|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 444 |
19 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Geri dönüş yok! |
Merhabalar,
İlgi, alaka ve bilumum katkılı, payandalı sözlerinize yürekten teşekkürler. Bir dirhem etin bin ayıbı aslında örtmediği gerçeğinden yola çıkarak bana türlü önerilerde bulunan siz sevgili kahvecilere müteşekkirim. Ancak konuyu duman manitusuyla işbirliği havasına sokan, özellikle arap illerinden yüklü vaziyette seslenen, değerli kahveci kardeşlerime de teessüf etmek durumundayım. Duman manitusunun çağrısına kılıf hazırlıyormuşum falan. Efendim külliyen yalan, dolan ve desise. Dumanla aramızda ki herşey bitmiştir. Karşılıklı verdiğimiz dilekçeler kabul görmüş ve tek celsede boşanmışızdır. Arada sevgi, saygı, arzu kalmadığından geriye dönüş mümkün değildir. Evler ayrılmış, resimler iade edilmiştir. Sigarayla olan ilişkimiz iyi kötü anılarıyla tarih sayfalarında yerini almıştır. Dolayısıyla 104 okkalık sorunun duman manitusuna maledilmesi tarafımdan uygun karşılanmamıştır. Saygıyla duyurulur.
Bir iki güzel diyet ve tokluk hapı önerisi aldım. İçlerinden ekmek arası dönere sırtını dönmeyen ile su böreğini tukaka ilan etmeyenlerini seçip bir bir uygulayacağım Allahın izniyle. Sonunda verilebilirse 15 kilo vermeye niyetliyim. Eğer mümkün olmazsa, kilolarımla mutlu olmayı deneyeceğim. KM içinde 'BALIK ETİ' 'TOMBİŞİM' 'YE Kİ HUZUR BULASIN' isimli köşeler açıp deneyimlerimi siz sevgili kahvecilere aktaracağım. Sizlere canım feda inanın!..
Bugün 19 Şubat. Kıbrıs görüşmeleri başlıyor. 40 gün sürecek bu maratonun taraflar için ama en çok bizler için hayırlı olmasını dilemekten başka şansımız yok. Kavgasız, gürültüsüz, anayasa fırlatmasız, masa terketmesiz günler dileriz hepsine. Biraz yüklüyüz bugün, o nedenle fazla uzatmadan huzurlarınızdan ayrılıp yatağıma yatayım müsadenizle. Kalın sağlıcakla...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Marmaris Balıkçısı : Osman Günay Andaman Denizinde Kış Tatili |
|
Dönüşte İstanbul a inince Halit Hoca: " Rüya bitti, bu yolculuğun en önemli özelliği anlatılamaz olması bence.." dedi, ve özetini yapmış oldu geçen iki harika haftanın..
Böyle bir başlangıçtan sonra yazmak ne kadar doğru bilmem ama, paylaşmak iyidir yine de, ama görmeden, gitmeden bilinmez, anlaşılmaz.. Özlenecek ve tekrar dönülecek bir yer olarak kalacak Tayland, Phuket Adası, Phi-Phi adası, diğer adalar, karidesler, pirinç, çeşitli bilinmedik, tadılmadık meyvalar, ve en çok da güleryüz, mutluluk ve barış kokan hava...
Yolculuk İstanbul dan başladı, THY nin seferiyle kuş gibi uçtuk konduk Bangkok a.. Bir kaç saat Tayland biralarını degüste ettikten sonra alandaki barda, Phuket e doğru havalandık yeniden, akşam saatlerinde Phuket in doğu kıyısındaki "Boat Lagoon" isimli marinada, İngiliz Sunsail firmasının Beneteau Oceanis 350 sine yerleştik..
Bu arada Marmaris Sunsail in bize bu konuda sağladığı kolaylıklara da teşekkür etmemiz lazım, sağolsunlar.. Tayland ta vergi konusundaki zorunluluklardan dolayı tekneler hep eski-püskü, hepsi de mecburen Thai bayraklı..
"Base manager" bürokrasi ve kurallardan şikayetçi ama, "Yakında çözülecek, tekneleri ısmarladık bile !!" diyor, onun yalancısıyım.. Bizim tekne de 10 yaşında, yıpranmış, ne otopilot var, GPS diye bir tane cep telefonundan bozma bir şey koymuşlar, onun da ilk gün ekranı karardı, ama yelkenler yeni ve iyi durumda, bu güzel..
Bizim charter firmalarının hakkını teslim edelim, Marmaris te hangi firmadan tekne alırsanız gözü kapalı yola gidebilirsiniz.. Ekipte Marmaris Sunsail den eski dost Oğuz var, ses çıkarmadan teslim aldık tekneyi, nasılsa havalar güzel, navigasyon adalar arası, biz de tatil peşindeyiz, "hiç bir şeyle kafayı bozmayız" diye yola çıkmışız zaten..
Kumanya pek kolay oldu, bir süpermarkete gidip, meyvalar ve biraz peynir aldık, sularla biraları kasa kasa yerleştirince dolaba oldu bitti.. Meyva reyonunda da etraftan yardım istedik, hiç tanımadığımız görmediğimiz meyvalar, bir tek muzu tanıdım, onu gösterince de "monkey food" diye bizle kafa yaptılar!!! Neyse, içten ve yardımsever hoş kızlar, kikirdeyerek "this good, this no good" diye bizi yönlendirdiler!! Yemek pişirmemeğe, dertli rotalarla can sıkmamağa kararlıyız, pek de iyi yapmışız.. Zira her adada mutlaka yemek yenecek bir yer oluyor, adam başı turistik(!) fiyatla 5 US dolara karides-balık vesaireyle ekmeksiz karın doyuruyorsunuz, daha ne isterim ben !!!
Marinadan çıkış acaip bir durum.. Pek alışık olmadığımız med-cezirde su yüksekliklerini cetvelden okuyup çıkış saatini belirliyoruz, o saatlerde Thai bir denizci kılavuzluğunda kanalın içinden açık denize doğru, sular yüksek olmasına karşı salmanın altında 70-80 santim, direklerle işaretlenmiş kanaldan yarım saatlik yolculukla "Andaman Denizi" ne kavuşuyoruz..
Kanal hem dar, hem kalabalık, ama görüntüler akla işleniyor, ağaçları, kuşları, tekneleri, insanları hiç biri tanıdığınız-bildiğiniz cinsten değil !!! Rüzgar pek hafif, etraftaki adalar parlak beyaz kumsallarla kaplı, palmiyelerin, hindistan cevizi ağaçlarının, "long-tail" denen, şeytan icadı gibi vızır-vızır gelip geçen, bir çeşit "piyade" teknelerin arasından süzülerek, manzaraya baka baka açılmağa başlıyoruz..
İlk rotamız Ko Yao Yai adasının güney ucundan geçerek meşhur Phi-Phi Don adası.. Mesafe 30 mil falan, zaten birazdan gözükecek, biz de biraları açıp navigasyona boş veriyoruz, arada kerteriz pusulasıyla bir mevki koyup akıntının bizi oldukça etkilediğini farkediyor, ufak bir rota modifikasyonuyla, elde bira, radyoda Thai müziği, muhabbet ve keyif eşliğinde yol yapıyoruz.. Denizin rengi ve gökyüzü pek bizim buralar gibi değil, biraz daha yeşil sanki, rutubetin fazla olduğu bölgelerde böyle olurmuş.. Kıyıdan 20 mil açıktayız altımızdaki su 20-30 metre arasında değişiyor, neredeyse dip gözükecek.. Fotograf makinaları kifayetsizmiş gibi geliyor, hatta bir ara " Neden çekiyoruz bu fotografları turistler gibi, etrafa bakmak, o güzelliklerin içinde kaybolmak daha çekici bence.." deyip makinayı bir kenara atıveriyorum..
Oldukça genç bir volanik adalar gurubu rotamız, inanılmaz bir bitki örtüsü ile kaplı, toprağı görmek imkansız, ya yeşil, ya da kum, bembeyaz ve incecik.... Adaya varıyoruz, pilot kitabındaki köşeye demiri çakıyoruz, pek güzel bir kumluk, demir de iyi tutuyor.. Etrafımızda tonozlar var, adaya bağlı, tur yapan teknelerin herhalde, çapariz olmadan biz de bir köşeye monte oluyoruz.. Adanın tek küçük iskelesi feribota ayrılmış, iskele de yüzer bir ponton, feribot ta tam yol ileri, tam yol tornistan manevra meraklısı, uzak durmalı!! Gece pek güzel bir lokantada yemek yiyoruz, kumsalda masa, üstümüzde hindistancevizi ağaçları, yerler tik !!! Garsonumuz müslüman bir Thai delikanlısı, Türk olduğumuzu öğrenince hemen "Galatasaray" diyor, arkasından "Hasan Sas".. Fenerli Halit Hocayı teselli edip midyelere karideslere saldırıyoruz.. Yemek deyince mutlaka anlatılmalı, benim ağız tadıma pek uygun, geçen seyahatten beri tadı damağımda "Tom Yam Goong" çorbasını da menüden hiç eksik etmiyoruz.. Biraz terbiyeli, acılı bir suyun içinde mantarlar, taze zencefil, "Lemon Grass" otu, acı biberler ve her kasede 7-8 tane bizim jumbo karideslerden.. Yeme de yanında yat !!! Yemekten sonra ufak bir yürüyüş, dingiyi bıraktığımız yere gidiyoruz, kumsala çektiğimiz dingi, palmiyeye bağlı çımasıyla iki metre suda yüzüyor !!! Tonozların arasından geçip teknemize vasıl oluyoruz, yıldızlara baka baka, İstanbul daki kar, Marmaris teki 10 kuvvet batı-lodos fırtınasının ne kadar uzak olduğunu düşünerek içkileri yudumluyor, kamaralarımıza çekiliyoruz..
