|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 443 |
18 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Karpuz gibi birşey!.. |
Merhabalar,
Dün ne gazete okudum ne de haber izledim. Gelişmelerden bihaber olarak ahlam kesmenin sarsaklığına düşmek istemem. O nedenle bugün biraz sabun opereti yapacağız. Geçen hafta 'AZ KALSIN STAR OLAACADIM!..' deyip bizzat test ettiğim yarışmayı anlatınca pekçoğunuz haklı olarak 'Haaa popstarcı olmanın nedeni anlaşıldı.' dediniz. Evet doğrudur. Boksörün halinden ancak boksör anlar, yumruk yememişlerin aparkatı anlatmaları hoş olmaz. Ne dedim ben yahu? Neyse... Bu konuda söylemeyi unuttuğum bir şeyi daha söyleyip bu konuyu kapatacağım. 'Bir gecede şöhret olmak.' diye bir kavram peydahlandı. Özellikle dinazorların (ben yaştakilerin) ağzının kenarına yapışmış bir deyim. Örneklemeler de müthiş. Nilüfer, Sezen, Ajda, Nükhet tırnaklarıyla kazıdılar, bunlar bir gecede olup daldan düştüler. Yok ya... Büyük türk düşünürünün dediği gibi 'Urfa'da Oxford vardı da biz mi gitmedik?' O zamanlar seksen tane televizyon vardı da onları ekrana mı çıkartmadı? O günkü koşullar öyleydi, bugünküler böyle. Hasetliğin gereği yok. Televizyon böyle birşey işte. Mirkelam kardeşimiz bir gece 3 dakika boyunca koşunca tüm memleket arkasına takılmadık mı? Tapındığım Nilüfer o zamanlar ekranlarda boy gösterebilseydi bir Celine Dion, bir Barbara Streisand olamaz mıydı? Urfa'da Oxford olaydı İbo popstar jürisi olacağına Anayasa profesörü olmaz mıydı? Evet yahu, aktarmalı orijinal popstarın jürisini açıklamışlar, duyunca bir hoş oldum. Armağan Virjin, Zerrin Seki, Ahmet Mafyan, Ercan Tatlıses... Ama bunlar böyle amip gibi bölünerek çoğalmaya devam ederlerse müşteri kaybedecekler ona göre. Ben hangi birini seyredeceğim allahaşkına. Hadi seyir işini becerdik, hangi birine oy yollayacağım. Bu işin de suyu çıktı gibime geliyor. Ben en iyisi TMSF destekli BBG'yi bekleyeyim. Kısmetimi orada ararım artık. Hem bu aralar meşgulüm. Firdevs'in albümüyle uğraşıyoruz, Abidin'le arasını yapmaya çalışıyoruz, Tülin'le Caner'i yarışmadan sonra evlendirmenin yollarını arıyoruz,vs...
Oldum olası ensesi kalın bir adamdım. Boydan pek fazla nasipli olmamakla birlikte, heybetli görünmeyi her daim başarabilmiş bir vücuda sahibim evelallah. Hele siz bir de gelip beni şimdi görün. Gittikçe lobuta benzeyen enstrümanımdan artık ahenkli sesler çıkaramıyorum. Do'ya basmak için eğilmek mümkün değil. Haydi eğildin bu sefer de doğrulmak namümkün. Arabaya girerken koltuğu geri çekmek zorunda olmak, 3 adım atınca nefes nefese kalmak gibi belirtiler yaşanmaya başlayalı 1 aya yakın oldu. Birşeyler sezinledim ama konduramıyor insan işte. Ta ki benim ufaklık 'Baba ne zaman doğuruyorsun!' diyene kadar direnişi sürdürdüm. Bu laf 2 aydır kaçtığım annemin baskülüne çıkmak zorunda bıraktı beni. Gördüğüm manzara karşısında kendi kendime saydıklarımı burada söyleyemem, zorlamayın. Gördüğümü söyliyeyim de biraz da siz sayın ben yoruldum zira. Tam 104 kilo. Vallahi de billahi de öyle. Oysa daha 2 ay önce 94'tüm. İdealim olan 80'e sadece 14 puan vardı. Şimdi puan farkı 24. Cimbom şampiyon olur ben bu arayı kapatamam yahu. İşin tuhafı görüntü de fazla bir değişiklik yok. 94'te neysem o görünüyor. İnanmazsanız Enişte'ye sormak serbest. Göbek çevresinde oluşan kitleyi kamufle etmeyi başarırsam kimsenin ruhu bile duymaz. 'Bu zaten hep böyle şişkoydu' der geçerler. Bir başka husus ise benim özgül ağırlığımın normalin üstünde seyretmesi. Kemikler ağır çekiyor herhalde, yani dara fazla. Kutuya 10 kilo da koysan 20 kilo da prezantasyon aynı. Hep bu sigaranın yüzünden. Ben demiştim ama bu zıkkımı bırakırsam ne bulursam yerim diye. Aynen öyle oldu ve ben çer çöp dahil ne bulursam öğüttüm. Buyrun size bir havuz problemi. 'Bir havuza yukarıdaki musluktan günde 10 litre su akar, alttaki delikten 5 litre atılırsa, havuz ne zaman taşar?' Bilseniz bile bilmemezlikten gelin sonra karışmam!...
Hemen rejime başladım. Tostları üçten birbuçuğa, simitleri ikiden bire indirdim. Akşamları salatayla idare ediyorum. Ama yani çekilesi azap değil bu. İyi güzel dumandan kurtulduk, bu sefer de obezite sınırlarını geçtik. Metabolizma öyle çalışkanki su içse yarıyor maaşallah. Bakın arkadaşlar, ben çalışırken elim ağzım boş durmamalı. Madem sigara yok, ikame mallar önerin bana. Şöyle karpuz gibi birşey. Yiyip doyacağım, susuzluğumu alacak, çekirdekleri ile eğleneceğim, kabukları da eşeğe yetecek. Nerden geldik biz bu karpuza yahu? Hay allah, daha fazla saçmalamadan gidip yatayım ben en iyisi. Kalın sağlıcakla...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel EYLÜL |
|
O’na “Merhaba” dediğimde henüz 17 yaşındaydı.. Ben ise 28..
Bütün onyedi lere özgü bir olgunluk!! ile cevapladı beni..
Sıkkındım.. Havadan sudan konuştuk.. Lise’yi bitirmişti.. Ekonomi okuyordu, ablası vardı, anne babası boşanmıştı, annesi estetisyen, babası da enfeksiyon hastalıkları uzmanıydı..
Onyedi yaşındaydı ve kendini bildi bileli homoseksüeldi.
Ne zaman nete girsem oradaydı.. Köşesinde.. Aradan birkaç ay geçti.. Beni biraz deşeledi.. Sonra da vazgeçti ve kendi olmaya karar verdi..
Kötü günlerdi yaşadıklarım.. Karanlık ve acılı zamanlar.. Ufaklık ile öyle bir hale geldik ki sadece ben konuşur, ağlar, sığınır oldum ona.. Onyedi yaşında ama kocaman bir kucaktı işte.. Sıcak ve yumuşacık..
Boyunu aşan olgun tavırlar altında keşke ezilseydi. Dimdikti oysa..
Geceleri geç saatlere dek konuşup dertleştik.. Bunlar son demlerimdi.. Yaşadığım karanlık bitmeyecek gibi görünüyordu gözüme ama son demleriydi.. Onunla konuştukça hareket zamanının da yaklaştığını farkettim..
Hareket ettim..
Araya aylar girdi..
Suskun, rehabilitasyon dönemleri.. Artık konuşmuyorduk..
Hayat bir koşturmaca olmuştu.. Yenilikler, adaptasyon süreçleri, yastıklar ıslanmadan bir türlü uykuya dalınamayan geceler.
Bir sabah yine burun buruna geldim onunla.. “Bitti mi?” dedi.. “Evet..” dedim..
“Onu sormuyorum, yaşadığın acı bitti mi?” dedi..
“Ona da evet “ dedim..
Gülümsedi..
Gülümsedim..
Telefon numaramı verdiğimde çok şaşırdı, ben ise onun şaşırmasına şaşırdım..
“Aramalısın beni”
Aradı.. Son derece kalın bir ses.. Bir an için çok korktum, tongaya mı bastım ki?? Yok hayır.. Bu zorlama bir tavır olmalıydı.. İlk defa üzerinde iğreti duran bişey hissettim onda.. Barışık olmadığı bir şey..
İki hafta sonra bir mesaj düştü cebime. ” Kordon La Sera’da BÜTÜN EKİP toplandı.. Gelir misin?”
Netten kimse ile o güne dek yüzyüze görüşmemiştim.. Şu "bütün ekibin" ne benimle, ne de tercihlerim! ile hiçbir bağlantısı da yoktu..
Yine de ufaklığımı görmeyi çok istedim..
İşte o akşam ilk defa kucakladım onu..
Akıllı, duygulu, yıpranmış ufaklığımı.. Yaşından çok önce olgunlaşmak zorunda kalmış zeki ufaklığımı.. Tanımadığım bir dünyada yaşıyordu. Tanımadığım bir grubun içindeydim.. Bütün bunlar üç yıl öncesinde kalmış duygular şu an için.
Annesi ile tanışmamı çok istedi..
Zengin bir kadın.. Ufaklıktan şüphe etmekten yorulmuş bir kadın.. Yıpranmış, işi deliliğe vurmuş bir kadın.. İşler iyice sarpa sarmıştı.. Çok başarılı bir aile terapistinden randevu alması konusunda ikna etmeyi başardım annesini..
Süreç işlemeye başladı..
Sayın hocam annesine “Biz homoseksüelliği bir hastalık değil, tercih olarak kabul ediyoruz.. Kızınız da çok sağlıklı bir genç bayan. Denemek istiyor, denemekten korkmuyor.. Sizin tavrınız ise onu bu konuya sabitliyor olabilir mi??” şeklinde bir yorum yapana dek bu süreç yaklaşık bir yıl devam etti..
Anne çok kızgındı.. Ufaklık bedbaht.. “Evden kaçacağım..” diye tutturdu. Kaçtı da.. Çok şükür ki elim üzerindeydi, sağlıklı ve doğru bir yerde olduğunu biliyordum..
Üç ay içinde salya sümük ana kız kucaklaştı..
Tatile çıktılar.. Tatil dönüşü ufaklık uçarak bana geldi.. “Bu kadın beni orospu zannediyor!!!!” diye eve girdi.. Öfkeden, sıkıntıdan, çaresizlikten gözü dönmüştü..
“Tatil köyünde benim yaşıtım kaç tane erkek varsa hepsi ile önce kendisi tanışıp sonra da teker teker beni tanıştırdı.. Hatta yemekte birinin yanına gidip kızımı dansa neden kaldırmıyorsun?? diye sormuş.. Kafayı yedim.. dayanamıyorum bu kadına!!”
Yapacak hiç bir şey yoktu.. Bu da annesinin tarzıydı işte..
İlk ışığı o gün yakaladım yine de onda.. “Bir tanesi çok zekiydi be Seda, yani benim cadı olmasa o çocukla daha çok muhabbet edebilirdim..” dedi bana..
Problemlerini kendisi çözmek zorundaydı.. Benim onu dinlemek ve olduğu gibi kabul edip, sevgimi esirgememek dışında yapabileceğim ne vardı ki?
Aradan koskoca bir yıl daha geçti.. Şimdi karşımda sağ kaşının üstüne kocaman bir çubuk takılmış bir zır deli vardı. İçim kalktı o demir çubuktan.. Gözlerimi kapattım.. Keyfi yerindeydi.. “Aklından bile geçirmeee” dedi.. Sustum ve gülümsedim.. Uzun uzun dertleştik.. “Nihayet” dedi, “bir erkek ile öpüştüm.. “ Sevincimden gözlerim doldu.. “Elbette akıllı ufaklığım benim..” dedim..”Sen denemeyi seversin.. Sadece zarar verme kendine”.. Güzel bir gündü.. Ben çok hafifledim.. Ablasının güzel kızı da öyle..
Araya yine aylar girdi..
Geçen hafta sinemada denk geldim.. Ana kız film beğeniyorlardı.. Ben ise kimsenin pas vermediği bir filmi tek başıma seyretmeye hazırlanıyordum..
Annesi “Aaaaa.. Sana yakışıyor mu yalnız sinemaya gelmek??” dedi bana.. Ufaklık bana baktı.. Ben ufaklığa baktım.. Ufaklık çenesine yeni taktırdığı piercingi oynatan bir kahkaha attı.. Bende bütün dişlerimi meydana çıkaran başka bir kahkaha.. Gözlerinde sanki yeni bir pırıltı vardı.. ya da ben öyle görmek istedim.. Kim bilir??
Bu hikayeyi size niye mi anlattım..?
Dün bir arkadaşıma, “Hayrola, batırdın gemileri..” demem üzerine verdiği cevap bana bunları uzun uzun düşündürdü de ondan yazdım..
“Bak Seda; Eylül sigara içerse, bunu sindirebilirim! Lezbiyen olursa, bunu da taşıyabilirim.. ama.. Ya uyuşturucu kullanırsa??? İşte o zaman nasıl davranmam gerektiğini kestiremiyorum..”
Eylül henüz dört yaşında..
Hepinizi öpüyorum..
Seda Demirel
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
İLAN-I AŞK
Bir Sivaslı arıyorum. Doğumu kırkbeş olmalı. Adı sanı besbelli.
Gözleri gözlerden kırk aralığa girmeli. Sesi seslerden dağları ses etmeden delmeli.
Ensesine kalın, dudaklarına ince demeli. Dişleri bir dizi inci. Gülümsemesi gülümsemesinin kenarında en az bir kere hoppaca sekmeli.
Alnının terine kırışığının en derin kokusu sinmeli. Gamzesi gamzeleri görmeli. Aşkla uzanan ilk el Âdem elmasına deyebilmeli.
Bir delişmen olmalı mesela.
Heyecanı her daim doruğunda. Sözü kendini durmadan sakınana inat gür mü gür. Lakabı çekinene deli.
Bir oyuncu olmalı mesela.
Kalbime kalbini koyan, aklıma gözlerini. Gözlerime herşeyini. Herşeyine gözlerimi. Fikrime zikrini. Zikrine kendini koyan.
Bu odur diye gönül yaktım, boyumu aşan sevdalara daldım. Boyum bir karış büyüdü. Sevdam aldı başını yürüdü. Adımlarını saydım. Saymalara hayallerle daldım.
Bir de baktım ki...
Perde açılmış, oyun oynanmış. Oynayanlar kayıplara karışmış.
Sahi, ne diyordum?
Bir Sivaslı arıyorum. Doğumu kırkbeş olmalı. Adı sanı besbelli. Adam gibi sevmeli.
Aşkımı ilan ediyorum. Bir duyan hiç duymayanlara demeli.
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Kemal Türkmen |
Bal katılmış çay
Orman yolları hep ilgimi çekmiştir.
Asfalt üzerinde zamanla yarışırken kimi zaman onları fark bile edemeyiz.
Sanki doğa meraklısı bir greyderin yıllar öncesi yaptığı öylesine bir gezintiden artakalmış gibidirler.
Birden yükseliveren bu patikaların, taşlar ve otlarla kaplı görünen
başlangıcı kısacıktır,
sanki daha ötelerin gizemlerini saklarmışçasına .
Hep bir gün bunlardan birinin ötelerinde kaybolmak istedim.
Bir düşünsenize nereye gidildiği, doğru yolun hangisi olduğu, ne kadar süreceği ve sonunda nereye ulaşılacağı bilinmeyen bir mekanda olmanın keyfini.
Kimselere danışmadan, yön göstergeleri olmadan, baskı hissetmeden
geçirilebilecek öylesine bir zaman parçası.
Akdeniz'in kuzeyindeki dağlık kuşağı çok seviyorum. Yabanıl denilemez ama çağdaş dünyanın elinin henüz ulaşamadığı yerleri hala var.
Bayramların birinde, henüz güneş doğarken kahve ve çay termoslarımla yola çıktım.
Antalya olağanüstü bir kent, yarım saat sürecek bir yolculukla modern dünyanın tüm yaratılarından kaçabiliyorsunuz.
Ve ben kaçtım.
Orman yollarının görebildiğim en gizemlisine saptım.
Ama daha ilk metrelerinde içimde kaygı ve korku karışımı bir duygunun yoğunlaştığını fark ettim.
Doğadan çekiniyordum, çünkü içinde bulunduğum kültür, başarısını onunla yarışarak ve alt ederek elde ettiğini sanıyordu.
Dört çeker arabama karşın yinede huzursuzdum. Bir arıza yapabilir, beklenmedik bir sorun çıkarabilirdi.
Ayrıca toplumun düzeninden uzak kalmış buralara uymuş insanların olası davranışları hakkında kaygı duyuyordum.
Yani yabancıydım buralarda.
Çevremin güzelliği bu duyguları hemen uzaklaştırdı kafamdan.
Ormanların yağmur sonrası görünümünü ve ıslak toprak kokusunu çok severim.
Yeşil başka bir yeşil olurken, toprak parlar, ağaç altları beyaz mantarlarla dolar.
Birkaç saat sonra çam dallarından oluşmuş çatısından duman tüten kulübemsi bir şeyin önüne geldim.
Nereden çıktığını anlamadığım, soluk karanlık renkli bir köpek arabamı sardı.
Ardından biri beliriverdi yanımda. Uzun, ince yapılı ama yere sağlam basan, güçlü bir görünümü vardı.
Makasla kesilmiş düzensiz bir sakal, uzun saçlar ve yanık kırış, kırış bir surat.
Adet olduğu gibi Müslümansı bir bayram selamı uzattık birbirimize.
İki hafta önce işaretli ağaçları kesmek üzere ormancılar tarafından bırakılmış.
Beklediğini hissettim, ona sormam gerekiyordu - falanca yere nasıl gideceğim ?
Ama ben huzursuzdum sormadığım gibi, bir an önce de oradan uzaklaşmak istiyordum.
Niyetimi belli eden veda sözcüğünü duyunca sarsıldı.
Aklına ilk gelen şeyi söyledi, Beyim çay içer misin ? ama şekerim yok !
Ben yavaşça veda edip uzaklaşırken, daha doğrusu kaçarken, arkamdan seslendi -Bal katardım !
Kalamadığıma, bal katılmış çayı içemediğime hala üzülürüm.
Sevgilerimle
Kemal Türkmen
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız BİLİNÇ - SOYUT DÜŞÜNCE - SAĞDUYU - PAMUK ŞEKER |
|
O bir sibernetik uzmanıydı. Yıllarını 'Yapay Zeka' 'Artificial Intelligence A.I.' araştırmalarına vermişti. Geçimini sağlayan işinin yanında, kendine kalan özel zamanlarda gizlice özel bir proje geliştirmişti.
Dev masa üstü, ya da diz üstü bilgisayarların çoktan tarih olduğu bu dönemde; insanların bileklerine, derilerinin altına minik mikroçipler yerleştirilir, bu çiplerin yapacağı işler beyinden gelen sinyallere göre belirlenirdi. Bilgiye ulaşmak çok kolaydı, bilgi edinilmek istenilen konu akıldan geçirildiği anda mikroçipe sinyal gider, mikroçip bilgi bankalarına ulaşır, aynı saniyede tüm döküm çıkarılır, süzülür ve beyine kullanması için gönderilirdi.
Alışverişler için kullanılan kredi kartları çoktan tarihe karışmış, parmak izleri, retina ve ses taraması yapan makineler her yerde kullanılmaya başlanılmıştı.
Kişiler arası iletişim de çok kolaydı. Beyinden gelen iletişim cümleleri, yine kişinin isteği ile süzgeçten geçirilir, iletilmesi istenen kısım mikroçip tarafından, ulaştırılması gereken kişiye sinyal olarak giderdi. Karşı taraftaki kişiye bu iletişim cümlelerinin ulaşması saniyeden kısa sürerdi. Karşı tarafın koyduğu bloklarla, olabilecek yoğunluk kısıtlanabilirdi.
Tüm bu yaşamı kolaylaştıran modernliğe rağmen, insanoğlu ait olduğu yere, 'toprağa' geri dönmüştü. Çoğu taşralı kentli, bahçe içindeki evlerinde yaşamaya başlamıştı. Yaşam basit ve sadeydi.
Yaklaşık 100-150 yıl arası olan kısa insan ömründe, zamanların çoğu duygular için kullanılırdı. Sevmek, okşamak, hissetmek için zaman tanınırdı. Bir anne bebeğiyle saatlerce oynama şansına sahipti. Küçük çocuklar bilgi depoları olmaları için sıkıştırılmaz, yaşamı en alasından yaşamaları sağlanılırdı.
Ancak dünya yine mükemmel değildi. İyiliklerin fark edilmesi için gönderilen kötülükler hala vardı. Bilinmeyen yerlerde, bilinmeyen kişiler tarafından, gizli gizli insan benzeri yapılara sahip, insan-robot şeklindeki humanoidler üretiliyordu. Robot yasalarının yüzyıllardır aynı ve çok net olmasına rağmen;
1-Bir robot bir insana zarar veremez, veya pasif kalmak suretiyle zarar görmesine izin veremez.
2-Bir robot kendisine insanlar tarafından verilen emirlere 1. Kural ile çelişmediği sürece itaat etmek zorundadır.
3-Bir robot 1. ve 2. Kurallar ile çelişmediği sürece kendi varlığını korumak zorundadır.
Yasa bunları söylüyordu, ancak gizlice yapılan humanoidlerin hangi amaca hizmet etmek için üretildiği belirsizdi...
Projesini destekleyecek yüklenici sponsor firmayı bulması çok güç olmamıştı. Her türlü telif hakkı için gerekli tüm önlemler alınarak buluş dünyaya duyuruldu. Televizyonlarda ilk haber olarak yayınlandı, gazete manşetlerinden inmedi. Tüm dünya insanlarının dikkati ona ve projesine çevrilmişti.
İnsanı diğer yaratıklardan ayıran bilinç, soyut düşünce, sağduyunun humanoidlere yüklenmesi çok güçtü. 1984 yılında Douglas Lenat'ın hazırlamaya başladığı Sağduyu Ansiklopedisine sürekli ilaveler yapılıyordu. Sağduyu kuralları sürekli listeleniyor, bu kuralların mantık bileşenleri içinde değerlendirilmesi sağlanıyordu. Ancak sağduyu kurallarının sonsuz sayıda olması ile bir türlü bu çalışmalar sonuçlandırılamamıştı.
Robot kavramını ilk kez kullanan oyun yazarı Karl Capek'in Çek'çedeki kökeninden esinlenerek yazdığı 'Rossum'un evrensel robotları' adlı oyununda ilk kez suni bedene sahip varlıklara ROBOT adı verilmişti. Robotlar, siborglar (yarı insan - yarı robot) ve humanoidlerin evrimini; Massachusetts Teknoloji Enstitüsü' araştırmacılarının geliştirdiği COG adlı insan şeklindeki android, 3 boyutlu yapay bir başa sahip KISMET, NASA Uzay İstasyonu'nda insan için tehlikeli işleri gerçekleştirmek üzere hazırlanan ROBONAUT, IBM firmasının geliştirdiği DEEP BLUE, Stanford Araştırma Enstitüsü'nün Pentagon için hazırladığı SHAKEY, IS Robotics'in hazırladığı URBAN ROBOT, Michel Desgeorges, beyin tümörü ameliyatlarında yön buldurucu robotu, Sony'nin ürettiği ilk koşan robot QRIO, Honda'nın yaptığı insan robot ASIMO, Büyük piramitteki kapalı olan dehlizin gizemini çözmeye çalışan ve esrarengiz kapıya takılarak geçemeyen PYRAMID ROVER, Japonların futbol oynayan robotları, Sony'nin hazırladığı ayaklı robot AIBO, Ameliyatlarda kullanılan ROBODOC'lar, robot tırtıllar oluşturuyorlardı...
Ancak, sağduyu kurallarının tüm listesinin belirlenmesi halinde insan-robot humanoidlerin insana en yakın olanı üretilebilecekti.
Düzenek hazırlanmıştı. Tüm dünya insanları televizyonlarından olayı canlı izliyordu.
Hazırlanan düzenek şöyleydi;
Günlerce sürecek çalışma için hazırlanan odada; bir çalışma masası, masanın üzerinde özel olarak tasarlanmış masa üstü bilgisayarlarına benzer bir makine, yorulunca dinlenmesi için içinde bir kanepenin de bulunduğu oturma grubu bulunuyordu. Bu oda; birkaç basamakla aşağıya inilen daha düşük kottaki daire şeklinde bir platforma bakıyordu. Bu platform kırmızı-mavi renkli ışıklarla özel olarak ışıklandırılmıştı. Odaya açılan, ihtiyaçlarını giderebileceği bir banyosu vardı. Yiyecekleri içeriye, kapalı bulunan kapısındaki, minik bir bölmeden bırakılıyordu.
Günlerdir bu odada yalnızdı. Odasının çeşitli noktalarına yerleştirilmiş kameralarla tüm dünya tarafından izleniyordu.
Ve büyük gün gelmişti. Büyük sınav günü...
İçeride kurulan bu düzeneğe, dışarıdaki dünya insanları bileklerindeki mikroçipler aracılığıyla sinyallerini göndermeye başlayabilirdi.
