|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 454 |
4 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Haaypşuuuuuiiiiii..... |
Merhabalar,
3 hafta önceye geri döndüm. Demek ki mikropları iyi kışkışlayamamışım. Yalnız tahmin edebileceğiniz gibi sulu sepken, kazan kafalı az ateşli bir gece geçiriyorum. Sandalyede oturmak mesele değil de, kafayı eğmek zorunda kalmak bir felaket oluyor. Sözün özü, sizin bu çürük çarık editörünüz derlenip toparlanıp gider, yanında tuvalet kağıdı rulosu mutlu mesut sümküre sümküre uyur. Haydi siz kalın bari sağlıcakla. Haiyapşuuuiii... Çok yaşa Cem... Sen de gör Edicim...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel ACİL KAPISI - TÖVBE |
|
- Ooo.. Gelene de bakın siz. Doktor hanım , unuttunuz bizi sanmıştım.
- Ne unutucam, kabus gibisiniz Ömür hemşire hanım. Sizi unutmak ne mümkün.
- Yaa.. Doktor hanım başlamayın yine uğursuz hemşire muamelesine. Vallahi son iki nöbetimde hiç bir doktor dövülmedi, hiç bir personele bıçak çekilmedi, %0.9 NaCl sol hiç yoka girmedi. Hatta ve hatta klimalar monütörler bile bozulmadı. Yeminle bak.. Sadece novalgin amp., avil amp., diazem amp., genta amp., metpamid amp., beloc amp., digoxin amp., isoptin amp. kalmamış. Yani hastane deposunda da yokmuş. Kalmamış.. Artık onlar olmadan idare edecez bu nöbette.
- Ömür????
- Şaka bee..
- Ömür, sen İzmir’in espiri potansiyelini temsil ediyorsun, yanlış meslek seçmişsin, stand up yapmalıymışsın.. Hoş, bu da stand up gibi bir şey ya. Sit down yapamıyoruz bir türlü.. Neyse, sen geç o teraneleri bir bakalım sadede gel, kaç baktınız son nöbette?
- Eee.. Ay galiba 590 filandı.
- Hadi ordan.
- Tamam 790 ama şimdi 200 hastanın aramızda lafı mı olur, yahu? Benden mi kıymetli?
- Yine kabus gibisin desene..
- Vallahi darılacağım, ben sizi bunca severken..
- Sevme beni Ömür. Mümkünse nöbetlerden sonra görüşelim. Çay içmeye gel. Sana kısır bile yaparım. Yeterki benim nöbetlerime denk gelme. Ne olur isteme özellikle beni.
- Elimde değil doktorcuğum.. Sensiz keyfi olmuyor. Hadi saatimiz de geliyor. Kapıya geçelim artık. Sabolarımın burnuna lasonil sürdüm bak nasıl parladı, denesene..
- Ömür bir alemsin sen..
- Amca geçmiş olsun, neyin var?
- Sen biliverecen gayri.
- Tamam bileyim ama önce nen var, bir de bana..
- Bilsem sana niye geleyim gızanım?
- Şikayetin nedir senin amcam, onu soruyorum?
- Doktor olan sen değilmin gızanım, sen buluverecen.
- Amcacığım karnın mı ağrıyor, başın mı ağrıyor, nen var, niye geldin Acil’e?
- Valla gız tuttu golumdan getiriverdi gızanım. Napcan, gocadık artık. Onlar der biz yaparız gayri. Onun da bebesi var evde, beni goydu eve döndü. Siz bakacanız gari dedeye.
- Amcam sıva kolunu bir tansiyonuna bakayım senin.
- Neden ola gızanım, benim başım ağrır. Golum ağrımaz..
- Tamam, şimdi anlaşıyoruz bak. Ben bakayım işte bir tansiyonuna. Koluna bakmıycam, tansiyonuna bakacam. Kulaklarında çınlama var mı amca?
- Yok.. Yok.. İstemem ben tensiyan felan. Başım ağrır öyle bir yel alırcasına. Yok golumda bir şey diyom. Bıraksana golumu gızanım. Sünetip durmasana gayri..
- Peki amca, mide bulantın oluyor mu senin?
- Geçen gış dam buz gestiydi. Ninen de çık çöz şu buzları, dam tepemize akacak dediydi. Biz köydeyik de gız bırakmıyo gışın köyde, soğuk olurmuş. Acı badılcanı gırağa mı çalarmış gızanım. Dinlemiyo gari gimse izi sözü, gocadık diye. Nenen gençken esaslı garıydı, goparır galdırırdı deste dolusu odunu bir çırpıda vuruverirdi beline. Artık nerdee..
- Amcam, bulantın oluyor mu senin demiştim?
- Ha.. işte o buz gestiğinde olduydu. Üşütmüşüm garnımı da az guruldandıydı. Bulandıydı. Üşütmüşüm herhal dedim önemsemediydim. O mu başıma yel yaptı ki?
- Amcam geçen yıl değil bugün oldu mu diye sordum.. Neyse.. Vazgeçtim.
- Şimdi sen beni makinaya sokuverecen mi gızanım..
- Ne makinasıymış o?
- Oluyor ya o gocaman makinalar, traktür motoru gibin, ayna tutuyor hani içine. Senin başka türlü beni eyi edeceğin yok. Baksana boşu boşuna laflanıyon benle.
- Ömür kıkırdayıp durma oradan tepeliycem bak. Gelen herkesin EKG sini isterim bulamazsın nöbetin sonunu.
- Aaa.. Doktor’cuğum, o senin negatif elektriğinden vallahi. Olumlu düşünmezsen olacak budur.
- Sen yine de gülme derim ben. Akıllı ol istersen.
- Peki peki.. Sustum..
- Ne laflanıp durursunuz oralarda, bana mı gülersiniz?
- Yok amcam değil, ne diyorduk? Allah şükür hasta da yok bu ara. Yoksa almıştık belayı başımıza.
- Sen bana bela mı okuyon gızanım??
- Hayır amcacığım, şimdi ben bir koluna bakacağım, romatizma var mı diye.. Aç bakalım.
- Yahu benim başım ağrır, goy beni aynalı makinaya.
- Uzan bakalım amca, başına bir bakalım.
- Gızanım, sen yeni yetme doktorsun herhal. Ne diye uzanayım, uykuya mı geldik buraya?
- Ensene bakacaktım amcam. Sen bana yardımcı olmuyorsun ama! Ne istersem yapman lazım ki derdini anlayayım.
- Sen benim hastalığımı benden eyi mi bilcen, bu yeni yetmeler hepten saygısız oldular, biz gocadık ya dediklerinin dışına çıkmayacakmışız.
- Amcam öyle değil..
- Sus!! Bana cevap verme, çemkirme dedeyin yüzüne..
- ..
- Biz bu vatanı sizin gibilere galsın diye mi ganımızla suladık? Gocadık diye sizin maskaranız mı olacaz, nankörler.
- Amca’cığım sinirlenme ne olur.. Ay güleceğim.. Duramıyorum..
- Hala yüzüme karşı gülersin.. Oooy, utanmaz arlanmaz..
- Amcam vallahi sana gülmüyorum. Aklıma bir şey geldi ona güldüm.
- Elin işte aklın oynaşta gari, gadın gısmısını tarladan beriye sokmayacan esasında da.. Ahh, goca Atatürk aahh.. Bilemedi işte. Hadi, bırakasın laflanmayı gari eksik etek, sok beni şu makinaya.. Neeerde şu makina?
- Amca dur, nereye gidiyorsun? Amca dur ya, orada bayan hastaların EKG si çekiliyor, açma o kapıyıııııııı!!!!
- Töğbe esataağfurullah töğbe.. Destur.
- Amca ne desturu, sen düzgün dur. Kızacam ama yaaa. Tamam ya. Sokucam seni makinaya.
- Yok yok.. İstemem makina filan. Abdestim kaçtı gari, garı çıplakmış.. Töğbe töğbe..
- ..
- Yap şuradan iki iğne de oyalama beni bu gancıkların arasında. Töğbe estağğfurullah töğbe. Çattık senin gibi eksik eteğe, ne güzel iki haftadır heç garı denk gelmediydi. Oğlanlar yaptılar her akşam iğnemi gözel gözel yolladıydılar eve. Bugün denk geldik şeytanın eteklisine. Eğlenme diyorum sanaaa. Hadi yap şu iğnemi de gidiverem eve, yoldan ekmek alıver dediydi gız.
- Ömür, novalgin amp. çek bir tane, en kıyağından dedeye..
- Töğbe estaaağğğfurullah töğbeee..
Seda Demirel
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Celal Kılıç |
AŞKIN MEZARDA GEZER...
Matematiksel bir hesapla Ayhan Işık o yıllarda kariyerinin tükenişine direniyordu, ya da kanamaya direnemediği için ölüyordu.
Arjantin'de Eva Peron çoktan ölmüştü.
Türkiye'de Nazmiye, Süleyman'ını kendine bağlamanın yıldönümünü ya kutlamıştı, yada kutlayacaktı. Ama hala "Süleyman'ın neslini devam ettiren" payesine erişememesi daha da mutsuz ediyordu onu.
Ölmeden önce çok sevmişti. Köyün en yakışıklısı, köyün en maharetlisi, köyün en marangozu, köyün en iyi kalplisi, ve köylü kızın arzularının efendisi.
Bir kadının direnemeyeceği kadar güzel, ve bir cahil bakirenin görmezden gelemeyeceği kadar avam'dı. Gözleriydi belki onu en çok etkileyen, yoksa gaytan bıyıklarımıydı onu ölüme sürükleyen.
Aslında o da köyün en güzel kızıydı. En merhametli, en saf, en cana yakın. Bu vasıfları onu mağduriyete pekala götürebilirdi. Ama ilahi muhafazaydı onu o denli koruyan belki.
Hikayesini aslında gözlerimle görmüştüm. Ama o zamanlar bir elin parmaklarını kıvırtamıyordu yaşamsal zaman aşımım. Ve hayalen anımsadığım olayı tam öğrenmek için sordum durdum.
Oğulları en samimi arkadaşlarımdı çocukluğumda. Ama hep taraflı anlattılar bana, sonunda hep annelerini haksız çıkarttılar, belki babaannelerinin iaşelerini kesmelerinden korkuyorlardı. Belki afaroz edilme olasılıklarını gözardı etmiyorlardı.
Ama en iyi anlatan şüphesiz annesiydi. O da Nazmiye gibi neslini devam ettiremedi köyün literatüründe titrek elli kocasının. Zira erkek çocuk doğuramasan, hala beceriksiz, ve hala yeni bir geline davetiye çıkartırsın köyde. Erkek olmalı çocuk, kızda olsun ama, mutlaka erkekle süslensin. O zaman sevilir kız çocukta, o zaman evlilik nesli sürdürebilir.
İşte o da bu kuralı çiğnemedi köyde. Ve iki erkek bir kız doğurdu. Yeitştirecekti onları en içten anne yüreğiyle. Ve Hakkı'sına hediye edecekti buınları.
Adı "Bozo"ydu.
Hakkı istetmek için gönderdiğinde annesiyle babasını, amcası sözünü verdi ilk. Ve Eli titrek babasına onay makamı reva görüldü.
Köyün en yakışıklısı, köyün en maharetlisi, köyün en marangozu, köyün en iyi kalplisi, ve köylü kızın arzularının efendisiydi evleneceği.
Köyde o yıllarda da bir gün sürerdi düğünler. Ve o yıllarda da, çalınırdı kemençeler. Bekar erkekler, ihtimal bordo gömlekleriyle, henüz mevcut olmayan Cemil İpekçi'ye davetiye çıkartıyorlardı.
Onunda düğünü aynı şekilde oldu işte. Her seven alamıyordu birbirini. Onlar kavuşmuşlardı.
Sazı kocası çaldı ilk. İyi saz çalardı. Ve kına yaktılar "Bozo"ya. Ve sular taşındı, Devlet Su İşlerine inat, klorsuzca, ve damacanlar icat olmadan.
Silahlar atıldı. Kimini silahı el yapımı olduğundan tutuldu, kiminin ki, finişi yakaladı.
Velhasıl her köylü gibi evlendiler. Her avam gibi. Her seven gibi.
Çok sevmişti Bozo -ki aşk eşit olmuyordu hiçbir zaman-. Çok seven kaybediyordu her zaman. Ama Hakkı'da sevmişti, Bozo kadar olmasa da. Bir erkeğin sevebileceği normları yakaladığını anlatıyordu, Kopuç, domino oynarken.
Ve Samsun'da kiremit ocaklarına çağırdılar Hakkı'yı bir zaman sonra. Her yeni evlenen erkek gibi.
Kayınbabadan çekinmeden sarıldı ona Bozo hoyratça. Bir süre de ağladı. Bir süre odasında yalnız kaldı.
Ve kaynanasıyla başbaşa kaldı.
Şirret kadındı kaynanası. Gamsızdı. Kocasını sözünden çıktığında yatağına almadığını rivayet etmişti, ölümü bekleyen Rabeyka'nın Mahmet amca. Kimse sevmezdi Bozo'nun kayınvalidesini köyde, kocası hariç.
Zor oldu Bozo için herşey. Hakkı gurbet elden mektup yazdı mı yazmadı mı bilmiyoruz. Ama Bozo'nun yakınacağı, Bozo'nun korkacağı kadar bir sessizlikte mevcuttu.
Kayınvalidesinin ızdırap oluşuna direnirdi aslında Bozo. Zira, kocan varsa yanında ama. Tek başına, kadın başına, ve toysan daha, yani yirmili yaşlarda isen, ve yetmişli yıllarda isen.
Zordu gerçekten.
Hakkı'nın yıllık gelişleri de yetiyordu Bozo'ya. Ama Hakkı gelmiyordu hakkıyla. Bozo'nun kıyametine çeyrek kalmıştı sanki sonraki yıllarda. Hakkı'nın gönlünü alan bir Alaçam çingenesimiydi, yoksa Samsunun herhangi bir bakiresi mi.
Sanki yalandı o sözler, sanki Hakkı kandırmışmıydı Bozo'yu.
Tek başına bir kadının mücadelesini yapacak kadar değildi direnci Bozo'nun.
Kocasız bir ızdıraba direndi Bozo. Kocasına üç tane çocuk doğurdu.
Ve kayınvalidesinin ızdırabıyla geçmek bilmeden geçti yıllar. Artık Hakkı'ya olan sevdanın yerinde yonca otlarının hamallığı geziniyordu.
Artık hayatın anlamı değişiyordu. İsyan etmeye başladı bozo. Türkülerinde artık kavuşmanın umudu da kalmamıştı.
Yıllar yılı çektim bu zalim derdi
Yandı Aslı gibi gönlümün yurdu
Eller dost bağında gülünü derdi
Benim gülüm soldu güller içinde
Amcasına gitti sonunda. Ben boşanmak istiyorum diyecek ölçüde gelişmemişti üslüp ve lisan.
Çıkmak istiyorum dedi amcasına. Artık dayanacak mecalim kalmadı. Alın beni buradan.
Gurbet elde acem kız peşindeyse koca, durmanın bir anlamı yoktu belki. Ama Büyükler için bu böyle değildi.
Gitmeyecektin dedi amcası, gittiysen çekeceksin.
Çekilmez olan hayata amcasının bu keskin barikatı, iyice daralttı bozonun yüreğini.
İsmail'ine baktı, Mehmet'ine baktı, Fatma'sına baktı.
Ve direndi Bozo, sanki hayat ona çek git diyordu, ama Bozo yolu bilmiyordu.
Cuma sabahı güneşliydi oysa köy. Ve cos dağı dumansızdı. Kimsenin üzüntüye sevkedilebileceği bir hengame henüz rücu etmemişti.
Yine darlandı Bozo'nun yüreği, öyle bir darlandı ki, susadı Bozo'nun gönlü. Hiç durmadı, koştu Bozo ardına bakmadan.
Ahşap dolaptaki zamanın dededesi, günümüzün sinek ilacıydı ilk gözüne kestirdiği. Belki imal edenler, sağlığa zararlıdır yazdığı için gitti ona bozonun eli.
Ve bir cuma öğleninde yudumladı Bozo ilacı susayarak.
Gözlerinden yaşlar akarak.
Yetişti, kaynanası koşarak Bozo'nun ölüm nöbetine.
Ve koştu tüm ahali köyün camisine.
Apansız doktora götürdüler Bozo'yu.
Bozonun cansız bedenini taşıdılar bir süre.
Ve doktorların tutanaklarına geçti Bozo'nun ölümü.
Üşüştüler boşluğa.
Azrailin kontratında ne yazık ki, iptal şıkkı varolmadı hiçbir zaman. Yapıştı mı insanın yakasına bir kere, canı alıncaya dek gitmezdi.
Zira Azrailin görevini icra etmesiydi aslolan.
O zaman da gitmedi Azrail.
Ve geriye birde üç tane yetim bırakarak.
Ve ölümün sessizi, ve ölümün cahilcesi, ve ölümün en iğreltilisi, gün yüzüne çıkacaktı Malpet'in yamaçlarında.
Aşk bir kere daha kazandı.
Ölümcül olarak hemde.
Ve Malpet'in güneşli bir Cuma öğleninde.
Celal Kılıç
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Nurcan Taşkın |
SON ARABA
Dışarıdaki koşuşturmaca bittiğinde; iş yerinde olduğum soğuk kış günlerinde görmeye başladım ilk onu. İş hanının arka otopark kapısından hızla girip oraya buraya -ne yapacağını bilmiyor halde- gidip gelmesi dikkatimi çekmeye başlamıştı.
Başında -gözlerini neredeyse kapatacak kadar- alnını örten beresi, çocuklara yakıştıramadığım kadar koyu renk kıyafetleri, sarı teni, bilinçli yapmadığı şirin hareketleri... Onu o yapan çocukluğuyla uzaktan tanıdım.
Ön cephesi tamamen cam olan çalışma mekanımızdan göz göze gelirdik iş merkezine girdiğinde. Gülümserdim, o da gülümserdi. En son geçen hafta cumartesi günü görmüştüm. Bisikletini iş hanının içine almış, 'Buraya koysam bisikletimi olur mu?' anlamına gelen maskaralıklar yapmıştı. Yarım saat sonra alıp gitmişti bisikletini. Dışarıdaki kara rağmen, gitmişti...
Yine yalnızım ikindi vakti. Hesaplar, siparişler, dağıtıma hazırlanacak dergiler, gelen giden müşteriler, telefonlar, kargodan gelen koliler... Hem vücut, hem de beyin yorgunluğu. Ne olursa olsun çalışmak çok güzel, kitaplarla daha da güzel. En güzeli de; fırsat bulduğumda bir kahve hazırlayıp kendime, sanki ilk defa gittiğim bir yermişcesine her yeri baştan aşağıya incelemek.Kitapları...
Ve O...
Yine her zamanki gibi. Koşa koşa giriyor arka kapıdan. Biliyorum az sonra geldiği gibi telaşla gidecek yine.Yaşadığı hayatı bilmiyorum, çocuk olduğunu biliyorum. Görüntüsü olan çocukluğunu değil, yaşaması gereken çocukluk duygularıyla...
Acaba yaşıyor mu?
Masada oturmuş, dinlenmenin, yalnızlığın ve sessizliğin verdiği keyifle kahvemi içerken görüyorum gelişini. Yavaş yavaş yaklaşıyor. Onu tanımanın tam sırası. Gülümsüyoruz birbirimize. İçeriden işaret ediyorum elimle gel diye. Açıyor kapıyı, giriyor. Girer girmez;
- Abla son oyuncak alır mısın? Bak kapıları da açılıyor, bir tane kaldı başka yok bu arabadan. Arasan da bulamazsın, al hadi.
Merakıma istemediğim şekilde nokta koyuyor, içeri girerken kendine aldığını sandığım, onun sandığım oyuncak araba. Ne diyebilirim şimdi. Hiç bir şekilde kırılmasını istemem. En iyisi arabadan konuşmaya devam etmek. Halbuki tanımak istiyordum onu. Yakından görmeyi istiyordum sevimliliğini ve kaynağını bilebilmek...
- Eeee, markası ne bu arabanın?
- Abla bak rengi de beyaz. Başka yok, son kaldı dedim. Markası mı? Pejo.
- Pejo kaç?
- Dur bakayım, kaç olduğunu bilmiyorum.
Telaşla evirip çeviriyor avcu kadar arabayı. O arada masada bir ileri bir geri sürüyor, kapılarını açıp kapatıyor, sonra bakıyor yine markasına.
- Abla, Pejo 200 lü ama tam okuyamıyorum gerisini.
- Demek 206, ben 307 sini severim Pejo' nun. Araba demişken, senin bisikletini de çok beğeniyorum. Bu gün getirmemişsin bisikletini?
- Eyvah!.. Dışarıda bıraktım bisikletimi. Hemen bakıp geleyim duruyor mu yerinde diye.
Çok hareketli. Fırtına gibi çıkıyor dışarıya. Cama falan çarpacak diye korkuyorum koşarken. Buna olsa olsa çocuk enerjisi denir.Gittiği gibi geliyor soluk soluğa .Bisikleti yerinde duruyormuş. Araya oyuncak girmeden, bisikletten devam etmeye çalışıyorum konuşmaya.
-Bisikletin de çok güzel. Benim bisikletim yok, hiç olmadı da. Bir daha bıraktığında çalabilirim bisikletini.
-Ben de gelir senden geri alırım.
-Nerden bileceksin ki benim çaldığımı? Tamam çalmam. Bana ödünç ver biraz olur mu? Bir iki yıl ben bineyim.
- O ho..O zamana benim vitesli bisikletim olur, bunu sana veririm.
- Gerçekten mi?
- Tabi veririm, niye vermeyeyim?
- Anlaştık. Adını söylemedin bana daha?
- Oğuz.
- Oğuz, okula gidiyor musun? Seni buralarda görüyorum ama?
- Gidiyorum Abla, orta bir. Sabahçıyım.
- Eviniz yakın mı buraya? Annen baban ne ile uğraşır?
- Yakın sayılır. Annem hasta. Babam başka ülkelerde çalışıyor.
- Ne güzel, hangi ülkede?
- Antalya, Silifke... Ben de bilmiyorum tam. Hiç para kazanamıyormuş oralarda.
- Başka ilde demek istedin değil mi? Antalya Türkiye'nin ili biliyorsun. Sen ne olmayı düşünüyorsun ya da istiyorsun?
- Avukat, doktor, hangisi olursa. Çalışkanım ben. Derslerim iyi. Abla, bu fiyata bulamazsın bak. Üç milyondu, iki milyona satıyorum. Başka yok, al ya...
Ne yapacağımı şaşırıyorum.Yine geldik arabaya. Gözleri pırıl pırıl. Zeki olduğu her halinden belli. Yanık teni var yaz günlerinden kalma. Güzelce yüzü. Yapısı, yaşından küçük gösteriyor. Tavırları o kadar rahat ki. Hiç sıkılgan durmuyor. Arada beni inceliyor fark ettirmeden. Göz ucuyla hep Oğuz'u inceliyorum arada ufak tefek işlerle uğraşsam da. Kime kızmalıyım bu yaşta hayat mücadelesi vermesinden dolayı? Düşünüyorum, düşünüyorum, boş...O soruya cevap bulmak kolay mı? Keşke bulabilseydim. Bir gün bulunur mu?
- Abla alacak mısın?
- Oğuz sen nasıl satıcısın? Öyle birden üç milyondan iki milyona indirilir mi? Yavaş yavaş düşürürsün fiyatı. Hem arabayı alıp ben ne yapayım ki? Sence oyuncak oynamak için büyük değil miyim? Keşke küçük olsaydım da alsaydım oynamak için.
Susuyor. Belki söyleyecekleri var daha. Aklından neler geçiyor acaba? Bir bana bakıyor, bir masadaki arabaya...
- Oğuz sen doktor ya da avukat olmak istiyorum demiştin, kitap okumayı seviyor musun?
- Evet seviyorum.
- Sana hikaye kitabı hediye etsem okursun değil mi? Tekrar geldiğinde hikayeyi bana anlatsan?
- Tabi Abla, okurum, anlatırım sana...
Yaşına uyuyor mu kitabın içeriği okumadığım için bilmiyorum da rafta 'ÇOCUK KALBİ' dikkatimi çekiyor. Beni sevdiği her halinden belli. İçine kısa bir not yazıyorum, uzatıyorum ona. Kitabı alınca, geldiği hızla koşarak gidiyor sevinçle;
- Tamam Abla, okuyunca gelirim anlatmaya !.. diyerek.
Vermeden önce kitabın iç sayfasına yazdığım notu düşünüyorum şimdi;
'Oğuz,arabayı almak isterdim ama; ben çok büyüdüm.
Sevgilerimle... Nurcan'
Alsaydım diyorum, hata mı yaptım almamakla? Gerçekten çok mu büyüktüm? Kırılmış mıdır bana almadığım için?
Nasıl olsa tekrar gelecek okuduğu kitabı anlatmaya. Biliyorum geleceğini. 'Son bir tane kaldı' diyeceği oyuncakları hep olacak, benim de ona vereceğim kitaplar...
Nurcan Taşkın
Yukarı
|
Seyir Defteri : Ömer Karayılan |
KENAR MAHALLEDEN SESLER
Eyvallah be gözüm, sen de git. Al ufak tefek ellerini, mini minnacık burnunu ve parmaklarını,
yani bütün ayrıntılarını..neyin varsa...
Hatta asıl ana mevzuyu, yani gözlerini... Gözlerini yani, aklımı başıma dar eden, canevimin
başköşe konuğu. Yani gözlerini, yani uğruna ömrümü hapislere ayarladığım..gözlerini yani,
ölmecesine tutunduğum... asıl mevzu yani... Onları da al.
Zaten başından beri senin değil miydi, ben de benim sanmıştım.
Yahu bizim seninle bir tarihimiz vardı be ! Öyle uyduruktan, ağaç gövdesine eziyet, çakı
resitali hurufattan ibaret değil. Hakiki bir tarihimiz vardı bizim, iki kişilik ve evrensel. Gerçi
bu noktada üçüncülere söz düşmez ama, aşkımızın neticede toplumda bir yeri vardı. Yani
simitçiler, sahlepçiler, kafeler, sinemalar... Bereketli bir şeydi beraberliğimiz. Şimdi hepsi
öksüz ve mahzun kalacak. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim ama, diğer insanları da
düşünmek lazım.
Halbuki biz seninle adamakıllı bir hayat emek vermiştik. Öyle balmumundan değil, alınterinden
bir heykeldi ellerimizin arasındaki. Bir yola beraber koyulmuştuk, geceyi koyultan ne varsa
ağartacaktık, bu yola baş koymuştuk... Koy gitsin ha !
