|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 446 |
23 Şubat 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Yorum yok!.. |
İyi haftalar,
Benim evdeki matbaa üç ayda bir toptan temizlik işine maruz kalmazsa işi rast gitmez. O da bu haftasonuna denk geldi. Temizlik deyip geçmeyin, aralıksız çalışmakla 9 saat falan sürüyor. Aralıklı olursa bu süze 2 güne kadar çıkabiliyor. Gene öyle oldu aralıklı temizleme ve yenileme ameliyesi 2 saat önce bitti. Sayıyı hazırlayayım derken de saat oldu 3:00, eee bundan sonra yazması olur güç. Oysa maaşallah beni yorum bombardımanına tutup taltif etmişsiniz. Yarın tümüne toptan bir cevap vermek artık boynumun borcu. Tabi önce iyice bir okumam gerekecek. Şeffaf meffaf işin içine girince bayağı işkillendim, bu işi bir açığa kavuşturmak gerek dedim. Kısa kesip gideceğim ama gitmeden sizlerden bir ricam olacak.
Görülen lüzum üzerine, yazısı yayınlanan sevgili kahveci yazarlarımızı tanıtan minik bir bölüm hazırlamaya karar verdim. Şimdi yazısı yayınlanmış yada yayınlanacak tüm arkadaşlarımdan birer paragraf tanıtıcı yazı ile mümkünse bir adet resim istiyorum. Yollamayanların canı sağolsun. Amam eminim diğerlerini görünce onlar da heves edip yollayacaklardır. Neden derseniz, ben de artık zamanı geldi derim. Kopenhag kriterlerinin öngördüğü gibi hepten şeffaf olmak için bir adım atmak gerek şart oldu. Bir de güzel haber: Sevgili Nurettin o güzel fallarıyla tekrar aramızda. Hepinize mutlu, başarılı ve sağlıklı bir hafta dilerim. Kalın sağlıcakla...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
YOKSA SİZ UZLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?
Postmodernizm ya da küreselleşme, yeni bir erdem daha yarattı: Uzlaşmacılık.
Bütün bildiklerimizden soyunup, ideallerimizi bir kenara bırakıp, başımıza vurup ekmeğimizi de alsalar uzlaşacağız, çaresi yok. Aksi halde erkekler saldırganlıkla, kadınlar şirretlikle damgalanıyor.
Peki neden uzlaşacağız? Ne için uzlaşacağız? Ve nasıl uzlaşacağız?
Birinci sorunun cevabı açık. "Uzlaşamazsan uzlaştırırlar gülüm." Birileri çıkar ve "Hmmm, ne ayıp! Kavga etmeyin bakiim! Birbirinizin kalbini kırmayın şu üç günlük dünyada. Burası hepimize yeter; sen bildiğini yap, sen de onun bildiğini yap" deyiverir.
Peki ama ya doğrular? Ya bilim? Ya gelecek? "Amaaan, onu da vakti gelince düşünürüz, hele bi geniş tabanlı bir uzlaşmayı sağlayalım da... hele bi tek tip olalım da.."
İkinci sorunun cevabı biraz çelişkili. Kimileri kamu yararından söz edecektir. Yahut toplumsal barıştan falan dem vuracaktır. "Demokrasiyi korumak için" bile diyenler çıkacaktır, emin olun. Tabii, demokrasi dediğin tek seslilikten, uzlaşıdan başka nedir ki?
Üçüncü sorunun cevabına gelince: "Ben seninle uzlaşırken, kendi doğrularıma sırtımı döneceğim. Eh sen de eşek değilsin ya, az da sen fedakarlık edeceksin prensiplerinden... Hooop... işte uzlaştık." Sen sağ, ben selamet; cümlemize afiyet. Sonra da 'yaşasın demokrasi' diyeceğiz. Muhalefet kurumunun köküne dinamit koyacağız; enkazın altında kalanlara da rahmet dileyeceğiz artık.
Erkekler kadınları eziyormuş...
"Eh kadınlar da biraz alttan alsın canım. Kadın dediğin erkeğini idare eder. Cilvesini yapar, erkeğinin midesini hoş tutar, tatlı dilli güler yüzlü olur, olmazsa yatakta tribini yapar. İşte bu..."
Ver alttan hoşgörü gazını; ondan sonra uzlaş babam uzlaş...
Komşum apartmanda yaşamanın kurallarını bilmiyormuş...
"Canım hepimiz köyden geldik. Ne var yani kurban bayramında sığırını balkona bağladıysa? Kıyamet kopmadı ya. Haftaya kesilecek hayvan. Komşunuzla uzlaşamıyorsunuz, bari hayvansever olup sığırlarla uzlaşın..."
Değil mi ama? "Ben öyle bir uzlaşığım ki, benim diyen sığır problem yaratamaz yani..."
Gençler yoldan çıkmışmış...
"Siz hiç genç olmadınız mı yahu? Bırakın gönüllerince eğlensinler. Okumasınlar varsın. Biz okuduk da ne oldu sanki? Başımız göğe mi erdi?"
Tabii tabii, salalım çayıra, Mevla kayıra. Lakin uzlaşma ihmale gelmez, cihan harbi falan çıkar maazallah!
Gazeteler, TV'ler çok kalitesizleşmiş; hele o televole denen illet yok mu? Kültür yozlaşması yaşıyormuşuz...
"Kim demiş? Bakın, uzlaşı prensesi Avşar kızıyla, kaypaklık prensi Çilingiroğlu'nu bile uzlaştırdılar zamanında. Bir yuva yıkılmaktan kurtuldu. Milli velet Zehra da bir uzlaşı abidesi olarak topluma kazandırıldı."
Allah başka dert vermesin bu topluma.. Her şeyin bir uzlaşı zemini bulunur elbet...
Birileri bankaları hortumluyormuş, haksız kazanç elde ediyormuş, suç işlemek için çete kuruyormuş...
"Problem ettiğiniz şeye bak! Gidin, anlaşın, siz de çeteye katılın; olsun bitsin. Hem açlıktan ölmedik ya; çok şükür karnımız tok, sırtımız pek; idare ediyoruz. Yıkılmadık, ayaktayız.. Hortumcular da bu vatanın evladı değil mi? Nasiplensinler üç kuruş. Ne var yani, atla deve mi?"
Yasalarmış, hakmış, sosyal adaletmiş, hukukmuş...
"Hukuk dediğin fanidir lakin uzlaşı bakidir... İşin içinden çıkamazsak, veririz bir dokunulmazlık, hukukla da uzlaşırız... Ne demişler? Demokrasilerde uzlaşılar tükenmez..."
Madem öyle, doğruyu söyleyeni niye hala dokuz köyden kovmaya çalışıyorlar? Biraz da onlarla uzlaşsalar olmaz mı?
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Gültekin Gök |
NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ, NE OLACAK? -1-
Ne kadar zormuş bu memlekette sanatçı olmak, sanatla uğraşmak ve sanatın herhangi bir dalında bir şeyler üretebilmek.
Yıllarca sinemalarda, dizi filmlerde, tiyatrolarda oyuncu olarak gördüğümüz renkli yüzleri, yüzlerce filmde, dizide veya bir tiyatro sahnesinde alkışladığımız oyuncuları hatta hatta müzik anlamında bir döneme damgasını vuran kişileri gazetelerin bir köşesinde "bankın üzerinde donmuş bir şekilde ölü bulundu" "evinde perişan bir şekilde öldü " "günlerce yemek yememiş bir vaziyette ölü bulundu" "katalitik sobadan sızan gazdan zehirlenerek öldü" ... şeklindeki aramızdan ayrılma hikayeleri insanı o kadar derinden yaralıyor ki... Bu ölüm şekillerinde görülen tek ortak noktada sanırım sanata ve sanatçıya duyulan saygısızlıktan başka bir şey olmasa gerek.
Bahsedilen ölüm şekillerine ülkemizde o kadar çok ve o kadar sıcak örnekler var ki. Aklıma gelen birkaç tanesinden bahsedeyim. Sami Hazinses... Neredeyse Yeşilçam filmlerinin tamamına yakınında bu karakteri görmek mümkün. Sevimli oluşuna ve sakinliğine de yakınen şahit olmuştum. Son günlerini Taksim Meydanında bankaların üstünde geçirir olmuştu sahipsizlikten. Ölümüne sanırım 5-10 gün kala fark edildi ve hastaneye kaldırıldı. Çokta yaşamadı zaten bu vefasızlığın üstüne...
