir. İşte o an olanlar olur ve bildiğimiz ½ gt2 prensibi işe karışır...

http://www.meteor.gov.tr/
Havaların son durumu hakkında her kafadan farklı bir ses çıkıyor. Herkes başımıza meteorolog kesildi bu günlerde. Bilgiyi en doğru kanaldan; yani kaynağından almak isteyenlerin başvurabileceği en güvenilir kaynak.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040217.asp
ISSN: 1303-8923
17 Şubat 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri