KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 453

 3 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Takdir hakkımı kullandım!..


Merhabalar,

Haaypşuuuuuiiiiii..... Bir bütün gün bu sesi çıkardım. Hele bir tanesi Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün ortasında bir yere denk geldi, kamyonun altına giriyordum. Nefret birşey yahu bu. Bu sene bana birşeyler oldu burnum b.ktan kurtulmadı. Bunun müsebbibi hernekadar oryantal havalar olsa da, bir önemli nedeni de canım enstrümanımın antremansız kalışı. Hatırlarım, alnımdan akan terin donduğu havalarda top oynar, bir kere bile burnumu çekmezdim. O Cem gitti yerine kronik nevazil bir herif geldi sanki. Yani neymiş? Ne kadar spor o kadar sıhhatmiş... Lafı buraya getirmek istiyordum getirdim helal olsun bana. Spor. Hani şu çoğumuzun sadece bir meşin yuvarlak ve yirmiiki kısa donlu adam olarak algıladığı, nam-ı diğer futbol.

Bilirsiniz adetim değildir bu sütunlarda futboldan dem vurmak. Hele üzerinden 2 gün geçmiş bir derbinin ardından kelam etmeyi hiç istemem. Yalnız bu seferlik bu orucu bir bozayım bakalım ne olacak diyorum. Aslında hiç niyetim yoktu ama Altaylı'nın köşesindeki yazıyı okuyunca tepem attı. Tarafsız olmama olanak yok biliyorum. Ama bu tür maçlardan sonra kıraat ettiğim köşe yazılarını yorumları görünce kendimden şüpheye düşüyorum. Yahu diyorum ben bir başka maç mı seyrettim? Onlarda da 2 göz bende de, onlarda da 1 beyin bende de, gel gör ki gördüklerimiz ya da algıladıklarımız arasında uçurumlar var. Madem Altaylı olayı sarı kırmızı gözlükle izlemiş, ben de sarı lacivert bakayım diyorum şu maça bir. Kararı da siz verin.

Altaylı, hakem takdir hakkını hep rakipten yana kullandı diyor ve örnekleri sıralıyor. Hataları da 'insani' olarak yorumlayıp kendince ironi yapıyor. Yedikleri 2. golden hemen(!?) önce Prates'e faul yapılmış hakem görmemiş. Canım kardeşim gol hakemin görmediği pozisyondan 6 uzun pas sonra oldu. 1 dakikaya yakın top oyundaydı ve cimbomlu kardeşlerimiz ortada sıçan oldu yalan mı? Kimse dile getirmiyor ama cimbomun attığı gol bal gibi ofsayttı. Pasif alandaymış. Haydi canım sende. Kalecinin altı pas içinde, önünde bulunan her 2 rakip oyuncuyu da kontrol etmek zorunda olduğu bir anda pasiflikten bahsedilir mi? Bunun adı korkaklık, çekemedi işte bayrağı yardımcı hakem. Çekseydi diyecek lafımız olabilir miydi? Hayır. O zaman nerede takdir hakkının hep bir taraf lehine kullanılması? Korner atışında grekoromen güreş tutan Petre'yi görmezden gelince takdir hakkı güme gitmedi mi? Liste uzar ama ben burada keseyim. Becereksizliği ve çaresizliği başkalarına yüklemeyi bırakmadığınız sürece daha çok 'insani' hataya maruz kalırsınız emin olun. Bu hataları uzakta aramaya da gerek yoktur. Bazen bu hatalar dibimizde olur farkına varamayız yahut varmak istemeyiz. Umarım Cimbom bu gece UEFA'da bu türden 'insani' hataların ardına saklanmadan iyi bir sonuç alır, biz de hafifçe gerdan kırar gülümseriz. Ohh be yazmasaydım çatlardım. Bayanlardan ve konuya alakasız tüm kahvecilerden özür dilerim ama bazen benim de deşarj olmam gerekiyor. Hele böyle burnumdan düşen bin parçayken.

Bugün 3 Mart 2004, birzamanlar Demirbank hayırlı işler dilerdi. Şimdi ne diler bilemiyorum ama bizim güzel şeyler dileyecek bir nedenimiz var. Bugün sevgili Ters Köşe Mehtap'ın 37. açılış yıldönümü. Lütfen kıkırdanılmasın. Kendisi 37 küsur yıl önce dünyaya gelmiş olup, göbek bağı kesilerek açılışı yapılmıştır. Hepsi budur. Daha çok 37 küsur seneler yaşayacağı tecrübelerle sabit Ters Köşe'ye mutluluk ve bol para(!) diliyor, huzurlarınızdan saygıyla ayrılıyorum efendim.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

ÖzlemÖzdemir

 Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir


   Regletör (Regülatör ) Örtüsü....

1979 yılının yazına ait aklımda kalan anımın bitiş cümlesidir ''Regletör Örtüsü''.
Her sabah, kahvesini içmek için evimize gelen alt komşumuz, bir kaç gün üst üste elinde rengarenk ipler ve örgüsü ile gelince, çok acele bir sipariş yetiştirmek istercesine yapılan bu hararetli örgü hepimizin dikkatini çekmiş olmalı ki, üçüncü gün ''Ohh be bitti'' lafının arkasından, biz de bir ''Ohh be '' çekip sorduk, ''Ördüğünüz şey ne idi?'', Cevap, ''Regletör Örtüsü''..... Senenin 1979 olması, televizyona, radyoya, gaz lambasına ve hatta televizyona örtü örülmesinin de normal karşılanması sebebiyle yaşanan bu olayı o dönem için çok ilgi çekici kılmasa da şimdi anlatıldığında ''Regülatör de ne?'' denilebilecek kadar yabancı.

Bizim zamanımızda diye başlayan cümlelerin sarfedildiği sahneleri hayalimde canlandırdığımda, oyunculardan biri mutlaka yaşını başını almış bir ebeveyn. Yaşını başını almış ebeveyn rolünü oynamayı henüz istemeyen bir yaşta da olsam, öyle şeylerle karşılaşıyorum ki, başına ''Bizim zamanımızda'' dan başka zaman kipi uymuyor.

Mesela.......
Mesela, bizim zamanımızda regülatör diye bir alet vardı. Televizyon sehpası diye de bir mobilya. Regülatör, bir dönem herkesin evinde televizyon sehpasının alt rafına gelip yerleşmiş ve televizyonun ayrılmaz bir parçası olmuştu. Her akşam televizyon açılmadan regülatör açılır, arkasından televizyon izlenebilirdi. Renkli televizyon döneminin başlamasıyla yenilenen televizyonlar, regülatörün de misyonunu tamamlayıp hayatımızdan çıkmasına sebep olmuştu.