Oysa benim yalın yalnızlığıma ne kalabalık bir kadroyla gelmiştin..her yanağında birer gamze,
her gamzede başka güzellik... Ablalar, enişteler, müstakbel kayınpeder-valdeler.... Hepsinin
hayatlarının incir çekirdeğine ziyan ayrıntıları...seninle birlikte doluşmuştu hayatıma. Sevdiğin
ve sevmediğin şeyleri de katarak hesaba, çeki düzen veriyordum kendime. Kahvelerden, erkek
meclislerinden, okey partilerinden çekip almıştım kendimi-oralarda iğretiydim zaten- senin
kalabalık ve karmaşık dekorunda yer bulmuştum kendime. Orhan Veliler, Cemal Süreyalar, Hayyamlar
karışmaya başlamıştı cümlelerimin arasına. Hatırlasana, iki bakkal defteri dolusu şiir de yazmıştım sana.
Ben yazarken ağlardım, okurken gülerdin sen. Çocukça bulurdun herşeyimi. Esasında sevmenin
çocuksu yanını sevdiğimi anlamıyordun.
İçimdeki çocuğa güneş göstermekti seni sevmek, parka çıkarmak, salıncağa bindirmekti sana bakmak..anlayamadın.
Rutubetli inşaatlarda geçmiş bir çocukluğu sana uyarlamak kolay olmuyordu. Babam inşaatlara götürürdü ellerimden tutup..nasırlıydı elleri. çok geçmeden benim ellerim de onunkilere benzedi. Hayatımda ellerinden yumuşak bir şeye dokunmamıştım ki...
Lafı daha fazla döndüremiyorum, sen anla...
Şimdi işsizsem ne olmuş yani. Bir ben miyim hem. Elbet sıra kendi evimizin inşasına da gelecekti. Ne olmuş zengin bir kısmetin çıktıysa. Ne olmuş evi, arabası, dolgun maaşı varsa. Bizim de paha biçilmez, paraya tahvil edilemez, dop dolgun bir kalbimiz yok muydu ?
Eyvallah gözüm, git. Savur saçlarını sonbahar rüzgârına. Bir yaprak ağaçtan düşsün, bir yaprak takvimden. Eyvallah gözüm durma. Yapacak işim var benim, daha kederli şarkılar dinleyeceğim. Sonra gidip bakkaldan bir defter daha alacağım.. güle güle...
Ömer Karayılan
Yukarı
|
|
Bir öyküm var anlatacak!.. : Tarkan İkizler Siz bunu bulduğunuzda... |
|
Siz bu yazdıklarımı bulduğunuzda, ben yaşamıyor olabilirim...
Yazdıklarımın tamamını okuduğunuzda, öğrendiklerinizi diğer insanlara duyurup duyurmamakta serbestsiniz. Eğer notlarımı bularak bu araştırmayı başlatabilirseniz, adınızı da ölümsüzlüğe kavuşturabilirsiniz. Bence bu bile, her türlü riski göze almaya değer...
Bu notları, burada zorla tutulmamın ikinci yılını doldurduğumda, yazılı ifadelerimi daha düzgün bir şekilde hazırlayabilmem için verilen bilgisayarla iletmeye çalışıyorum. Şu anda beni yaşama bağlayan tek şey, birilerinin yazdıklarımı bulabilme olasılığı... Bilgisayar işletim sisteminin dosyasına benzeyen bu belgeyi bulup inceliyorsanız, çok şanslı sayılırım. Bana verilen bu bilgisayarı ne zaman geri alacaklarını bilemediğim için, size yazdığım bu belgeyi tamamlamakta çok acele etmek zorundayım. Lütfen yazım hatalarımı normal karşılayın.
Size her şeyi anlatmadan önce kendimi tanıtmam gerektiğini düşünüyorum. Ben Fransa'da arkeoloji ve antropoloji eğitimi almış Tunus asıllı arkeolog Jemal bin Farsian. Şu anda bilmediğim bir yerde, gözetim altında tutulmaktayım.
Tunus'taki laboratuvarımızda yaptığım araştırmalarda ulaştığım bilgiler ve yaşadıklarım, öylesine inanılmaz ki; size burada yazdıklarımın ispatı olarak (akademik geçmişimin güvenilir olmasından başka) sağlam bir delil sunamıyorum...
Evet diplomamı, saygın dergilerde yayınlanan bilimsel makalelerimi inceleyerek ya da bilim çevrelerinde tanınmış profesörlere sorarak, benim kişiliğim hakkında birçok sonuç çıkartabilirsiniz. Ama eminim ki bunların hiçbiri size (bütün olayları en başından beri kişisel video kaydedicisine çekmeyi başaran) Phil Rosen'in video kasetleri kadar güvenilir bir delil olmayacaktır.
Belki daha sonradan da, çeşitli ses ve görüntü kayıtları almışlardır. Bu konu hakkında en küçük bir bilgim yok, ben sadece Phil'in çektiği video görüntülerinde (İfadelerimiz alınırken, sık sık bu görüntüler eşliğinde sorgulanıyorduk) bir sorun olmadığına eminim.
xxx
Tüm bunların hepsi loboratuvara getirilen, (yaklaşık olarak ansiklopedi cildi büyüklüğünde) bir metal levha ile başladı. Ben ve ekibim bu laboratuvarda, bugüne kadar öyle garip arkeolojik kalıntılarla karşılaşmıştık ki, artık hiçbir şey bizi şaşırtamıyordu. (Aramıza katılan genç memurlar, maaşları kesilmesin diye çölde ellerine ne geçerse, incelememiz için bize getirirlerdi.)
İlk gördüğümüzde bu metal levhanın, tarihdeki en büyük keşif olduğunu anlamamız mümkün değildi. Şimdi, öğrendiklerimizi düşününce, bunun da hiç bir önemi olmadığını anlıyorum...
Diğer arkadaşlarım, "çöle düşen uçak parçasıdır" diye çoktan kararlarını vermişti. Ben de bunu onaylamak üzereydim ama, metal levhayı getiren adam hâlâ bağıra çağıra teknisyenle tartışıyordu. Bulunan parçanın bu kadar yeni görünmesine rağmen (parlak siyah bir metaldi) adamın "eski eser" diye ısrar etmesi, herkesin canını sıkmaya başlamıştı.
Avrupa'da aldığım eğitim, beni bu cansıkıntısının dışında tutmak zorundaydı.
Fransız Arkeoloji Akademisinin kurduğu laboratuvarda uymamız gereken kuralların en önemlisi; Bulunan her şeyi inceleyip rapor etmekti. Yanlarına gidip adamın elinden levhayı aldım. Aşağıda daha sonra olanları ve meslektaşım Phil'le aramızda geçen konuşmaları birebir, aynen yaşadığım gibi size aktarmaya çalışacağım.
xxx
İlk farkettiğim, pek bilinmeyen bir hiyeroglifle üzerine "Isıya duyarlı özel madde. Her 20 kat ısıda bir sayfa" yazılmış olmasıydı. İlgimi çektiği için metal levhaya kayıt defterinde bir numara vererek adamı gönderdim.
"Isıya duyarlı özel madde?"
Elimdeki bir metal parça olduğuna göre ısıya duyarlı özel metal denmek isteniyor olmalı. Isıya duyarlı olan özel metal ise "akıllı metal" olarak tanımlanır. (Akıllı metal: Isıtıldıkça ya da soğutuldukça, o ısıda kendisine verilen şekli hatırlayarak, eski haline dönmek için değişime uğrayan özel alaşımlara denir.)
Hayatımda bu kadar saçma birşey görmedim! En az beşbin yıl önce var olan bir uygarlığın "akıllı metal"le hiçbir bağlantısı olamayacağını herkes tahmin edebilir. On-onbeş kişiyi bulan, bu dilin günümüzdeki uzmanlarından hiçbirinin, böyle basit ve aptalca bir şey için zaman harcamayacağına da eminim.
(Bazen çok basit çözümler kendilerinden şüphe duyulmasını sağlar, işte bu da öyle bir durumdu.) Esas soru şuydu; "Böyle saçma bir şeyi kim niye yapsın?"
xxx
Bu konu hakkında benden daha fazla bilgiye sahip olduğunu düşündüğüm Kanadalı dostum, değerli bilim adamı Phil Rosen bana yardımcı olabilirdi. Hemen onu arayarak bulduğumuz metal levhayı ve durumun garipliğini anlattım. Nedense Phil olayla çok yakından ilgilendi ve hemen yanımıza geleceğini söyledi. Bu konuşmadan tam iki gün sonra, elinde kamerasıyla el-Uveyne havaalanında karşımda duruyordu. Gümrük görevlisini, Phil'in, Kartaca şenliklerine gelen belgesel yapımcısı olduğuna inandırmak biraz zor oldu ama bu sayede kamerasının alınmasını engelledim...
Phil'le en son bir yıl önce, İsrail'de düzenlenen Uluslararası Arkeoloji Konferansında görüşmüştük. Yoldaki sohbet genelde, Kanada ile Tunus arasındaki iklim farkından bahsederek geçti. Onu otelde kalmaktan vazgeçirip, kendi kaldığım yere yerleşmesini sağladıktan sonra laboratuvara gittik.
İki nöbetçi tarafından korunan laboratuvardaki özel test odasında yaptığımız yarım saatlik bir incelemeden sonra, dışarı çıktık. Phil, merakla ondan gelecek açıklamayı beklediğimi farketmiş olmalı ki "Jemal, sana anlatmam gereken çok önemli şeyler var." diyerek konuşmasına başladı.
xxx
- Rastlantı sonucu kendini çok büyük bir tehlikeye atmışsın, bu iş için mutlaka büyük bir ülkenin güvenlik desteğine ihtiyacın var. Bildiklerimde yanılmıyorsam, bütün dünya bulduğun bu metal levhanın peşinde.
- Böyle bir şeyi hiç duymadım, niye bu salak metal parçası bu kadar önemli olsun ki?
- Dostum, eğer tahmin ettiğim gibiyse; inan, bu levhaya karbon testi yapmak istemezsin.
- Niye böyle bir şey düşüneyim ki? Lütfen, bana bu konu hakkında bütün bildiklerini anlat. Bu iş fazla karışık olmaya başladı.
- Daha önce birlikte çalıştığım, Amerika savunma bakanlığı adına görevli profesör Rumsfield, bana bu metal levhadan bahsetmişti. Anlatılanlara göre milattan önce 1250 yıllarında, yine böyle bir metal levha bulunmuş. Bu kusursuz ve anlaşılmaz nesne, o zamanlar da çok ilginç olmalı ki, alıp krala götürmüşler.
Kral, kusursuz bir yüzeye sahip olan bu metal levhanın ne olduğunu anlayamamış ve büyük bir ihtimalle mermer sanmış. Levhayı gösterdiği alimlerden hiçbiri üzerindeki yazılanları çözememiş. Bunun anlamsız bir şey olduğunu düşünen kral, levhayı kırmak için alıp yere atmış. Kırılması için yere atılan mermer(!) parçasına bir şey olmadığını gören kral; bunu tekrar, tekrar denemiş, başkalarına denetmiş...
Ki bu arada söyleyeyim bu bahsettiğim kral, Asur kralı I. Tukulti-Ninurta'dır. Kral Tukulti-Ninurta bu olanlardan sonra birçok yönteme başvurmuş. Aslında bir metal olan bu mermerin kırılmaz olduğunu anlayınca, bu sefer de ateşe atmayı düşünmüş. İşte burada bir mucize gerçekleşmiş, ateşe atılan bu garip nesnenin üzerindeki garip yazılar, değişip duruyormuş. Bir süre sonra kendi dillerinde yazılar çıkmaya başlayınca Tukulti-Ninurta bunu tanrılardan gelen bir yazıt olarak düşünmüş ve hemen ateşi söndürtüp levhayı almış.
Tukulti-Ninurta, adamlarına Tanrıça İştar-Dinutu adına bir ziggurat yapılmasını emretmiş. Ziggurat bitirilince önüne, ateş tanrısı Nasku için, çok görkemli bir sunak yapmış. Bu sunağın üzerine de kendisini, ateşte yazıları değişen kutsal levhanın önünde diz çökerken betimleyen bir fresk yaptırtmış.
- Phil dostum bu anlattıkların doğru mu? Ben bir arkeolog olarak bunları nasıl bilmiyorum?
- Bu fresk şimdi Berlin Devlet Müzesi'nin gizli dehlizlerinde, çok sıkı güvenlik tedbirleri altında korunuyor. Bildiğin gibi İkinci Dünya Savaşı'nda Yahudiler, Almanların elinden kurtulmaya çalışmak için, dünyanın çeşitli ülkelerine kaçmışlardı. Bir profesör de Amerika'ya kaçarken, üzerinde çalıştığı bu freski ve tüm belgeleri, yakalanma riskini göze alarak, yanında götürmüş. Almanlar elli yıl sonra çok zor da olsa Amerikalılardan bu freski geri almışlar. Yahudi profesörün yaptığı araştırmalara ait belgeler ve Asurlardan günümüze ulaşan tek destan olan Tukulti-Ninurta Destanı'da Amerika'da kalmış. Şimdi niye bu metal plakanın peşindeler anlıyor musun?
- Evet. Hem onu, hem de İsrail'in Fransa aracılığıyla tekrar çalışmalarımıza destek olmasını şimdi daha iyi anlıyorum (Fransa buradaki araştırmalar için ayırdığı ödenekleri iki yıl önce kesmişti).