Daha birkaç zaman önce aramızdan ayrılan ve tam bir kültür hazinesi olan ve Türkiye'nin dönemimizde yaşayan tek gazelhanı olarak bilinen Kazancı Bedih (Bedih Yoluk ve Eşi) o da diğer emektarlar gibi asıl layığını bulamadı. Garibanlığın sefaletin ve vurdumduymazlığın ve de yine vefasızlığın sonucunda katalitik soba kurbanı oldu. Oysa unutulmuş ne eserleri tekrar tekrar ortaya çıkararak, o nağmeleri o Urfa sıra gecelerini bize sevdirmemiş miydi. Eşkıya filminde okuduğu "Nice bu hasreti dildar ile giryan olayım / Yanayım aşkın ile büryan olayım" nağmeleri hala kulaklarımda, ya Saza Niye Gelmedin ve Urfa Türküsüne ne demeli... Gerçekten onun kendine özgü yöresel şivesiyle ve yorumuyla daha bir güzel olmuyor muydu!
Gazetelerde küçücük bir köşede yer bulabilen bu haberlerden sonra, insan bir de sür manşet şeklinde anlam veremediği haberleri gördüğü vakit gözyaşlarını tutamıyor. Şu futbolcu şu takımdan şu takıma şu kadar milyon dolarla transfer oldu. Maç başına şu kadar bin dolar alacak. Şu ferrariyi beğenmedi, şu bilmem ne yaptı. Cumhur başkanı şu takıma veya bu sporcuya şu kadar cumhuriyet altını hediye etti... Başbakan şurdan ev hediye etti vs. vs. Ben ülkemizde bir futbolcunun bir pop sanatçısının böyle bir sefaletle öldüğünü hatırlamıyorum. Peki bu çifte standart neden? Hiç mi emeği geçmedi ülkeye bu insanların. Hiç mi sanatımıza, öz kültürümüze katkısı olmadı bu insanların. Sivas'ta, dünyada bir daha eşine rastlanamayacak bir şekilde katledilen onlarca sanatçının ve aydının kaç tanesi tekrar yetişti bu ülkede. Kaç tanesi müziğini icra edebildi, kaç tanesi kitaplarını yazarak bizlere sundu...
Ülkemizde her birimin bir bakanlığı olduğu gibi Kültür Bakanlığı da mevcut. Ancak kültüre ve sanatçıya sahip çıkan bir tarafına çok fazla rastladığımı söyleyemem. Temennim bu tür olaylara gazetelerde ve medyada bir daha karşılaşmamak ama bu da biraz imkansız gibi görünüyor. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün söylediği son derece doğru ama doğruluğunun ötesinde bir türlü ileriye götürülmek istenmeyen bir söz "Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir". Evelallah sanat dallarının binbir türlüsü öyle veya böyle ülkemiz sınırları dahilinde icra ediliyor. Ama bu gidişle bu sanatı icra edecek sanatçı kalır mı memlekette diye düşünecek olursam bazı tereddütlerim yok değil... Hayat damarlarımız mı kopartılıyor!
Atalarımız demiş ki "Ne Olacak Bu Memleketin Hali Ne Olacak"
Gültekin Gök
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Zeycan Irmak |
Dramatize....
Bırakın onu bunu her şeyden önce anneyim ben. Kızını korumaya çalışan, kendi yaşamını onun doğumundan itibaren sürekli askıya alan, önce çocuğunun geleceği, yetişmesi, büyümesi için durmadan çırpınan bir anne. Yalnız bir anne... eşinden boşanmış. Uzun süren bir birlikteliğin ardından; boşanmanın yarattığı psikolojik travmaları atlatmaya çalışan, bu sırada kızını olası tüm sıkıntılardan koruyabilmek için ayrı bir efor sarf eden genç bir kadın. Hem dış dünyayla, hem de kendi içselimde kurmaya çalıştığım düzenle baş etmek hiç kolay olmadı, olmuyor. Yine de ayakta durmaya gayret ediyorum. Bazen insanlar karşıma geçip neden halâ hayatımda birinin olmadığını soruyor. Ben normalsem -onlara göre- neden biriyle birlikte değilim? Direkt olarak soramasalar da akıllarından bu sorunun geçtiğini biliyorum. Çünkü boşanmışsın, uzun süre geçmiş, üstelik ayrıldığın eşin hiç vakit kaybetmeden başkasıyla evlenmiş bile. Tamam o biraz acele etmiş ama en azından benimde hayatımda biri olmalıymış. Sağlıklı kalabilmemin başka yolu yokmuş - v.s.
Ne tuhaf, eskiden olsa, çok değil bundan on yıl önce meselâ; boşanmış kadının, (o zamanlar eşi ölene de, boşanana da "dul" yaftası yapıştırılırdı) ayrıldıktan sonra biri girse hayatına yadırganırdı, en basit tanımıyla o kadın "kötü kadın" olarak tanımlanırdı. Zaman, geçerken bir çok şeyi peşinden sürüklüyor, boş kalan yerlerse hiç vakit kaybetmeden yenileriyle dolduruluyor. İnsan beyni mucizevi bir bilgisayar, yarattığı yeni programları hayata geçirmekte hiç zorluk çekmiyor. Ve toplum yeni kurallara karşı koymaktansa çok çabuk kabulleniyor yeni geleni, yadsımıyor. Yozlaşıyor muyuz? Çağdaşlaşmak adına kaybettiklerimizi farkında mıyız acaba? Değer yargılarımız, tıpkı zaman gibi nasıl da hızlı devinimlerle döngüsünü tamamlıyor... bu beni ürkütmüyor değil. Elimde olmadan kızımın erişkinliğinde yaşayacağı rahatlığı ve sıkıntıları düşünüyorum. Biz mi şanslıydık, onlar mı? Karar veremiyorum....
Hâl böyleyken hayatımda biri yok diyemiyorum, var da diyemiyorum. İki farklı kuşağın ortasında hissediyorum kendimi. Kendime göre geçerli sebeplerim var; olmasını istediğim kişi ile başlama aşamasına gelsem de olamıyor, nedense başka bilinmez bir tarihe ertelemek zorunda kalıyorum. Sadece arkadaşız (genel tanım). Galiba korkuyorum. Korkularım çok fazla. Yeni bir ilişkiden, ilişkinin sorumluluklarından, artılarından, eksilerinden, ilişki ciddiye giderse sonunun evlilikle noktalanmasından. Yok eğer, ben kapılıp gidersem ayrılmaktan. Kısacası daha önce yaşadıklarımı tekerrürden korkuyor ve beni beklemekten sabır taşına dönmüş arkadaşımı, her seferinde mahcup bir gülümsemeyle yolcu ediyorum. Burada değil. İyi ki aynı şehirde değiliz. O geliyor, beni görüyor, sıkmadan, incitmeden iki yakın arkadaş gibi iki-üç saat sohbet ediyoruz. Yaşamın bir kısmını onunla paylaşmak beni rahatlatıyor. Yine de "ilişki" sözcüğüne değinmek bile istemiyorum. O birkaç saati kendimi ve karşımdakini tanıyabilmek için kızımla olan yaşamımdan çalıyorum. Ruhumun o saatlerde sanki yanlış ve yasak bir şey yapıyormuşum hissine kapılarak daraldığını, boğulduğunu fark ediyorum. "Ne işin var burada, bu tanımadığın insanla? Ayıp. Kalk git. Biri görür, yanlış düşünürse, nasıl açıklarsın?" O konuşurken benim beynimden bunlar geçiyor. Konsantre olamıyorum. Kızımdan çaldığım zamanlar. Öncelik kızımındı. Tam tersi olmalıydı oysa. Önce ben önemli olmalıydım. İlk söyleyişte bencilce gelebilir ama değil. Ben kendimi iyi hissetmezsem, kızıma nasıl yardım edebilirim? Benim yüzüm gülüyorsa kızımda iyi olmaz mı? Ama sahici bir gülümseme. Halbuki ben hep gülüyorum ama yılgın, ama usanmış, ama yapmacık, ama işten yorgun gelmiş, ama kafasının içi yüzlerce minik kurtçuk tarafından kemirilirken gülümsemeye, sözde onunla ilgilenmeye çalışıyorum. Derslerini yapıyoruz, televizyon izliyoruz, yemek yiyoruz ve beraber yatıyoruz. Beraber yaşıyoruz. Ama nasıl yalnızız ikimizde. Kendimize ait dünyalarımız var. Bazen ben onun kapılarını zorluyorum, girmek istiyorum. İstiyorum ki aklındaki her soruya yanıt bulabileyim, o hiç üzülmesin, sıkıntı çekmesin. Bazen açılıyor o kapılar ama genelde ağlama nöbetleriyle. Ya babasının yanından döndüğü bir hafta sonu bitiminde, ya babasından gelen duygu sömürülerinin sıralandığı günlük telefon görüşmesinin ardından dayanamayıp ağladığında "lütfen anne, babamı arayıp ona kızma, onun suçu yok" diye aralanıyor kapılar. Ve ben her zamanki söylevlerimden birini verip sarılıyorum, ağlamamak için sıkıyorum kendimi. Güçlü anneyim ya, taş gibi kalbim var benim. Böyle durumlarda babalar ağlayabilir çünkü onlar çocuklarını her zaman göremiyor, özlüyorlardır. Fakat anneler ağlayamaz, çünkü onlar çocuklara hep yakın olandır. Bense kapılarımı kızıma henüz açamıyorum. Kurduğum basit cümleleri bile kabullenmekte, içine sindirmekte zorlanıyorken nasıl anlatırım içimde olanları? O daha bir çocuk. Ama istiyorum ki büyüdüğünde çok sıkı iki dost olabilelim. Bunun için şimdilik küçük kısa adımlar atmakla yetinebiliyorum.