Renkli televizyonun hemen arkasından hayatımıza giren video, devrin DVD Player'ı olarak tasarlanmış ve bize ilk evde sinema keyfini tattırmıştı. Regülatör gibi misyonunu tamamen tüketmese de video da genç nesil için ''Bizim zamanımızda'' cümlelerinden birinin içinde yer alabilecek ürünlerden. Bizim evimizde yaşanan video olayının en trajik, daha doğrusu trajikomik yönü, videonun evimize gelmesinden çok kısa bir süre sonra eve gelen video yardımcısı aletle yaşandı. Videonun, yüzyılın en büyük ve tasarlanması güç icadı olduğunu ve bu aleti ömrümüz boyunca kullanacağımızı düşünen babam, video kasetleri başa sararken, videonun bozulacağını düşünerek ''Video kaset başa sarma aleti''alarak videonun ömrünü ilelebet uzattı....... Her evde bulunan demirbaşlardan birinin de gaz lambası olduğu dönemin demirbaş biblosu arap, kadın erkek portrelerini de anmadan geçemeyeceğim. Genellikle kapıların üzerine asılan, erkeğin kulağı küpeli arap heykelcikler her evin olmazsa olmazlarından biriydi. Peki ya gırgır, bizim evimizde örtüden nasibini alamasa da pek çok evde üzerine örtü örülmeye değer ev eşyalarından biri de gırgır'dı.

Mesela video, mesela regülatör, mesela gırgır, mesela gaz lambası...... Bizim zamanımızda diye başlasam benim de anlatacak konum küçümsenmeyecek kadar fazla. Yeri gelince kullanılmayı bekleyen ''Benim Zamanımda'' cümlelerim sadece ev aletleri için bile oldukca fazla. Tabi değişen tek şeyin teknoloji olmaması sebebiyle sadece kullanılan cihazlar ile sınırlı değil.

Üniversite hayatımın harçlık tüketen ürünlerinden biri olan telefon jetonu en az regülatör kadar uzak hayatımıza. Adım başı rastlanan telefon klübelerinin yerine ise kredi kartlı telefonlar alalı oldukca uzun zaman oluyor.

Mesela benim zamanımda beş apartmandan birinin altında ayakkabı ya da televizyon tamircisi vardı. Ayakkabıların artık tamir edilmeyi gerektirmeyecek kadar sağlam üretilmelerinden mi yoksa bu mesleği yapanların tükenmiş olmasından mı kaynaklanıyor bilinmez, artık ne ayakkabı ne de televizyon tamircisi eskisi kadar fazla. Düğmeci, tuhafiye ve yufkacı gibi.

Mesela benim zamanımda ilkokulda ''Yaz Meyvesi'' ''Kış Sebzesi'' gibi konular işlenirdi. Domates'in yaz sebzesi, muzun kış meyvesi olduğunu öğrenmiştik. Yazın geldiğini eve sayı ile alınan turfanda domatesten anlardık. Çileği kısa bir dönem ama koklaya koklaya yerdik. Ben küçükken domatesi sadece yazın yerdik...... diye başlayan bir konuşma yapsam, kızımın anlama güçlüğü çekeceğinden hiç şüphem yok.

Çok bildik, çok yazılıp çizilen bir konu, eskiden....diye başlayan yazılar. Eminim hepimizin bu konuda anlatacak pek çok hikayesi ve ürünü var aklında. Amacına bir dönem hizmet edip ortadan kalkan ürünler küçümsenmeyecek kadar fazla. Bir dönem yaşadığımız ve şimdi komik gelen olayların her biri başlı başına bir yazı konusu. Elli sene sonra yazılacak ürünler belki şimdinin teknoloji harikaları. Çocuklarımız büyüdüğü zaman cep telefonları ya da diz üstü bilgisayarlar, regülatör ya da gaz lambası misali yazı konusu olacak belki. Kim bilir? Kim bilir hangi teknoloji, hangi teknolojiyi tahtından edecek? Bekleyip göreceğiz.

Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz

Yukarı

C.Parkan Özturan

 Sahne Tozu : C.Parkan Özturan


   GÖRÜŞEMEDİĞİM GÖRÜŞ GÜNÜM

Acıyan yerlerimden gölge yapabilir miyim resmine
Sonsuzluk yazmışsın sözsüz mektubunun dibine
Kime ne ki,
Çaresiz bir dalyan müsveddesi olduğumu göremezler
Göremezler iz bırakan adımlarımın çentiklerini
Yani senin anlayacağın kod adı azap işte

Yok sağlığım iyide sadece bu ruhsuz koğuşlar üşütüyor beni
Birde sol tandanslı solsuzlardan gülücük alıyorum zaman zaman
Vallahi ağlayabiliyorum artık, hiçbir şeye takmadan
Varsın bendende iyi erkek olmasın, matematik çalışıyorum gizlice
Kadastrof iletkilerle birde yirmisekiz bilinmeyeli denklemlere takılıyorum
Oysa oğlum düz yazılara geçmiş
Ben hala beşlere takılıyorum seksekte

Çiçek beslemek iyi fikir de burada kara toprağa gıcıklar
Birde rutubetin annesi kötü kadın yeşermiyor hiçbir dönence
Engel oluyor grileri kullanarak çizemediğim parmaklıklar
Özgürlüğümün fevkine
Zengin duruyor hapishanem,
Boğazı bile görebiliyorum hem anlamsız hem de
Duvarında koyun resmi aslı meyhanede
Yok Cemal Süreya gecede gelmez buraya ama
O bilmediğim ayak kesintisiz ve her gece
Çoktan unuttuğum her yerimde.

Hiçbir koğuşta mozart çalmadığını farkedince iğrendim hapihanelerden
Korkarım birde gündönümlerimi izleyemeyeceğim
İsminin üzerindeki el izlerinde
Hemen yollara çıkmak istedim
Fakat ziyadesiyle nafile
Sokaklar küsmüş
Ay düşmüş yoksun ve kayıp gecelerde gözlerine
Elbette utanmadım,
Nede olsa her zamanki gibi "hayta"yım yinede
İşte bu yüzden
Her zaman ve hiç çıkarmadan ellerim göt cebinde.

Üzülme deme bana üzülmüyorum ki...
Sadece zaman zaman mahzunluk çöküyor içime
Yoksa ağzıma hiç yakışmayan o gülücük
Yine dudaklarımın kenarına asılı ve yinede
Her ihtimale karşı elim sende.