Sabah erken kalkılıyor, kamaradayken "Yahu biz otobana mı demirledik !" dedirtecek cinsten havalı klakson, ve "ara gazlı" benzinli makine akselerasyon seslerini duyuyor, etrafı kolaçan ettiğimizde de, arkasında 500 HP den aşağı olmayan motorlar, bizim minibüs şöförü tarzındaki kaptanlarıyla, günlük gezi teknelerini hazırlık üzerinde buluyoruz.. Biz de demiri leva edip o günkü rotamız olan meşhur doğal filim seti "Phi-Phi Le" adasına doğru yola çıkıyoruz. Etrafı derin sular, apiko kayalıklara çevrili rüya gibi bir yer, akşamüstü günlük tekneler ortalıktan çekilince görüntü iyice güzelleşiyor, balıkçılarla muhabbet ediyor, demir yerimizi bulunca da tertemiz sularda yüzüyor, kitap okuyor, dönüşümüzden önce üreticisinden madalya almayı planladığımız Thai birası "Singha" tüketimini son hızla sürdürüyoruz..
Ertesi gün tekrar Phi-Phi Don un, kuzey ucundaki limana gitmeğe karar veriyoruz.. Demir yeri pek bol, dipler de pek müsait demirlemeğe.. Yolda ufak bir koyda bir kaç long-tail görüp biz de oraya yöneliyoruz.. Dalış tekneleri bunlar, kumsalda da maymunlar gelen turistlerden meyva ikramı kabul ediyor, oradan buraya koşturarak güneşe pek alışık olmayan beyaz tenleri hayretler içinde bırakıyorlar.. Maske palet kuşanıp, suya atlıyorum.. Senelerdir su altınla haşır-neşir olan, ve "ol hayvanatı" oldukça tanıyan bendenizin aşina olduğu bir balık bile yok!!.. Bir saati aşkın geziyor, 4-5 metreye bile dalınca inanilmaz görüntüler yakalıyor, akvaryum balığı kılıklı, ressam paleti renkleriyle bezenmiş yaratıklarla içli-dışlı oluyoruz.. Balıklar pek meraklı, gelip maskeye dokunuyor, dibe dalıp hareketi kesince hemen yanınıza geliyorlar.. Zaten balıkçıların tezgahlarındaki bolluk ve bereketten belli buraların denizinin zenginliği.. Aynı koyda bizim gırgırlara benzer tipte 25-30 metrelik bir iki tekne, ve onlarca lamba kayığı var.. Jeneratörle lambaları yakıp gırgırlarla çeviriyorlarmış.. Geceleri denizde gördüğümüz parlak ışıkların ne olduğunu da böylece anlamış bulunuyoruz.. Gelmeden "sadece tatil, yanımıza iki tişort bir şort" şiarıyla yola çıkmışız ya, ne olta takımı, ne de başka bir şey var mevcutta.. Balıklar da nispet yapar gibi teknenin sağından solundan havalara fırlıyor, koca uskumru kılıklı balık sürüleri oynağa kalkıyor, bir metreyi aşkın turnalar taklalar atıyor havalarda.. İçim gidiyor gitmesine amma, "Balığın karidesin bolluğundayız, karnımız tok, sırtımız pek, nasılsa bir gün gelir kendi takımlarımızla avcılık ta yaparız buralarda" diye kendimi teselli ediyorum..
Biraz da yürüyüş yapıp orayı burayı keşfedelim diyerek demirliyor ve adanın çarşısına, yetmiş milletten insanın arasına katılıyoruz.. Memlekette turistik yerde yaşıyoruz ya hepimiz, manzaralar pek yabancı değil bize, dalış turları, tırmanma gezileri, trekking programları satanlar daraltıyor ruhumuzu.. Biz de daha içlere yönelerek yerli halkın takıldığı köşeler arıyor, ve her zamanki gibi özel bir yer buluyoruz.. Sonraları "Esnaf Lokantası" adını vereceğimiz bir yerli evinin tek odasının önündeki üç plastik masadan ibaret lokanta.. Yediğimiz en güzel "fried rice" ı yeyip, karidesler sübyelerle dolu yemekleri hüpletiyor, yan marketten alınıp servis edilmiş "Singha" larla beraber üç kişi bizim parayla 7,5 milyona akşam yemeği yiyoruz.. Thai lisanından başka dil bilmeyen lokanta sahibinin ikramı "Ça" diye sunduğu demlikte yeşil çayı içerken, rüzgar çıkıyor, bir de yağmur bastırıyor ki; toparlanıp tekneye dönüyoruz.. O sıcakta gece yağmurda ıslanmak, bir fırt viskiyle boğazı da ıslatmanın sonu yatak oluyor hemencecik.. Bu arada gidecekler için bizim esnaf lokantasını bulmak pek kolay, adanın jeneratörünün yakınında buzcu dükkanının bitişiği, karşısında bakkal var.. Karısı pişiriyor, adam serviste.. Küçük not: tuvaleti kullanmayın!!!
Dönüş yolunda bir istiridye çiftliğinin olduğu "Rang Noi" adasını nişanladık.. Bembeyaz kumsal, palmiyeler, inciler, ve oldukça lüks ve Japonlarla dolu bir lokanta.. Akşama kimseler kalmadı bizden ve lokanta çalışanlarından başka, çocuklar da bize futbol maçı teklif ettiler.. Onların hasırdan toplarını görünce özür dileyip vazgeçtik futboldan, ama ilgiyle oyunlarını seyredip, şezlonglarda ağaç gölgesinde hayallere daldık.. Akşam yemeğinde lisan geliştirip, Thai garsonlarla muhabbet, Thai viskisi degüstasyonu ki; pek tavsiye etmem, viski niyetine içerseniz olmuyor ama, after-shave olarak mükemmel !!! Ertesi gün dönüş yolculuğuna geçeceğiz, tekneye dogru giderken bakıyoruz baştan demirli teknenin kıçı rüzgarüstüne doğru duruyor, yaklaşınca da bunun en az 2-3 knot luk akıntının marifeti olduğunu anlıyor, rahatlıyoruz.. Sabah makina çalışmıyor, telsizle arıyoruz " Yelkenle lagoon girişine gelin, bakarız" diyorlar.. Bizim memlekette olsa racon gereği, 50 mile arızaya giden mekanikler, orada biraz ehlikeyif galiba, bunda biraz da esen rüzgarın etkisi olsa gerek.. Biz de demiri leva, yelkeni basıyor, girişe kadar paldır-küldür gidiyoruz.. Dingiyle gelen yerli mekanik, dinginin pompasıyla depoya hava basıyor, rekordan pisliği dışarı attırıyor.. Makinaya yol verip, bu sefer kendi başımıza marinaya geri dönüş yolculuğuna geçiyoruz..
Ertesi gün karadan Phuket turu, Patong Beach, Phuket Town ziyaret ediliyor, bir iki tapınakta Budha ya şükranlar sunuyor, bir botanik bahçesinde resimler çekiyor, rehberimizin önerdiği filleri görmeğe gidiyoruz.. Kapıdan girer girmez, yoğun turist ve hediyelik eşya durumlarını görüp, üstüne de fillerin ayağındaki zinciri farkedince hemen uzuyoruz oradan ve başkent Bangkok a doğru yola koyuluyoruz..
Gerisini de sonra anlatırım, hayatınız renkli, düşleriniz gerçek, keyfiniz gıcır olsun...
Osman Günay
osmangunay@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Noktasız : Ayşenur Güven Çakır Keyif Satırlar |
|
Sevgililer gününün gecesi...
Bütün gün boyunca, kalp şeklinde kıpkırmızı balonlarla gezen bir dolu adam gördükten ve onları epeyce bir komik bulduktan sonra, evimdeyim.
Cumartesi'leri de çalışan bir hatun olarak kızımla geçirdiğim anlar çok kıymetli olduğu için, mıncık cıncık olup uyku vaktini az biraz geçe aldıktan, koltukta kocaman bir sevgi yumağı olduktan, artık ezbere bildiğim çizgi filmlerden birini bir kez daha saçlarındaki lülelerle oynayaraktan seyrettikten, ve kocaman öpücüklerle uykuya uğurladıktan sonra... Kendime bir içki hazırlamışım... Bir de ziyafet çekmişim... Ardından bir içki daha... Keyfim iyi... Klavyem, ekranım, ben, başbaşayız.