Benim kapılarımsa herkese kilitli. Beynimin içinde siren sesleri, yanıp yanıp sönen mor kırmızı ışıklar var. Beynimin içi her birinin ayrı işlev göreceği önceden saptanmış farklı renk ve ebatlarda yüzlerce denek kurtçuğu ile dolu. Analiz edilmek üzere bekletiliyorlar ve devinimleri hiç durmuyor. Sürekli yeni şeyler üretiyorlar, yeni fikirler, yeni atılımlar, yeni şeytanca öngörüler, yeni bir sürü, bir sürü ıvır zıvır.... işe yaramazlar. Yarayanların ise prospektüsüne kırmızı kalın harflerle "tedavülden kalkmıştır" ibaresi konmuş. Fonksiyonel dağılım adil değil.
Ben hayatı kanırtarak yaşayanlardan değilim. Sorunlar ne kadar aşılmaz gözükürse gözüksün onları minimize ederek sorgulamayı tercih ettim hep. Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum. Pozitif düşünmeye çalışıyorum, kızıma daha verici olabilmek için. Kişiliğindeki gelişimleri yakından takip etmeye çalışıyorum. Ön ergenlik dönemindeki bir çocuğun ebeveynleri ayrıysa ve yeni düzenler kurmuşlarsa kendilerine, çocuk kimin yanındaysa o insana daha fazla sorumluluk düşüyor. Çünkü çocuk yaşıtlarına göre daha duyarlı, bilinci daha açıktır. Her iki yaşamı da algılamaya çalışır. Bazen adaptasyon sorunlarıyla karşılaşıyorsunuz. Daha fazla ilgi göstermeniz gerekiyor. Ve kendi yaşamınızdan doğal olarak daha fazla feragât ediyorsunuz ki bu da sizin iç dünyanızdaki dengenin sarsılmasına sebep oluyor. Bazen yalnızlığınız sıkıyor sizi bazen de kalabalıklar.
Bu şehir çok kalabalık. Çevrenizde size ilgi gösteren çokça insan var. İlgi bazen kişinin egosunu tatmin ederken, bazen bunaltıyor. Bu evde çok eşya var. Hepsini atmak istiyorum! Tüm odaları boşaltmak, sesimin duvarlarda yankılanması, her odada yer minderi olmalı; yatmak, oturmak, yemek yemek için... tek bir şilte yeterli bana göre. Olmuyor. Düzen böyle kurulmuş. Eşya, ev, içinde yaşayan insanların kişiliğini yansıtan birer materyal. Gerekli olan şeyler yani. Ama bana fazla geliyor. Sıkılıyorum. Evden, şehirden, kalabalıktan... eski eşimle aynı şehirde olmak düşüncesi, çocuğun onu her hafta görmesi, halâ bitip tükenmeyen "o senin için bunu söyledi" safsataları, ortak arkadaşlar, tanıdıklar, ne çok insan var çevremde. Hepsinden uzaklaşmak istiyorum. Beni yoruyorlar.
Kızıma bir baba modeli lâzım. Onun buna gereksinimi var, bana ne kadar kötü olursa olsun, o insanla zamanında yaşanmış ortak bir geçmiş var. Hatalar, yanlışlar, duygusal sapmalar, paranoya halleri, geçmiş, geçmiş, geçmiş... geçmişten izler taşıyan bir çok ayrıntı... kurtulmak istiyorum!
Geleceği düşünmeyi sevmem ben. Gelecek belirsizdir. Adı belirsizlik olan bir zaman dilimi üzerine düşünsel faaliyete geçmek suya yazı yazmak gibi geliyor bana. Boşa zaman harcamış oluyorum. Oysa benim boşa harcayacak hiç vaktim yok. Anda yaşamalı. Ne olursa olsun anda yaşamayı öğrenmeli insan. Çünkü sadece anda varsın. Dünde artık yoksun, dün geçmişteki bir küçük çentik. Yarınsa henüz gelmedi. O zaman sahip olduğun en değerli vakit; an... Anın içine istersen çok şey sığdırabilirsin, istersen hiçbir şey yapmazsın. Canın nasıl istiyorsa öyle değerlendirirsin. Bu senin insiyatifine kalmış... Ben anda yaşamayı seviyorum. An'ın bana bıraktıklarında.
Bu aslında tek başına yaşayan -ve şimdilik-; her koşulda anne ilgisine, sevgisine ihtiyaç duyan bir küçük insanın sorumluluğunun büyük paydasını üstlenmiş olan benim için öyle zor ki... kendimin olmasa da kızımın geleceğini düşünmek zorundayım -zaruret-. Eğer kendi geleceğimi kuramazsam kızımınkinin temellerini nasıl atarım? İşte bu noktaya geldiğimde tıkanıyorum... suya yazı yazmak öyle külfetli bir iş ki... yapamadıkça sinirleniyorsunuz, yapamadıkça yıpratıyorsunuz kendinizi ve açmazlara doğru sürükleniyorsunuz. Üzerinize giyindiğiniz elbise suya yazı yazacağım diye, sürekli suyun içinde durmanızdan ağırlaşıyor. Su çekiyor-ağırlaşıyor, suyu emiyor-ağırlaşıyor, sanki tonlarca ağırlıktaki demir yığını buldozeri omuzlarınızda taşıyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz bir süre sonra...
Hiçbir zaman sığ sularda yüzmeyi başaramadım. Sıradan, sakin, olağan bir yaşamım olamadı. Derin ve sancılı süreçlerden geçtim. Derin ve kasırgalı açık sularda kaybettim yolumu, buldum tekrar. Tek bir düzeneğin parçası olmayı başaramadım. Hep koştum nefes nefese, hep yetişmeye çalıştım. Hep an'ın bana sunduğu olağanüstü mucizelere tanıklık ettim... su hep derinlerine çekti beni, diplere... dipte boğulmakta vardı, tekrar su yüzüne çıkmakta...
Bir evrim geçiriyordunuz; karşılaşacağınız, size zarar vereceğini düşündüğünüz her türlü küçük/büyük çatışmaya karşı savunma mekanizmanızı geliştirmek, tilki uykusuna yatmak zorundaydınız. Güvensizdiniz. Olası en ufak bir harekete karşı bile tepkiniz büyüktü! Gözleriniz çoğu gece uykusuzluktan, ağlamaktan kızarmış, şişmiş ertesi günü karşılarsınız. Gün aydınlanır. Çevrenizdeki sesler fazlalaştıkça beyninizdeki sesler azalır. Biraz soluklanırsınız. Bir sonraki gece yaşanacak kurgulara karşı enerji depolarsınız. Sancılı ve yorucudur. Her gece başka bir kurgu, öngörü, kaygı, kuşku, kâbuslar, kavgalar... bu savaş hiç bitmeyecek sanırsınız.
Oysa bir sabah uyandığınızda, güneş farklı doğmuş gibi gelir size. Sürecinizi henüz tamamlamamış olsanız da, gülümseye başlamışsınızdır yeniden, yeni doğmuş bebek saflığıyla... artık siz; her renge ve biçime girebilen, bir okyanus bitkisi olarak adlandırmaya başlarsınız kendinizi. Siz minicik bir bitkisiniz, bu gün başka bir deniz yaratığı tarafından yutulmadıysanız şanslınız... kolay değildir ama kabullenirsiniz yavaş yavaş. Yaşamsa; içinde belirsizliklerin, mutlulukların, mutsuzlukların, sürprizlerin, tatlı sert rüzgârların hüküm sürdüğü kocaman ve sonsuz büyüklükteki bir okyanustur.... okyanusa hoş geldiniz....
Zeycan Irmak
Yukarı
|
YILKI ATLARINA KIYMAYIN!..
Geçenlerde gazetelerin birinde ilişti gözüme; "Yılkı Atlarını Çaldılar!" başlığı altında renkli bir fotoğraf... Bembeyaz karlar üzerinde, kendilerine Tanrı tarafından bağışlamış olan asalet ve estetikle yüklü, olağanüstü zarafetleriyle, kimi kıpkızıl, kimi boz, kimi de kapkara, güzelim Yılkı Atları...
Fotoğrafın altındaki haber ise: "Samsun Kızılırmak Deltamsında yaşam süren 150 yılkı (başıboş bırakılan) atından 30'u çalındı. Bazıları sahipli olan atların çalındıktan sonra kesilip, yiyecek et olarak piyasaya sürülmesinden endişe duyuluyor."
Kimlere kızayım öncelikle, bilemiyorum ki! Asıl suçlu onları çalıp, kestikten sonra yiyecek olarak piyasaya sürmeye kalkanlar mı? Yoksa, işlerini gördürdükleri sürece sahiplenip, işleri bittiğinde ise, (kuvvetle muhtemeldir ki) besleyip gözetmenin mâliyetinden kaçtıkları için bu asil ve cefakâr hayvanları, tekrar ihtiyaçları olana dek korumasızca ve de aç-biğlaç doğaya salıverenler mi? Yılkı atlarının bu acı kaderini kimler çiziyor?
Yüce Tanrım! İnsanoğlu da senin yarattıklarından; ama, neden bu denli nankör, bencil, acımasız, ve de vurdum duymaz?
Amaaan Ferda... Dert ettiğin şeye bak! Yine aynı insanoğlu değil mi ki; sadece hizmetine koştuğu atlara değil; yanında çalıştırdığı insanlara bile acımasızca davranan?
Fındık toplama mevsimi geldiğinde, çık şöööyle Karadeniz kıyılarındaki fındık bahçelerine doğru veya tütün ya da pamuk zamanı Ege, Çukurova, Harran ovalarına doğru... binlerce "mevsimlik işçi" görürsün... kadın-erkek, çoluk-çocuk. Gün doğumundan, taa batımına dek ölesiye çalıştırılırlar. Karın tokluğuna bile yetmeyen üç kuruşluk yevmiyeyle, üstelik! Yoktur hiçbirinin gelecek güvencesi. Ne geleceği, hangi gelecek? Hemen o yaz bitiminde gelecek olan kara kışın dahi güvencesi verilmez onlara! Mevsim biter, iş de biter. Ürünü kaldıran mal sahibi, nasibini alır kat kat fazlasıyla da; hiç düşünmez mevsimlik işçisinin nasibine düşeni. O garibanlar hasat sonu salıverilirler açığa, taa ki gelecek mevsime kadar. Tıpkı yılkı atları gibi!
Hiçbir patron onları sahiplenmeyi, barındırıp gözetmeyi düşünmez; en azından kış geçene kadar. Sadece ve sadece mahsul tarladan kalkıp, ambara girene dek bir anlam taşırlar çünkü. Sonra... sonra, koyuver gitsin, baksınlar başlarının çaresine, kimin umurunda?
Açlıktan kırılmışlar, koca bir kış boyu perişan olmuşlar, kimileri ölmüşler, kurda kuşa yem olmuşlar! Ne gam? Neticede her biri bir yılkı atıdır, işe ve yük kaldırmaya koşulan! Sonları bir mezbaha olmasa da mevsimlik işçilerin, ondan aşağı kalır yanı da yoktur hani? Onların acı kaderini çizen kimler, peki?
Ben şimdi hangisi için dertleneyim ki? Sahipsiz, zavallı yılkı atları için mi; yoksa en az onlar kadar cefakâr olup; aynı vefasızlığa mahkum edilmiş mevsimlik işçilerin durumuna mı?
Ne olur be insanoğlu; biraz olsun insan olduğunu hatırlayıp; vazgeçsen artık şu yaptığın kıyımlardan! Hem insana, hem hayvana hem de doğaya ettiğin yetmedi mi? Sürdürmekte ısrar ettiğin kıyımlarla, kendi soyunu da tükettiğinin farkında değil misin hâlâ!..
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Doğan Sovuksu |
BIR EROTOMANYAKLA* ZAVALLI ISTANBUL'DA BEYAZ BIR GECE
(*Tutku derecesinde bir aşkla beğendiği insanın da -öyle olmamasına rağmen- kendisine aynı duyguları beslediğini düşünen ve karşıdakinin yaptığı her hareketi ve söylediği her sözü, yaşadığını sandığı büyük aşk ile ilişkilendiren kişi. )
-Çek şunu iyice, tam oturmadı!
-Boşuna takıyoruz abi bu zinciri, 1 santim ilerlediğimiz yok, ne işe yarayacak?
-Çek oğlum şunu ya, zaten elim dondu, boş konuşma!
-Niye takıyoruz ki zinciri, bu fırtınada polis gelip ceza mı yazacak?
-Abi çıldırtma beni, polisle ne alakası var, her yer kar görmüyor musun? Biraz sonra hareket edince kaymayalım diye takıyoruz.
-Ne hareketi ya? Son 1 metreyi 2 saatte aldık, ben umudumu kaybettim, bırakalım arabayı emniyet şeridine, gidelim, zaten Beste mesajıma cevap vermedi!
-Oha! Soğuk başına vurdu senin! Beste hanım mesajına cevap vermedi diye arabamı burada hırsızlara bırakayım ha? Ayvayı yedim! Bir manyakla, eksi 5 derecede aynı arabada...
-Tamam ya tamam!! Moral vermeni beklemiyorum, dalga geçme bari! Bu fırtınada tabela hırsızları bile gelmez, araba hırsızlarının işi ne otobanda? Ne yapsınlar bu arabayı oğlum, biz 3-4 saattir zar zor hareket ettiriyoruz, onlar ne yapacak bu enkazı?
-Ulan arabaya almayayım da , don enkazın dışında!! Plastik kısmının ucundaki kancayı iyice ger, tam oturmadı zincir!
-Beste mesaj atmadı diyorum oğlum ölücem, anlamıyor musun?
-Hay senin Beste'ne! Anlıyorum, sakin ol! Belki attığı mesaj donmuştur, ne dersin? Bak çevrene, zavallı mesaj telefonun yakınlarında donmuş olabilir.
-Ölüyorum oğlum, kalbim durdu, gel dinle, kafayı yiyeceğim dalga geçme!
-Bin arabaya fazla konuşma! Şunu düşün: Burada donarak ölürsen Beste bunu takar mı? Belki günler sonra bir arkadaşından duyar da 'yazık olmuş efendi çocuktu' der.
-Abi kız seviyor beni anlamıyorsun...Offff of! Sen anlamazsın zaten bu duyguları, aşk bu oğlum! Aç şu radyoyu bari de kafam dağılsın!
-Kafan zaten dağınık oğlum senin, tam dağılmadıysa bagajda kriko var, dağıtayım mı?
-Çok komiksin! Sakızın şekeri bitti, bir tane daha uzatsana....
Sayın dinleyiciler, şu anda Hadımköy' de arabasında mahsur kalmış sürücülerden biri hattımızda:
-Cengiz Bey, orada durum nasıl, iyi misiniz?