Sistem şöyle işleyecekti; dairesel platformda silikon derileri ve yapay kas dokuları oluşturulan, biri erkek diğeri kadın, bir çift humanoide şimdiye dek hazırlanan tüm sağduyu kurallarının modifikasyonu yapılacaktı. Ancak yetersiz olan bu sağ duyu kurallarına her bir dünya insanın katkısı beklenecekti.
Her dünya insanı bir tek sinyallik, tek bir kelimeyi sisteme gönderecekti. Gönderilen kelimeler sistemde toplanacak, duygu karşılıkları önceden belirlenen ve tüm dünyaya da duyurulan sınıflara yerleştirilecekti. En son dünya insanının göndereceği sinyalle, sonuçlar belirlenecek ve dairesel platformda oluşmaya başlayan kadın ve erkek humanoide doğru gönderilecekti.
Bu duygular; oluşturulan humanoidlerin karakterlerini belirleyecekti. Oluşturulacak bu humanoidler üreyebilecek yapıda olacaktı. Nöron modifikasyonları dahil, sitemdeki tüm detaylar çözümlenmişti. Yapılan bu deney kimilerine göre Tanrıya bir eş koşum olarak görülse de günlerce yapılan tartışmalarla, bunun insanlıkça verilebilecek en büyük sınav olduğu kanaatine varılmıştı.
Dünyanın tüm duyarlı insanları günlerce uykusuz kalarak gönderecekleri 'tek kelime' yi düşünüyorlardı. Minik bir kız çocuğu annesine sordu;
-Anne hangi kelimeyi göndereyim?
-Sen karar vermelisin yavrum, ne göndermek isterdin?
-Pamuk-şeker.
-O zaman, onu gönder.
Kelimeler gelmeye ve sistemde birikmeye başlamıştı.
.............
(Yazarın notu: Yazar burada durakladı. Kelimeler geldikten sonra yazmaya devam etmeliydi, sistem için e-posta adresi: humanoid888@yahoo.com)
Leyla Ayyıldız
Yukarı
|
Arthur'un Atelyesi : Ahmet Öztürk |
İtirafname
Selam ederim herkese
Gece gene benle beraber ve camın kenarında,bilgisayarın karşısındayım. Pencerem gene açık ve sırtıma hançer gibi saplanan bir soğuk var ama bunda da garip bir hazla dopdoluyum. Hayatın derin ama sığ gözüken ırmaklarında dolaşıyordum ki öyle bir güne geldim ki hem mutluluk elbisesi giydim hem de tarif edemediğim bir sıkıntıya düştüm sanki. Bugün oysa yeni işime kabul edildim ve kimlik kartım bile basıldı.
Ulaşım A.Ş. de bilgi işleme girdim. Daha vazifemde net değil sizleri haberdar edeceğim. Gecenin mistisizmine geri girmek istiyorum. Nerdeyim şimdi dedim, dedim de nerdeyim? İnsanoğlunun yaptığı taştan bir yüksek yapının en üst bölmesinde, küçük bir koğuştayım. İçeride anne, baba ve kardeş diye Allah'ın bağışladığı, doğar doğmaz tanıdığım insanlar oturuyor. Hoş, bunu okuyan arkadaşları kendimiz seçtik kısıtlı bir ortamdan da olsa. Nikotin acı ve fakat hançer kılıklı soğuk gibi haz veriyor gene.
Öyle anlar gelir ki bir şiir yazmak isterim-isteriz-. Bir ruh hali gelip konaklar ya insanın içine, suyunu sıkar, dişlerini döker, "Hadi benden bir üret çıkar at beni. Yoksa içini yiyip kemiririm" der ya işte şimdi o kumkumanın tam içindeyim. Sizi ortak etmek mi derdim o da belli değil. Olalım derseniz olur. Bize ne derseniz o da olur. Askerlerin yerdeki yaprakları kasketlerine teker teker topladığı kadar düz basit bir temizlik olsa keşke içimdeki bu an ne saadet olurdu. İşte öyle bir şiir yazmalı ki en baştan aşka düşürmeli(hatta en baştaki aşkımıza kadar götürmeli), tarihi baştan yazmalı, sokaklarda esen ıslıklı ince uzun bir rüzgar olmalı her ruha uzanan.
Burada nokta diyoruz, müzisyenler için es. Ve parayı, şehrin dağdağasını, dostların dirhem dirhem inşa ettiğimiz halde bir üfleyişte yıkılacak olması ihtimalini, verilen sevgiye karşılık beklemek sırtlanlığını, karnı doymayan her evladın kuş kadar cismini bir ananın çaresizce gözyaşlarıyla yoğurmasını görmeyişimizi, en son ne zaman bir yazıya ağladığımızı hatırlamamayı, yüzbinlerce kez tadıp da tadını bilmediğimiz anne, baba demenin bir yetimin hangi özlemli rüyalar görürken tattığını anlamamayı, hepsini ama hepsini yüreğimde ki kör bıçakla kesiyorum. Keselim artık. Dünya bize verdikleriyle güzelse götürdükleriyle nedir? Kendimden iğrenmek büyük bir onur olacak elbet.
Ahmet Öztürk
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Erkan Ergen |
BÜYÜK SIR-3
Foster, konuşmanın başından beri sehpanın üzerinde diğerlerinden ayrı duran bir sayfayı alıp usulca Dr.Gabor'a uzattı. Gabor biraz önce çıkarttığı gözlüğünü tekrar taktı ve kendisinin duyabileceği bir sesle okumaya başladı:
" Bizler yıllarca kendi çıkarlarımız için hayvanları kullanmadık mı?
Atları,
Domuzları.
Bazısının sırtlarına bindik,
Bazısını kesip yedik.
Her yeni ilacı bir kobayda denemedik mi?
Çoğu öldü.
Ya fareleri labirentlerde koşuşturmadık mı?
Nasıl düşündüklerini anlamak için.
Hatta bir köpeği Sputnik-2 ile uzaya göndermedik mi?
İnsanın zarar görmeden yörüngede dolaşabileceğini kanıtlamak için.
Ve daha neler neler yaptık
İnsanları bile kullandık deney için.
O halde O'Brien'ı, Braunwald'ı ya da diğerlerini nasıl suçlayabilirim?
Bir fare, bir insanı nasıl suçlayabilir ki?
Hayır, suçlamıyorum, aksine saygı duyuyorum tüm gerçek evren
Dr. Jim Richardson "
Dr. Gabor, bir yandan tekrar tekrar okuyor; her bitirişinde de cıkcıklayıp "Çıldırmak işten bile değil" diyordu içinden. Bozuk bir plak gibi "Gerçek evrenler de ne demek oluyor?" diye ardısıra soruyordu kendine.