Vallahi yendim seni kadın, yendim bikere
"keşke resim yapmayı bilseydin" deme
Kelimelerle resim yapmak mümkünmüş
Bir tahta bir çakı aldım elime,
Hergün gün doğarken yeni baştan göz kazıyorum üstüne
Meğer hiç gözlerini görememişim
Bu yüzden iki tırnak içinde seni seviyorum çıkıyor belki de

Rahmi hoca iyi bir kitabı daha çıktı
Eskiler yetmiyormuş gibi on yıl daha yedi yine
Rüşvet verdik infaz memuresine
Nargile getirttik içiyoruz çok şükür
O yıllarının gençliğine, ben senin şerefine
Rahmi hocanın hala marpucunun keyfi yerinde

Okuma bayramında elmamı kızartacaklarmış
Yanlış anlarlar diye korkuyorum
Sadece kurdele istedim
Ama kararlılar çünkü yeni geçtim
"Yarabbi çok şükürlere"

Kıran sokmuş bir "devrimci" eskisi türkçenin içine
Bende romana başlayacaktım, birden içim kalktı vazgeçtim
Çok gereksiz üşümelerden
Kağıtları ziyan etmemek gerek diye düşündüm
Bu yüzden yalnızca sana yazıyorum
Bu yüzden kağıt kalem elimde..
Yoksa hiçbir anlamı yok yaptığım hiçbir şeyin
Bu kurbağalar memleketinde

Ben bakarım sana evlenelim demişsin son risalende
Yok evlenmeyelim
Evlendikçe eskiyorum yüz çizgilerimde
Hiç evlenmeyelim yeni kalsın derinliklerin
Zaten vatansız duruşum senin dizinin dibinde
Ömrüm vefa etmez
Biliyorum ki,
Bu görüp görebileceğim son hapishane.

C.Parkan Özturan
parkan@kahveciyiz.biz

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


   YAPAY ZEKA - PAMUK ŞEKER (ara bölüm-2)

- Uyudu mu?
- Evet... Uyumadan önce gününüzün nasıl geçtiğini bir daha anlattı. Seninle göle gitmeyi seviyor.
- Ben de onunla birlikte vakit geçirmeyi seviyorum. Kaygılanıyor musun, evden uzaklaştığımızda?
-Bazen...

- Fark ettim... Sinyal gönderdiğinde evden ayrılalı daha bir saat olmamıştı.
-Kahve ister misin?
- Evet, lütfen... Bugün ona, zamanının dahi çocuğu Steven Spielberg'den bir film anlattım. Kaygı denilince aynı yönetmenin başka bir filmi aklıma geldi.
-Hangisi?
- Azınlık Raporu, 'Minority Report'.
-Anımsayamadım. Humanoidlerle mi ilgili?
- Alakası yok. Filmde tek bir humanoid yok. 2002 yılı yapımı bir bilim-kurgu filmi. Philip K. Dick yazmış öyküsünü.
-Nerden aklına geldi?
- Kaygı... Kaygı sözcüğü aklıma getirdi... Gelecekten duyulan endişe. Karışık bir mesele, hadi sen yat, uykun gelmiştir.
- Uykum yok... Merak ettim, yorgun değilsen konuşalım. Çocukluğum aklıma geldi. Ne çok şey anlatırdın bana. Kahvenin yanına kurabiye alıp, hemen geliyorum.

- Fındıklı... Geldiğimizde tüm evi sarmıştı kokusu. Film, cinayetleri önceden tespit eden bir sistemi kurguluyor. Genetik mühendisi bir kadın üç insanın genleri ile oynayarak, onları yakın geleceği gören bir düzeneğin parçası haline getiriyor. İnsanüstü haline gelen bu yaratıklara 'Precog' deniliyor. Bir tür kahin haline getirilen bu üç precog, cinayetleri daha işlenmeden hissedebiliyorlar. Suç işleyeceği önceden belirlenen kişiler katil olmadan yakalanıyor. 6 Yıl boyunca hiç cinayet işlenmiyor. Durdurulan bir gelecek...

-Geleceğin mutlak olmadığı ve değiştirilebilir bir gerçeklik olduğuna dair mi?... Zamana, geleceğe müdahale ediyorlar öyle mi?

- Evet... Amaç cinayetsiz bir dünya yaratmak. Ancak sistemi oluşturan yine insan eli. Hiçbir zaman kusursuz değildir insan eli.

- Sistemde açık oluşuyor o zaman.

- Doğru... Sistemin kuruluş nedeni çok masumane görünüyor başlarda. Uyuşturucu bağımlılarının çocuklarının beyin özürlü olarak doğduğu öyle bir dönemde, küçük çocuklar gözlerini kapar kapamaz, uykularında dahi cinayetler görüyorlar. Ve kabuslar gerçeğe dönüşüyor. Suç oranları artıyor.

John, polis teşkilatının 'Suç Öncesi' biriminde görevli bir dedektif. Kaçırılan ve akıbeti belli olmayan oğlunun ardından uyuşturucu müptelası olmuş, oğlunun anısıyla yaşayan birisi. Bu acıyla dünyada olabilecek tüm cinayetlere engel olmak istiyor. Cinayetlere engel olmakla hem acısını azaltıyor, hem de bilinmeyen bir yerlerde belki de yaşayan oğlunu olabilecek bir cinayetten korumak istiyor. Precog'ların 8 dakika öncesinden haber verdiği cinayetlere, daha cinayet işlenmeden ekibiyle ulaşıyor ve cinayetin olmasına engel oluyor.

- Cinayet henüz işlenmediyse, nasıl suçlu sayılıyor kişiler, herkes güveniyor mu kurulan sisteme?

- Yanılma payı olmayan bir adalet sistemi geliştirilmek isteniyor. Sistem başlarda kusursuz görünüyor, açık vermiyor. Ancak her şey birden tersine dönüyor. Bir gün dedektif John kendisinin geleceğin katili olacağını öğreniyor. Olaylar zinciri başlıyor, bu zincir acımasızca John'u cinayete sürüklemeye çalışıyor. Işığı görmek için karanlığa katlanmak zorunda olan John acılar çekerek, güvendiği sistemin aslında güvendiği dostunun kendi çıkarları için kurduğu bir düzenek olduğunu, kendisinin de bir kurban olduğunu fark ediyor. Zorluklarla kendisinin katil olmadığını kanıtlıyor.
Sistemdeki hata ve yanıltılabilirlik ispatlanınca, 6 yıllık 'Suç Öncesi' sistemine son veriliyor.