-İyiyiz, iyiyiz. Yeterli bisküvimiz ve suyumuz var.
-Kaç saattir oradasınız?
-7 saattir buradayız.
-7 saat mi? Aman Tanrım!!
-Bak beterin beteri var. Bizim sadece 4 saat oldu.
-Şarjım bitecek, kız hala mesajıma cevap vermedi. Bir cevap verse, ben beklerim 30 saat daha. Haydar öndeki araba hareket mi etti, bana mı öyle geliyor?
-Rüzgardan sallanıyor oğlum, sakin ol!! Kesin delirdin sen?
-Valla bir 7 saat daha bekleriz herhalde. Bakın ben Almanya'da çalıştım 30 sene. Çok daha kötü fırtınalar gördüm, 1 saatten fazla kalmadım, bu halde yollarda. Kimsenin bir şey yaptığı yok, saatlerdir kıpırdayamıyoruz, benzini bitenler var, soğuktan ölebilirler. Ne biçim bir ülke anlamıyorum, şehrin merkezine 20 kilometre uzakta donup öleceğiz kimsenin umurunda değil, en yakın benzinci 5 km. ötede, zaten yiyecek bir şey kalmamış orada da. Gidenler eli boş döndüler.
-Neler yaptınız 7 saattir Cengiz Bey?
-Ne yapalım, diğer sürücülerle sohbet ettik, plakaların harflerinden kelime bulma oyunu oynadık, radyo dinliyoruz, bol bol küfür ettik, böyle şeyler....
-Adam Almanya'da çalışmışmış!! Hep şikayet ederler zaten böyle adamlar. Belediye ne yapsın? Fırtınada çıkmayacaksın dışarı kardeşim!
-Niye çıkmayalım yahu? İşimiz gücümüz var! Biz niye yoldayız o zaman?
-Yaptık bir salaklık!
-Sen yaptın. Senin yüzünden Beste' den de oldum bugün. Keşke vapurla geçseydim karşıya. Şu anda evde kıza mail yazıyordum. Ulan bir kar, koca İstanbul' u nasıl bu hale getirir? Avrupa'da her gün kar yağan yerler var, işe gitmiyor mu adamlar? Moskova'da 2-3 günde bir bundan daha beter karlı fırtınalar oluyor...
-Atma oğlum ya!! O kadar seviyorsan, git oralarda yaşa! Oranın yollarına kar yağmıyormuş! Yolun ortasındaki çizgilerin, karları itici bir manyetik etkisi varmış, kar tam yola düşecekken havada yön değiştiriyormuş.
-Üzerinde kar olan arabaları da yolun kenarına atıyor muymuş bu çizgiler? Oğlum sen benden beter atıyorsun. Beste olmasa, çoktan gitmiştim de, neyse....! Ne doğru dürüst bir işim var, ne gelecek beklentim, ne huzurum, ne keyfim....Zaten Beşiktaş'a da bir şeyler oldu bugünlerde moralim hepten bozuk.
-Karamsar .okun tekisin oğlum sen! Hay senin Beste' ne...! Kız şu anda annesinin yaptığı çayı içerken, diğer sevgilileriyle mesajlaşıyordur. Öyle kızların sotede en az 5 aşığı vardır. Sen 5+1'in 1'i olabilirsin ancak. O da kıza yeterince maymunluk yapabildiysen...
-Haydar kızdırma beni! İner, arabanı iter, yoldan çıkarırım ha!
-Tamam oğlum sakin ol, şaka yapıyoruz.
-Cengiz Bey, yetkililer şu anda bizi dinliyor olabilir, bir şeye ihtiyacınız var mı?
-Yok kardeşim hiçbir şeye ihtiyacımız yok!! Kimseyi de görmek istemiyoruz buralarda. Sabaha kadar bekleyeceğiz, yollar nasıl olsa açılır. Türk insanı her şeyi kendi başına halleder, kimseye ihtiyacımız yok! Allah büyük....
-Kolay gelsin efendim.
-Adam kafayı yemiş yazık!
-Haydar kaç saat oldu? Öndeki araba hareket etti sanki, sen de hazırlan. Beste hala mesaj atmadı! Oğlum sevmiyor mu bu kız beni yoksa?
-Mehmet antidepresan hap var çantada, al istersen, üşüttün sen!
-Deli miyim lan ben, ne antidepresanı? Kardan adam mı yapsak acaba? Nişantaşı tam olarak kaç kilometre uzakta?
-15-20 kilometre? Beste mi yine?
-Ya yürüsem mi acaba? Yürürsem sana ayıp olur mu? Tek başına gidebilir misin eve?
-Yoooo. Tam tersi makbule geçer. Yolda donarsın ve ülke bir manyaktan kurtulur.
-Abi ciddiyim ben!
-Oğlum sen manyak da değilsin, erotomanyaksın!! Unut bu kızı artık! Kız senden hoşlanmıyor belli!! Bu fırtınada 15 km. yürüyemezsin, yürüsen neye yarayacak?
-Hoşlanmıyorsa niye gülümsüyor habire beni gördüğünde? Selam veriyor? Telefon numaramı niye aldı?
-Kız herkese gülümsüyor, telefonunu da sen onunkini istedikten sonra sana ayıp olmasın diye aldı!!
-Yok ya! Mesaj da atıyor habire.
-Oğlum senin mesajlarına atıyor cevapları. İşle ilgili şeyler sorarsan tabii ki cevap atar. Kendiliğinden attı mı hiç?
-Mesajlarının sonuna "kendine iyi bak" yazmak zorunda değil di mi? Neden benim sağlığımı düşünsün ki? Görüşürüz der keser atar.
-Görüşürüz yazarsa daha çok yanlış anlaman mümkün diye kendine iyi bak ve beni bir daha rahatsız etme demek istiyor işte.
-Sen kızları tanımamışsın, zorlamayı severler, hemen duygularını göstermezler. Oğlum senin kız arkadaşın yok mu, niye kıskanıyorsun?
-Tamam kıskanıyorum seni, affet beni. Sorun çözüldüyse otur oturduğun yerde ve kızı unut bu gecelik! Evine gitmemişsin, bir yerde buluşmamışsın, muhabbetin yok, samimi değilsin! Bu saatte evine gidersen, kız şaşırır ve senin sapık olduğunu anlayabilir. Fikrinin saçmalığını tahmin edemiyor musun?
-Arabam yolda kaldı, senin buralarda olduğunu söylemişti bir arkadaş, o yüzden arayayım dedim derim. Bugün sende kalabilir miyim diye rica ederim. Kesin kabul eder, bu sabah da selam verdi zaten.
-Mehmet beni korkutuyorsun abiciğim. Tüm bu sayıklamalarının soğuktan ve sıkıntıdan olduğunu itiraf et... Şaka yapıyorsun değil mi?
- Tamam biraz abarttım, kabul ediyorum. Kızda kalmam çok saçma. Gider kızın evinin önüne arabam yolda kaldı, bir kafede bir şeyler içelim mi derim. Levent 5-6 km. Oraya yürür, oradan metroya binerim.
-Otobandan yürürken bembeyaz olursun, paçaların da simsiyah olur. Kıza bu halde mi gideceksin? ....... Camını açsana, biri bir şey istiyor galiba.
-Merhaba! Sizden bir şey isteyecektim. Arkanızdaki arabada tek başımayım. Zincirim var ama takamıyorum, yardım edebilir misiniz? Sizin biraz önce taktığınızı görünce yardım isteyeyim dedim.
-Tabii hanımefendi ne demek! Siz zinciri çıkarın biz geliyoruz.
-Oğlum kızı gördün mü? Ne kadar güzel ya!
-Sen otur arabada, ben yardım ederim. Seni Beste arayabilir, kız sesi duyarsa ayıp olmasın?
-Ne Beste' si ya? Araba senin değil mi? Bırakma arabanı! Öndekiler hareket ederse yerimizi kaybederiz.
-Ne hareket edecekler? 2 saatten fazla süredir aynı yerdeyiz. Ayrıca sen yokken nasıl hareket edeyim?
-Sen hareket et, nasıl olsa fazla uzağa gidemezsin...