Kendisiyle barışık insanlara koymaz yalnızlık! Böyle bir günde bile koymuyor bana. Hani sevgililerin illa ki de mum ışığında yedikleri o leziz yemekleri, ayırttıkları otel odasında çalıştıracakları jakuzileri, bu gece için alınmış o harikulade iç çamaşırlarını ve bütün bunları bu gün yapmanın zorunluluğunu düşünüyorum da, üstü kalsın diyorum. Tadını çıkarıyorum dakikaların, kendimle başbaşalığımın.
Sarhoşluk, yok yok, çakır keyiflilik çöküyor beynime, bakışlarıma, bütün gün ayakta olmaktan isyan etmiş kaşlarıma, hislerime. Hafif hafif gevşiyorum. Yorgunluğum huzur oluyor yavaş yavaş... Birazdan bunun üstüne çay da demlerim. Bir hatunun ayyaşlığı anca bu kadar olur ne de olsa... Hem daha kendime hazırladığım ziyafetin bir de tatlı kısmı var ki, ne içkiyle gider, ne sodayla...
Kafam iyiyken yazdıklarım kafiyeli mi oluyo ne ? Oysa ben pek sevmem şiiri, gökten ayın koparılıp, dalgalardan yakamozların çalınmasını... Ne diyeceğiniz varsa adam gibi söyleseniz ya... Yok illa bir yerinizde bir şeyler parlamalı. Öyle bir kanun konmuş bir vakit. "Güzel şeyler demezsen oluyo abi, vermiyolar valla !" diyen biri çıkmış, herkes ona inanmış, asırlardır aynı işkence yaşanıyor...
Oysa ben en çok, her fırsatta karşıma bir buket çiçekle dikileni değil, uzayan sessizlik anlarını bozmak için işaret parmağımı yakalayıp, burnuna sokmaya çalışanı sevmişim... Yapış yapış sevgi dolu satırlarıyla sayfalar dolduranı değil, "çok severim" diye, yırtık bir kese kağıdına doldurulmuş üç kilo çilekle, kapımda, yağmurun altında eve dönüşümü bekleyeni sevmişim... Kendisi olanı, ve beni şaşırtanı sevmişim... İstediği an, aklına estiği gibi...
Haftalardır vitrin vitrin kalp seyrettikten sonra, bir de dün gece radyoda, sevgililerine sevgilerini ifade edebilmek için ne yapmaları gerektiğini bilemeyen, ve iki dingil zibidi sunucudan öneri alan zavallı aşıkların haykırışlarını dinledim... Oniki yaşında bir çocuk aradı... Ve şunları dedi...
"Yarın kız arkadaşımla buluşucam"
- "Eeeee"
"Ben onu seviyorum, o beni seviyor"
- "Afiyet şeker ola, eeeeee"
"Ama daha nasıl öpmem gerektiğini bile bilmiyorum ! Nasıl yapmalıyım ?"
- "Ne nasıl ? Nasıl nasıl ? Ne yani ? Neyi nasıl ?"
"Yani dilimi ne kadar çıkarmalıyım ? Ne taraftan ne tarafa çevirecem ?"
Derin bir sessizlik oluşu, sunucunun dumur olduğunun ifadesi. Zavallım ne desem acaba diye düşüne dursun... Ben size soruyorum, içgüdü diye bir şey vardı değil mi ? Yok mu yoksa ? Ben mi yanlış hatırlıyorum ? Duyguları olan bir canlı olduğumuzu unuttuk "iki kere iki dört ise, ben de bir şekilde öpmeliyim ama nasıl ?" gibi bir denkleme mi kaldık ? Ve üstelik, bu çocuk oniki yaşında ! Ben oniki yaşındayken arka bahçede yakar top, komşu arsada kukalı saklambaç oynuyordum ! Şok olduğuma göre yaşlanıyor olmalıyım.
Şu kanunları, denklemleri bıraksak da, biz olsak, birbirbirimizi olduğumuz şeyler için sevsek ve "seviyommmmm" diye yırtınmak için belli bir güne ihtiyaç duyup, bazı sektörlerin ekmeğine yağ, bal, kaymak ve benzeri leziz şeyler sürmek yerine, kendi duygularımızın saltanatını sürsek daha iyi olmaz mı ? Ne dersiniz ?
Bu satırlar sevgililer günü sonrası, her an, herşeyi sevebilenler içindi... Hem bana her gün bayram olduğuna göre, tarihte bir yanılsama söz konusu da değil haliyle... Şimdi gidip kendime çay demleyeceğim... Pastamdan bir dilim kesip, elime bir de kitap aldım mı al sana başka bir saltanat.... Sevgiyle kalın...
Ayşenur Güven Belçika
Yukarı
|
|
Sahne Tozu : C.Parkan Özturan İHTİYAÇTAN BİR DOĞUMGÜNÜ HEDİYESİ |
|
YADA HER KATİL SUÇSUZMUDUR ACABA ?
Okullar açılacak. Ben bu sene bir köy okuluna gideceğim. Hayatımda köy okulu görmedim diyeceğim, çok salak bir cümle olacak. Çünki ben hayatımda köy görmedim. İstanbul'un ortasından birdenbire, varoşta uyum bir uyum dönemi bile geçirmeden, hoppadanak bir köye gelmişim. Burda yazın hayat iyi. Bir bakıma yaz tatili durumu. Ama ya kışın... Ya okul hayatı. Bilemiyoruz ki... Bir biçimde öğreneceğiz. Hayat açısından, tecrübe bazında bir şeyler yaşayacağız. "Acaba nasıldır köy okulu" gibisinden, neye yarayacağını çok bilemediğim bir merak durumum var. Merak insanı kontrpiyede bırakıyor. Dolayısıyla açılsın artık şu okullar, nereye saplandığımızı bir anlayalım.
Ama okulun açılması önemli değil. Baş çelişki, bana öğretmen bulunması durumu. İnsan oğlu kendi hayatını zorlaştırmak için neden bu kadar çaba sarfeder bir türlü anlayamamışımdır. Okula ilk başlayacağımda, "hangi okula verelim bu çocuğu" gibisinden bir kaos yaşadık, bitti. Allah'ın köyündeyiz. Bir tane okul var. Ya o okula gidilecek, ya o okula gidilecek. Köyün ortasında bir kolej bulunma durumu olmayacağına göre... Hayır bizimkiler kaos seviyorlar. Kaos olmadımı rahat edemiyorlar. Yeni kaosumuz, konumuz itibariyle, ne olacak bu çocuğun öğretmen durumu.
Köyde bir tane okul var. İki beşinci sınıf var. Dolayısıyla iki öğretmen var. Tamam işte, olay çıkartmak için gerekli malzeme mevcut, kan çıkmazsa para yok.
Ulan bulmuşsun okulu, içinde bi dolu öğretmen var, daha ne. Bunu bulamayanlar da var. Öğretmen, öğretmen işte. Ne yani, bütün öğretmenler okulun kapısına dizilmiş, biz bu çocuğu nasıl kötü eğitiriz diye beklemiyorlar ya. Bunun ne tartışması yapılır artık. Olsun çocuğumuz iyi öğretmene düşsün. Kim biliyorki hangi öğretmenin daha iyi olduğunu? Hayır karar verecek, öğretmeni ölçecek mercii kim? Ayrıca bakalım sen bu yetkinlikte misin? Ma-aile acayibiz işte. Ne acayip yetiştiriliyoruz. Daima malın iyisi bizde olsun. Öğretmene mal muamelesi yapılıyor.
Bizim oğlan Selahattin öğretmene mi gitsin ki, kendisi erkekdir, yoksa Bilgin öğretmene mi gitsin ki, kendisi bayandır?
Evde yine aptal bir tartışma var. Bizim çocuğa acaba hangisi münasip? Bakalım bizim çocuk, onlara münasip mi? Bunu soran, hatta sormayı akıl eden bir aile bireyi yok. Bilgin öğretmen bilgin mi değil mi? Tadına muayyer mi, değil mi? Evde bu tartışılıyor. Babam kamuoyu araştırması yapmış, benim Selahattin öğretmene verilmem kesinlik kazanıyor. Babam ne kadar yetkili, kamuoyunun oyu ne kadar geçerlidir, bunu bilemiyoruz. Bilgin öğretmenin bilgince hakları yeniyor, bizim ailenin tartışılır bilginliği tarafından.
Tam bu sıralarda geliyor benim doğum günüm. Alt tarafı doğum günü dediğimiz şey aslında ne kadar önemlidir. Her doğum günü insan hayatında ayrı biz iz bıraksa, adam otuzsekiz yaşına gelince, birdenbire şizo yada terörist olabilir. Bunu hiç düşünmüş müydünüz? Sanmıyorum... Çünki hayatımızda bu tür detaylara takmış olsak, bir anlamda incecik detayları ince ince düşünmüş olsak, bir ülke nüfusunun yarıdan fazlası şizoid olur muydu?
Eylül'ün ilk günü benim doğum günüm. Mecburen hüzünlü olmak zorundayız. Çünki Eylül sonbahara dahildir ve sonbaharda nedense hüzünlü olunur. Bir yaşam boyunca, sonbahar hüzündür diye şartlanmışız ya... Biz bu yüzden sonbaharlarda sevinemeyiz. İki gözümüz toprağa bakar, ha ağladık ha ağlayacağız. Ensemizden kötü bir akrilik boyayla, sarıya boyanmış çınar yaprağı da yere düşebilir. Çünki bütün alfabelerde böyledir, yada ben fena halde atıyorum.
Ben çok küçük yaşlardan beri hüzünlenmek için hiç sonbaharı beklememişimdir. Nedense benim bütün yaşamım ve her mevsimim hüzünlü geçmiştir. Bunun niye böyle olduğu üzerine çok düşünmek istemedim. Varsayalım benim modelim böyleymiş. Benim modelimi defolu üretmişler varsayalım. Hayatta takacak okadar çok şey varki, birde buna takmak istemiyorum. Yoruyor beni. Kendime has bir hüzün anlayışım var. Bu asla bir Kemalettin Tuğcu durumu değil. Çünki benim zamanımda Kemalettin Tuğcu okunmasına şiddetle karşıydı eğitimciler. Onlar kabaca "Okumayın lan bu Kemalettin Tuğcu'yu. Valla büyünce Orhan Gencebay dinlersiniz, yoldan çıkıp, fena olursunuz" derlerdi. İşte bu yüzden benim hüznüm biraz daha Mehmet Rauf bir durum.
1 Eylül sabahı... Benim doğum günüm. Heyecanlıyım. Daha hayatın çok başında olduğum için, bu aptal çocuk sevinci. Yaş kemale erince, giderek insan kendi doğum gününü bile unutuyor. Biri söylemezse, hatırlatmazsa, kutlamazsa, bir doğum gününüzü, bir sonrakinde hatırlayabilirsiniz. O zaman çok ufağım. Böyle şeyler sevindirebiliyor beni. İçim pırpır ediyor.
Sabah kahvaltısını müteakkiben babam elimden tutup beni köyün çarşına götürdü. Köyde üç tane dükkan bir tatlıcı var, biz buraya kendi aramızda çarşı diyoruz ve ciddi ciddi çarşı muamelesi yapıyoruz. Buradaki dükkanlar, kovboy flimlerindeki dükkanları andırıyor. Modernliğinden değil, salakça yapılanmalarından. Bu dükkanlardan herhangi birine giriyorsunuz , sütten peynirden tutunda, elbiseye, hatta traktör lastiğinde kadar her şeyi alabiliyorsunuz. Örneğin bir şişe halis mandra sütünün yanında, kalem defter yada haşarat ilacı durabiliyor. Bu dükkanlardan birine girdik, babamla beraber.
Babamla birlikte alışverişe gitmeye çok alışık değilim. Alışverişe gidilecekse annemle gidilir. Babamla böyle bir çarşı turu yapılıyorsa çok özel bir nedeni vardır. Öylede oluyor. Babam dükkan sahibi ile görüşüyor ve adam raflardan bir tanesinden eteklikle, ilkokul önlüğü karışımı bir şey indiriyor. Siyah. Hayatımda böyle boktan bir önlük giymedim. Ama artık kıskıvrak yakalandığımın ve bu önlüğü giymek zorunda olduğumun bilincindeyim. Boynumu bir çevirebilsem, kendimi kurtaracağım ama bu mümkün değil. Bu önlükleri, bakkalın kızkardeşi dikiyor. Köyün konfeksiyon anlayışı bu. Bütün köy bakkalın ablasının kreasyonuna mecburen saygılı olmak zorunda. Burda hayat çok geri. Şehirden bir yetmiş yıl kadar geri yani. Daha buraya medeniyet gelecek, olgunlaşma enstitüsü açılacak, bakkalın ablası bu kurslardan diploma alacak ve adam gibi önlük dikmeyi öğrenecek.
Ben önlükla durumu kurtaracağımı sanırkan, babam bakkala birde ayakkabı istediğini söyledi. Adam rafların bir tanesine uzandı ve bir ayakkabı çıkardı. Ayakkabıdan başka her şeye benzeyen bu nesneleri ayağıma giydim. Yeni toynaklarım hayırlı olsun. Ayağım içinde kıpırdamıyor. Ayak bileğim bükülmüyor. Ayağımı bükemiyorum. Bu yüzden yürümek istediğimde, her adımda ayağımı dizimden kaldırıyorum. Ayakkabı deriden yapılır sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Köyde ayakkabılar, kerpiç yada tuğladan yapılıyor. Bu bilgiyi parasız ek olarak veriyorum ve bunun için sizden ek bir ücret taleb etmiyorum. Bir yandanda kendi kendime de düşünüyorum. Acaba bu ayakkabıyı bakkalın hangi kardeşi yada hangi abisi yapmıştır?
Dükkandan çıktık. Yürüyoruz. Moralim çok bozuk. Babam öldürücü tonlamasıyla, konuşmaya başlıyor. " Bu günün senin doğum günün". Evet biliyoruz, bu gün benim doğum günüm ama bunun konuyla ne alakası var. Babam tiradını sürdürmeye devam ediyor. "İşte sana en güzel doğum günü hediyesi". Nasıl ya? Ne hediyesi? İnsana doğum gününde filistin askası hedişe edildiği nerde görülmüş lan. Ben zaten hediye beklemiyorumki. Madem zorla bir hediye alma durumu doğmuş, niçin filistin askısı seçiliyor. Babam bu duygu ve düşüncelerimi hiç bilmeyecek. Çünkü babam okumada sevmez. O hayatın özünü biliyor. Hiç bir şey okumaya ihtiyacı yok. O bütün yazılanları okumadan biliyor. Babam sözlerini şöyle tamamladı. " Hem hediye, hem ihtiyaç". Yapma be baba....
Aynı gün dayım geldi İstanbul'dan. Küçük dayım, Erdoğan dayım geldi. Benim iki dayım var. Biri büyük dayım, diğeri küçük dayım. Aslında birde fuji dayım vardı. Üç taneydiler. Biri kayıp gitti elimizden. Onu yitirdik. O öldüğünde ben çok küçüktüm. Ama o da iyi bir dayıydı. Ama Allah onu yanımızdan aldı. O dayımıda seviyoruz. Bir keresinde beni at yarışlarına götürmüştü. Sonra gazoz da alırdı bana. Bir keresinde annemle onu hastahaneye ziyarete gitmiştik. Hastahane kapısından beni yukarıya almamışlardı da, beni illegal yollardan çıkarmıştı annem yukarıya. O gün sevmiştim illegalliği. Çünkü özünde heyecan var. Bir bilinmezlik söz konusu. Bu hastahanelerde az terörist değil hani. İyi insandı benim fuji dayım. Öldüğünde ağlamamıştım. İki dayım kaldı benim. Ama küçük dayım, daha çok dayım.
İşte o doğum günümde Erdoğan dayım gelmişti. Saatlerce boğuşmuştuk. Büyük adam gibi konuşmuştuk. Geçici bir zaman içinde olsa, ben adam olmuştum. Dayım benimle adam gibi konuşmuş, bir çok şey için düşüncemi sormuştu. Dayım bana gelirken doğum günü hediyesi getirmişti. Ben kitap severim. O zamandan belli benim adam olmayacağım. Kalın tuğla gibi bir kitap. Adı "Bir Çalgıcının Seyahati"... Çok güzel bir kitaptı. Dört kere okudum. Aldığım ne güzel doğum günü hediyelerinden biridir o kitap. Bir çok kere parasız kaldığım zamanlarda, kitaplarımı satmışımdır. Ama bir o kitap rafımda kalmıştır.
Oğlumun ilk doğumgününde kendi kendime ve ona bir söz verdim. Asla ve asla ona pantolon, çorap, ayakkabı alıp, "hem hediye, hem ihtiyaç" yalanına yatmayacağım. Bir doğumgünü hediyesi alınacaksa, insan şunu hesaplamalı. Hediye açılmalı, hediyeyi alan, açar açmaz, ve hediyeyi görür görmez büyük bir çığlık atmalı. Öyle büyük bir çığlık olmalı ki bu yedi mahalleden duyulmalı. Hediye daima ve daima böyle bir şey olmalı.
Aslında babam bana ne güzel hediyeler alırdı. Unutamadığım hediyeler arasında onun bana bir yılbaşı günü aldığı hediyede vardır. Hiç unutmuyorum, bir yılbaşı günü bana dart almıştı. O hediye beni o kadar etkilemiştiki, yıllar sonra yine bir yılbaşı günü yeğenime oyuncak almak için girdiğim bir oyuncakçıda, bir dart gördüm ve hiç düşünmeden aldım. Buradaki dart manyaklığı tamamen babamın bana aldığı o darttan yadigardır.
Annemde bana bir çok güzel hediye almıştır. Hakkını yememek lazım. Annemin hediyeleri nedense hep eğitsel olmuştur. Nefret ederim eğitsel hediye ve oyuncaklardan. Annem bunu neden anlamak ismedi, bende bir türlü bunu anlayamadım. Örneğin yine bir vesile ile oyuncakçıları geziyorduk. Çok güzel bir top gördüm. Anneme bana onu almasını istedim. Annem bana o topu almamakta direndi. Çünki annem ısrarla bana Ayşegül serisinden bir kitap almak istiyordu. Ne yaptımsa o topu aldırtamadım. O bana ısrarla Ayşegül serisinden üç kitap almayı yeğledi. Ne o üç kitabı, nede ondan sonraki Ayşegülleri hiç okumadım. Ayşegül adından nefret ettim ve 18 aylık oğluma yırtması içim bol bol Ayşegül kitabı alıyorum.
Çocukluğumdan beri, nedense vosvagen arabalara inanılmaz bir düşkünlüğüm vardır. Beni böylesine çeken nedir bilemiyorum ama böyle bir manyaklığım vardır. Sadece volsvagene değil, kankırmızı rengede dayanılmaz bir zaafım vardır. Ne zaman bana bir renk sorulsa, hemen kırmızı derim. Hemde o kırmızı kelimesi son derece yürekten çıkar ağzımdan. Belki Galatasaray manyağı olmamın başlıca nedenlerinden biridir bu.
Yine bir doğum günümde annem bana bir hediye almış. Çok güzel bir paketi vardı ve benim annemden bekleyebileceğimden daha büyük bir paketti. Acaba ne olabilir diye düşündüm? Aklımdan seri bir biçimde bütün olasılıkları geçiriyordum. Giysi olmayacak kadar ufak bir paketti ve kutuluydu. Oh... Demek bu bir oyuncak. Çünke annem bu kadar kalın bir kitap almaz. Kitap değil . Ama ne?
Aman Allah'ım gözlerime inanamıyorum. O da nesi? Yoksa benim için kırmızı bir volsvagen mi? Evet, annem bana kırmızı bir volsvagen almış. Hemde pilli, hemde tek başına gidiyor. Sevinçten çıldırdım, hatta çığlıklar attım.
Önce şöyle bir baktım. Sonra nerdedan çalıştığını buldum. Sonra büyük bir heyecanla çalıştırıp, halının üstüne bıraktım. Volsvagen'im sürekli kendi ekseni etrafında dönüyordu. Çok güzel dönüyor canım, bu arabacık. Bir müddet öylece hayran hayran baktım ve seyrettim. Gözlerimi alamadım ondan. Her şey umulmadık bir biçimde yolunda ve mutlu gidiyordu.
Kısa bir müddet sonra arabanın sadece kendi etrafında döndüğünü hissettim. Eh ama artık, bu araba birazda ileriye doğru gitsin. Araba bir türlü ileri doğru gitmiyordu. Baktım ki arabanın ön tekerlekleri oynak. Düzelttim. Tekrar çalıştırıp, halının üstüne bıraktım. Ama arabam kendi ekseni etrafında hızla dönmeye devam etti. Bu araba asla ve asla ileri doğru gitmiyordu. Bunu anladığımda kimseye bir şey söylemedim ama çok üzüldüm.
Ama ne diyeyim anneme. O zamanın parası ile elli lira vererek almış o arabayı. Annem beni önemseyerek ve sevindirmek için bu arabayı almış. Ben şimdi ona ne diyebilirimki. Yavaş yavaş suratımdaki çizgi ve gülücük çizgileri aşağıya doğru inmeye başladı. Bu güzel davranışa bir terörle karşılık vermek asla benim tarzım değildi. O arabadan nefret ettim. Hatta gizli gizli , hadi taşı bakalım beni, biçiminde komut vererek, üstüne oturduğumda olmuştur. Tek amacım onun bir anda kırılması ve ortadan kalkması, bu hayal kırıklığının bir an önce yok olmasıydı. Bir gün annem benim bu çabalarımı görüp, bana fena halde bağırdı. "Sen ne yaptığını sanıyorsun, ben o arabaya ellibin lira verdim". Annemi üzdüğüm için, içim ezildi. Bu suçumu acilen telafi etmem gerekiyordu.
Bir gün Erdoğan dayım bize gelmişti. Bende annemi onore etmek için, ona sahtekar bir çocuk sevinci içinde şöyle dedim.
- Bak dayı, annem bana ne güzel bir hediye aldı...
Annemin elinde bir iş vardı ve ilgilenmiyor gibiydi ama ben ona yan gözle baktım, o mutluydu. Bu sahtekarlığımı bu yaşlarda ve bu gibi olaylarda kazandım. Dayım arabayı eline aldı ve oynamaya başladı. O da arabanın hap kendi etrafında döndüğünü farketti.
-E, bu hep kendi etrafında dönüyor...
-Eh, bu arabanın özelliği böyle dayı... dedim.
-A siktir, böyle arabamı olur.... dedi. Dayı seni seviyorum.
Sıkı durun, şimdi size bir hediyenin nasıl insanın nasıl katil edebileceğini anlatacağım.
Benim babam bir denizaltı astsubayı. O gemisine bindi mi, bir daha eve dönmesi zordur. Ben babamı en çok, onbeşgünde iki gece görebiliyordum. O da şanslı olduğum zamanlar. O yüzden babamın bana aldığı her hediye, normal değerini ikiye katlar. Babamın yok Amerike görevi, yok nato tatbikatı, o da olmadı Malta seferi gibi işleri arka arkaya geldi mi, evine bir kaç sene gelmeyebiyordu. Zavallı babacığım benim doğumum da bile bulunamamış ve beni ilk kucağına aldığı zaman ben iki yaşında koca bir çocuk muşum.
Yine böyle seyr-ü sefer bir durum yaşıyoruz. Çok net hatırlamıyorum. Ama babam çok uzun bir zaman ve gelmedi. Biz bu sırada bulunduğumuz evden başka bir eve taşınmak zorunda akaldık. Yeni evimez kocaman bir teras katıydı.
Bir akşamüstü terasta durmuş, mahalleyi seyrediyordum. Herkesin babası birer ikişer eve geliyordu. Her babası eve gelen çocuk , deli gibi "baba..." diye bağırarak, babasının kucağına koşuyordu. Ben öyle mahsun mahsun, bir beşinci katın terasından onları izliyordum. Bu durumu ne kadar iç sıkıntısı yapmışım ki, birden mutfakta yemek yapmakta olan anneme koşup şöyle dedim:
-Anne keşke babam yokken taşınmasaydık. Bak babam evi kaybetti, bizi bulamıyor.
Çocukken çok fazla baba hasreti çektim. Babam pazar günleri gemisine giderken bilirdim ki, çok uzun bir zaman görüşemeyeceğiz. O giderken, mutlaka hastalanırdım. Olmayacağım ne kadar hastalık varsa, hep babamın bizim yanımızdan ayrılışından bir kaç saat sonra olmuşumdur. Hep onbeş gün sonrayı iple çekerken, birden bire, onun gelmesine bir gece kala, bir haber gelir, acil bir görev çıkar ve ben babamı göremezdim. Bu yüzden babamın gemiye gideceği günler ev çok mahsun ve sessiz olurdu. İşte babamla bizim çok kimsenin çakamadığı, pek akıl sır eremeyecek bir ilişkimiz var. Askerlikten nefret edişim belkide bu yüzden, o çocuk yaşlarda bilinç altıma kazınmış. Anne ve babaların, sünnet düğünlerinde yada özel ve bayram günlerinde üniformalarla çocuklarını dolaştırdığını görünce, canım yanıyor.
O teras katlı evimizde, benim bir oyuncak çuvalım vardı. Bütün oyuncaklarımı onun içine koyardım. Ama çoğu kerede dağınık bırakırdım. Çocuktum çok ufaktım. Oyuna dalıp, yada başka bir şeye takılıp, oyuncaklarımı dağınık bırakırdım. Annem bir gün beni uyardı. Eğer bir daha oyuncaklarımı dağınık bırakırsam, benim oyuncaklarımı sokakta oynayan çocuklara atacaktı. Bu durum beni çok korkuttu ve oyuncaklarımı düzenli olarak toplamaya başladım.
Terasta bakıp büyüttüğümüz minik bir yavru kedimiz vardı. Bir gün yine oyuncaklarımı çuvalın içine koyup bıraktım ve terasın duvarına yaslanarak, mahallede oyun oynayan çocukları seyretmeye daldım. Annem bağırarak yanıma geldi. "Oyuncaklarını yine dağınık bırakmışsın" diyordu. Ama oyuncakları kedi dağıtmıştı. Çuvalın içine girmek istemiş ve oyuncakları dağıtmıştı. Bunu anneme defaatle anlattım. Bana inanmadı. Eline gelen ilk oyuncakları kapıp, çocuklara atmak için, terasın kenarına doğru yürümeye başladı. Bir yandan da bana "özür dile" diye bağırıyordu. Bende:
-Dilemem, ben doğru söylüyorum, oyuncaklarımı ben toplamıştım, kedi dağıttı... diye bağırıyordum. Annem bana inanmadı. Bende "atarsan at" dedim.
Annem oyuncaklarımı çocuklara atmaya başladı. Ağlamam geldi ama keçiliğimden kendimi tutuyordum. Annem bir kez daha oyuncak torbasına gitti, yeniden eline bir kaç oyuncak aldı. O zaman gözüm döndü. Çünkü bu sefer eline aldığı oyuncaklar, babamın bana aldığı oyuncak askerlerdi. O zaman oyuncak asker çok moda bir oyuncaktı. Ben onların koleksiyonunu yapıyordum ve onları bana babam hediye almıştı. Beynim döndü. Ne yapacağımı şaşırdım. Başıma gelecekleri anladım, etimden et koptu.
- Anne yalvarıyorum atma ne olur. Lütfen anne atma... diye ağlamaya başladım. Annem beni hiç dinlemedi. O askerlerimi çocuklara attı. Atılan askerlerin ardından, sessiz sessiz ağlayarak ve içim yanarak öylece baktım, Yere düşen askerleri çocuklar karıncalar gibi kapışıyorlardı.O gün hem ömrümün, hemde vücudumun yarısı, terastan zemin kata gitti.
Bu asker olayı böyle mi bitti? Hayır. Böyle biter mi? İçim oncacık yaşında intikam diye bağırıyordu.
Bu olaydan bir müddet sonra, yine terasta elimde mantar tabancam, mantar patlatıyorum. Yalnız başımayım. Bir iki üç... Allah ne verdiyse patlatıyorum.
Tam bu sırda, annem banyodan çıkmış, elindeki ıslak havluyu asmak üzere terasa gelmişti. Onu kapıda gördüm ve içinde mantar olan tabancamı onun bacağına doğru tuttum. Annem "yapma" diye beni uyardı. Ben oralı olmadım. Onun bacağına doğru tuttum silahı, "ateş edicem" diye sallıyorum. Sonra ne olduğunu çok anlayamadım. Birden o tetiğe dokunmak geldi içimden. Parmağım tetikte oynuyor ve kendimi alamıyordum. Sonunda tetiği çektim ve silah patladı. Silah ile annemin bacağı arasında fazla mesafe yok. Silah patladı ve annemin bacağından ipincecik bir kan aktı. Ben terörist oldum, ben katil oldum. Ama inanın suça teşvik vardı sayın hakimler....
C.Parkan Özturan
parkan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Gülcan Talay |
AŞK KAZANMAK MIDIR, KAYBETMEK Mİ? -1-
Tık tık .......
- Girebilir miyim ?
- Gel Burcu !!!
Burcu patronun istediği raporu getirmişti odasına. Onun dışında biri daha vardı oda da. Müşterilerden biri değildi. Daha önce hiç görmemişti bu mavi gözlerin sahibini. O anda, hayatının geri kalan bölümünde büyük bir yer edineceğini bilemezdi. Kapıya doğru yöneldiğinde bir an göz göze geldiler.
- Müsaadenizle .. diyerek odadan çıktı.
Sonradan öğrenmişti okyanus mavisi gözlerin sahibini. İşe yeni başlayan finans müdürü Kıvanç Bey' di. Burcu da muhasebe şefi olduğu için aynı bölümde çalışacaklardı. Ertesi gün işe gittiğinde kapıda karşılaştılar.
- Günaydın !
- Size de günaydın. Ben Kıvanç. Sizin adınız Burcu idi, değil mi?
- Evet. Bu arada hayırlı olsun, aramıza hoş geldiniz.
- Teşekkür ederim.
Asansörden indikten sonra, yan yana olan odalarının kapılarını açıp birbirlerinden ayrıldılar. Masasına oturur oturmaz telefonu çaldı. Telefondaki ses İbrahim' di :
- Günaydın canım, nasılsın?
- Günaydın... iyiyim, güne sesini duyarak başlamak istedim. Akşam kahve içmeye gidelim mi?
- Tamam olur canım.
- Peki seni iş çıkışı alırım.
Burcu İbrahim ile iki senedir çıkıyordu. Kendisine - çıkmak- kelimesi çok garip gelse de, adı buydu işte. Ama iki senenin toplamında beraberlikleri bir sene bile sayılmazdı. O kadar çok kavga edip yeniden barışmışlardı ki, artık sayısını unutmuştu. Kavgalarındaki tek neden İbrahim' in aşırı kıskanç yapısıydı. Aslında birbirlerini dört senedir tanıyorlar ve birbirlerini tanımak için, ilişkiye başlamadan önce çok zamanları olmuştu. Bu zaman zarfında çok kez Burcu' ya çıkma teklif etmiş, ama Burcu duymazdan gelmeyi yeğlemişti. Hatta " Sana birini ayarlayacağım." diyerek şakalaşıyordu her seferinde. Bir gün İbrahim " Ayarladın mı bana birini ? " demişti şakasına karşılık olarak.
- Evet. Ayarladım.
- Kimi?
Burcu sustu... Sadece elini kalbinin üstüne bastırdı. İbrahim şaşkındı... Gözleri yerinden fırlayacak sandı. Kalp atışı hızlanmış, dizlerini hissetmez olmuştu. Ama emin değildi. "Yine şaka mı yapıyor" diye düşünmekten kendini alamadı. O kadar çok teklif etmişti ki, artık olumlu bir yanıt beklemiyordu. " Sen ciddi misin?" diyebildi sesi titreyerek. Burcu evet anlamında başını salladı. Oda şaşkındı. Böyle bir şeyi planlamamıştı. İçinden bir sesti ona, artık evet demesini söyleyen. Bayılacağını hissetti, ama bayılmadı. Daha önce hiç sevgilisi olmamıştı. Bir ilişkiyi yaşamayı becerebileceğinden emin değildi. İbrahim kendine geldiğinde boynuna atıldı... Sımsıkı sardı.
- Tamam. Bırak kemiklerimi kıracaksın !
- İnanamıyorummmmm!! Beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam.
İşte böyle başlamıştı. Lakin iş sevgili olmaya geldiğinde İbrahim çok değişmişti. Olmadık şeylerden Burcu' yu kıskanıyor, buda ona çok ağır geliyordu. " Bana güvenmiyorsun sen" demişti her tartışmalarında. Ama bu kıskançlıklara bir türlü çözüm bulunamadı her ayrılıklarında. En son tartışmalarında İbrahim özür dilerken, Burcu bu kez "hayır" dedi. İbrahim devam etti; bir saati aşkın bir süre kendisini affetmesi için çabaladı. Burcu ret cevabında ısrarlıydı. Çünkü, çok yorulmuştu tartışmalardan, ayrılıklardan. Artık devam edemeyecekti. Sonunda İbrahim' in gözünden yaşlar süzülmeye başladığında dayanamadı;
- Bak canım. Ben artık bu tartışmalarımızdan çok yoruldum. Ama bu ilişkiye son bir fırsat daha vereceğim. Ama bu gidişle, kırdığın kalbimde birleştirebilecek hiçbir şey kalmayacak. Fakat şunu bilmeni istiyorum; bir daha beni kıskançlık yada başka bir sebepten üzersen, o gün ister hala çıkıyor olalım, ister çocuğunun anası eşin olayım, hiçbir açıklama yapmadan arkamı döner giderim sana. Bunu göze alabilecek misin?
- Evet, evet. Bir daha seni asla üzmeyeceğim sevgilim, söz.
Burcu kapının çalışı ile kendine geldi. Telefondan sonra bütün yaşanmışlıklara o kadar dalmıştı ki, kapı çalmasa orada saplanıp kalacaktı.
- Buyrun.
- Merhaba rahatsız etmiyorum umarım. Bir kahvenizi içmeye geldim. Biraz da sohbet ederiz diye düşünmüştüm.
- Rica ederim buyurun şöyle... Nasıl içersiniz kahvenizi ?
- Orta olsun lütfen.
Telefon ahizesini kaldırdı:
- Emine Hanım bize bir sade, bir orta kahve getirir misin?
Kahvelerini içerken uzun bir süre sohbet ettiler Kıvanç' la. "İyi birine benziyor" diye düşündü o gün. Anlaşabileceklerinden emindi. Ama ileride yaşayacaklarını bilemezdi. Zamanla işlerle ilgili takışmalar başladı aralarında. Hemen her gün, ufakta olsa bir tartışma yaşanmaya başladı. Buna rağmen iyi zamanlarında sohbette edebiliyorlardı. Burcu bu kadar tartışmalarına anlam veremese de, ona göre tartışmalarının tek nedeni, ikisinin de işlerine karşı aşırı titiz olmaları olabilirdi. Ama; Kıvanç' ın kendisine karşı bu kadar asabi davranmasının asıl nedenini, ileride anlayacaktı.
İbrahim ile son tartışmalarının üzerinden bir ay geçmişti henüz. Sevgililer gününe bir gün kalmıştı. Bir önceki gün de, ortak arkadaşlarının mutlu günlerine şahit olmak üzere nikah dairesine birlikte gitmişlerdi. Arkadaşlarının mutlulukları kendi mutlulukları olmuş, keyifli bir gün geçirmişlerdi. Akşam birbirlerinin yanaklarına öpücük kondurup ayrılmışlardı " Yarın görüşürüz" temennisiyle.
Burcu sevgililer günü için, kendi elleriyle bir hırka örmüştü hediye olarak... Kendi kokusunu, sıcaklığını her zaman hissedebilmesi için. Geceyi "kim bilir ne kadar çok sevinecek" diyerek geçirdi.
Sabah işyerine gitti, ama bir an önce akşam olmasını istiyor, akşam için hayaller kuruyordu. "Artık her şey yoluna girdi, tartışmalar da yok" diye düşündü. Saat 17:30 olduğunda telefonu çaldı:
- Canım... Arabayı tamire verdiğim için, seni işyerinden alamayacağım. Eminönü' ne gel, birlikte vapurla geçelim.
- Tamam canım... 18:30 da orda olacağım... Görüşürüz.
Arkası Yarın...
Gülcan Talay
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Oktan Erdikmen |
Durup Dururken..
Hemşire İlknur Ateş.. 17 Ağustos Depreminde akrabalarını ziyaret etmek üzere gittiği Adapazarı'ndaydı. Görev yeri Bolu Devlet Hastahanesi'ne döndüğünde, Düzce Depremiyle sarsıldı. Kurtarma çalışmaları sırasında çöken bir binada enkaz altında kaldı. Psikolojisi bozuldu, tedavi gördü. Doktorun önerisi üzerine deprem olması mümkün olmayan bir yere, 0 derece deprem bölgesi Konya'ya tayin istedi ve Zümrüt Apartmanı'na yerleşti. Bayramın ikinci günü Zümrüt Apartmanı da çöktü. Gazeteler İlknur Hemşire'yi manşetlere taşıdılar.. Acaba talihsiz olan İlknur Hemşire'nin kendisi miydi, yoksa yalnızca bu ülkede doğmuş olduğu için 70 milyon insanla paylaştığı ortak kaderi miydi? Bence ikincisi.. Bütün bunlar olağan aslında. Karnında sargı bezi unutulan hastayla, belediye çukuruna düşüp ölen insanın paylaştığı kader, İlknur Hemşire'nin talihsizliğinin nedenin aynısı aslında.. Zaten haftasına kalmadan bu sefer Beyoğlu'nda iki bina daha çöktü. Hem de, durup dururken..
Dünyanın her yerinde doğal afetler olur. Devletin görevi bunların zararını en aza indirmektir. Oysa bu sefer durum farklıydı. Zümrüt Apartmanı durup dururken çökmüştü. Ortada hiçbir şey yokken. Ne bir kaza, ne bir felaket.. Yıllardır devletin vatandaşını doğal afetlerden neden koruyamadığı tartışılırken. Bu sefer vatandaş zamana kurban olmuştu. Üstelik, durup dururken. Bu olayı hiç kimse açıklayamaz. Bir binanın durup dururken çökmesinin ve altında kalan yüzlerce insanın, birbirine sarılı çıkarılan cesetlerin hesabını kimse veremez. Hiçbir ceza, hiçbir yaptırım bunun karşılığı olamaz. Bunun sorumluluğu çok ağırdır. Müteahhit Vedat Kaya yakalandı. Önce ortak çalıştığı taşeronu suçladı, sonra hapisten hemen çıkacağını söyledi. 17 Ağustos binalarının müteahhidi Veli Göçer'in nasıl kurtulduğunu hatırlatmayı da ihmal etmedi. Türkiye'de 80 bin müteahhit var. Müteahhit olmak zor değil. Ne diploma gerekiyor, ne sertifika; ne de önemli bir yetenek. Biraz paranız varsa kurun bir şirket siz de müteahhit olun. Bir takım müteahhitler malzemeden çalıyor, binalar ondan çöküyor. Olayın açıklaması bu kadar basit değil. Dünyada bizden başka açıkgöz millet yok mu? Ya da içimizden biri gidip Almanya'da, Japonya'da bina yaparken malzemeden çalamaz mı? İşte yanıt burada: Çalamaz. Çünkü orda bizim yalnızca bina yaparken değil, hayatın her alanında görmezden geldiğimiz bir anlayış var: Denetim. Türkiye'de binaları denetlemekle kim yükümlü? Belediye. Zümrüt Apartmanı çöktükten sonra müteahhit kaçarken kameraların en önünde açıklama yapan kimdi peki? Belediye Başkanı. Eğer Türkiye'de bir şey yapacaksanız, herkesin gözü önünde yapacaksınız ki, kimse sizden şüphelenmesin. Bizim 17 Ağustos'tan sonra çıkarılan bir Yapı Denetim Yasamız bulunuyor. 19 ilde pilot uygulamaya geçilmiş. Yine de unutulan bir nokta var: Bu ülkede gecekondulara yol, su, elektrik götürülüyorsa eğer, seçim öncesi kondurulan kaçak katlara göz yumuluyorsa, yandaşların ihlal ettiği yasalar görmezden geliniyorsa; apartmanlar da çöker, yollar da bozulur, rüşvet de alınır. Ne kadar yasa çıkarılırsa çıkarılsın; esas olan, uygulamadır.
Zümrüt Apartmanı bir yandan da kurtarma işini hala beceremediğimizi gösterdi. Ekipler arasında bir çok başlılık. AKUT bölgeye geliyor, ne plan var ne proje. Üstelik bir süre sonra enkaza iş makineleri sokulmak isteniyor. AKUT bölgeyi terk ediyor. 6 gün sonra kurtarılan 14 yaşında bir kardeşimiz vardı. Adı Muhammed. Gazetelerden öğrendiğimize göre çıkar çıkmaz Fenerbahçe'nin maçını sordu. Muhammed'in o soruyu içinde bulunduğu şokun etkisiyle yönelttiği kuşkusuz. Ama yine de insan düşünmeden edemiyor. Acaba Muhammed, "Sorumlular nerde?" diye sorsaydı; her şey bugünkü haliyle devam eder miydi? Bence etmezdi..
Oktan Erdikmen
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Bugün sizlerle ilk olarak Türk rock müziğinin sevilen güçlü bir sesinin Aslı'nın son albümü "Su Gibi"yi, ardından Tom Cruise'un başrolünde oynadığı, efsanevi samurayların hayatlarına ayna tutmaya çalışan "Son Samuray"ı ve son olarak William Irwin'in dünyada felsefe ve popüler kültür çevrelerinde tartışmalara neden olan "Seinfeld ve Felsefe" kitabını ele alacağım.
Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.
SU GİBİ / ASLI :
Türk rock müziğine yeni bir soluk getiren ve ilk albümü "Neresindeyim"in üzerinden üç yıl geçtikten sonra Aslı, ikinci albümü "Su Gibi" ile karşımıza çıkıyor. Uzun bir süre kendi grubuyla coverlar yapan ardından Teoman ile uzun bir süre beraber çalışan sanatçı, bu başarılı çalışmasıyla tek albümle ismini duyuran ve ardından sönen şarkıcılardan biri olmadığını kanıtlıyor.
İlk albümünde, klibini havaalanında çektiği ve büyük ilgi gören "Keşfi Alem", "Ölüm Kapımı Çalmasa da" ve "Sessizce" adlı şarkılarıyla dikkatleri üzerine çeken Aslı, ilk albümünde olduğu gibi "Su Gibi" albümünde de sözlerini kendi yazdığı şarkılara ağırlık vermiş. Ayrıca genç şarkıcı, Ozan Ömer ve Kargo grubundan tanıdığımız Serkan Çeliköz ile birlikte bu albümün prodüktörlüğünü de üstlendi. Aslı'ya ait olan parçalar "İronik", "Tüm Şehir Ağladı", "Şampiyon" ve "Ödünç Aldığım Tüm Erkekler" sanatçının bu albümü çıkartmadan önce yaşadığı bir ilişkinin izlerini taşıyor adeta. Albümün çıkış parçası olan ve şimdiden çok beğenilen "Su Gibi"nin sözleri de Aslı'ya ait. "Su Gibi" albümünün içinde ayrıca Hümeyra'nın "Kördüğüm" şarkısının Aslı'ya özgün yorumu da dinleyenlere sunuluyor.
Son on - onbeş yıldır tekrar yükselişe geçen Türk rock'ının genç sesine kulak vermek isteyenler için kaçırılmaz bir albüm "Su Gibi".
SON SAMURAY (THE LAST SAMURAI) :
Uzakdoğu'nun en uzak köşesinde bir ada olması sebebiyle Japonya'nın başka kültürlerle pek de tanışma ve kaynaşma şansı olmamıştır. Bu yüzden bu ülke uzun bir süre boyunca batının pragmatist değerleriyle tanışmamıştır. Ancak teknoloji arttıkça küreselleşme de hızlanacak ve bu sayede dünyanın bir ucundaki fikirler ve sistemler diğer ucuna gitmeye başlayacaktır. Bundan en fazla etkilenebilecek ülkelerin başında da Japonya bulunacaktır.