- Koruma amaçlı da olsa geleceği bilmek ve çizmek ister miydin?

- Asla... Peki sen? Bir anne olarak, kızın için kaygılanmak yerine, geleceğini görüp ve bilmek hatta geleceğine müdahale etmek ister miydin?

- Bu hiç zevkli olmazdı sanırım. Yarını bilmek istemiyorum, yarını yaşamak istiyorum. Bugünün sesi; yarınlardaki sessizlik değil mi...

-Çok doğru... Hadi yatalım. Bu filmler beni çok yordu... Yatarken bak bakalım, belki üstünü açmıştır?

.....

Yazarın notu: Gereği üzere yazılmıştır.

Leyla Ayyıldız

Yukarı

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


DEFOLU AŞKLAR SERGİSİ -II-

Aşk ne çok fitne, ne çok fesat, ne çok iftira, ne çok yalan, ne çok oyun, ne çok düzenbazlık biliyor diye düşünenler olacaktır. Aşk sadece acemi bir çocuktur. Bütün numaralarını bizden öğrenen sakar bir illüzyonist…. Sık sık sopasını elinden düşürür, tavşanı seyircilerin arasına kaçar. Aşk, kocaman beyaz bir boşluktur. Bütün renkleri alıp bir gök kuşağı yaratabilirsiniz. Kurgusu, repliği, kostümü, dekoru kendi yaratıcılığımıza kalmış bir oyundur. Finalde her şeyi geride bırakıp yeni bir hayata başlayabilirsiniz. Yada son perdede zehirli şarabı içerek bütün düşlerinizi ölüm denilen sonsuz bilmeceye katıp yere yığılırsınız.

Esas kız eski hevesini yavaş yavaş yitiriyordu. Sevgilisi onu öve öve bitiremiyordu. Günlerdir ayna karşısına geçip uzun uzun kendini inceliyordu. Sadece alt çenesindeki bir dişi çarpıktı. Kendisinde başka hiçbir kusur bulamadı. Bu kadar kusur kadı kızında bile olurdu. Evet, o adamdan daha iyilerine layıktı. O daha zengin, daha yakışıklı, daha asil ve itibarlı insanlara layıktı. Uzun saçlarını at kuyruğu yapan, kulağında küpesi, kendine özgü sakalları ile değişik imajı olan erkekleri daha çok beğeniyordu. Onun sevgilisinin kendi tarzı, giyinme zevki, her ortama ayak uyduracak becerisi de yoktu. Dans etmeyi bile beceremiyordu. Zaten dansı sevmediğini söylüyordu. Israrı üzerine bir arkadaş toplantısında dans etmişlerdi de onun beceriksizliği yüzünden utanç içinde kalmıştı. Sıkmaya başlamıştı aslında. Daha da sıkarsa ondan önce davranıp tekmeyi basarım diye düşünüyordu.

Esas oğlanı bu ilişkide en çok mutlu eden şey bir sevgilisinin olmasıydı. Ondan söz etmekten, buluşacakları zaman arkadaşlarına “yengenizle buluşmaya gidiyorum” demekten, telefon ederken “susun, yengenizle konuşuyorum” diye onları uyarmaktan, armağan aldıysa vermeden önce onlara “bakın, bunu yengenize aldım,” diye göstermekten çok hoşlanıyordu. Sevgilisinin olması sanki onu çevresindeki insanlardan üstün kılıyordu. Kız aslında tam olarak onun tipi değildi. Aklı iki karış havadaydı. Gezmek, tozmak, eğlenmek dışında hiçbir şeyi kafaya takmıyordu.

Ama bütün yaşamı boyunca süt gibi beyaz tenli sarışın bir sevgilisi olsun istemişti. İşte sonunda olmuştu. Esmerler zaten çok tüylü oluyordu. Erkek gibi bıyığı olanlarına bile rastlamıştı. Deli , dolu, gamsız olsa bile onunla birlikte hoş vakit geçiriyorlardı. Biraz daha sıcak davransa, her şeye mırın kırın etmese hiç fena olmayacaktı.

Sonraki günlerde hava iyice tersine dönmeye başladı. Esas kız telefonlara daha az çıkmaya başladı. Esas oğlan ona neden telefonlara yanıt vermediğini sorunca da bakkala ekmek almaya çıktığı, telefonunu kapalı unuttuğu, ya da yanında ailesi olduğu için telefonunu açamadığı gibi envai çeşit bahane buluyordu. Hafta sonu gezintileri ise, aileden birlerinin aniden hastalanması, yakınların cenaze törenleri, hava muhalefeti ve daha sayamayacağım önemli önemsiz binlerce mazeret nedeniyle iyice azaldı. Romeo, artık bu ilişkinin suyunun çıktığını anlamaya başladı. Asıl anlaşılmaz olan, kısa görüşme anlarında bile Romeo ve Juliet’in hala en yaldızlı sözlerle karşısındakine aşkını anlatma çabasıydı. Liseli öğrencilerin münazaraları gibi tutarlı ve kocaman cümlelerle ikisi birden büyük aşklarından ve sevdalarından söz ediyorlardı.

Davranışta, özveride değil ama edebi alanda büyük bir aşk yaşanıyordu. Esas oğlan kızın içten olmadığını düşünüyor ve ondan intikam almayı istiyordu. “Sen busun işte,” diyebilecek bir fırsat istiyordu. Zamanı gelinceye kadar, uygun koşullar oluşuncaya kadar oyunu sürdürmeyi düşünüyordu. Kızı telefonla aramayı ısrarla sürdürdü. Her gün sabahtan başlayarak birkaç kez güzel mesajlar yazdı. Hafta sonları görüşmelerini sağlamak için gerektiğinde yalvardı. Yüzlerce vaatte bulundu. Çiçekler, hatta pahalı hediyeler aldı. Gerektiğinde duygu sömürüsü bile yaptı. Gerçekleşmesini düşlediği sahne, kafasında kurguladığı o gün bir türlü gelemiyordu. Romeo bir punduna getirip kızla sevişmek istiyordu. Sevişmek ve sonrasında çekip gitmeyi… Bu kendini beğenmiş kızın burnunu yere sürtüp, oyunun galibi olmayı düşlüyordu.