-Ulan, Beste ile kafayı bozmuş olmasan hayatta sana bırakmazdım bu zavallıyı. Belki seni adam edecek bir kızdır. Sakın üstüne düşme kızın, sakin ol, fazla soru sorma, Beste' den bahsetme, askerliğini anlatma, ekonomik durumunu abart, Avrupa ile Türkiye'yi kıyaslama, kızın dinlediği müzikleri, okuduğu kitapları sorma, insanları ve işini çok sevdiğini söyle!
-Tamam ya tamam! Kendim olmayayım yani, sağol öğütlerin için! Beste' ye söylemezsin değil mi ihanet ettiğimi?
-Git oğlum deli misin nesin? Buradan sağ çıkarsak ilk iş seni psikolog' a götürmek olacak. Unutma kıza nazik davranacaksın, fazla da soru sorma......... Sadece zincir takmamızı rica etti, bunu da unutma!
-Sen öyle san, nasıl baktı görmedin mi?
İstanbul yakası kirlenmiş beyaz gömleğiyle uykuya dalarken, Beste tahta bacağını çıkarıp masaya koydu, 2 sene önceki kar fırtınalarından birinde, üzerine kayarak gelen kamyonun ezdiği arabasında; paramparça olan sol bacağını düşündü. Camdan dışarı baktı ve karlı İstanbul'a bir kez daha küfretti. Yine de şükretmeliydi, bu haliyle bile onu beğenenler vardı iş yerinde.... diye bitmeliydi belki de bu hikaye Sevgili Okuyucu. Ama gerçek hiç de dramatik değildi. İstanbul sadece yakası değil her tarafı kirlenmiş beyaz gömleğini çıkarmadan uykuya dalarken Beste kendine bir Bacardi-Cola hazırladı ve camdan dışarıyı izleyerek içkisini içmeye başladı. İşyerindeki moronu düşündü. Saf salağın tekiydi belki ama bu boşlukta hiç de fena sayılmazdı. Tam 2 haftadır onun dışında hiçbir erkekten beğeni mesajları almıyordu. Ayrıca kız kıza gezmek çok masraflıydı. Karlar eriyince belki bir maille çocuğun ilgisini tazelemekte fayda var diye düşündü. CD player' ı açtı ve evinde Türkçe olmayan tek CD'den Eagles-Hotel California'yı dinlemeye başladı. Bu şarkıya bayılıyordu...
Doğan Sovuksu
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Gülcan Talay |
AŞK KAZANMAK MIDIR, KAYBETMEK Mİ? -3-
Mutlulukları, aşkları başlayalı bir altı ay olmuştu artık. Parmaklarında söz yüzükleri ile... Kendi aralarında kalpten söz vermişlerdi birbirlerine. "Seni ömrümce seveceğim" diyerek takmıştı bu yüzüğü Kıvanç. Burcu bu rüyadan uyanmak istemedi. "Sonsuza kadar gözlerinin mavisinde dinlenmek istiyorum. Bu rüyadan hiç uyanmayalım aşkım." demişti.
Bir sabah, evden işe gitmek için dışarı çıktığında, İbrahim' i karşınında buldu. Aradan geçen onca zaman sonra, İbrahim çıkıp dikilmişti yeniden karşısına... Yeniden bir şans istemek için.
- Artık çok geç. Mümkün değil. Ben başkasını seviyorum. Seni unuttum artık. Seni sevdiğim günlerin anısına, lütfen bir daha karşıma çıkma. Benim için de kolay olmadı. Ama neticede hayat devam ediyor.
- Senden vazgeçmeyeceğim Burcu... Bunu bana, yapamazsın. Bu kadar basit mi her şey? Bir açıklama yapmadan çekip gitmek, kolay mı? Hem o gün ben senin için bir hediye hazırlatmıştım. Ama yetişmedi. Getirememiştim... Sen beni dinleme zahmetine katlanmadın bile. Biliyorum çok geç kaldım, ama sen, değil beni görmek, telefonda bile sesimi duymak istemedin.
- Sana açıklama yapmam demiştim. Oysa söz vermiştin bana. Benim niye üzüldüğümü o an anlayıp, söylemeliydin. Artık çok geç. Git lütfen...Git...
Bir yıl sonra çıkıp gelerek kafasını karıştırmayı başarmıştı sonunda. Kıvanç' ı çok sevmesine rağmen, ilk aşkı olması kafasını karıştırmaya yetmişti. Aynı akşam ortak bir arkadaşından aldığı telefon ile, bir hafta sonra kısa dönem askerlik görevini yapmak için Şırnak' a gideceğini öğrendi. Arkadaşı birde " Seni unutmak, senden uzaklaşabilmek için gidiyor. Aynı şehirde yan yana olup ta, onsuz yaşayamam dedi. Bu yüzden ertelememiş askerliği." demişti. Duyduğunda kalbinde acı bir kramp hissetti. Kafası iyiden iyiye allak bullak olmuştu. Demek ki, bir veda idi son kez karşısına çıkması. " Keşke dinleseydim. Belki gitmezdi." Elini telefona atıp en azından helalleşmek zorunda hissetti kendini. Ne diyecekti telefonda?... Konuşmak yerine, mesaj çekmeyi yeğledi. " Yolun açık olsun, umarım sağ salim gidip dönersin. En azından bir veda etmek istedim." Ardından, cevap hemen geldi. " Hakkını helal et, seni daima sevdim. Hep seveceğim, seni çok üzmeme rağmen. Benim için hep özeldin, özel kalacaksın". İçi ürperdi " Helal olsun" derken.
Hafta sonu görüştüklerinde, durgun hali Kıvanç' ın gözünden kaçmamıştı.
- İyi misin hayatım? Benzin sapsarı... Umarım hasta değilsin.
Anlatmalı mıydı, anlatmamalı mı? Karar veremedi önce. Düşündükçe ilişkilerinde gizli, saklı bir şeylerin olmasını istemediği için olan biteni anlattı. Biraz olsun rahatlamıştı.
- Anlıyorum seni bir tanem. Bende olsam kafam karışırdı. Sonuçta paylaştığınız çok şey var. Dürüst olduğun için daha çok seviyorum seni. Kendini hiçbir şey için suçlama. Üzülmeni istemem. İstersen düşünmen için bir süre ayrılabiliriz.
Kıvanç bunları söylerken içi paramparça olduğu, çok üzüldüğü halde bencillik yapamadı. Burcu' ya sımsıkı sarıldı. Gözlerinin yaşlarına engel olamadılar. İçlerinde birbirlerine olan aşkları coşmuş, çağlayanlara dönüşmüştü. Çağlayanlar; defalarca göz pınarlarından aşıp, omuzlarında kıyıya vurdu, dalga dalga... Hıçkırıkları birbirine karışmış bir süre öylece kalakaldılar.
İlişkilerine ara vereli bir ay olmuştu. Ama, her ikisine de bir ömür sürmüş kadar uzun geldi. Birbirlerini her gün işyerinde gördükleri halde, yan yana olup ta konuşamamak eziyetine daha fazla devam edemediler... İkisi de bu ayrılığa dayanamadı. Burcu konuşmak için odasından çıktığında, Kıvanç tam karşısına dikilmişti bile. İlişkilerine kaldıkları yerden devam etme kararı verdiler. Burcu kafasındaki soruları bir tarafa atmış, Kıvanç' a duyduğu aşk, sevgi daha ağır basmıştı. Bir süre sonra ailelerini de tanıştırıp, bir yuva kurmaya karar verdiler. Altı ay nişanlı kaldıktan sonra, nihayet bir hafta sonra evleniyorlardı. İkisi de çok mutluydu. Aşklarını kurdukları aile ile taçlandıracaklardı.
Burcu düğün hazırlıkları için izne ayrıldı. Annesiyle alışverişe çıktığı bir gün telefonu çaldı:
- Duydun mu acı haberi?
- Ne haberi, ne oldu?
- İbrahim bir çatışma esnasında şehit düşmüş. Bilmek isteyeceğini düşündüm. Başın sağ olsun.
Telefon elinden düşerken, Burcu da ayakta durmakta zorlandı. Arayan ortak arkadaşları Hatice idi.
- Ne oldu kızım. İyi misin? Cevap ver? Kötü bir haber mi var? Burcu, Burcu!!!