- Hayır, dostum hayır. Ben bundan bahsetmiyorum. Benim anlatmaya çalıştığım şu: Amerikalılar elli yıldır bütün dünyada Tukulti-Ninurta'nın bulduğu metal levhayı arıyorlar ve sanırım onu sen bulmuşsun... İşin en tuhaf yanı da metal levhanın üzerinde yazılanların doğru olduğunu düşünüyorlar...
- Peki nasıl olur da, dünyada ki herhangi bir uygarlık, beşbin yıl önce akıllı metali bulup bundan bir yazıt yapar? Aklım bunu almıyor.
- Benim de söylemeye çalıştığım bu. Beşbin yıl önce dünyadakilerin bunu bilmesine imkân yoktu ama ya galaksimizdeki başka bir uygarlık bunun üzerine notlar yazıp bizim bulmamızı istediyse? Ve belki de beşbin yıldan çok önce buraya bırakıldıysa...
- Demek ki Asurlardan önce de defalarca farklı uygarlıklar tarafından bulunmuş ve zamanla bir kaybolup bir bulunarak günümüze kadar gelmiş.
- Tukulti-Ninurta da bu metal levhayı bulduğunda, kendinden öncekiler gibi bunun ne olduğunu anlamadı. O'nu önemli yapan; kendisinden sonrakilere, ateşe atılınca üzerindeki yazıların değiştiği garip ve gizemli nesneden bahseden destanla, bunu gösteren bir fresk bırakmış olması.
- Arkeologlar yıllar süren çalışmalarını, bir sonraki kuşağa bırakarak, bu freski ve Tukulti-Ninurta Destanı'nın gizli ayrıntılarını bulmaya çalıştı. Sonunda çözümü bulan Yahudi profesör de bütün çalışmaları, Almanların elinden kurtulmak için Amerikaya taşıdı. Böylece metal levhadan günümüz devletlerinin de haberi oldu.
- Amerikalılar, araştırmalarda bahsedilen bu nesnenin, ancak ileri uygarlıklar tarafından bilinebilecek bir madde, yani akıllı metal olduğunu düşünüyordu. Milattan önce 1250'de akıllı metali de ancak, olası bir dünya dışı uygarlıktan başka kim bilebilirdi ki? Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, bunu dünyaya uzaylılar bırakmış olmalıydı. İşte macera böylece başlamış oldu.
- Uzaylılar niye böyle bir metal parçasını dünyaya bırakmak istesinler ki?
- Onu da üzerindekileri okuyunca anlayacağız. Belki de bize kendi bulundukları yeri tarif ediyorlardır.
xxx
Bir an için bütün bunların, elimizdeki metal levhayla ilgili olduğunu düşünmek, insanı delirtmeye yetiyordu. Phil'e kamerasını alıp hemen laboratuvuarda çalışmaya başlamamız gerektiğini söyledim. Bana önceden yaptığı hazırlıklardan ve gereken malzemelerden bahsetti. Hepsini, hemen temin edebileceğimi düşünüyordum ama yüksek ısı elde etmek için asetilen kullanan özel bir fırına ihtiyacımız vardı.
Bunu bulup kurmamız tam bir haftamızı aldı. Aslında fırını iki günde monte edip kurmuştuk fakat, yüksek ısıya dayanabilecek çok özel bir camı bulmamız bir hafta sürdü. (Video çekimleri için bu cam şarttı.) Fosfat fabrikalarından tutun da, Kabis körfezindeki petrol rafinerilerine kadar sorup soruşturduk ve en sonunda doğalgaz tesislerinden birinden, ısıya dayanıklı, iki özel giysi bulduk. Artık herşey hazırdı. İnşallah sonumuz Tukulti-Ninurta gibi olmaz. (Bir taş parçasına tapmaya başlayınca, oğlu kraliyetin saygınlığını korumak için deli sandığı babası Tukulti-Ninurta'yı öldürmüş)
Phil video kamerasıyla kayda başlayınca, ben metal levhayı fırına yerleştirip ısıyı kontrol edecektim. Metal levhayı ısıtmaya başladığımız andan itibaren üzerindeki yazıların hızlı bir şekilde değiştiğini gördüğümüzde, önce ikimiz de kısa süreli bir şok geçirdik. İlk aklıma gelen video kaydının yapılıp yapılmadığını kontrol etmek oldu, çünkü bu deneyi tekrarlayamazsak elimizdeki tek delil bu kayıt olacaktı. Kameranın kırmızı ışığı kayıtta olduğumuzu doğruluyordu, Phil de başıyla onaylayınca içim rahat etti.
Yaklaşık kırk dakika süren bu deney sonunda, en çok dikkatimi çeken şey; zaman ilerleyip ısı arttıkça, levhanın üzerinde beliren yazıların, gittikçe günümüz dillerine yaklaşması ve harflerin küçülmesiydi. Böylece beliren her sayfaya daha küçük harflerle daha çok yazı koyulmuş oluyordu. Levhanın özerinde büyük bir daire belirdiğinde ısıyı ne kadar yükseltsekte bir değişiklik olmadı.
Laboratuvarı kapatıp elbiselerimizi çıkardığımızda ikimizin yüzü de, uzun süre güneşte kalmış gibi yanmıştı. Phil'le birlikte hemen benim odamdaki televizyonun yanına koştuk. Phil kamerasını televizyona bağladı ve kaydı seyretmeye başladık. Metal levhanın üzerindeki yazıların değişmesi, şu ana kadar insanoğlunun ulaşamadığı bir teknolojiyle karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha kanıtlıyordu.
Ve işte bizim dilimizde yazılanlara geldik. Yazının tamamını okumamız için Phil görüntüyü durdurdu. Okuduklarımızı kavramamız mı uzun sürdü, yoksa okuduklarımızı hemen anladıkta, yazılanlara mı inanamadık bilmiyorum. Bana yüzyıl gibi gelen bir süre, ekrana kilitlenmiş bakışlarla öylece sabit kaldık. Sonra fark ettik ki bulunduğumuz yer acayip bir gazla doldu ve paldır küldür birileri içeri girdi.
Dostum Phil ile, ne zaman kendimize geldik bilmiyorum. Yanımıza gelen birkaç tanıdık yüz ve bir sürü de ilk kez gördüğüm insan, bizi alıp bir araca koydular. Bize uyuşturucu bir ilaç verilmediğine kesinlikle eminim ama, ikimiz de ne direndik, ne kıpırdadık, ne de bir şey söyleyebildik. Kayıtları, sorgulama sırasında tekrar tekrar görme fırsatı bulduğum için, yazılanları kelimesi kelimesine, neredeyse ezbere biliyorum. Beni bularak buradan kurtarılmamı sağlamanız inanın hiç önemli değil, şimdi sizden tüm insanlık adına ricam, aşağıya yazdıklarımı ilgili kişilere iletmeniz.