Haftalar sonrası bir gün kızı ikna etmek için akşama kadar yalvardı. Her yolu denedi. Bildiği bütün cümleleri kullandı. “Eğer beni seviyorsan bunu kanıtla.” dedi. Esas kız ikna olmak bir yana “Bir daha benimle sevişmek istediğini söylersen senin yüzüne bile bakmam.” dedi. Söz dönüp dolaşıp, “Sen beni anlamıyorsun. Beni sevmediğini zaten anlamıştım. Seven insan her şeye razı olur.”gibisinden alengirli cümlelere takılıp kaldı. Hatta konuşma biçimi iyice bayağılaştı. “Ben senin için bunları yaptım, şunları aldım,”edebiyatına kadar dayandı. Bütün yaşananlar, beklentiler, gizli hesaplar binlerce kör düğümden oluşan o kocaman yumak çözülüvermeye başlamıştı. Ayrılma kararını ve bu gergin konuşmayı bir hafta sonraya erteleyip yavaş yavaş karanlık çöken sokaklarda kayboldular.

Bir haftalık erteleme ilişkide hiçbir değişim yaratmadı. Aralarında bir uzlaşma zemini de oluşamadı. Zaten uzlaşmak istedikleri konunun ne olduğunu bilen de yoktu. Kız bir ara ağlamaklı oldu. Bir iki damla göz yaşını yanaklarına kadar indirmeyi bile başardı. Bir erkeğin kendisinden ayrılmasının bu kadar kolay olacağını düşünmemişti. Aslında esas oğlan ilişki bitmeden önce bir kez olsun kızla sevişmeyi istiyordu. Ama artık bunun imkansız olduğunu gördüğü için ısrarından vazgeçmişti.

Esas oğlan “dost kalalım” önerisiyle ilişkiyi bitirdiğini ilan etti. Kız birkaç cılız ve isteksiz cümleyle karşı çıktığını söylemeye çalıştı. Son bir kez birbirlerine sarılıp ayrıldılar. Hüzünlü bir yüz ifadesi takınıp buluşma yerini terk ettiler. Ayrılık için fazla dokunaklı bir sahne sayılmazdı.

Kız ayrılığın bu kadar acısız olmasına inanamadı. Olaya melodram havası katmak için sevgilisine gece telefon mesajı yazdı. “Beni durup dururken neden terk ettin? Hayatında başka bir kız varsa açık söyle. Ben bu acıya dayanamıyorum. İntihar etmeyi düşünüyorum. Yarın sabah güneş doğmadan ben ölmüş olacağım.” diye yazmıştı. Esas oğlan bir an gerçek olabileceğini düşünüp çok korktu. Kızı defalarca cep telefonundan aradı. Her seferinde kız telefonu kapatıyordu. En sonunda ne hali varsa görsün diye düşünüp aramaktan vazgeçti. Romeo ertesi gün de kızı aramadı. Juliet de zaten ölmedi.

Sen ne büyüksün ey aşk. Bütün canlıları kendine çeken sonsuz tuzak. İlk önce sineklerin üzerine üşüştüğü sihirli iksir…

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahveci Çırağı : Asya A.


GERBERA

Varsın yüreğim korkak olsun, siz cesur
Siz gökdelenlerle yükselin, düşüm
Yıldızlara dokunabilmek olsun.

Varsın siz davalar edinin, laflayın
Yeldeğirmenlerine at koşturayım
Don-tesim ben.

Var olun yalnızlık tripleriniz de
Yokum, yok oldum kendimle
           çoğalıyorum
Aynam olun; lütfen!

"Gerbera" çiçeğin adı. Anlamı iyimserlik. Sevdiklerinden en çoğu, birtanesi olan bu çiçeği alırdı sevdiklerine, gönlünün çektiklerine, hayatlarına iyimserliği katabilmek için. Bir salgın yaratıp gözlerine çekilen-çektirilen-çektikleri perdeyi aralayabilmek için.

Bildiğini hissediyordu; mutluluğun uzamında varkılabilmenin anahtarının dokunabildiklerini mutlu kılmakta olduğunu. Görüyordu gözlerinin önüne çekilen perdenin mavileşmeye başladığını.

İnanıyordu; inançsızlığının enkazından tek tek toplayıp biraraya getirebildiklerine. Geçmişi gölge olmaktan çıkıp rehberliğine çıplaklanmış an be an iz sürüşüne kutupyıldızı oluyordu. Aydınlık gözlerini kamaştırıp karanlığı hatırlatıyordu. Hatırlattığı, unutmamasını öğütlediği yaşanmışlıklarını. Ve o yüzden yürekliydi. Korku oyunun en önemli parçasıydı. Oyunsa çocukluğu. Yitirdiğini kabusladığı masumiyet, rüyasında nefes alıyor, veriyor, arıyor, aramaktan vazgeçemeyeceğini okşayarak tin'ine fısıldıyor.

Beklentisizliğin lunaparkında atlı karıncaya, dönmedolabına, aynalar odasına… Aynalar odasından çıkmak bilemiyor. Binlercesinin karşısındaki görüntülerini görüyor. Uzun, kısa - cılız, şişko - eğri, büğrü - yamuk, yumuk - … . Göreceliğin evreninde binbir suretini tanıyor. Tanıştıranlara teşekkür ediyor.

Nereye gittiğini düşünmüyor, akılla vedalaşıyor. Düş yakamdan bırak ayaklarım yerden kesilsin; uç veren kanatlarım boylanıp serpilsin; uçmak istiyorum, bulutlar yolum olsun. Tarif verenlerse Kuşlar. Kaf'ın zirvesinde Anka misafir eylesin. O anlatsın zamansızca dinleyeyim ben doyumsuzca. Doyumsuzluk eritsin, eriyip su damlası ol-ol-olsun. Anka'nın ateşini söndürsün. Acısına bir nebze de olsa elzem olabilmeyi di-le-ne-yim.

Anka, vücud buldu, vakt-i eVVel olduğunun bilgeliğiyle, kanat çırpışıma. "Gerbera" verdi. Gönlüm aktı aktı aktı; Korkmuyor ama ürküyordu. Eşini bulup bulup bulamamanın endişesiyle tir tir titriyor. Çok yanıldığını, hatırlamanın bilgisiyle Anka zannettiklerinde.