Annesi bir taksi çevirerek, kızını acilen hastaneye yetiştirdi. Kıvanç ta duyar duymaz hastaneye koştu... Doktor gözetiminde bir odaya yatırıldı. Günlerce başında bekledi biricik aşkının, ama bir tek ses vermedi Burcu. Kıvanç nasıl bu hale geldiğini anlayamamıştı. Hatice aramasa, belki Burcu kendine gelene kadar öğrenemeyecekti. Her gün yatağının baş ucunu taze kır çiçekleri ile bezedi. Elini tuttu, öptü, konuştu saatlerce, ama sevdiği bir kez gözünü açmadı.
- Aşkım, bir tanem ne olur aç gözlerini, bir kez gülümse bana. Dayanamıyorum artık, lütfen...Seni seviyorum. Bak evimiz hazır, istediğin mobilyalarla döşedim. İstediğin gibi balkonumuzun her köşesine kır çiçekleri diktim. Bak, seni bekliyor yuvamız. Sensiz o kadar boş ki... Duvarlar her gece üstüme, üstüme geliyor. Aynalar seni resmediyor, her baktığımda. Aç gözlerini artık ne olur.
Gözlerinden yaşlar süzüldüğünde, iyiden iyiye ümidi kesilmeye başlamıştı. Doktor bu tip vakalarda zamanla düzelme olabileceğini söylese de, umutlandırmak ta istemiyordu. Birden silkindi... Bir an bile olsa ümitsizliğe kapıldığı için kendine çok kızdı. Pes etmeyecekti, bu kadar kolay vazgeçmeyecekti sevdiğinden.
Tam bir yıl boyunca uğraştı... Hala pes etmedi. Bir gün ziyaretine geldiğinde sevgilisinin alnına bir öpücük kondurdu. Elindeki kır çiçeklerini vazoya yerleştirirken, bir taraftan konuşmaya başladı, mutlaka bir gün duyacak ümidiyle.
- Bugün nasılsın aşkım? Bak çiçeklerini getirdim yine. Seni özledim, sen de özledin mi beni?
- Kıvanç!!!
Kıvanç oracıkta kalakaldı. Burcu mu konuşmuştu, yoksa duymak istediği için mi? Adını yeniden duydu. "Biliyordum, biliyordum. Bir gün bir mucize olacağını biliyordum. Allah'ım şükürler olsun sana."
- Nasılsın? İyi hissediyor musun kendini? Doktoru çağırayım mı?
- İyiyim... Ama bana ne oldu Kıvanç, burda ne işim var? Hastalandım mı? Başım ağrıyor.
- Bir şeyin yok sevgilim. Ben doktoru çağırayım.
Kıvanç, o kötü olayı hatırlatmaktan, aynı şeyleri yaşamasından çok korktu. Bir psikolog zarar vermeden daha iyi anlatırdı. Doktorun kapısına doğru yöneldi. Kapıda Psikolog Fevzi Günel yazıyordu.
- Fevzi Bey kendine geldi, kendine geldi.
- Çok sevindim. Gidip bir bakalım, uyuyan güzel nasıl? ... diye şakalaştı. Doktordan önce koştu odaya. İçindeki coşkuya dur diyemiyordu. Koridor boyunca yoluna çıkan herkese sarıldı, mutluluğunu haykırdı. Herkes alkışlar eşliğinde aşkının yanına gönderdi Kıvanç' ı. Doktor geldiğinde hala yerinde duramıyordu mutluluktan. Burcu neden orda olduğunu yeniden sordu... Doktor da yeni bir şoka mahal vermeyecek şekilde durumu açıkladı. Sadece çok şaşkındı. "Yani bir yıldır uyuyor muyum? " diyebildi.
Bir ay kadar gözetim altında tutulduktan sonra, doktorlar tamamen iyileştiğine karar verdikten sonra taburcu ettiler. Kıvanç; kendisine gelmesi, toparlanması için bir süre bekledi, ertelenmiş evlilikleri için. Burcu, hayatında kaybolmuş bir yılı için ölümsüz aşkına, bir de minnettarlık duygusunu eklemişti. Şimdi Kıvanç' ı eskisinden daha çok seviyordu. Artık geçmişi bir tarafa bırakmalı, aşkına sahip çıkmalıydı. Kıvanç' ı aradı ve "akşam birlikte yemek yiyelim mi?" dedi. Kıvanç zorlamak istemeşti hiçbir şey için. Telefondan sonra çok mutlu oldu. Sonunda aşklarını perçinlemek için, evlenmemeleri için bir neden kalmamıştı.
Akşam yemeği için sözleştiler. Yemek yerken, bir yandan romantik bir müzik eşlik ediyordu, buruk aşk hikayelerine... Uzun bir ayrılığın ardından saatlerce konuştular; birbirlerine olan aşklarını, sevgilerini, özlemlerini dile getirdiler gözlerinde. Kıvanç cebinden çıkarttığı kutuyu biricik aşkına, hayatının anlamına uzattı...
- Uyurken unutmadıysan sevgilim, hala benimle evlenir misin?
"Aşk çoğu zaman, kazandığını sandığın anda kaybetmektir. Ancak aşkın gücü kayıpları kazanca dönüştürebilir."
Bitti...
Gülcan Talay
Yukarı
|
|
YILDIZINIZ KIPIR KIPIR, YA SİZ?
Ailenizin Yıldız Falcısı : Nurettin Özdemir |
|
Sevgili müdavimlerim uzun bir aralıktan sonra yine fal köşemizde buluşmaktayız. Yaşamın her insana er veya geç tattırdığı elemli anların ardından tekrar sizlerle buluşmak sevinci içindeyim. Her anınızı huzur dolu yaşayabilmeniz dileklerimle sizlere sevgilerimi sunuyorum.. Mehtap Akdeniz, AyşeNur Doksat ve sevgili Cem'e tekrar sonsuz şükranlarımı huzurlarınızda iletmek istiyorum.
KOÇ (21 Mart-20 Nisan) Bu hafta burcunuzda bulunan Venüs gezegeni sıcacık ilişkilere sizleri davet etmekte. Gurur savaşlarını bırakın, herşeyde haklı olamazsınız, rahat bırakın kendinizi artık.. Gerçek duygularınızı reddedilmekten veya incinmekten korktuğunuzdan gizliyorsunuz. Varmı böyle bir şey koçlarım !.. Venüs geldi, gönüller bayramda olsun gayrı..
BOĞA (21 Nisan-20 Mayıs) Bu ne inatçılık böyle sevgili boğalar !!. Asla kadirşinaslık göstermeye niyetli değilsiniz sanki.. Arkadaşlıklar, sevgililerle ilişkilerde, parasal konularda özellikle meydan muhaberelerindesiniz.. Geceleriniz gündüz yolaçtığınız hasarları telafi etmekle geçmekte !.. Yapılan bir ankete göre türkler barışmak için sevişiyorlar(mış)... Ya siz boğalar, bu ankete dahilmisiniz acaba..
Ruhsal ve manevi yönden bir arayış içindesiniz. Sakın kaderden şikayet etmeyin ! Gerilimleri azaltın yeter..
İKİZLER (21 Mayıs-21 Haziran) Saatiniz geldi.. Eğer ilişkilerde yetersizlik, iletişimlerde aksaklıklar, yanlış anlaşılmalar hasıl oluyorsa tansiyonları azaltın. Siz siz olun da alçakgönüllülük ile olaylara yaklaşın.. En çok iki ay içinde sizleri başka konumlara sürükleyecek değişim rüzgarları esmeye başladılar bile.. Gizli saklı bir çok konular ortaya çıkabilirler. Sabırlı ve metanetli olun, ilişkilerinize yeni soluklar katın. Profesyonel alanlarda keskin virajlara hazırlanın.. Yaz aylarında özellikle her türlü imzalara, belgelerin hukuksal geçerliliğine dikkat edin..
YENGEÇ (22 Haziran-22 Temmuz) Amam aman monotonlukların sinsi bir şekilde ilişkilerinize yerleşmesine izin vermeyin yengeçler.. Bu hafta hava oldukça elektrikli, bunu size söyleyeyim.. Yakınlarınızdan biri bu hafta manevi desteğinize sığınmaya geliyor, sakın boşvermeyin.. Çocuklarla ilgili alanlarda, onlara tatil organizasyonların da ufak yaramazlıkların olacağı günlerdesiniz. Sizde azıcık rahatlatsanız kendinizi. Fanteziler yaratsanız, havalandırsanız ruhlarınızı yengeçler. Salı gününden itibaren savaşlar başlıyor, eğer bir projenizi cidden savunmak istiyorsanız işte zamanı geldi.. Meslekleriniz de ortamlar elektrik yüklü ve her an yıldırımlar çarpabilir hedeflerinizi.