İnceleyerek, üzerinde deney gerçekleştirdiğimiz ve bu deneyler sonucu, çok yüksek teknolojik seviyeye sahip olduğunun ispatlanabileceği, dünya dışı bir uygarlık tarafından, tüm insanlığa aşağıdaki mesaj aktarılmak istenmiştir. Size bu belgeyi ileten kişiye yazımın başında ayrıntıları anlattım. O yüzden mesajın bulunması ve çözülmesi için yapılanları tekrar etmeye gerek duymuyorum. Bilim adamı olarak bunu size iletmek benim görevimdir.
Fransız Arkeoloji Akademisi
Kuzey Afrika Bölgesel İnceleme Komisyon Başkanı
Jemal bin Farsian
MESAJ...
Yeryüzündeki en üst bilince sahip canlılara...
Bizler, sizin bize ulaşamayacağınız kadar uzak, farklı bir güneş sisteminde yaşayan "Gerçek" insanlarız. Teknolojimiz, kendi gezegenimizdeki tüm canlılara mutlu bir yaşam sağlayacak kadar ileri düzeyde. Buna karşın, şu anda yaşam sürelerimiz tek problemimiz olmaya devam ediyor.
Bizler sizin gezegeninizdeki mevsimlere göre, hayatımız boyunca aynı mevsimi en fazla yirmi kez görebiliyoruz. Bu, evrendeki ilk insandan beri bizler için en uzun süre. Bütün bilimsel çalışmalarımızı, ömrümüzü uzatmak için yaptığımız araştırmalara yoğunlaştırdık. Gen teknolojisi sayesinde, laboratuvar ortamında bizden iki kat daha fazla yaşayabilen yeni nesil insanlar doğmasını başardık. Ama bu genetik çalışmalar biz gerçek insanlarda olmayan sorunları da beraberinde getirdi.
Her şeyden önce, genleriyle oynanan bu yapay insanlarda; bizde olmayan vahşilik ve saldırganlık, birbirine zarar verme gibi tamamen insanlık dışı davranışlar tespit ettik. Aç bırakıldıklarında hayvanlar gibi birbirini öldürüp yemelerini görünce, tüm insanlık olarak derinden sarsıldık ve yaptığımızın yanlış olduğunu anlayarak bütün bu deneylere bir son verdik.
Evet genetik kodları yeniden düzenleyerek insanın fiziki yaşam süresini iki-üç katına çıkarmayı başarmıştık ama, artık var olan ruhsuz, karaktersiz başka bir yaratık olmuştu. Bunun üzerine çalışmalarımızı durdurmak zorunda kaldık.
Laboratuvarlarımızdaki yapay insanları yok etmemiz, öldürmek gibi bir davranış biçimine sahip olmadığımız için mümkün değildi. Genetik yapılarıyla oynanan, sadece görüntüsü insana benzeyen bu yapay insanları, fiziki yaşam bulunan başka bir gezegene bırakmamıza karar verildi. Böylece hem size zarar vermeyecektik, hem de kendi başınıza hayatta kalabilirseniz, yapılan deneylerin sonucunu ilerideki tarihlerde de gözlemleme imkanımız olacaktı.
Bu herkes için en iyi olan seçenekti. Ve bu yüzden aranızdan bazılarını, bu gezegene bıraktık...
Bizler her iki nesilde bir, görevli araç göndererek sizdeki gelişmeleri takip edeceğiz. Umarız sizi bıraktığımız yeni deney ve gözlem alanı olan gezegende evrim geçirerek, diğer gezegenlere bıraktığımız denekleri geçer ve gerçek insanlar olma yolunda ilerlersiniz. Bu metal levhayı bulup nasıl çalıştığını anlamanız ve bu yazılanları okuyor olmanız her ne kadar zekâ düzeyinizin geliştiğini gösterse de bu asla gerçek bir insan olduğunuz anlamına gelmez. Ama sakın ümidinizi kaybetmeyin çünkü tüm insanlık olarak, birbirinize ve başka türlere zarar vermeye son verdiğinizde, bizim için de ümid vaat ediyor olacaksınız.
Barış içinde kalın.
Tarkan İkizler tarkan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.142 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
hiç düşündün mü
bilirim akşamın eğrildiği yeri
çiçekli dal bakışlarından
ve güneşi öpmüş dudaklarından
inadına sarı sarmaşık gülce
gelirsin sokağa sızarak yırtmacından
bakışın rahminde gelişir aşk
sözün tılsımında duldasında dokunuşun
ay taşar yatağından
sahi ay neden taşar yatağından
hiç düşündün mü
konuşur gülüşür susarız mahcup
yaşamı eksilterek usanmadan
akarsın gecenin yivinden
aydınlığa gömülen yıldızlar gibi
usuldan çekip gitsen de
yakınmam yokluğundan
açık bırakılmış pencerelerden
şiirime sinersin
sahi neden şiir kokarsın...
hiç düşündün mü
Emre Gümüşdoğan
Yukarı
|
Kim yaptıysa güzel yapmış, aferin!...
Yukarı
|
ANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...
Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.
28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.
Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.
Berrin Cerrahoğlu,
'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA' sergisini onurlandırmanızı diler.
Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004 Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4 Galatasaray / İstanbul
Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.tiyatroevi.com/index.php
...Her insanın içinde bir sanatçının saklı yattığı, tüm hayvanlardan en çok insanın sanata yatkın olduğu ne denli doğruysa, insandaki bu sanatsal yatkınlığın zamanla geliştirilebileceği ya da körlenip gideceği de o denli doğrudur. Bertolt Brecht... Tiyatroyu severim, seveni de severim.
http://www.kampf.nl/marijn.org/online.php
Logonuzu yapabilmeniz için uygun bir taslak istiyorsanız, sizin için güzel bir çalışma örneği sunuyorum. Kutucuğa logonuzda görülmesini istediğinizyazıyı yazıyorsunuz. Ünlem işareti olan butona tıklıyorsunuz. Ve işte logonuz tam karşınızda... Güle güle kullanın.
http://www.jimmy-k.com/amanita/www/playgrounds/rocketman.htm
Nike dünyamızdan uzak bir noktada, adı belli olmayan bir gezegende gizli bir laboratuvar kurmuş. Basketbol ayakkabılarını test için kurduğu bu yerde bilim adamlarına yardım etmeniz gerekiyor. Bakalım kaybettikleri şifreyi bulmaları için yardım edebilecekmisiniz.
http://www.citesciences.fr/english/ala_cite/expo/explora/image/mona.html
Hani şu dünyaca ünlü tablo "Mona Lisa", ressamının bile önüne geçmiş ünü ile tam karşınızda. Gülüyor mu yoksa ağlıyor mu diye senelerce tartışılan yüz ifadesiyle oynayabileceğiniz güzel bir çalışma. İster güldürün, ister kızdırın.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|