YA deliyse
YA anlattığı her ŞEY de bir delinin saçmalıklarıy
           Sa
Kim bile bilir???????????????????????????????????????????
Akla danışmaktansa çoktan vazgeçmişken

Çırak Asya

Yukarı

 Kahvecigillerden : Erkan Ergen


İnsansal Duygu ve Deneyimler Üzerine

1957 yılında Kuzey Irak'ta bulunan Zagros Dağları'ndaki Shanidar mağarasında, Ralph Solecki tarafından bir Neanderthal kafatası çıkartılmıştı. Bu kafatası ve iskeletin kalan kısmının hemen çevresindeki toprak örneklerinde ise bol miktarda fosilleşmiş polenler mevcuttu. Öykü muhtemelen şöyleydi: Shanidar halkı, kabilelerinin saygın üyelerinden olan bir Şaman'ı kaybetmişti. Bağlı oldukları dinsel ve töresel uygulamalar, tören için onlarca çeşit çiçek ve bitki toplamalarını, bunları atkuyruğu dallarına bağlayarak, ölen bu önemli kişinin, sonsuza kadar dinlenebileceği rengarenk ve simgesel görünümde bir yatak hazırlamalarını gerektiriyordu. Cenaze sırasında bir başka Şaman da Şanidar halkının yaradılışlarından ve Dünyadaki özel konumlarından bahsederdi. Daha sonra kendileri de birer şaman olacak gençler de kendi görevlerini eksiksiz olarak yerine getirirlerdi.

Söz konusu kişiye ait buluntular, günümüzden 60.000 yıl öncesine aitti. İnsan'la biyolojik yakınlığı ne olursa olsun, Solecki, Şanidarlı ihtiyarın "İnsansal duygu ve deneyimleri tümüyle" yaşadığına inanıyordu. Sanırım bu başka bir şekilde de açıklanamazdı.

Günümüzde, yani Şanidar halkının ihtiyar bir Şaman'ı uğurlayışından tam 60.000 yıl sonra, insanoğlunun vardığı düzeyin, aslında bilgi birikimine rağmen kabul edilebilir bir düzey olmadığını söylemekle sanırım abartmış olmayacağım.

Amerikalı Nörobiyolog Jefferson, alet yapmak için küçük bir beyin dokusunun yeterli olduğunu, ancak yararlı bir sözün veya söylemin üretilebilmesinin oldukça büyük bir beyin dokusu gerektirdiğini ifade etmişti. İnsanın doğadaki diğer canlılardan en açık, belki tek belirgin farkı da budur, sanırım. Zaman ve doğal seçilim, bizlerde çeşitli sesler üretebilecek ve bu sesleri amaçlı olarak kullanabilecek bir anatomik ve fizyolojik avantaj oluşmasında önemli rol oynadı. Bizler de bize sunulmuş olan bu erişilmez gücü kullanarak, doğaya tek başına hakim gibi görünen bir tür olarak sahnedeki yerimizi gururla (?) aldık.

"İnsansal duygu ve deneyimlerimiz", bilimin de özellikle son birkaç yüzyıldaki ivmelenmiş yükselişiyle daha iyi anlaşılır hale geldi. Bugün insanlığın elindeki bilgi ve teknik birikimin, gezegenimizi "insansal duygu ve deneyimlerle" yaşanabilen bir ortam haline getirmesi pratik olarak acaba gerçekten mümkün mü? Platon'un Phaidros'unda yazı dilinin bulunması üzerine bahsi geçen mitte, Tanrı-Kral Ammon'un Tot'u nasıl azarladığı, yazı dilinin, öğrenmek yerine ezberlemeye neden olacağı ve insanların gerçekte hiç bir şey bilmeyen kişiler olacaklarını söyleyişi, elbetteki haklılık payı içermiyordu. Zira nesilden nesile bilginin daha iyi bir aktarım şekli olamazdı.

Ancak, bugün hepimizin heyecanla kullandığı teknolojinin sağladığı kolaylıklar için de bazı olumsuz düşünceler akla gelmiyor değil. Telefon numaralarını artık ezberlememiz yada not etmemiz gerekmiyor. Basit matematiksel hesapları bile, beyin hücrelerimizi kullanmadan yapma alışkanlığı edindik. Çocuklarımız genelde pek çok şeyi, doğal çevrelerindeki nesneleri veya yaşamsal kavramları heyecan ve merak duygusu içerisinde inceleyerek öğrenmek yerine, televizyon yada bilgisayarlardaki görüntülere üçüncü bir sezgisel boyut ekleyerek algılıyor ve öğreniyorlar. Bu zaman zaman yanılsamalara neden olabilir mi sizce de? Ya da daha az beyin dokusuyla yetinecek son nesillere uzatılan dikenli bir sopa olabilir mi? Dahası bilgiye yönelik yayınların nadiren denk geldiği düşünülürse, çoğunu amaçsız bulduğum diğer yayınlarda neyi nasıl algıladığımızın tartışılacak bir tek yönü olabilir mi? Tanrı-Kral Ammon'un dediği gibi gerçek manada bilgiden yoksun kalacak bir toplumun, değer yargılarının da sanal olarak eklenmiş boyutlar taşıyabileceğini söylemem, çok abartılı olmaz, herhalde. Burada televizyon veya benzeri cihazların bütünüyle yararsız olduğunu ifade edemem elbette, ama genelde yararsız bir bakış açısıyla yönlendirildiklerini söyleyebilirim. Bu cihazlar vasıtasıyla toplumlara ulaşma gücüne sahip dar kitlelerin, insani duygu ve bilgi birikiminden farklı şekilde yararlandıklarını düşünmek için yeterli sebep var gibi geliyor bana. Cinsellik ve saldırganlık, elbette insanın kökeninde mevcut ve temel özelliklerindendir ama "insansal duygu ve deneyimlerin", "sürüngenlerin duygu ve deneyimlerinden" farklı olduğunu belirtmek gerekiyor olabilir. İnsanın sürüngen beyni üzerine ciddi bir beyinsel evrim geçirmiş olması, kayda değer bir farklılaşma olarak değerlendirilmelidir kanaatindeyim.

Toplumların dikkatinin olumsuzluklara karşı daha duyarlı olması, kuşkusuz son zamanlarda gelişmiş bir özellik değildir. Bunun yüz binlerce yıl, belki daha ötesinde bir geçmişi olduğu söylenebilir. Elbette ki insanın temel çıkarları (Beslenme, barınma, üreme, diğer bireylerle kurulan ilişkiler gibi) için olumlu gelişmeler tehditkar değildir. Birey bazında değerlendirdiğimizde, bunun aksi halinde, çetin ceviz bir mücadelenin yaşanması kaçınılmazdır. Toplumlar temelinde de aynı reaksiyon olmalıdır. Acaba istisnaları olabilir mi bu durumun? Bunun cevabı oldukça net görünmektedir : Evet.