Nathan Algren, kendisini onuru ve ülkesi için tehlikeye atmış bir yüzbaşıdır. Katıldığı Kuzey-Güney Savaşı'nın üzerinden uzun bir süre geçmiştir ve hala Kızılderililerin katlinde kendisinin de katkısı olduğuna inandığı için vicdan azabı çekmektedir. Ancak dünya yüzbaşının katıldığı savaşların ardından çok değişmiştir. Artık batı toplumunda cesaret, onur gibi kavramlar yerini kişisel çıkarlara bırakmaya başlamıştır. Bu nedenle arkasına dönüp baktığında katıldığı savaşların artık onun için bir değer arz etmediğini görür.
Diğer yandan Japon İmparatoru Katsumoto, 19. Yüzyılın sonlarına doğru, yayılan batı kültürünün de etkisiyle ülkesine ilk modern orduyu kurmaya karar verir. Hükümetin amacı Samuray gelenekleriyle yetişen savaşçılarını, batılı tarzda bir orduya dönüştürmeye çalışmaktır. Bunun için ilk iş olarak Nathan Algren'i kiralar. Bu sayede iki savaşçının yolları birleşir. Katsumoto'nun amacı Batı dünyasından çok uzakta kalmış ülkesini batılılaştırmaktır ve Algren'i de aslında bu değişimi sağlaması amacıyla getirtmiştir. Ancak yüzbaşı hiç ummadığı bir şekilde samuray kültüründen etkilenmeye başlayacaktır. Çünkü samurayların güçlü ilkeleri ve onur anlayışları Algren'inkilerle paraleldir. Bu ona geçmişini hatırlatmaya başlar. Algren, kendisini bir anda Batı ve Doğu'nun birbirinden çok farklı kültürleri arasında bulur.
"Nathan Algren" rolünde düblör kullanmadan filmi başarıyla tamamlayan Tom Cruise"u görüyoruz. Cruise bu film için on kilo almış ve savaş tekniklerini öğrendi. Cruise, bütün bunların yanında çekimlerde dublör kullanmadığı için bir de ölüm tehlikesi geçirdi.
"Aşık Shakespeare" adlı yapımı En İyi Film Oscar'ı alan ayrıca "Benim Adım Sam", "Kuşatma" ile birlikte "Zafer", "İhtiras Rüzgarları" gibi savaşı içinde barındıran filmlere de imza atmış olan Edward Zwick son filminde "Sinbad: Yedi Denizler Efsanesi", "Star Trek: Nemesis", "Zaman Tüneli", "Gladyatör" ve "Kazanma Hırsı" filmleriyle adını duyuran John Logan ile çalışıyor.
"Halka", "Pearl Harbor", "Hannibal", "Görevimiz Tehlike 2" ve "Gladyatör" filmlerinde katkısı bulunan Oscar ödüllü besteci Hans Zimmer shakuhachi, koto ve taiko gibi geleneksel Japon enstrümanlarını 'Son Samuray'da başarıyla kullanıyor.
Ayrıca "Yüzüklerin Efendisi: İki Kule" ve "Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği"yle kendi alanında haklı bir üne sahip olan kostüm tasarımcısı Ngila Dickson da bu büyük yapımda yerini alıyor.
Sinema sektöründe "Halka" ve"Karanlık Sular" filmleriyle uluslararası başarı yakalayan ve Tarantino'nunson filmi "Kill Bill Vol. 1" ile de kültürünü bütün dünyaya yaymaya devam eden Japonya için "Son Samuray" bu ülkenin samuray kültürünü mercek altına alması bakımından ilgi çekici bir yapım.
SEINFELD VE FELSEFE / WILLIAM IRWIN :
Ülkemizde felsefe her zaman boş bir uğraş olarak görülmüştür. Hatta bu deyimlerimize bile yansımış boş konuşanlara felsefe yapma demeye kadar gitmiştir.
Daha çok teoriğe dayalı olmakla itham edilmiş ve pratikte işlerliği olmadığı için önemli bulunmamıştır. Ancak yurtdışında felsefe her zaman saygı görmüştür. Ki pek çok çalışma ile felsefeyi pratiğe de dökmeyi başarmışlardır. İşte bunun en popüler örneklerinden birini sergiliyor bize "Seinfeld ve Felsefe". Felsefeyi koyu ve kalın kitaplardan çıkarıp Amerika'nın en popüler dizilerinden biri olan ve bitmesine karşın hala hayran kitlesini kaybetmeyen (Bizde önceleri Cine5'te verilmesine karşın ardından CNBC-E'de tekrar verilen ve Türkiye'de de bir izleyici kitlesi oluşturan) "Hiçbir Şey Hakkında Bir Şov" olarak tanımlayabileceğimiz Seinfeld dizisini ele alıyor kitabımız. Bu sayede felsefeyle yakından ilgilenmeyenlerin bile keyifle okuyabilecekleri bir eser sunuyorlar bize.
Kitapta felsefe ve dizi arasında kurulan enteresan bağlantılar da dikkati çekmekte. Örneğin Sokrates'in "sorgulanmamış hayatın yaşamaya değer olmadığı" görüşünü Jerry'e benzetmesi, Elaine'in feminist olup olamayacağını ele alması, Aristo'nun George hakkında ne düşünebileceği üzerine gitmesi ve Kramer'ın Kierkegaard'ın estetik yaşam evresine ulaşıp ulaşmadığını sorgulaması kitabın ilgi çekici yönleri.
Daha önce ülkemizde yeni yayımlanan "Simpsonlar ve Felsefe" kitabıyla pekçok otoritenin dikkatini çeken William Irwin'in yazdığı "Seinfeld ve Felsefe" felsefeye ilgi duyan ve keyifli bir kıyısından yaklaşmak isteyen herkesin okuması gereken eğlenceli bir kitap,
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
İLAN-I İLAN-I AŞK
Ben aldım başımı gidiyorum.
Siz daha ne duruyorsunuz?
Anladıysam camdan bakayım. Cam yoksa, dansöz olayım.
Adem demiş, "Badem bitti, adem gitti".
Badem bir şey diyememiş. Çünkü, bitmiş.
İlk aşk unutulmaz.
Doğru laf.
İlk aşkını unutan son aşkına vakıf olmaz.
Son aşkla sonu yakalayan, öbür dünyada iflah olmaz.
İflah olmayan, sana bana sadık kalmaz.
Kalsa kalsa, ona kalır.
"Ne ise bunlar hep dedikodu. Sadede gelelim".
Sadet dediğin, konuşulan asıl konu.
Konu, bundan mütevellit, yazıda ele alınan duruma uygun eni konu.
Ben, "Öğretmenimizin verdiği konuları manzum yazardım".
"Daha fazla tafsilata girmeyi bu gün zararlı gördüğüm için bu konuda susacağım".
Beyler, size dedim, daha ne duruyor, ne yorumluyorsunuz?
Biz ilan-ı ilan-ı aşk edenleri bir güzel yoruyorsunuz!
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Fotoğraf: Berrin Cerrahoğlu ( ANur'a sevgilerle:-))
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.175 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
Fısıldasam
Karanlığında gecenin
Açsam penceremi
Fısıldasam rüzgara
Duyabilir misin ?
Uzatsam ellerimi
Tutabilir misin ?
Diksem yıldızlara gözlerimi
Yıldızım....
Olabilir misin ?
Ay gibi geceme
Doğabilir misin ?
Kapatsam gözlerimi
Hayalime
Düşebilir misin ?
Burhan KÜÇÜK
Yukarı
|
Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.turkstudent.net/art/1687
...Look my ram.I`m Anatolian child, If I put, you sit... Bak koçum, ben Anadolu çocuğuyum, bi koyarsam oturursun.... ya da ...Master!... Do something burning-turning in the middle... Usta!... Ortaya yanar döner bişi yapsana.... İngilizce pratik cümle kalıpları isteyenlere duyurulur.
http://www.baybul.com/pop3/
Kullandığınız şirket mail hesabınıza uzaktan erişebilmeniz ve mail alma / gönderme işlemlerinizi kolaylıkla yapabilmenizi sağlayacak pop3 destek sitesi. Tabi bu sayfayı kullanabilmeniz için mail server'ınızın internet'e açık olması şart. Pop server adresi örneğin: mail.yahoo.com şeklinde olacaktır. Bu sayede internet'e açık herhangi bir bilgisayardan maillerinize ulaşabilmeniz mümkün.
http://www.dunyaonline.com/131619.asp
Sezon sonlarında alışveriş yapmak hem kolay hem de daha avantajlıdır. Kış sezonunun sonlarına geldiğimiz bu günlerde kendinize gelecek kış için bir ayakkabı almayı düşünüyorsanız, bu tavsiyeleri incelemenizde fayda var.
http://movies.flabber.nl/Madonna.wannabe/
Şarkı söylemek stres atmak için iyidir; ama lütfen ortamınızı iyi seçin. Bu kısayolda iyi seçilmemiş bir ortam ve sonuçlarını göreceksiniz. Bir musibet bin nasihatten iyidir.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|