ASLAN (23 Temmuz-22 Ağustos) Tansiyonları şu sıralar daha da yükseltmeyin aslanlarım.Fuzuli şeylerle bırakın artık uğraşmayı, yeni ve tatlı yaşamlara geçişlere hazırlanın. Sevenlerinizi kendinizden soğutmayın hayal kırıklıklarına yol açarak..Önünüzdeki muhtemel ateşli ilişkileri heba etmeyin. Gönülleri hafifletin. Parasal konularda kavgalara gerek yok. Gurur savaşlarını seversiniz ama aşırıya kaçmayın allah aşkına.. Değişimlere direnmelerden vazgeçin. Nerelerde hatalar oldu onu düşünün önce. Bastırılmış duygularınıza hürriyetleri tattırın, göreceksiniz fevkalade rahatlıyacaksınız..
BAŞAK (23 Ağustos-22 Eylül) Çok şeyler silinecek ve yeniden yazılacaklar, ama derin istekleriniz doğrultusunda bu sefer.. Duygusal ilişkilerinizde tutumlarınız çoğunuzun esas kişiliklerini yansıtmaktan gayet uzaktalar.. Eski ve kemikleşmiş düşünce tarzlarınız geçmişte bırakılmalılar.. Kaçınılmaz gelişmelere gebe günlere doğru ilerlemektesiniz, bunu da bilin sevgili başaklar.. Üranüs gezegeni bağımsızlık düşüncelerinizi her gün biraz daha fazla ateşlemekte, farkediyorsunuz değilmi ?..
TERAZİ (23 Eylül-22 Ekim) Nefis bir hafta sizleri beklemekte teraziler. Şimdiye kadar yapmak istediğiniz ama bir türlü gerçekleştiremediğiniz projelerinizi bu haftadan itibaren hayata geçirin.. Gerçekçi ama bazen de şüpheci, beklenmedik anlarda tantanacı olduğunuzdan güven duygularınızı telef edebilmektesiniz. Bunun için kimselere ihtiyacınız olmadan !.. Uçuk fikirlerden vazgeçin ve hiç bir olayı büyütmeyin gereksiz yere sevgili teraziler..
AKREP (23 Ekim-22 Kasım) Diken üstündesiniz şu sıralar akrepler.. Karşılıklı sataşmalarda aşırıya kaçmamaya itina gösterin.. Kendinizi affetirmeyi biliyorsunuz tamam da !.. Yine de sınırları çizin sinir boşalmalarında.. Para konularını askıya alın. Duygularınızın derinliklerine inmekten çekinmeyin böylece korkularınızın sebeplerini öğrenmiş olacaksınız.. Sinirlilikler had safhada olsalar da sakinleşin. Bu hafta erdemli davranışlarınız çevrenizce takdir edilecek. Top sizde, oyunları yavaşlatın sevgili akreplerim..
YAY (23 Kasım-20 Aralık) Gizli bir ilişki en nihayetinde ortaya çıkabilir.Artık kararları vermişsiniz.İlişkilerinizde diyalog şart.İnatçı dillere, dik kafalı eşlere sabırlı yaklaşın.Sahte gösteriş yerine samimiyet ve mütevaziliği göstereceksiniz.İşte erdemliğiniz sevgili yaylar..
İşlerdeki kıskançlıklar ve şüpheleri atın ve barışık yaşayın.Yapılması gereken işleri ivedilikle yapın.Haftanızı pozitif enerjilerle olumlu kullamaya bakın.
OĞLAK (21 Aralık-19 Ocak) İş ve özel hayatlar birbirlerine karışmış müthiş dengesizlikler oluşmakta.
Dünyanın ağırlığını omuzlarınızda hissetmeyin artık.
Eski geleneklere boş sözlere kulak asmayın.Rahatlatın artık kendinizi.
İçsel duygulara önem verin.Farkında olmadan samimi olmayan tutumlar sergilenecek.Bu hafta olağanüstü güzellikte profesyonel çalışmalar olacak.Teklifler muhteşem.Yardım alıyorsunuz.İlkbaharda yüceliklere erişiyorsunuz.
KOVA (20 Ocak-18 Şubat) Kim en çok tedirgin? Siz mi yoksa diğerleri mi? Ortamları sakinleştirin.Son bulmayan tartışmalara siz son verin.Kesinlikle umursamaz davranmayın.
Parasal konularda fevri davranmayın sonra pişmanlık duysanız da çok geç olabilir.Bu hafta sizlere kısmetler yola çıkmakta.Talihinize sırtınızı çevirmeyin sevgili kovalarım.
BALIK (19 Şubat-20 Mart) Üranüs yaşamları altüst etmeye devam ediyor.Yeni yaşamlar, yeni ülkeler en azından yeni evler sizleri beklemekte.Kimsenin etkisi altında olmadan kişiliğiniz ve düşünceleriniz doğrultusunda kararlarınızı verin.Şunu da sakın unutmayın,güçlükler gezegeni Satürn sizleri kollamakta ve Mars gezegeni ihtiyaç duyduğunuz enerjileri sizlere sunmakta.Uzun vadeli düşünün ve iç huzurunuza geri dönün...Çok şeyleri anlıyacağınız bir haftanın eşiğindesiniz. Resmi belgelerde ihtiyatlı davranın, herşeye balıklama atlamadan önce düşünün ve olayları tartın. Sevenlerinizi ihmal etmeyin ruhi çalkantılarınızın ışığında..
Nurettin Özdemir
nozdemir@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.175 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
BİR YANGIN ERTESİ
Bir yangın sonrası dudağında sönen
En küçük kıvılcımdım ben
Ben sadece bir gece söndüm dudaklarında
Ben sönerken bihaber
Kirletilmiş akşamlara yapıştırdığın sahte yüzün
Yanlış yollara saptırmıştı bazılarını
Saçının telinden ayak parmaklarına kadar
Günaha batmış bir maskesin aslında
Kimi zaman tanınamayan
Kimi zaman karıştırılan
Genelde kendine yabancı
Bıçak açmaz gerçekte günahın açtığı dudaklarını
Bir tek yalan bilir dilin
Dilin bir tek yalana sadık
Kendini bilmez bir intihar sorguya başlarsa
Her gün bir cinnet
Her gece bir cinayet
Tükürsen bu cinayetleri
Cam çıkar
Dilin kanar
Canın çıkar
Funda Güven
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://mirrored.flabber.nl/bird/bird.swf
Her kuş güzel şakır diyenlere hitab olunur. Ekteki flash animasyon bunun en güzel örneği. Yorum yapmak gerekirse: her sesi güzel olan pop star olabilirim diye ortaya atılıp, şarkı söylemeye başlarsa ne olur halimiz.
http://www.secretlevel.de/submarine.htm
Üç boyutlu ve de gayet oricinal(!) bir denizaltı smilasyonu. Denizler altında hiç bir tehlike olmaksızın dolaşmanın keyfi için bu sevimli çalışmayı kullanabilirsiniz. İyi eğlenceler.
http://www.kenthaber.com/sayfalar/haberDetay.asp?ID=6685
...Sabahın ilk ışıkları Gaziantep şehrinin üzerine doğmaya hazırlanırken, şehrin ara sokaklarına sığınmış daracık dükkanların ocaklarından dumanlar yükselir. Fırınlardan çıkan ekmek kokularına ciğer kokuları karışır. Ciğercilerde kesişir meyhaneden işi bitenlerle, sabah namazından çıkanların yolu. Ve hemen arkasından cağırtlak meraklıları gelirler bir bir ciğercilere...
http://www.secin.com/fikra.php
...Vietnam savasinin en kritik günleriydi. Genç Amerikali asker memleketteki esine mektup yazarken itirafta bulunacagi tuttu: - “ sevgilim, buradaki kadinlar yalniz para için yatiyorlar. Böylesine para canlisi insanlara daha önce hiç rastlamadim.” Kisa süre sonra esinden söyle bir cevap geldi: - “ sevgilim,sakin onlara 50 dolardan fazla para verme,ben burada ancak o kadar alabiliyorum.”...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|