Oldukça eski dönemlerdeki "İnsansal duygu ve deneyimlerimiz" üzerine bir de günümüz insanoğlunun bilgi birikimi eklenmiş durumda. Kendimiz için, toplumumuz için ve diğer toplumlar için neyin doğru olduğunu neyin yanlış olduğunu açıkça ortaya koyabilecek güçte olduğumuz söylenebilir. O halde neden dünyada yaşamın nihayetlenmesi için çabalıyoruz? Acaba günümüz toplumlarının insanları, toplu halde "en az sosyal ilişkiyle" yaşayan bireyler konumunu mu tercih ediyorlar ? Acaba, bireyler, Şanidar halkı gibi kendi özel konumlarına mı inanıyorlar?

Cenaze törenlerinde her seferinde gözlemlediğim bir durum vardır. Tanıdığımız bir kişinin vefat etmesi haberi, bizlerde önemli düzeyde bir üzüntüye neden olur. Diğer insanlar da benzer bir üzüntü halinde taziyelerini göstermeye çalışırlar. Kişi artık tıbben ölmüştür ve bu herkesçe biliniyordur. Aynı gün yada ertesi gün, mezarlığa gelişte, vefat etmiş kişinin yakınları üzüntülü yüz ifadelerine rağmen normal sayılır bir görünümdedir. Bazı dini işlemler, yavaş yavaş birbirini izler. Kişinin bedeni mezarın en derin noktasına indirildikten sonra herkes mezar dışına çıkar ve ellerinde kürekler, mezarı toprakla kapatma aşamasına gelir sıra. "İlk kürek" bana sanki ölüm haberinden her zaman daha keskin gelmiştir. Ölmüş olan kişinin yakınları için de durum aynıdır. Ağıtlar, çığlıklar ve gözyaşları en belirgin halini, ilk kürek sırasında alır. Bunun anlamı ne olabilir? Bireylerin kendilerini çok özel bir konumda görüyor olmaları ve gerçekliği algılamadaki yetersizlikleri olabilir mi? Ya da başka bir neden mi?

Toplumların kendilerini yok etmeye yönelik davranış ve düşüncelerini fark etmedeki sorunları da acaba benzer bir nedenden mi kaynaklanıyor ? Dünyayı tek bir organizma gibi varsayarsak, sanırım kendimizi o organizmanın bizzat kendisi gibi algılıyor olabiliriz. Gerçek şu ki bu varsayımsal organizmanın organizasyonu içerisinde sadece basit bir doku kitlesiyiz. Organizmanın yapıtaşları, sıvıları, diğer dokuları ve organları da diğer canlı ve cansız tüm varlıklar olarak hesaba katılmalıdır. Bizler ne yazık ki o organizma içerisinde görevini tam olarak yapan bir doku grubu olmak yerine, açıkça bir kanser hücresi gibi davranıyoruz. Gezegenimizin her sahasına zorbaca yayılımımız ve tahrip gücümüz, sanırım başka türlü izah edilemez.

Şiirimsi bir nesir yazmak geçiyor aklımdan;
"Rüyadaydı iyi adam,
Sopasıyla bir meyve düşürdü ağaçtan,
Yemyeşil meyvesinden küçük bir ısırık almıştı ki,
Bir inilti duydu, arkasındaki dikenli çalılıktan.
Kendi sesine ne kadar benziyordu bu ses!
Dönüverip çalıları araladı, kana boyanmış elleriyle.
Diğer elindeki sopayı uzattı, çukura düşmüş adama
Adam tutundu, iyi adamın uzattığı kurtarıcıya.
İyi adam, yukarı çekiverdi çaresiz adamı acıyan eliyle,
Adam kavradığı gibi sopayı iyi adamın elinden,
İndirdi kafasına beklemeden.
Meyveyi kapıverip, ısıra ısıra uzaklaştı oradan"

Kötü olan kim ya da ne olabilir? Bu arada hemen söyleyeyim, iyi adamı ben belirlemiş oldum ve böyle bir önyargıya sebep oldum belki de. Neden bilmiyorum ama sanırım benimle aynı fikirde olacağınızı düşündüm. Bir sopa, bir çok değişik amaçla kullanılabilen bir araç olabilir. Bu durumda aracı üreten bilgi, ne iyi, ne de kötüdür. Bazı geceler rüyamızı izlerken, kendi gerçekliğimizi bir anlığına hatırlayıp da "Bu benim, evet gerçekten benim" demiyor muyuz?
İnsanoğlu, neden teknolojik araçların ve bilginin kullanımında ara sıra da olsa, "Bu hangi benim acaba ?" diye sormuyor, merak ediyorum.
Cevap "ilkel ben" olabilir mi sizce?
İnsanı, bugünlere taşıyan değerleri ve bilgiyi insan lehine kullanmak elimizde mi acaba? Bedenimiz ve temel varlığımız için mutlak gereksinim olan doğayı, aklımızı doğru kullanmamızı sağlayacak olan bilgi sistematiğimiz bilimi ve "insansal duygu ve deneyimlerimizi" aktarabileceğimiz sanatsal faaliyetleri önemsemeyi öğrendiğimiz zaman sanırım neslimizi düzeyini hak etmiş insanla sürdürebilme şansımız olacak. Aksi halde, yıpranmış ve yorulmuş da olsa, bir kürek toprağı tepemize boşaltmaya yetecek kadar kudreti kalmış olan tabiat ananın kulakları, ne bir "çığlık" duyacak ne de bir acı!

Erkan Ergen

Yukarı

 Kahvecigillerden : Gülcan Talay


SELAM

Saat gecenin üçü, yıldızları seyrediyorum sessizce... Sadece birkaç evin ışığı ve sokak lambaları ışıtıyor karanlığı. Yıldızlar o kadar donuk ki bu akşam, hafif bir yel esiyor uzak diyarlardan, çıplak kollarıma...Ve uzaktan bir köpek sesi geliyor kulaklarıma, karanlığı yırtarak meydan okuyor zamana. Diğer yandan bir köpek daha eşlik ediyor ardından. Sanki, gecenin sessizliğinde bir şarkı melodisi fısıldıyorlar, gecenin sessizliğini örtercesine...

Ardından bir taksi geçiyor, yukarı caddeye: Kimleri taşıyor ki gecenin üçünde? Belki geceyi barda geçirmiş bir keyfi alemi, belki de otobüsü bu saatte gelmiş bir taşralıyı... Kim olursa olsun taşıdığı, gecenin sessizliğine ve yalnızlığına karşı çıkıyor; "hayat devam ediyor" diye meydan okuyor kendince...