Hep aynı türden sorular, bir demircinin ağır çekici gibi amansızca dövüyordu beynini.
Hem düşünme disiplininden kopmamaya çalışıyor hem de o güne dek kobaylar üzerinde yaptığı deneyler bir bir gözünün önünden geçiyordu ışık hızıyla. Arada bir lanet olsun!" diye söylenip başa dönüyordu yeniden.
Foster ise düşünen adam heykelinin atlet giymiş halinden pek farklı değildi.
Nihayet, arkadaşının kafasındaki dalgaların durulmasını beklememeye karar verdi:
"Uyarmıştım seni"
"Fareler!.. O'Brien!.. Braunwald!.. Gerçek evrenler!.." diyerek ayağa fırladı Dr. Gabor. "Ne diyor bu adam?" diye de bağırdı.
"Bilmiyorum" dedi, Foster ve hemen ekledi "Galiba oyun oynamaktan hoşlanan birileri var. Richy, bunu çözmüş olmalı"
Dr.Gabor, "Nasıl bir oyun bu?" diye sormaya hazırlanıyordu ki; kapının zili, her ikisini de yerlerinden sıçratacak kadar kuvvetlice çaldı. Oysa iki saniye bile sürmemişti.
Öylece kapıya bakıyorlar, fakat yerlerinden kımıldamaya da pek niyetli görünmüyorlardı. En sonunda, daha sakin olan Foster, ayağa kalkıp "Bu saatte kim gelmiş olabilir" diye içinden geçirerek kapıya yöneldi. Ama sezgileri, bunun normal bir ziyaret olmadığını söylüyor, içini ürpertiyordu.
Dr.Gabor ise tekrar koltuğuna oturmuş; infazdan önce son isteği sorulan bir mahkumun kaderine razı görüntüsünü taşıyor ve suskunluğu tercih ediyordu.
"İyi geceyarıları bay Foster" dedi Dr.O'Brien kapı aralığından.
Foster, emin olmak istiyordu "Bay O'Brien?"
"Ta kendisiyim.Sizinle kapı aralığında da olsa tanışmaktan büyük zevk duydum bay Foster"
Foster, kapı zincirini çıkartmak ve davetsiz konuğu içeri almak zorunda kalmıştı.
O'Brien'ın üzerinde lacivert bir takım elbise vardı ve elinde de bir pipo yanıyordu. Kendini beğenmiş bir saray soylusunun ukalaca tavırlarıyla odanın ortasına kadar yürüyüp, durdu.
"Merhaba, bay Gabor"
Dr. Gabor, belli belirsiz başını salladı sadece. O sırada Dr. O'Brien, şüpheci bakışlarla etrafa göz gezdiriyordu. Duvardaki tabloyu göstererek "Lucas Cranach. Onaltıncı yüzyıl. Eğer yanılmıyorsam, insanın cennetten kovuluşunu, yani ayıp duygusunu keşfedişini anlatıyor. İyi bir kopya." dedi.
"Buraya neden geldiniz bay O'Brien" diye sordu Foster.
"Her şeyin bir sırası vardır" deyip piposundan bir nefes çekti. Sonra da koltuğu işaret ederek "Bay Foster, lütfen bay Gabor'un yanına oturun" dedi.
Foster, sakince söyleneni yaptı. Sonra da bir kaşını kaldırıp
"Şimdi sıra sizde, bay O'Brien. Dinliyoruz" dedi.
Dr.O'Brien, biraz evvel Foster'ın oturduğu koltuğa yerleşip "Buraya laf olsun diye gelmediğimi anlamışsınızdır baylar. Dr.Gabor'un disketi getirmesinden sonra bay Foster'ın da kapalı ağı yasa dışı yollardan kullanması şüphelerimi pekiştirdi... Ama herşey kontrolümüz altında olduğu için müdahale etmedim. Hatta cerrahımla yani Dr.Pernoll'la konuşmanıza bile izin verdim. Biraz oyun oynamak sizin de hakkınız; her ne kadar oyun içinde oyunun fazla bir anlamı olmasa da. Bizim için tedbirli olmak çok önemlidir, baylar."
Foster, oyunun sonuna geldiklerini hissettiğinden rahatça sordu:
"Dr.O'Brien, kimsiniz siz?"
"Bunu çok merak ettiğinizi biliyorum, baylar. Emin olun ki tüm merakınızı gidermek için buradayım. Ayrıca neleri öğrenmek istediğinizi de çok iyi biliyorum" dedi, kulağını göstererek.
Foster, atılıverdi hemen:
"Demek dinliyordunuz bizi.. Bunu tahmin etmeliydim.... Peki, ne zamandan beri?"
"Başından beri, baylar. Başından beri. Dr.Richardson'un konuştuğu herkesi. Karısını, arkadaşlarını, yani herkesi. Tedbir, baylar. İyi bir düzen için tedbir şarttır."
Foster'ın merak ettiği de buydu.
"Gerçekte ne için tedbirli olmanız gerekiyordu?"
"Projenin düzeni için tabi. Bazı şeyler vardır; herkese, özellikle de halka açıklayamazsınız. Sonra ortalık karışır ve düzen bozulur. Düzen bozulursa da projeler yarım kalır. Öyle değil mi, bay Foster?"
"Benim ne sorduğumu gayet iyi anladınız, ama sadece laf kalabalığı yapıyorsunuz, bay O'Brien ya da isminiz her ne ise?" dedi Foster. Bunun üzerine sıkı bir kahkaha attı ziyaretçi. "Sohbete biraz ısınalım istedim, baylar. Lütfen sabırsızlanmayın. Nasılsa zamanımız konuşmak için yeterli" deyip Foster'a döndü:
"Söyler misiniz, bay Foster; ne biliyorsunuz bu konuda?"
"Yapay madde projesinin sadece bir oyun olduğunu. Bu oyunda sizin, Braunwald'un ve başkalarının rolü olduğunu ve bazı insanların seçilmiş farelerden farksız olduğunu"
"Mükemmel!.. Gerçekten mükemmel!" dedi, O'Brien. Hayranlık dolu gözlerle bakıyordu Foster'a.
Dr. Gabor ise henüz bir şeyler anlayabilmiş değildi ve sessizliği tercih ediyordu.
"Belirsizlikleri bir kenara bırakıp gerçekleri konuşalım artık" dedi Foster. "Haydi artık ne anlatacaksan anlat" dercesine ellerini açıp konuşmaya davet etti O'Brien'ı.
"Sanırım bazı şeyleri yüzeysel olarak konuşmanın zararı olmaz. Nasılsa gerekli tedbirler alındı" dedi O'Brien ve sönmüş olan piposunu tekrar yaktıktan sonra anlatmaya koyuldu:
"Düşüncenin boyutlar arasında hareket edebilmesi, yani boyut değiştirebilmesi mümkündür baylar. Gerçek evrenlerde en hızlı madde, düşüncedir. Oysa şu an içinde bulunduğunuz 4 boyutlu kuramsal evren, ışık hızı ile sınırlıdır. Bu da boyut atlamayı imkansız hale getirir ve düşünceyi kendi içine hapseder. Tabi bu, bazı matematiksel zorunluluklardan kaynaklanır.... Ben, Dr.Braunwald ve birkaç arkadaşım daha gerçek bir evrenden olmanın avantajını kullanıyoruz. Aksi takdirde bu vücudu (kendini gösteriyordu) kullanamazdım... Bunu televizyonun uzaktan kumanda mekanizması gibi düşünebilirsiniz. Biz buna 'Direkt bağlantı' deriz. Kolay bir iştir. Ancak önemli olan nokta iyi bir şekillenmedir. Düzgün olmayan farklı yüzeylerin ışığı farklı şekilde kırdığını bilirsiniz. Eğer iyi bir şekillenmeyi pseudokozmik koşullarda sağlayabilirseniz bağlantı tamamlanmış olur. Yüz üzerinde birkaç ince değişiklik problemi çözüyor, ama kişilik gibi içgüdüsel, duygusal ve düşünsellikle içiçe olan bazı yapay canlı özelliklerini etkisizleştirmek hep zor olmuştur."
Dr. Gabor, O'Brien'ın sözünü kesti:
"Şu ameliyat hikayesinin nedeni bu demek Ayrıca, akrabası olmayan bir aileyi seçmenizin ve karısını Dr.Braunwald'u terketmesinin sebebi de anlaşıldı, şimdi: Kişilik! öyle değil mi?"
"Doğru, bay Gabor. Bu nedenle arkada iz bırakmak istemedik. Yani, tedbir meselesi."
Dr.Gabor, biraz suçlayıcı bir melodi ile "O halde, Petersdorf'un, Martin'in ve Richardson'un yüzlerini tanınmayacak hale getirmenin ne anlamı vardır diye sordu.
"Siz, sandığım kadar zeki değilmişsiniz, bay Gabor' diye karşılık verdi, O'Brien .
Foster, hiç beklemeden atıldı söze
"Yani onların aslında ölmediğini mi söylemeye çalışıyorsun?"
"Aynen öyle.
"Bunu tahmin etmiştim. Ölenler başkalarıydı. Bir başka deyişle onların yerine fiziken uygun olanlar gömüldü. Richy ve diğerleri de labirenti tamamlayan farelerdi" dedi, Foster. Yavaş yavaş herşey netleşiyordu.
"Büyük Sır'ı inceden inceye bilen kişilerin elini kolunu sallayarak sokakta dolaşmalarına izin veremezdik. Ayrıca, onlar bizim için çok değerli. Herşeyi onları elde edebilmek için yaptık."
Foster, birden kahkahalarla gülmeye başladı. Oysa, Gabor'un ağzını bıçak açmıyordu o an.
O'Brien, bir süre Foster'ın susmasını bekledi, ama o da açıkça hoşlanmıştı bundan. Kahkahalar kesilince sordu:
"Neden bu kadar güldünüz?"
"Galiba anlıyorum bazı şeyleri. Bu, aslında hem çok korkunç hem de çok gülünç bir durum... Ama doğrusu, sizin ağzınızdan duymak isterim."
"Sanırım, büyük sırın tam manasıyla ne olduğunu bilmek istiyorsunuz."
"Evet" diyerek başını salladı, Foster.
"Bunu zevkle anlatırım" deyip piposunu sehpanın üzerine bıraktı ve ciddiyetle anlatmaya koyuldu:
"Gerçek bir evren en az 7 boyutlu olmak zorundadır. Yani; 7 boyuttan daha az boyuta sahip evrenler yapaydır ve çeşitli nedenlerle laboratuarda yapılırlar: Deney için olabilir, eğlenmek için olabilir ya da bizimki gibi ödev için olabilir. Tabi daha pek çok sebebi olabilir.
Ama önemli olan onu çok iyi organize etmektir. Küçük bir hesap hatası her şeyi allak-bullak edebilir. Ve cezalandırılırsınız. Eğer bu, bizimki gibi bir ödev meselesi ise her şeyi iki yüz yerel yılda halletmeniz gerekir.
Bir ödev çalışmasında üç aşama vardır, baylar: İlki, ön çalışmalar ve inandırıcı modeller; ikincisi, iyi bir düzen ve üçüncüsü ise iyi bir seçimdir. Her aşamada çok dikkatli olmak gerekir. Neyse ki okulun en çalışkanı, yani sizin Dr.Braunwald olarak bildiğiniz kişi bizim grupta. "
Foster, O'Brien'ın sözünü kesip "Şu birinci aşamadan bahsetsene biraz" dedi, merakla.
" Kısaca anlatayım, bay Foster. Bu gezegenin ve dış sisteminin çok iyi hazırlanması demektir. Üst düzey işlemciler, uygun yazılımlar ve telemikrorobotlar sayesinde hallederiz bu işi.
Sizler, dünyanın 4.6 milyar yaşında olduğunu söylüyorsunuz. İşte inandırıcı modellerin başarısı budur. Halbuki dünyanın yaşı, tabi diğer sistemlerin de, sadece 198'dir.
Yani, bu gezegende hiçbir zaman dinazorlar olmadı. Eski Mısır diye bir yer de yoktu. Ne Aristoteles, ne Leucippos ve ne de Büyük İskender diye biri vardı. Aztekler, Mayalar ve diğer eski medeniyetler. Hepsi de Dr.Braunwald'un sıradan birer tasarımıydılar.... Mükemmel bir tasarımcıdır O.
Herşey 1792'de başladı. Tabi biz bu sayıyı verdik; başka bir sayı da olabilirdi.
Demek istediğim, eğer tasarım iyi olursa düzen de kendiliğinden geliyor. Ancak biraz teknik bir uygarlık oluşturduğumuzda problemler de artıyor. Neredeyse projeyi bozacak kadar silahlandınız. Neyse ki zamanında müdahale ettik de kurtardık"
Dr. Gabor, dilini ya yutmak üzereydi, ya da yutmuştu. Bir koltuğa oturtulmuş donuk yüzlü bir manken kadar çaresiz görünüyordu.
Foster ise genellikle sakin ifadesini koruyordu. Bazen heyecanlanıyor, ama kısa sürede toparlıyordu kendini. O'Brien'ın cümlesi biter bitmez söze girdi:
"Yani, kayalardaki Uranyum 238-Kurşun 206 oranı kasıtlıydı. Tabi karbon testleri de istenen sonucu veriyordu. Toprak altından çıkarılan iskeletler, fosiller, hatta antik şehirler bile sahteydi"
"Bravo, bay Foster" dedi O'Brien.
Ya düzen?" diye sordu, Foster.
O'Brien, bir süre düşünüp gülümsedi.
"Ben, ortaokuldayken eğitmenimiz bir dönem bitirme ödevi vermişti. İki reel boyutlu düzlemsel yapay canlılarda en hızlı hareket edebilenleri elde edecektik. Biraz üstünkörü çalıştığım için durumu farkeden bir kaç zeki düzlemsel varlık, haberi yayıverdiler. Ve ortalık karıştı. Sonuçta düzen bozuldu ve biz de en hızlıyı bulamadık... O sene sınıfta kalmıştım.
Daha önce de söyledim; iyi bir tasarım ardından düzen de geliyor ama tedbirlerle desteklemek lazım.
Madem bunlardan bahsettik seçimin ne olduğunu da açıklayayım, baylar" dedi, O'Brien. Ayağa kalkıp ceketini çıkardı; gömleğinin birkaç düğmesini açtıktan sonra "Böyle daha iyi" diyerek devam etti:
"Yapay evren denklemi, 7 boyutlu gerçek evrenlerde sıradan bir lise sorusudur. Ama teorik olarak, 4 boyutlu bir yapay evrende düşünce, ışık hızı ile sınırlı olduğundan; çözülebilecek en zor sorulardandır. Bir başka ifadeyle, 4 boyutlu bir yapay canlı bu sorunun altından kalkabilirse, zekasının doruk noktasında demektir. Bizim için önemli olan da bu."
"Sizin için önemli olan en zekileri seçmekti o halde" dedi,
"Evet, bay Foster. En zeki beş yapay canlıyı elde etmek. Birincisi Einstein'dı. Martin, Richardson ve Petersdorf; etti dört. Herşey 1792'de başladığına göre geriye sadece iki yıl kaldı ve bu sürede kimse Yapay Evren' denklemini çözemez."
O'Brien, gözlerini Foster'a dikip bir süre düşündü. Ardından da "Siz de beşincisiniz, bay Foster"dedi.
"Ama ben, sandığınız kadar zeki olmayabilirim."
"O kadar mühim değil. Amacımız ödevi iyi bir şekilde tamamlamak sadece. Diğer grupların bizim kadar başarılı olacağını sanmıyorum."
Foster, tekrar gülmeye başladı Bu sefer Dr. Gabor da ona eşlik ediyordu. Koca oda, çılgınca uçuşan kahkahalarla dolmuştu bir anda.
Foster, bir yandan kadehleri dolduruyor diğer yandan da "Büyük adam!.. Büyük Richy!" diye bağırıyordu. Kadehini kaldırıp "Farelere, insanlara ve O'Brien'a içiyorum!" diye haykırdı delice
O'Brien, bir ara "Biraz susun" anlamında bir işaret yaptı eliyle.
"Baylar, sizler için yarın bir cenaze töreni hazırlayacağım. Biliyorsunuz; Foster benimle gelecek.Bay Gabor içinse, bir şeyler yapabileceğimi sanmıyorum. Üzgünüm bay Gabor.
Dr. Gabor, hiç umursamadan "Boş ver. Sen uygun bir şeyler ayarla yeter" diye karşılık verdi. Sonra da kahkahalarla gülmeye devam ettiler.
"Düzen, tedbirle sağlanır, baylar diyordu O'Brien ara sıra.
-SON-
"Eğer bir gün, matematiksel olarak yokluğumuzu ispat edersek, yokluğunu kanıtlayan şey karşısındaki durumumuz ne olacak?"
Erkan Ergen
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.157 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
SEN DE Mİ ?
Kelimelerim farklı onlarınkinden
Ben rol yapamıyorum
Sahte gülücükler açtıramıyorum yüzümde, nedensiz!
Parlatamıyorum gözlerimi yalan yere
Onlar sahte
Bana göre
Onlar başarır
"başarmak" bu ise !
şimdi sen de karşıma geçmiş
insanlar doğru yapıyor, diyorsun
bana kimleri savunuyorsun
yaşamın kuralı bu öyle mi?
Güleceksin hiç yoktan
Oooof hadi ordan !
Funda Güven
Yukarı
|
Görmemişin memleketinde kar yağmış!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.turkstudent.net/art/1687
...Look my ram.I`m Anatolian child, If I put, you sit... Bak koçum, ben Anadolu çocuğuyum, bi koyarsam oturursun.... ya da ...Master!... Do something burning-turning in the middle... Usta!... Ortaya yanar döner bişi yapsana.... İngilizce pratik cümle kalıpları isteyenlere duyurulur.
http://www.baybul.com/pop3/
Kullandığınız şirket mail hesabınıza uzaktan erişebilmeniz ve mail alma / gönderme işlemlerinizi kolaylıkla yapabilmenizi sağlayacak pop3 destek sitesi. Tabi bu sayfayı kullanabilmeniz için mail server'ınızın internet'e açık olması şart. Pop server adresi örneğin: mail.yahoo.com şeklinde olacaktır. Bu sayede internet'e açık herhangi bir bilgisayardan maillerinize ulaşabilmeniz mümkün.
http://www.dunyaonline.com/131619.asp
Sezon sonlarında alışveriş yapmak hem kolay hem de daha avantajlıdır. Kış sezonunun sonlarına geldiğimiz bu günlerde kendinize gelecek kış için bir ayakkabı almayı düşünüyorsanız, bu tavsiyeleri incelemenizde fayda var.
http://movies.flabber.nl/Madonna.wannabe/
Şarkı söylemek stres atmak için iyidir; ama lütfen ortamınızı iyi seçin. Bu kısayolda iyi seçilmemiş bir ortam ve sonuçlarını göreceksiniz. Bir musibet bin nasihatten iyidir.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|