Saat gecenin dördü ve hala ayaktayım... "Hiçbir gece bu geceki kadar oturmadım" diyemem kendime, ama hiçbir geceyi izlemedim böylece, dinlemedim sokaktan gelen sessizlik uğultularını... Dinlemedim hiç, gecenin koynundaki köpek uğuldamalarını. Araba sesleri bile bir başka yaşanıyor gecelerde, bir ayrı parlıyor yanan birkaç evin ışıkları... Ve bir başka aydınlatıyor yolları sokak lambaları. Hep böyle mi yaşanır geceler? Ben ilk kez izliyorum böyle sessiz ve derinden.

Üşüyorum, ardından kollarımda bir ürperti... Ilık ılık esiyor bahar yelleri. Yüzüme vuruyor rüzgar okşarcasına. Gökyüzü açık, yıldızlarla bezenmiş, pırıl pırıl. Bir yıldız göz kırpıyor uzaklardan, bir yıldız kayıyor ardından "bir dilek tut" diye. Bir dilek ki, kalbinin içinden gelen... Sonra bir adam sallana sallana yürüyor sokakta. Belli ki içkiyi fazla kaçırmış. Etrafına bakınıyor, sanki birini görmek ister gibi. Ya da kendini izliyor "ben neredeyim, ben kimim?" diye. Kendini kaybetmiş bir insan kendini nasıl bulabilir ki? Bakınıyor etrafına boş gözlerle.

Sabah ezanı okunuyor şimdi minareden. Gecenin sessizliğinde nasıl da güzel geliyor kulaklarıma. Hiç böyle dinlemedim ezan sesini, hiç böyle içten gelmedi kulaklarıma. Meğer günlük koşturma, gürültüler nasıl koca perdeler çekmiş üstüne. Şu anda, sanki caminin imamı söylemiyor sadece, gecenin sessizliği de bir olmuş koro yapıyorlar hep birlikte.

Bir köyde olsam güneş bir tepenin ardından doğardı. Şimdi ise yüksek bir binanın tepesinden aşıyor şehrin gökyüzüne. Nazlı nazlı yanıyor ışıkları, sanki gecenin mahmurluğu sarmış içini. "Selam ey yeniden doğan güneş, selam sana yeni gün" diyorum içimden. Saat sabahın altısı ve hala bir damla uyku girmedi gözüme. Bıraksalar belki de haftalarca uyumam... O kadar dinç bakıyor gözlerim güneşe.
Yeni günü gecenin sessiz melodileri ile karşıladım bugün. İçime yeni yeni umutlar doldu, yeni günle. Öyle ki, bir lavabonun içine tüm sıkıntılarımı attım ve üstüne akan sular sildi izlerini içimden. Şimdi ise içim bomboş gibi geliyor, yeniden doğmuş gibi.

Korkmuyorum artık hayattan, yaşadığım sürece de insanlardan... Bir o kadar da sevmekten. Hayat beni duy, beni dinle!... Korkmuyorum senden, yok edemeyeceksin beni zalimce, yok edemeyeceksin yeşeren umutlarımı. Yaşanması gereken yaşanıyor nasılsa saygısızca. Yine de boyun eğmeyeceğim sana, boyun eğmeyeceğim zalimliğine.

Selam olsun yeni umutlara, selam olsun yeni sevgilere... Selam.

Gülcan Talay

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.

http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.142 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


SADECE SEVDİM

Ben senin başında yeller estirişini sevdim.
Ben seni, bir sabunun ılık teninde dolaşan köpüğü gibi sevdim
Taze kokular içinde.
Ben seni, dilinde tuttuğun bir buzlu şerbet gibi sevdim
Halbuki benim olmanı bile istememiştim.

Ben seni, içinde ne olduğunu bilmeden,
Kimden gelip kime gittiğini bilmeden,
Sadık yol yoldaşı olmak için zarfına
       Sımsıkı yapışan
              Bir pul gibi sevdim…
Ben seni başını yellere kaptıran kavak ağacı gibi sevdim.
Şiirde Nazım'ı nasıl seviyorsam öyle sevdim
Her dizesi sevgi, her mısrası hasret.
Halbuki benim olmanı bile istememiştim.

Ben seni bir körpe kuzunun anasına hasreti kadar sevdim,
Tarlanın suya doymazlığı kadar.
Anamın yayıktan çıkardığı tereyağı kadar sevdim.
Ben seni bir çobanın ıslığında buldum
Bir koyun çanıydı sensizliğimi bozan
       Bir çoban ateşiydi senin saçların.
Halbuki ben sende bütün sevdalarımı yıkamak istemiştim.

Mehmet Serin

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Zavallı çamurrr!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


Berrin CerrahoğluANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...

Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.

28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.

Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.



Berrin Cerrahoğlu,

'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA'
sergisini onurlandırmanızı diler.

Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004
Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi
Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4
Galatasaray / İstanbul

Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com





Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.otospor.com/cowboys.htm
Kovboy denildiğinde ilk aklıma gelen at ve silah olmuştur. Daha sonra da sırasıyla şapka ve 3-4 cm.'lik külüyle dudağa adeta asılı kalan filtresiz sigara gelir. Bu şehir kovboyları daha çok Amerikan arabalarıyla, şehirde turlayan ve atıyla kırda, bayırda dolaşıyormuşcasına rahat takılan kişiler. Niye bu kadar rahat tarif edebildiğimi soranlara not: Ben bir şehir kovboyu değilim ama bir kaç tane sağlam şehir kovboyu tanıdığım olduğu için tarif etmekte zorlanmıyorum.

http://www.kurandaara.com
Kuran'da ......... şeklinde tanımlanıyor diye yorum getirilen konular hakkında, geniş ve kapsamlı araştırma yapabilmeniz için sağlam bir kaynak. Siz sadece ilgilendiğiniz kelimeyi yazıp aratıyorsunuz. Hangi kaynakta ve nasıl tanımlandığını açık bir şekilde sizin adınıza tarayıp ekranınıza getiriyor.

http://www.punisherthemovie.com/files/game1/index.html
Biraz heyecan istermisiniz? Bilgisayar yoluyla heyecanlanmak için iki yol var. Bir tanesi oyun oynamak ve oynarken tamamen konsantre olmak. Diğer seçenek bizi pek ilgilendirmiyor..:)) Ben size FBI uygulamalarına benzetilmiş özel bir oyun sunuyorum. İyi eğlenceler.

http://www.miniclip.com/snowfight.htm
Kar yağdı böyle oldu. Bu soğuklarda tehlikeyi düşünmeden rahat rahat kartopu oynamak isteyenler için ideal bir site. .

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040303.asp
ISSN: 1303-8923
3 Mart 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri