|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 455 |
5 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Cefakar günlüğüm!.. |
Merhabalar,
Bu satırları sana gözyaşları arasında yazıyorum sevgili günlüğüm. Yanaklarımdan süzülen göşyaşları burun hizamda akrabaları ile buluşup tuvalet kağıdının o yumuşak katları arasına hapsoluyor. Biliyor musun? Bu kadar sıvı atığın nerede oluşup sonra bir yolunu bulup nasıl fışkırğını hala anlamış değilim. Nankörlük ettim biliyorum. 3 hafta önce istedikleri ilgiyi göstermedim o miniminnacık mikroplarıma, suçluyum. Onlar da al sana bizden esirgediğin ilgi dediler, oh olsun bana canım günlüğüm. Oysa memleket kar yağışı altında güllük gülistanlık. Enflasyon katı halden tek rakamlı hale dönüşmüş. Artık 8 haneli eşantiyon hesap makinamı bile kullanabileceğim. Canavar olmuş sana bir pisicik, gel beni okşa diyor. İdare amirlerimin ağızları kulaklarında. Ama ben gene anlayamıyorum be sevgili günlüğüm. Bu zıkkım enflasyon düşüyor diyorlar ama fiyatlarda bir düşüş yok. Aksine akar ve kokaryakıta bindirim yaptılar. Ha diyeceksin ki; ulen eskiden 3 günde bir fiyat artardı o daha mı iyiydi? Yok tabi değil, ama o zamanlar birşeyler alırdık, alabilirdik be günlük. Haftada bir dışarda yer, sinemaya tiyatroya giderdik. Şimdi zor be gülüm. Yoksa bu enflasyon biz yemeden içmeden kesildik diye mi düştü dersin. Vallahi ben bilmem idare amirlerimiz bilir. Hoş onların tuzu kuru, 6 milyar maaşı yetmiyor diye kendini ticarete vermiş benim başbakanım. Ona canavar bile vız gelirdi, bu pisicik ayaklarının altında ezilir de kimseciklerin ruhu duymaz.
Bak şimdi farkında olmadan gene gevezelik ettim. Haydi ben gidip yatayım artık. Yoksa bu gözlerim ağlamaktan kör olacak. Aman Allah korusun. Sana güzel bir haftasonu diliyorum. Pazar akşamı akışsız bir ortamda buluşmak üzere hoşçakal benim koca ekranlı günlüğüm.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Ankara'dan : Cumhur Aydın Ulusal Uyanış ve Birlikteliğe Çağrı |
|
3 Mart 1924 ülkemiz kuruluş tarihinde önemli Cumhuriyet Devrimlerinin başlangıç günü olarak kabul ediliyor. Bu tarih, devrimi somutlaştıran üç yaşamsal adımın atıldığı, üç önemli yasanın Mecliste kabul edildiği gün. Din ve Vakıflar Bakanlığının kaldırılması, öğretim birliği'nin sağlanması ve hilafetin sona erdirilmesi.
Kurtuluş yıllarını izleyen dönemde Türkiye Cumhuriyetinin harcı karılırken, çağdaş Türk insanının yetiştirilmesi ve ülkenin bilim ile medeniyet yolunda ilerleyebilmesi hedef alınmıştı. Bu amaç uğruna dinin yönetimdeki vesayetinin kaldırılması ve eğitimin hurafelerden arındırılması yaşamsal önemde adımlar olarak anılmalıdır.
İşte böyle özel bir günün seksen yıl sonrasındaki yıldönümünde, sayıları kırkı aşan üniversite, meslek odası ve toplum örgütü Ankara'da bir araya gelip, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel değerleri ile ülke bağımsızlığının ortadan kaldırılmakta olduğu yönündeki tesbitlerini ulusa bildirdiler. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ulusal değerler çerçevesinde tarihi birliğe ve silkinmeye davet ettiler.
Hafta sonu Ankara'da yine birçok sendika, meslek örgütünün binlerce üyesi bir araya gelerek, yasalaştırılmaya çalışılan 'Kamu Yönetimi Reformu Tasarısı' ile bir yandan içi boşaltılmış olan sosyal devlet anlayışının tamamen ortadan kaldırılacağını diğer yandan ülkenin eyaletlere bölünüp ulusal birliğin yok edilme yolunun açılacağı savlarını seslendirecekler.
Dilerseniz ekranınızın karşısında şöyle bir arkanıza yaslanın ve Türkiye Cumhuriyetinin nasıl bugünlere geldiğini bu görüş açısıyla hızlıca gözden geçirelim:
İkinci Paylaşım Savaşı ertesi (1946) dünya kırkbeş yıllık soğuk savaş dönemine girerken, genç Türkiye Cumhuriyetinin demokrasi denemesi de başlar. Ancak bu başlangıçta ve izleyen dönemde; Amerika'nın Sovyetler Birliği'ni zayıflatma planları ile ülke içindeki Cumhuriyet ve aydınlanma karşıtı güçlerinin karşı devrimi canlandırma gayretlerinin örtüştüğü görülecektir. İşte bu örtüşme 1990'ların başına kadar yaşayacağımız anaforun yapısını oluşturacaktır.
Sürdürelim… 1960 Askeri Darbesiyle bir süre kesintiye uğrayan bu süreç daha sonra kaldığı yerden ülke değerlerini kemirmeye devam eder. Altmışların sonundan itibaren dünyadaki gençlik hareketleriyle koşut ülke bağımsızlığı ile daha hakça paylaşım taleplerini dile getiren üniversite gençliğinin karşısına güya vatanı korumak adına 'milliyetçi gençler' çıkarılırlar.
68-78 Kuşağın lise ve üniversite dönemi-yetmişli yıllar- ülke insanının birbirine kırdırıldığı bir kan ve gözyaşı denizinde çırpınılarak yaşanır. Bir yandan il il, mahalle mahalle insanlar alevi-sunni ayrımlarıyla kamplara ayrılarak kitlesel olarak katledilirken, diğer yandan devlet içindeki değişik yapılanmaların müdahaleleri ile ülkenin aydınlanma ve bağımsızlığın yeniden nefeslenme kalkışması boğdurulur.
Derken 1980 Darbesi yaşanır. Akan kan durdurulmuştur. Ancak bu darbe ile sistemli bir biçimde ülkenin kırık dökükte olsa birikmiş siyaset ve demokrasi deneyimi parçalanır. Diğer yandan gençliğin depolitisazyonu sonucu ülke geleceği ile gençlerin arasındaki düşün ve gönül bağı kopartılır.
Yine bu dönemde; dünya siyasi ve ekonomik gelişmeleriyle koşut, bugünleri hazırlayan 'ekonominin liberalleştirilmesi' yönünde adımlar atılmaya başlanır. Mevcut yapının çökertilip yerine yenisinin konamamasının faturasını doksanlı yılların başından 2000'e erişecek süreçte ülke kaynaklarının peşkeş çekilmesi ve bankaların içlerinin boşaltılmasıyla ile ödenecektir. Belki bütün bunlardan daha da vahimi insanlığa ait onur, şeref gibi bütün temel değerlerin de örselenmesi; hırsızlığın, köşe dönmeciliğin toplumun her kesiminde kök salmasıdır.
Ülkenin başına örülen çoraplar bununla da sınırlı kalmayacaktır. Kıbrıs'a haklı müdahale ertesi başlatılan Ermeni etnik terörü, seksenlerin ortasında yerini Kürt etnik terörüne bırakacaktır. Onbeş yıllık dönemin sonunda otuzbini aşkın insan yitirilir. Bu terörün durdurulması amacıyla göz yumulan kimi yapılanmalar başka acılar da yaşatacaktır. Ülkenin maddi ve manevi kaynakları, enerjisi üretim yerine böylece boğdurulmuş olur.
Nihayet 1996'da Susurluk ilçesinde bir trafik kazasıyla ortaya çıkan tablo, seksen öncesi kullanılan insanların ne tür örgütlenmeler içinde izleyen dönemde de değerlendirildiklerinin göstergesidir, en çarpıcı biçimiyle.
2002'nin başında Türkiye Cumhuriyeti, ekonomisi neredeyse bir daha toparlanamayacak biçimde batırılmış, sürdürülen rantiye düzeni ile iç ve dış'ta toplam iki yüz milyar doların üstünde borçlandırılmış bir edilgen ülke durumuna düşürülmüştür. Cumhuriyetin temel değerlerinin içi boşaltılmıştır.
Kısa notlar burada bitiyor…
Hiç kuşku yok ki; ülkenin elli yılı aşkın demokrasi deneyimi, dünya egemen güçlerinin ülke üzerinde at koşturdukları bir dönem içinde yaşandı. Kendimizi korumak için her silkinişimiz ise daha da batağa saplanmamızın ortamlarını yarattı. Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetenler, onu kuranlar kadar yürekli ve ilkeli davranamadılar.
İşte Ankara'da toplanan ve ülkenin her köşesinden ses veren "Ulusal Mutabakat Hareketi", Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki harcın niteliklerine taban tabana zıt; eğitimin dinselleştirimesi, bilime sırt çevrilmesi, üretimin sıfırlanması ve ülke kaynaklarının talan edilmesiyle tümüyle bir çöküş ve yok olma sürecinin eşiğine geldiğimiz tesbitini yapıyor.
Yakın geçmiş ve geleceğe ilişkin yorumlar ise şöyle toparlanabilinir mi?
Bugün, yüzde sekseni eğitimsiz ve yoksulluk/açlık düzeyinde debelenen halk başını gözünü yara yara son yirmi yılın sorumlularını cezalandırabilmiş ancak çarpık seçim sisteminin de etkisiyle yönetimi, önceki dönemlerde yaşandığı gibi hemen tümüyle Amerikanın plan ve beklentileriyle örtüşecek biçimde hareket eden, "ılımlı islam" olarak lanse edilen gruba teslim etmiş durumda. Yüzde yirmilik görece eğitimli ve varsıl kesimin bir kısmı ise en tepeden aşağıya doğru kendi maddi birikimleriyle koşut biçimde "benim düzenimi bozmayacak herşeyi kabul ederim" mantığı ile davranır durumda.
Ülkenin ekonomik olarak çökertilmesi tamamlandıktan sonra idari ve yapısal parçalanmasının da "yerelleşme adımları " ile gerçekleşmesi planlanıyor. Geriye ulusal hiç bir değere sahip olmayan, zararsız, bir avuç zengini tüketen, kalanı dilenip karnının doyurmaya çalışan, tehlikeli olmayacak biçimde savlara göre "dini ile barışmış" bir cemaat topluluğu kalacak. Parçalanma toprak ve etnik temel olarak ta ilerleyebilirse kalıcığı kesinleşecek.
Bütün bunların halkın önünde rahatlıkla yapılabilmesi için, onların beyninin medya yardımıyla tamamen boşaltılması ve yönlendirilmesi ayrıca hiç bir zaman gerçekleşmeyek Avrupa Birliği Ülkeleriyle birleşme masallarıyla düşlerin pompalanması gerekiyor.
Tesbitlere, yorumlara katılıp, katılmamak size kalmış. Ancak medyanın en hafif deyimiyle dinlendirici, uyutucu, moral verici davrandığı doğru kuşkusuz!
İşte tam da bu ortamda, şimdilik kalabalık olmasalarda insanların, örgütlü grupların bir araya gelip, ülkenin ve Türkiye Cumhuriyetinin temel değerlerinin korunması için bir "ulusal dirilişe gereksinim olduğunu ve bunun aciliyetini" seslendiriyor olmalarını her birimizin pek çok kez düşünmemiz gerekmez mi?
Sorunların olağanüstü derinleşmiş ve bütünselleşmiş olduğu kuşku götürmez durumdadır.
Dahası bu hepimizin ortak görüşüdür. Ancak ilginç olan sesleri yüksek bir kısım sermaye grubu, dinci kesim ve kendilerini sol olarak nitelendiren bir entellektüel öbeğin neredeyse el ele vermiş bir şekilde, değişik terminolojileri ustaca harmanlayarak "ulusal devletler" döneminin sona ermekte olduğunu dile getirmeleridir.
Yani ülkenin bağımsızlığının yok olması ve Atatürk Cumhuriyet'inin yıkılması, önlenemez, zamanı gelmiş bir kaçınılmaz durum olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Onlara göre, küreselleşmenin izleyeceği seyri ülke olmasa da kendi çıkarlarımıza en az zarar gelecek şekilde atlatabilmek için öncelikle Amerika'ya uysal ve teslimiyetçi davranmamız gerekmekte ve 'ya olursa' deyip Avrupa'ya kapılanma, yamanma en akılcı yöntem olarak gösterilmektedir.
Oysa bunlar; en azından bir kısmı, başta Amerika olmak üzere, birlik içinde görünseler bile Almanya, İngiltere ve Fransa'nın nasıl ulusal devlet olarak varlıklarını kökleştirmeye çalıştıklarını, emperyalist yapılarını hegoman imparatorluklar olarak gelecek yıllara taşımaya çalıştıklarını da görüyorlar kuşkusuz. Bu devletlerin kendi sermaye gruplarının önlerini açmak için kendilerine sorun çıkaracak tüm sınırların, engellerin ortadan kalkmasına çalıştıklarını da biliyorlar. Bir yandan uluslar döneminin bittiğini kulaklara üflerlerken diğer yandan işlerine geldiği ve kontrollü biçimde mikro milliyetçilikleri, etnik yapılanmaları körüklediklerini de anlıyorlar. Nihayet yeniden şekillenen "Büyük Ortadoğu Projesi"nin dünya enerji kaynaklarını kontrol etme amacı taşıdığını da pek ala biliyorlar.
Öyleyse, seslendirdirdikleri şu aslında: Bu selin önünde durulmaz, kıyıda kendimize güvenli yerler de gezinelim!
Ayrıca bu selin sınırları ve Cumhuriyeti ortadan süpürmesi şu 'güzel' sonuçları da doğuracak onlara göre:
- Ordu gereksinimi azalacak. Kaynaklar daha fazla eğitim ve üretime ayrılacak!
- Millet diniyle barışacak!
- Ceberrut devletin güya yıllardır azınlıklar ve etnik gruplar üzerinde estirdiği baskı sona erecek, şekilde de olsa ortaya çıkacak durum kafalarındaki terminolojinin bir bölümüyle örtüşecek!
İşte Ankara'dan şimdi seslerini yükseltmeye başlayanlar bu karanlık tabloda "ulusal birliktelik" için umut ışığı olduğuna inanıyorlar. En başta, yaşadığımız altmış yıllık toz dumandan sonra büyük medya ne kadar sahiplerinin çıkarları doğrultusunda davransa da, daha geniş kesimlerin giderek daha somut biçimde üzerimize çöreklenen bu yapının kimler tarafından ve nasıl hazırlanmış olduğunu ve bu güçlerin yakın zamanlı planlarını artan bir netlikle kavradıklarını görüyorlar.
Tarihin ilk anti-emperyalist, ulusal kalkışmasını başarmış, laik Cumhuriyet' i anadoluda yaşama geçirmiş olduğumuzun yeniden anımsanıyor oluşuna güveniyorlar belki de.
Şimdilik bunlardan daha az haberli halk kesimleri ise yaşanmakta olan bu düzenin onların mutluluğu ve refahına hizmet etmediğini her gün daha fazla anlıyorlar. İnsanlık birikimleri her gün daha fazla "eşitsizliğin"ülke ve dünya insanlarının kaderi olamayacağını anımsatıyor onlara. Böyle düşünülüyor ve buna da güveniliyor.
Ulusal güçlerin, yeni emperyal saldırılar karşısında, dünya dengelerini gözeterek akılcı bir biçimde direnmeleri bizden sonraki kuşaklara neler yaşatacak?
Onlar daha eşit, daha onurlu ve daha insanca yaşanır bir dünya'da nefes alabilecekler mi?
Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Akıntıya Kürek Takıntıya Yürek Dayanmaz |
|
Geçenlerde konuşuyoruz, konu döndü dolaştı geldi takıntılara. Saymaya başlayınca "Ne çok takıntım varmış !" diye bunaldım... Bunalınca da sizi de kapsama alanına aldım... Tek başına takılmanın ne akıntıya ne de takıntıya faydası var. Sizlerle birlikte belki yüreğim bile dayanır takıntıya, belki de kürek bile çekeriz akıntıya...
Takıntı No : 1 - Yer : Bulaşık Makinası - Konu : Gelişigüzel Tıkıştırma
Dediğim gibi tı-kış-tır-maaaa. Asla tıkıştırmam, itina ile yerleştiririm. Hatta çatalları, bıçakları vs.vs. ayrı ayrı gözlere yerleştiririm ( boşaltırken kolay oluyor ). Tabaklar; her zaman benim istediğim biçimde sıralanmalı, mümkünse araları biraz aralanmalı, hatta kirli olanlar elde bir posta çalkalanmalı, hala problemli olanlar var ise derhal elde yıkanmalı... Elde yıkadıktan sonra ne gerek mi var o zaman makinaya ? Duymamış olayım ben bunu ..!
Takıntı No : 2 - Yer : Arka Balkon - Konu : Çamaşır Asma
Söylediğim gibi as-maaaaa. Ya da benim gibi düzenli as, çamaşırların bir suçu yok, neden idam eder gibi asıyorsunuz ? Kalorifere yakın olan yerlere aciliyeti bulunanlar ve zor kuruyanlar, çoraplar en sağa ve birbirleriyle eş ve de tersyüz edilmiş şekilde
( sonra katlaması zor oluyor ), gömlekler askıya, t-shirt'ler iz olmasın diye mandalsız, iç çamaşırların cama bakması ise anlamsız... Zaten panjurunuz var ve kapalı, kim görecek ki ? Deseniz bile kulak asmam, gerekirse çamaşırları yeni baştan asarım ..!
Takıntı No : 3 - Yer : Mutfak - Konu : Yemek
Tertemiz pür-u pak bir mutfak isterim, dağınıklık yok. Bir yandan yemek yapılacak, diğer yandan geride kan ve gözyaşı bırakılmayacak. Teflon tavalar öyle eviyeye kirli kirli atılmayacak, sofraya oturmadan yıkanılacak ( sonra temizlemek için göbeğim çatlıyor walla ). İşte o kadar ...! Bunun ismi yemek, arkasında ister emek ...! Varsın olsun bir miktar sofrada beni beklemek. Başlayın siz ben zeytinyağlılara yetişirim. Çorba soğursa soğusun, kendime asla mutfağı dağınık bıraktı dedirtmem... Hiç meraklanmayın, kendim delirsem bile sizi delirtmem ..!
Takıntı No : 4 - Yer : Masa - Konu : Sandalyelerin Tahsisi
Bu takıntım son yıllarda hayli azaldı ama yine de paylaşayım sizlerle. Eskiden evimize yemeğe gelen misafirleri düşünürdüm. Filanca şuraya oturur, şu köşeye çocuğunu alır ( beslenme durumu daha uygun ), şu sigara içer, o öyle, bu böyle derken sonunda gördüğüm tablo düşüncelerimle taban tabana zıt... İyi ki sinir katsayım kıt, nazımın geçtiği kişilere dayanamaz ufaktan atardım bir zılgıt...! Gençlikte var tabi o zamanlar; "Heeeeyyyt ! Herkes, benim belirttiğim yere otursun" derken, bugünlerde "Dileyen dilediği yere buyursun" biçimine dönüştü ..!
Takıntı No : 5 - Yer : Gardrop - Konu : Gömlek Askıları
Bütün askılar aynı istikamete.. Yani askının kanca uçları gardrobun arka yüzüne, gömleklerin ön yüzleri de sola dönük olacak. Neden mi ? Ben sağ elimi kullanıyorum, sağ elimle askıyı çıkartacağım, önü bana bakacak şekilde sol elime gömleği alacağım. Öncelikle askı yerine konacak, sol elle tutulan gömleğe boşta kalan sağ elle tek bir hamlede dalınacak. Gördünüz mü ? Ne kadar pratik ve de kolay...! Asıl senaryo var ki kafamda : Müthiş bir olay... Sol elimle gömleği havaya atıyormuşum, sola 180 derece dönüş yaparken önce sağ sonra sol elle gömleğe tek seferde dalıyormuşum... Aslında senaryo değil, itiraf ediyorum, denedim defalarca ama olmuyor... Sadece sağ elim giriyor dümdüz... Yoksa, siz denemediniz mi henüz ...?
Takıntı No : 6 - Yer : Çekmece - Konu : Kim değiştirdi yafu bunların yerini ?
Çekmecelerin hangi çekmece olduğu önemli değil, önemli olan düzen değil mi efendim ? Salatayı yapmışsın özene bezene, sıra gelmiş limon sıkıp üzerinde gezdirmeye, ne gereği var şimdi limonluğu başka bir çekmeceye tıkmaya ? Detaylı adres tariflerine bayılırdım. Oysa şimdi zor durumda kalıyorum. "Sevgili oğlum, mutfakta, buzdolabının yanındaki üst çekmeceden tirbuşonu getirir misin ?" diyemez oldum ağız tadıyla. Böyle olmayacak, en iyisi bir düzenleme yapmalı ÇDF - Çekmece Değişiklik Formu adıyla. Öyle de yaptım, birşey aranacaksa önce ÇDF'nun dosyasına bakıyorum "Eski yeri komodinin 2.çekmecesi olan donlarım, tuvalet masasının soldan 3.çekmecesine tayin edilmiş. Değişiklik Tarihi .... Değişiklik Emri : ... Değişikliği Yapanın İmzası : ......". Güzel de oldu, tam istediğim gibi. Epeyce kullandım, taa ki : "Kim değiştirdi laaayyyyn bu ÇDF dosyasının yerini ?"... diyene kadar ...!
Sonuçta; bendeki durumların, halk arasında saplantı veya takıntı diye ifade edilen; Latince, rahatsız etme anlamına gelen obsideratum veya obsidere denen hastalık olmadığını düşünüyorum. Gerçi merak edenler sitemizdeki uzman arkadaşlarımızın :
http://www.kmarsiv.com/sayilar/20030815.asp - Yankı YAZGAN'ın ve
http://www.kmarsiv.com/sayilar/20030924.asp - Nevzat TARHAN'ın
obsesif hakkındaki yazılarını inceleyebilirler ama bana yorumlayanı vururum.. :-)))))
TAKINTI bu belli olmaz, kimine kavun yedirir kimine kelek, ne demiş Burhan FELEK :
"Uykum kaçınca aklım bir şeye takılır ve o takıntıyı savuşturuncaya kadar gözüme uyku girmez..."
asesen@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey |
Bir Acayip Love Story
-Dur çatlama civanım, geldim....
-Nerdesin balım ? İki saattir zili çalıyom ?
-Misafir odasının yanındaki gömme banyoda, sütle güzellik banyosu yapıyodum...
-Bak..bak...bakk.. Köylü Durdane'deki laf ebeliğine de bak. Kız sen bennen dalga mı geçiyon ?
-Eee, n'olmus ? Peki sen bennen dalga mı geçiyon ? Tek gözlü bu kapıcı dairesinde nerde olacam ki ? Yalan Rüzgarı'nı izliyodum, televizyonun sesinden duymadım zili... O ne Celalim elindeki ?
-Şu sepeti al bakalım elimden ? Hah, şöyle. Ayakkabılarımı da çıkarayııım. Şöyle yanıma gel bakalım gonca dudaklım...
-Dur..dur... Tüh, Allah cezanı vermesin senin Celaaal ! ! . Salyalarını neyin hep azıma soktun. Nereden çıktı bu şindi sabah sabah ? Hem ne o elindeki kırmızı gül felan ?
-Gel, gaçma benden gonca gülüm. Ağşama gaden televizyon izliyon bu delikte, hiç mi görmüyon dodak dodağa öpüşen ?
-Görüyom, görüyom da heriflerin heç biri senin gibi salyasını sümüğünü sokmuyo avratların ağzına Celaliim. Hem s'ona onnar öpüştükten gayrı, gadının dodaklarındaki boya bilem yerinde duruyo. Hemide bak şöyle öpeceen...
-Gız valla iştahımı söndürdün ha. Bir medeni hareket yapak karımıza dediydik. Bu gün Dünya Kadınlar Günü'ymüş. Sana da bi gül getirek dedik ama ağzımızdan burnumuzdan getirdin be Durdanem. Ne demiş atalar, " ayıya gül vermişler göyüne dürtmüş " Senin ki de o hesap....
-Aaaayy.... Aslanım, yiğidiiiimm... Ben ne bilem o gülü bana aldığını. Ben sandım dı ki, buldun biyerden getirdin işte.
-Altı numaradaki Levent Bey, bizim apartmanın garşısındaki çiçekçiye söylemişmiş, 8 Mart'da gapıcıya ver o Berrin'e versin bu gülleri demiş. Ben de içinden bi tanecüğünü senün için yürüttüm, al fistanlım.
-Celaliiiiim, datlım, gıymatlım. İnce ruhlu gocacım benim...
-İnce ruh mince ruh. Sen bu Berrin karısından çok laf bellemeye başladın eyi, eyi. Amma velakin sanma ki Leyla Mecnun aşkı yaşıyo onlar da haa ! !. Karı sabah sabah kapıyı bi açtı, gözünün biri bizim baldıcan rengi basma perdelere dönmüş. O karıya gül versen n'oluuuur, kalas versen n'olur ? Dayak yedikçe azgın boğaya dönüyo...
-Öyle deme civanım. Adam seviyo Berrin ablayı. Emme gısganıyo da. Dün temizliğe gettim ya ona, bana bi iç çamaşırları neyin göstertdi, aklın durur. Gırmızı dantel donlar, ipekten gecelikleeer... Bi de özür dilemiş, ayaklarına kapanıp ağlamış. Bir daha da elimi kaldırırsam sana, ellerim kırılsın inşallah, demiş.
-Hii.. bilmez miyim, iki senedir aynı sözleri dinleye dinleye benim kulaklarım gıcırtılı kapı menteşesine döndü.
-Goooooçççuuuuuummm ! ! !
-Ne kız, dellenme... Dur... get... Get dediimm... Dur, getme, gel... Şu perdeleri bi çek hele.
-Kim görecek kiii ? Yerin yedi gat dibindeyik len..
-Olsun gız, sen gine de kapat. N'olmaz, n'olmaz... Giz geşsene şöyle alt yana...
-Dur leen... Fantazi yapak biraz... Berrin abla dedi ki, kocanın üstüne çık, oynaş...
-Şindi sen erkek mi oluyon yani ? !...
-Yok leeen, öyle deel... Dur gösterem...
-.....
-Hay içine sıçıyım telefonunun da, kapıcılığının da, beş numarasının da...
-Boşveeer... zırlasın dursun...
-Planı devreye sokak mi gıız ? Camları da gapıyı da sonuna gader aç hele...Hadi.. Ben başlıyom. " Kız sen böyle oynaşmayı nerden belledin ? Yoğsam " ? ?
-Yoğsam ne ? Sana da bişey yaramıyo be, kütük gibin adamsın.
-Gız açtırma benim bayramlık ağzımı...
-N'olurmuş açarsan ? Aç da bi gör bakalım neler oluyor. Valla " poliiiis " diye bi bağırırsam bellersin gününü...
-Bak Durdane kaşınıyon gene, kötü söyleyip kötü şeyler yapmak zorunda bırakma beni, sona çok pişman oluyom..
-İyi oluyo. Bir tek o zaman hatırlıyon benim de canımın baklava börek çekeceğini, fistan neyin giymek isteyeceğimi..
-Kız senin neyine fistan mistan. Merdivenleri silerken mi giyeceen, yoğusam temizliğe giderkenem mi ? Şinci kafana bi yumruk indirdim mi valla, yıldızları sayarsın.
-Hee.. doğru dedin. Aha bu dediklerinden gayri gün yüzü görmem ki ben. Elin pisliğini temizle, camını sil, ütüsünü yap. Canımdan bezdirdin beni genç yaşımda be...
-Durdane attırma benim kafamın tasını, kötü olacak...
-Olsuuuuuun... Duymayan da kalmasın. Beni babamın evine sal Celaaaaalll... Yoğsam canıma gıyacağım...
----
-Yahu bu kadın hala sağ mı ?
-Şükrü Bey siz de işi iyice alaya vurdunuz bakıyorum. Keyif alıyorsunuz galiba kadıncağızın dayak yemesinden.
-Ne o Berrincim, yine bir gözüne kalıcı makijaj yapmış Levent Bey. Ellerine sağlık, pek de yakışmış.
-Sen ne bakıyorsun pencereden ayol ? Gir çabuk içeri. Erkek başınla dedikodu dinlemeye utanmıyorsun da... Hassüpanallaahh ! !.. Neler oluyor Nazan Hanım ?
-Celal karısını dövüyormuş ayol. Şunları bi yola getiremedik gitti. Kızcağız bu adam bozuntusunun elinde kalacak bir gün...
-Amaaaannn, canınızı sıktığınız şeye bakınız Nazan Hanım. Tek başına sokağa çıkamaz. Alışverişe çıkmayı, giyinip süslenmeyi bilmez. Medeniyetin göbeğindeyiz ama daha geçen gün söyledi bana yanında kocası olmadan çarşıya bile inmemiş altı aydır. Hem bunlar alışık ayol dayak yemeye. Nasıl diyorlar zaten, karnından sıpasını sırtından sopasını eksik etmeyeceksin. Ee. Bu tür kadınlara da müstahak canım, cehalet diz boyu. Kendilerini geliştirememiş olduktan sonra...
-Söylediğiniz şeyleri beğendiniz mi Filiz Hanım. Okumuş kadınsınız üstelik. Biz medeni insanlar bu tür insanlara yardım etmedikten, onların yanında yer alıp haklarını savunmadıktan sonra, bu memleket adam olmaaaaz... Cehalet onların suçu mu ? Üstelik kocanızın tarafınızdan günde kaç öğün dayak yediğini herkesler biliyor.
-Aaa..aa..a ! ! Üstüme iyilik sağlık. Allah kuru iftiradan saklasın. Ben mi dövüyor muşum kocamı ? Kıskananlar çatlasın. Biz öyle Durdane ve başkaları gibi kocalarımızdan üç öğün dayak yemediğimizden olsa gerek bu kıskançlıklar. Haaah, İnci Hanım'da yetişti. Şimdi kendileri olaya el koyarlar şappadanak..
-Yine ne oluyor bu apartmanda ? Sabah sabah şenlik çıkmış size. Celal'le Durdane mi yine ?
-Kim olacak İnci Hanım, onlar tabii. Ama sesleri solukları yine kesiliverdi. Bunlar hep böyle. Bir kavgaya tutuşuyorlar, sonra hiçbir şey olmamış gibi, ortalık süt liman... Ben bir türlü anlayamadım bunların işini ya, hayırlısı...
-Kadın dayanışması şart azizim. Biz bir şey söylemeye kalkacak olsak, amanallah o çam yarması Celal yanlış anlayıp canımıza okur. Hanımlara söylemeli. Durdane'ye taktik öğretmeli taktik...
-Ayol ben kendimce bir şeyler söylüyorum ama kadın modul. Köylü, cahil. Bir türlü kafası basmıyor söylediklerime. Kocamdır döver de sever de diyor. Üstelik öyle orasında burasında yarası beresi de yok. Nasıl dayak yemek ben bir türlü anlayamadım..
-Haklısınız Berrin hanımcıım. Her erkek Levent Bey kadar başarılı olamaz ki bu konuda. Ama diyorum ki, siz akıl vermeseniz Durdaneye artık. Bakın ters tepiyor, olan size oluyor, dayağı siz yiyorsunuz. Yani kelin ilacı olsa hesabı....
-Terbiyesiz adam...
-Şükrü Bey yakışıyor mu size genç bir hanıma böyle laflar sarf etmek. Üstelik karınızın bir kuru temizlemeciye kaçtığını aşağı mahalleden bile biliyorlar...
-Meral Hanım terbiyenizi takının, yoksa fena olacak...
-Ayyy... fena olacakmış. Çok korktum vallahi. Göstersene bir nasıl fena olacakmış, moruk ?.
-Sen kime moruk diyorsun, şıllık ?
-Bir susabilir misiniz, lütfen ?
-Aa.. siz iyice terbiyesizleştiniz kuzum. Derhal herkes kapısını penceresini kapatıp evine girsin..
-Bu kadını mahkemelerde süründüreceğim... Ben koca bir albayım, albay. Memlekete yaptığım hizmetleri bir bir saymaya kalkarsam...
-Süngüsü düşmüş albay. Sizin o kof hikayelerinizi kahvehanelerde bile dinlemiyorlarmış artık.
-Bir şey söyleyeceğim, bir susun hele ! !...
-Yaşlı başlı adama sen ne diyorsun kadın, bu ne terbiyesizlik böyle ?
-Nazan hanım şu gördüğünüz saksıyı o içi boş kafanıza yemeden pencerenizi kapasanız iyi olacak...
-Susun dedim sizeeeeeeeeeeee ! ! !..
-Edepsiz kadın seni, şunun söylediklerine bir bakın hele komşular...
-Belediye baksın sana, selülitli hatun.
-Sen benim selülitlerime kurban ol. Duymayanlar da duysun söyle de, geçen hafta kıçından kilolarca yağ aldırdığını...
-Ay ortalık iyice karıştı. Yahu bi susun dedim size...
-İnci karısı delirdi. Ne o öyle elinde megafon canım ?
-Hanımlar bugün günlerden ne ?
-8 Maaaaart ! !
-Yani ? ?
-Yani ? ?
-Dünya Kadınlar Günü.
-Öyleyse ? !.. Hadi hazırlanın, doğruca Meydanlara, haklarımızı savunmaya...Dayağa, kadın erkek eşitsizliğine karşı çıkmaya. Bu ülkede Durdaneler çoğalmasın...
-Coğalmasıııın ! ! !
-Celaller coğalmasıııın....
-Coğalmasıııın....
-Ne duruyorsunuz öyleyse ? Hadi Durdanelerin haklarını savunmaya, meydanlara arkadaşlaaar...
-Meydanlaraa, onların haklarını savunmayaaaa !..
....
-Durdaneeemm...
-Celaliimm...
-Dadından yenmiyon gııız...
-Şımartma leeen beni.
-Bizim şu dalavere çok işe yarıyo deel mi, bunları epey bi zaman oyalıyo..
-Hee... Berrin karısı bana her gün akıl veriyo. Şunu yap, böyle söyle, şöyle davran deyi. Beni dövdüğünü söylüyom, inanıyo. Çok da üzülüyo. Len biz vazgeçelim bu oyundan leen. Vallahi de billahi de vicdanım sızlıyo, kadın benim için boş yere üzülürken.
-Boşveeeer. Üzülsün dursunlar. Aha bunu da yapmasak, iki dakkan neyin müsaade etmeyecekler ki oynasak, balım. Zırt telefon, pırt telefon, Celal ekmek al, kasaba git, Durdane temizliğe gel, merdiven sil.... Durdaneeee ? ? ! !
-Ne civanım ?
-Gadınlar günün gutlu olsun balım. Aha bu gülü gönlümün en derin yerinden goparıp veriyom sana.
-Balın gurban olsun sana Celaliiim...
-Durdaneeee...
-Neee ?
-Bak herkescikler getti apartımandan.
-Eeee ? ?
-Hani diyom ki...
Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan duffey@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Gündaç |
Bir Savaş verdik...
Sıçrayarak uyanıyorum. Kapıya giderken televizyonu kapıyorum. Yine karşısında uyuyakalmışım. Gözüm saate ilişiyor; 01.55. Bu saatte kim gelir. Korkarak soruyorum;
- Kim o?
- Murat. Ben... bu saatte... Müsait misin?
İçeri girmesiyle koridora bir anason kokusu yayılıyor. Salonda biraz önce uyukladığım kanepeye bırakıyor kendini. Kötü görünüyor, çok kötü. Soran bakışlarıma cevap veriyor.
- Pelin hamile... Aldırmak istiyor. Aynı senin gibi!
- Yapma... Bunun benle ilgisi yok. Biz evli bile değildik.
- Evlenebilirdik.
Söyleyeceğim herşeye karşı bir cevap alacağımı biliyorum. Susmaya karar veriyorum. Murat üsteliyor;
- Neden istemedin? Neden?
İstedim hem de herşeyden çok, diyemiyorum...
- Sus! diyorum sertçe. Aslında yalvarıyorum...
- Şimdi 5 yaşında olacaktı.
- Sarhoşsun sen.
Mutfaya kahve yapmaya yöneliyorum... Döndüğümde Murat ağlıyor.
- Bu sefer çocuğu istiyorum. Asla onay vermeyeceğim!
- Bunu Pelin'le konuşmalısın.
- Çok kötü tartıştık Gündaç. Hazır olmadığını söylüyor.
Kahveyi alırken elleri titriyor. Benim içim acıyor.
- Ne tuhaf değil mi? Evlenirken atılan bir imza alt tarafı. Ama şimdi benden onay almaya mecbur.
- Ortak bir karar vermelisiniz. İnatlaşmadan, geçmişi katmadan ortak bir karar. Pelin nerede olduğunu biliyor mu?
- Hayır. Kapıyı çekip çıktım. Bizim mekanda içtim biraz...
Haber vermek lazım. Kimbilir nasıl merak etmiştir kadın. Ama ya uyuyorsa... Bu saatte arayıp telaşlandırmak da istemiyorum. En iyisi çağrı bırakmak. Cebimi alıp küçük odaya geçiyorum. Önce cebimi titreşime alıyorum sonra Pelin'in cebini 1 kez çaldırıp kapatıyorum. Eğer uyumuyorsa geri döneceğinden eminim. Ve düşündüğüm gibi oluyor. Pelin hemen arıyor;
- Merhaba. Murat burda. Merak etmeni istemedim.
Fısıldayarak konuşuyorum. Murat duyarsa tartışma çıkacağı kesin.
- Tahmin ettim. Her sorunda yüzleşmek yerine senin yanında alır soluğu.
- Sarhoş olmasa ne yapar eder eve gitmesini sağlardım. Pelin tartışmanızı istemiyorum.
- Biliyorum canım. Hazır olduğunda, gücünü topladığında evimize gelecektir.
- Pelin birşey soracağım; bebek kaç haftalık?
- Bebek değil o; kan pıhtısı.
- Pelin lütfen.
- Henüz 4.
- Herşey düzelecek. Yarın konuşuruz. İyi geceler.
- Belki de iyi sabahlar...
Bu iyi haber. Pelin muhtemelen 5. ya da 6. haftayı bekleyecek. Yani bu sorunu Murat'la konuşmak için günleri hatta haftaları var... Parmaklarımın arasında yanmış bir sigara buluyorum...
Geçmiş geçiyor an an gözlerimin önünden. Pelin'le ilişkimiz başlangıçta ne güzeldi. Murat bizi tanıştırdığında hemen kaynaşmış, sevmiştik birbirimizi. Sonrasında Murat olmadan bile, kadın kadına görüşür olmuştuk. Taa ki... Bir gün Pelin neden gerek gördüyse Murat'a ilişkimizi sorana kadar. Hiçbirşeyi (beceremediğinden) gizlemeyen Murat'da herşeyi birçırpıda dökülüvermiş. Çok iyi dost olduğumuzu, birkaç kez sevgili olmak istediğini ama benim her seferinde redettiğimi, sonradan kendisinin de dostluğun daha iyi olduğuna karar verip sormakran vazgeçtiğini v.s. Kürtajı da söylemiş. İkimizin de zilzurna sarhoş olduğumuz bir kutlamadan sonra yaşadığımız tek sevişmenin hatasını... Benim bunu kendisine söylemediğini, aylar sonra ortak bir dost azından kaçırdığında şok olduğunu, aylarca vicdan azabı çektiğini de anlatmış. Pelin bütün bunları öğrendikten sonra aramız soğudu. Sanki ben "gel" desem Murat gelecekti. Oysa yıllar önce kapandı bu konu. Pelin yokken kapanmıştı. Murat'ın "seni biriyle tanıştıracağım. Bu sefer gerçekten aşık oldum" deyişindeki ses tonunu hatırlıyorum da... Hala Pelin derken gözleri parlar. Bunları zaman zaman unutsa da çok aşık bir kadın Pelin. Ve yine de çok mantıklı. Benim yüzümden asla tartışmadılar. Benle de asla tartışmadı. Belki tartışsak, birbirimize bağırsak daha iyiydi. Pelin'in gözleriyle çektiği o duvar, "canım" derken sesindeki o ton daha çok yaralıyor. Bunları düşününce Murat'a kızıyorum. İkili ilişkilerde bazen herşeyi anlatmamanın, hatta yalanların daha iyi olduğunu kabul etmez hiç. Sigaram bitiyor. Salona gidiyorum.
Murat hala ağlıyor ama kahveden mi bilinmez biraz kendine gelmiş gibi. Kanepenin ucuna ilişiyorum, ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemeden... Murat yatıp, dizlerime başını koyuyor.
- Pelin... Canı yanacak mı?
- Hayır. Yanmayacak...
Kaçmak istiyorum. Biran önce Murat'tan uzaklaşmak, gözlerine bakmamak... Kalkıyorum. Battaniyeyi alıp üzerine örtüyorum...
Karşısındaki koltuğa oturuyorum, ayaklarımı sehpaya uzatıyorum. Evde içki olmadığına hayıflanıyorum ilk kez. Ve bir sigara daha. Uyunan odada sigara içilmez derdim hep. Murat'ın bunu umursayacağını sanmıyorum. Yakıyorum. Derin bir nefes... Mentol ve nikotin dolduruyor ciğerlerimi...
Öğlene doğru duştan gelen su sesiyle uyanıyorum... Aman ne güzel. Birazdan "kötü görünüyor" dediğim Murat ak-pak karşımda duruyor.
- Bari traş olmasaydın, diyorum.
Gülümsüyor.
- Senin bu huyuna bayılıyorum. Evde her zaman fazladan jilet, diş fırçası ve havlun olur değil mi?
- Biran önce giyin, diyorum.
Sanki yanlış birşey yapmışız gibi suç üstü yakalanmaktan ürkerek. Murat içeri gidiyor ve aynı anda kapı çalıyor. İşte korktuğum oldu. İçimden sövüyorum. Açmadan önce dışarı bakıyorum ve sanki delikten Pelin'le gözgöze geliyoruz. Bekletmeden ve ardına kadar açıyorum kapıyı. Böylece "biz birşey yapmıyorduk, gel içeri" demeye çalışıyorum.
- Bekleyemedim, diyor...
- Hadi gel. Konuşmanız lazım...
Salona geçiyoruz. Murat da geliyor. Herkes ilk sözü karşıdakinden bekliyor. Bermuda şeytan üçgeni geliyor aklıma birden. Ortasında gemilerin, uçakların kaybolduğu o üçgen. Bizim ortamıza neyin kaybolacağını merak ediyorum...
- Ben ekmek ve gazete alayım, diyorum... Yanlız kalsınlar ve konuşsunlar diye.
- Hayır, gitme, diyor Pelin. Murat'a dönüyor; Ben doğurmaya karar verdim.
Kuş gibi hafifliyorum birden.
- Oysa ben aldırmanı onaylayacaktım, diyor Murat.
Kanadım kırılıyor...
Neler oluyor...
(belki de arkası sonra...)
Gündaç
Yukarı
|
KONTRA MİZANA : Tamer Soysal |
TELE-VİZYON İZLEYİCİSİ OLMAK
Televizyon, herhangi bir şeyin devamıysa eğer, on beşinci yüzyıldaki matbaanın değil, 19.yüzyılın ortasında telgraf ile fotoğrafın başlattığı bir geleneğin ve yaşam biçiminin devamıdır."
Prof. Neil Postman
İnsanın, kendisiyle ilgili düşeceği en büyük hata, herhalde herşeyin kontrolünde olduğu sanısıdır. İnsanın kendisiyle ilgili mekanizmayı tam olarak çözememesi, toplumlarda pek çok problemin oluşmasını, insan psikolojisi ile ilgili pek çok bilinmeyenin devamını ortaya çıkarmakla birlikte bu sorunları tesbit etmek ve çözüm yollarını göstermek önemli bir kavrayış problemini de beraberinde getirmektedir. Kavrayış için öncelikli iradenin sağlıklı bir şekilde oluşması, sonra da sağlam bir bilgisel donanıma sahip olmak gerekmektedir. İrade olmadan bilgisel donanım tek başına yeterli olmayacaktır. İnsan, hayatıyla ilgili sarsıcı gerçeklerle karşılaşmak istemez. Yaşadıklarını temelden anlamsızlaştıracak, alışkanlıklarını bıraktırmasını gerektirecek bilgi ve bilinç düzeyine ulaşmak, insan için kabullenilmesi kolay olmayan bir durumdur. İnsan, aldatılmaya müsait bir yapıdadır. Bugün birbirinden inanılmaz gösteriler yapan illüzyonistlerin, temel yaklaşımı, insanın güçsüz olduğu alanları gözeterek, gözünden ve zihninden kaçabilecek yaklaşımları tesbit etmektir. Hiçbir illüzyonist gerçekten sihirbaz değildir. Ancak, izlenenler insanları hayrete düşürmektedir. İnsanın yaşadığı hayat da insan tarafından algılanamayan ya da doğru algılanamayan imgelerle doludur. İnsanın en büyük özelliği 'sorgulama" yetisine sahip olmasıdır. Birey sorgulama sonucu, 'kavrayış' için zaruri unsur olan 'bilgisel donanım'a ulaşabilecektir. Sorgulama, zihni bir çabayı gerektirir. Sorgulanan olgu, insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlıyorsa, sorgulamanın başarıya ulaşma şansı daha da zorlaşır. Ayrıca sorgulama bir çabayı gerektirdiği için, zihni veya fiziksel bir tembellik ile uyuşmaz. Oysa modern dünya, herşeyiyle insanı tembelliğe hapsetmektedir. Bu tembellik geliştirilen teknolojik aygıtlarla fiziksel; pek çok elektronik iletişim araçları ile de zihinsel olarak ortaya çıkmaktadır. Cep telefonları, bilgisayarlar, televizyon, radyo ve diğer elektronik eşyalar, bütün bunların insan zihni ve psikolojik yapısı üzerinde sayısız etkisi olduğu açıktır. Bilim adamları bu etkileşimlerin pek çoğunu deneysel olarak toplum üzerindeki değişime göre gözlemlemektedir. Değişimi yaşanırken farketmek kolay bir hadise değildir. Toplumlar üzerindeki değişimleri fark etmek, değişimin sonuçlarının ve değişim öncesi toplum özelliklerinin sosyologlar tarafından karşılaştırılması ve yapılan kapsamlı incelemeler sonucu ortaya konulabilmektedir. İnsan için en önemli yeti 'sorgulama" ise, en aşağılayıcı durum da 'insana birşeylerin dikte edilmesi' olacaktır. İradeyi hiçe sayan, tek taraflı bir şekilde insanı belirli kalıplara sokan ve belirli yaşam biçimlerini benimsemesini bekleyen aygıtlar sözkonusudur. Küreselleşme adı altında, dikte ettirilen değerlerin dışında, en önemli kitle iletişim aracı konumundaki televizyonlar insanı belirli bir yaşam tipini empoze etmektedir. Bunu yaparken, insanın 'farkındalık' özellliğini etkisizleştirerek yapmaktadır.
Televizyon, zamanla kapitalizmin niteliksel değişimini takip etmiş ve basit birer tüketici konumuna indirgenen insanlara ulaşmanın ve etkilemenin bir numaralı aracı olmuştur. Kapitalizm, insanı birer meta boyutuna indirger. Şirketler, daha çok satmak için sınırsız şekilde insanı etkilemek çabalarına girer. Bunu 'reklamlar' aracılığıyla insan bilincine sirayet ederek yapmaya çalışır. Bu gaye, kısa sürede televizyon programcılarını, meta boyutunda algıladıkları insanları ekrana bağlama yöntemleri geliştirmeye sevk eder. Çok izletme yöntemleri akademik olarak incelenen ve öğretilen bir yöntem olur. Televizyon, reel hayattan bambaşka kuralları, duyarlılıkları ve enstrümanları olan apayrı bir dünyaya dönüşür. Dışarıdaki gerçek, ekrana girince değişir. Bütün stratejiler insan zihni yapısı üzerinde etkileşim kurmaya yönelir. Artan kalabalıklar, aşırı stres ve teknolojik kirlilikler içinde bunalan insan, televizyonu bir rahatlama aracı olarak görür. Kısa sürede televizyonun kendine has kuralları olan o apayrı dünyasını gerçek dünya ile ikame etmeye başlar. İnsanlar, televizyon izlemese dahi, televizyonun sesi olmadan birşey yapamaz hale gelir. Televizyonun sesi duyulmadığı zaman, insan dünyadan koptuğunu düşünür. Oysa, belki de koptuğunu düşündüğü anlardır, asıl kendini bulabileceği zamanlar...
Televizyonlar da kurgu gerçekmiş gibi sunulmakta, her olay 'seyirlik bir olay' düzeyine indirgenmektedir. İnsanlardan beklenen ise, düşünmek veya okumak değil, sadece seyretmektir. Onlar sadece birer 'televizyon seyircisi'dir. Seyrede seyrede, herşeye alışan insanlar için kanlı olaylar, ölümler, çarpıcı gerçekler, duygular ve herşey artık birer seyirlik oyundur. Sadece izlerler ve geçerler. Çünkü onlardan beklenen budur. Televizyondaki görüntüler hızlı geçen birer resimden ibarettir. Resimler ise akla değil, duygulara hitap ederler. Çoğu zaman tepkisiz ve anlamadan gözlerimiz bu resimlere bakar. İnsan yaşadığı sürece kendisini ve çevresini anlamaya ve algılamaya çalışır, çalışmalıdır. Oysa televizyon bunu önler ve insanı kendi büyülü dünyasına götürür. 'Okumak' 'seyretmek' fiilininin yanında anlam yitirir. Zaten yeni dünya da kitaplar da bu büyülü dünyaya esir olur. Pek çok kitap çıkar ama insan bunların içinden hangisini okuyacağını bilemez. Ya hiç okumaz, ya da algılamasına değil büyünün devamına yarayan kitaplarla kendini avutur. Televizyon için herşey izlenmesine çalışılan birer metadır. Her konu, eğlence düzeyine indirgenir. En çarpıcı gerçekler, ekranlarda gülünerek izlenir hale getirilir. İnsan, herşeyi televizyondan öğrenebileceğini düşünür. Dünya'da olan biten herşeyden haberdar olmanın yoludur televizyon insanlara göre. Ancak insanlar dünyada olan bitene karşı gösterdikleri bu hassasiyeti her nedense yanı başındaki insanlara hatta ailesine karşı göstermez. Kendi çevresine karşı ilgisiz bir tavır takınır. Bir başka deyişle "televizyon uzakları yakınlaştıran yakınları ise uzaklaştıran birer aygıttır." İnsan kendi yakınındakilerin sorunları veya kendi sorunları ile ilgilenmek yerine ekrandakilerin sorunlarını kendine dert etmeye başlar. Ekrandakiler ile kendisine mutluluk kurmaya çalışır. İnsan, herşeye ulaştığını düşünür. Oysa bu büyülü dünyada insan, dünyada olup biten herşeye karşı sadece ve sadece bir 'seyirci'dir. Okumaz, araştırmaz, sorgulamaz yalnızca seyreder insan. Çünkü o buna alıştırılmıştır. Ondan beklenen yalnızca 'kayıtsızlık'tır. Bir ölçüde televizyon bağımlılığı vizyonsuz insanlar topluluğunu ortaya çıkarmaktadır.
Televizyon haberleri de bu büyülü dünyadan nasibini alır. Hiçbir haber, olduğu gibi aktarılmaz, zaten televizyonun yapısı buna izin de vermez. Haber, kendinden menkul bir değer değil; haber müdürlerinin ve muhabirlerinin dediği şey oluverir. Onların seçtikleridir haber, bizim beklentilerimiz değil. Zaten bu büyülü dünyada beklentimizi oluşturacak bilinçten de yoksun bırakılmışızdır. Birileri bizim için, toplum için önemli ve eğlenceli şeyleri haber olarak istediği şekilde sunmaktadır. Etkili söz söyleme sanatının çekiciliğine karşı izleyiciler kendilerin savunma yolunda tam anlamıyla silahlanmak için dil ve görüntüler hakkında bilinçli olmalıdırlar. Seçilecek sözcükler insanların tepkilerinin dozunu değiştirir. Örneğin; "şişman" demek ile "biraz kilolu" demek farklı tepkiler doğurur. Seçilen kelimeler, haber ile görüntü birleşimi, yapılan vurgular ve anlatılmak için seçilen tema, bütün bunlar insan zihni üzerinde farklı çağrışımlar yapar. Oysa izleyici, görsel imgelere öylesine kendisini kaptırmıştır ki, bunlara pek de dikkat etmez. 5 Ekim 2003'de ölen, günümüz toplumuna ve teknolojik tahakküme karşı yaptığı sert eleştiriler ile tanınan New York Üniversitesi Profesörlerinde Neil Postman (1931-2003), yazdığı "How to watch TV News-Televizyon Haberlerini Nasıl İzlemeli" adlı kitabında televizyon haberleri izleyenlere 8 tane önemli tavsiyede bulunuyor.
1- Bir haber programıyla karşlaştığınızda neyin önemli olduğu hakkında sağlam bir fikriniz olmalıdır.
2- Bir tv haber programı izlemeye hazırlanırken bunun bir "gösteri" olduğunu aklınızdan çıkarmayın.
3- Asla reklamların gücünü hafife almayın.
4- Televizyon istasyonlarını elinde bulunduranların ekonomik ve politik ilgileri hakkında birşeyler öğrenin.
5- Haber Bültenlerinin diline dikkat edin.
6- İzlediğiniz tv haber süresini en azından 1/3'ünü azaltın
7- Pek çok insanın, tv haberlerinin tiryakisi olmasının nedenlerinden biri de, neredeyse herşey hakkında bir fikir sahibi olmaları gerektiğine duydukları baskıdır. Sahip olmak için zorlandığınız bu fikirlerinizi azaltın. Çünkü bu durum gerçekdışı, tuhaf ve faydasız bir yüktür.
8- Çevrenizi ve özellikle çocukları tv haber programını nasıl izlemeleri gerektiği konusunda aydınlatın.
Televizyon, sadece ülkemizde değil, bütün dünyada insanları kendisine esir etmekte ve insanları gerçek hayattan ve insanlararası ilişkilerden koparmakta ve tembelliğe alıştırmaktadır. Misafirliklerde dahi, sohbet etmek yerine, topluca televizyon izlemek tercih edilmektedir. Televizyon tartışmayan, düşünmeyen ve daha önemlisi düşünmeye gerek olmadığını düşünen bir topluluk oluşturmuştur. Prime time denilen ve tv izleyici kitlesinin en yoğun olduğu saatleri belirten 20:00 ile 23:00 saatleri arasında yayınlanan programların nitelikleri de çok da seçici olmamıza izin vermemektedir. Nisbeten daha kaliteli olan belgeseller, açık oturumlar veya tartışma programları ve hatta kaliteli filmler ise 24:00 ve sonrası saatlerde yayınlanmaktadır. Dönemsel olarak ekranlarda reyting oranlarına göre, çeşitli program tiplerinin furyası başlamakta, izleyiciler ise sadece kendilerine düşeni yerine getirmekte yani sadece izlemektedirler.
Günlük ortalama 5 milyon gazetenin satıldığı, toplam nüfusun % 7.3'ünün gazete okuduğu bir ülkedeyiz. (DİE) Oysa RTÜK araştırmasına göre günlük ortalama tv izleme süresi 3.5 saat olarak belirlendi. Çoğunluk ortalama 6-7 saatini ekran karşısında geçiriyor. Televizyon izleme eğitim düzeyine göre de değişmiyor. Yüksek lisans düzeyinde ki seyirci ile doktora seviyesindeki seyirci ile ilköğretim düzeyindeki seyirci de aynı şekilde günlük en az 3 saatini televizyon karşısında geçiriyor.
Kişisel gücü kumandada bulan insanların, artık televizyon izlemenin ne denli önemli olduğunu anlamaları gerekiyor. Televizyon izlemek için her gün bir çalışma süresi kadar mesai harcamak yerine, çevresinde olan biteni anlamak ve yorumlamaya yönelik çabalar göstermelidirler. İzlemek yerine okumalı, tembelce ve hiçbir zihni çaba harcamadan televizyon seyretmek yerine kitap okuyarak ve düşünerek de bilgiye ulaşmaya çalışmayı denemelidir. Televizyondan edinilen bilgi anlamı olmayan ya da daha doğru söyleyişle anlamı ayıklanmış, sadece fonksiyonel olan bilgilerdir. Reel hayattan kopuk, düşünmek ve çaba harcamak yerine tembelliğe yönelten bir düşünüş ve kavrayış şekli insana empoze edilmektedir. Kolayı değil çabayı seçmeli ve artık televizyonu daha bilinçli izlerken, izleme sürelerimizi de gözden geçirebilmeliyiz artık...
Kitap önerisi:
"TV: Öldüren Eğlence" Neil Postman, Çeviri: Osman Akınbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1994
"Televizyon Haberlerini İzlemek" Neil Postman-Steve Powers, Çeviri: Aslı Tunç, Kavram Yayınları, İstanbul 1996
Tamer Soysal tsoysal@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
İLK NUR İLE SON NUR
Yolda karşılaştılar geçenlerde. İyi görünüyordu görünmesine, ama sanki iyi değildi.
Diyemedi.
Rüzgar çiçeklerini örselemiş gibiydi.
Ayak üstü nasılsınlaştılar. Havadan sudanlaştılar. Vakitleri sormalaştılar. Baktılar olacak gibi değil, bir demlik çaya bakakaldılar. İki adım ötedeki çay bahçesine girip, çaycıyla selamlaştılar. Lekeli bir masanın etrafında sarmaşıp dolaştılar.
Önce hangisinin diğerine gözünü değdirdiğini kimse görmedi.
Ağır bir meclisdi ağır olmasına da, her kafadan bir ses çıkıyordu her bardakta.
Ağır bir meclisde her kafadan bir ses çıkması alışılmış bir durum değildi. Çünkü, o zamana kadar katıldıkları tüm meclislerde kafalardan çıkan seslerin tınısı kiminin keyfineydi. Olağan dışı bir durum olmalıydı.
Aranıldı, taranıldı.
Sersem sersem dönüldü. Döne döne sersepelek gülündü.
O kadar akıllıca laflar ediyordu ki, aklından şüphe etmesi için yeterliydi. Aslında, gerçekten göründüğü gibi iyi olabilir diye ürperdi. Göründüğü gibi iyiyse, o beter haldeydi.
İşte tam o sırada, Edibe Hanım girdi içeri. Tek şekerli demli bir çay istedi.
Olabilirdi, ama orada ve o anda istedikleri bambaşka bir şeydi.
Durmadılar üzerinde. İlk söze heveslenen son söze de talipti. Son söze doğru giden, ilk sözü söylememiş olmayı diliyordu. İlk durakta inen, son durağı hiç görmemişti. Son durakta inen, ilk durağı hafızasından silmişti.
Edibe Hanım, kalkık kaşlarıyla başını sallayarak tek şekerli demli bir çay daha istedi.
Edibe Hanım, kalkık kaşlarıyla başını sallayarak meclisin sükûtunu örseledi.
Sarsıla sarsalana iğne oyası ince boyası döşediğimiz içlerimiz iş işten geçtikten sonra öyle bir içten içeri iç içe geçmiş ki, diye düşündü, koskoca meclisin sükûtu bile örselendi Edibe Hanım kalkık kaşlarıyla başını salladığında.
İnanamadı düşündüğüne.
Uçuşuyordu. Besbelli. Nedenli.
Muazzez içi ile muazzez işi karşılaşıp karmaşmışlardı işte. Günlerden herhangi bir gün. Yerlerden herhangi bir yer. Şeylerden en herhangi bir şey. Muazzam bir karşılaşma bulutu ile çepeçevrelendiler.
"Muazzam, biraz da esrarlı, karanlık, eski bir konaktaydı"
Böyle olmayacaktı.
İş içe, iç işe girdi diye böylesine esrarlı, böylesine karanlık, böylesine eski bir konakta bulunamazdı.
Ne çare, konuştukça anladı.
"İstirahat için İstanbul'a gelmiş, bu konağı alıp yerleşmişti".
İnanamadı.
Edibe Hanım, ikinci tek şekerli demli çayını istedi.
İstanbul'a gelmiş, içini işine, işini içine katık eylemiş, bu büyük ve gösterişli binayı alıp yerleşerek istirahat eylemeye niyetlenmişti. İçini bırakacak ve bir işe başlayacaktı. Zamanı gelip eskidiğinde işini bırakacak, içine yeniden başlayacaktı.
İşte olan biten tam da o zamanda karmakarışıklaşacaktı.
Güldü.
Zamansız öten horozu...
Aman canım, saçmalıyordu. Bunun horozla bir alakası olamazdı.
Oysa olacaktı.
"Arif Ağa her hâlde çok temiz bir konakta yetişmiş olacaktı." diye bombayı patlattı sonunda bir tek göz ağızda.
Yolda karşılaştılar geçenlerde. İyi görünüyordu görünmesine, ama ona öyle gelmedi. Çünkü, Edibe Hanım kalkık kaşlarıyla başını sallarken, göz göz gözlere bakamıyordu. "Bak" dedi. "Bakamam" dedi.
Dedi bu defa gelecek bir zamanda.
"Ne için?"
Cevap verdi mi bilinmiyor.
Çünkü rüzgar çiçekleri örseledi. Edibe Hanım kalkık kaşlarıyla başını sallayarak rüzgarı örseledi. Meclis darmadağan oldu. Sarsalandık. Muazzam, biraz da esrarlı, karanlık, eski bir salondaydık. İstikbal için İstanbul'a gelmiş, bu binayı alıp yerleşmiştik. İlk günümüzdü. Anlayamadık. Arif Ağa, herhalde çok temiz bir konakta yetişmiş, Latife Hanımefendi ile evlenmiş, kızları Edibe Hanım'a olsa olsa bu salonda canla başla bir çift kaş vermişti. Bilemedik. İç içe içten içeri olalım dedik, ama iş işe hiçten içeri işten geçmişti.
Tövbe ettik.
İyi değil.
Ama, iyi olacak sonunda.
İç içe içinden içeri geçtiğinde.
İzah edebildi mi?
Edemedi diyecek, besbelli.
Çünkü göründüğü gibi iyi değildi.
Eskimeden önce istifa etti.
Şimdi ne halt edeceğini bilmiyor.
Keşke...
Sen en çok keşkelere tahammülsüzsün, biliyorum.
Sorsak Edibe Hanım'a, üçüncü tek şekerli çayına eşlik edebilir miyiz acaba?
Mutena.
Senin.
"Afrika dahil"
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
KIRKYAMA HİKAYELERİ : KMKYHT Baharda çiçeğe durur bütün ağaçlar : Mehtap Akdeniz |
|
Bir süre elimde eflatun defter, gözlerimi tavana dikip öylece dondum kaldım. Derin bir soluk alıp defteri yeniden açtım. Aysel'in kargacık burcagık yazısını okumakta güçlük çekiyordum. Fotoğrafa dikkatlice baktığımda, ilk gençliğimin deli meltemini tenimde hissettim. İki kır çiçeği kafa kafaya vermişler; biraz endişeli, biraz hevesli bir gülümseme ile minicik bir bebeği kucaklarında tutuyorlardı. Fotoğrafa dikkatlice baktığımda bu genç kızlardan bir kesinlikle Aysel'di. Fotoğraftaki giysisinden lise son yazından kalma bir resim olduğu anlaşılıyordu. Biri Aysel'di.. Peki ya diğeri kimdi ? Bebek kimindi ? Tekrar sakin sakin günlüğü okumaya kararlıydım. İlk sayfayı tekrar okudum.
''Hoşgeldin Bahar. Sana Bahar dersem bana kızmazsın değil mi kara kız ? Daha adın bile yok. Müşerref Jale olsun diyor, ben ise Bahar. Nasılsa sana yaraşır bir isim bulacaklar, dahası bize fikrimizi sormadan sana bir ad koyacaklar. Ne büyük haksızlık. Sana baktıkça bir yanım yanıyor, bir yanım sönüyor. İçim polis lambası gibi bir ışığa, bir karanlığa suçlu gibi yanıp sönüyor.
Benim adım Aysel. Yeni geldim buralara. Daha doğrusu senin için geldim. Müşerref de benim en yakın sırdaşım. Aynı sokaklarda büyüdük onunla, sonra onlar bizim oraları terk etmek zorunda kaldılar, şimdi de ben. Ne bana sor niye burdayım diye ne de Müşerref'e. Ben yakında geri döneceğim. Belki sen de benimle gelirsin. Bizim oraları bilir misin ? Bizim oralarda öyküler sokaklara yağar. Sokakları gölgeler aydınlatır ve gölgelerde aranır umutlar. Ben bu sokaklara geri döneceğim. Genç kızlık hayallerimin vakitsiz açan bahar dallarına... Soğuk vurmuş beyaz erik çiçekleri gibi sokaklara yağıp kirlendiğim dar yollara...''
Geri kalanını okumaya cesaretim kalmamıştı. Elimde eflatun defteri kapatıp, viran barakada divane gibi kalakaldım. Kalbimin atışları durmak bilmiyordu. Kendimi suçlu gibi hissetmek bile vicdanımı rahatlatmıyordu. Niçin Aysel benim bunları bilmemi istemişti ki ? Yeni bir bebeği olacaktı ve belki de gelen ilk baharda beyaz bahar dakkarı tomucuğa durmadan onu kollarına alacaktı. Bu kez de ölüm ayırcaktı onu yeni baharından. Ellerim titiriyor, üşüyordum. Defterin ortalarına doğru rasgele bir sayfa daha açtım. Bana yazılmıştı.
'Affet beni Selçuk. Sevgilim, beni affedemeyeceğin kadar affet. Sen buralardan gideli ne benden, ne de mor menekşelerin açtığından haberin bile yok. Eflatun bir yorgan serili şu anda oturduğum barakanın önüne. Sana yazarken kendimi yine o küçük kız gibi hissediyorum. Herkes beni herca-i gönüllü bir hoppa belledi. Herca-i menekşelere baktıkça masallar yağıyor içimdeki boş sokaklara... Sana yazdığım masallar kaplıyor hayallerimin boş arsalarını. Sonra bir tanıdık el gelip, eteğimin altına hoyratça girip koparıyor beni benden. Bir gün lastik Osman diyorlar elin adına, bir gün Kuyumcu Kamil...'
Boğulacak gibi olduğumu hissettim ve defteri kaptığım gibi koşmaya başladım...
Aklımda bir tek soru vardı.. O bebek kimindi ? Kimdendi ? Kimdi ? Yoksa... Suna...
Mehtap Akdeniz
Devamı varrr...
KIRKYAMA Hikayelerinin tamamını aşağıdaki adreste bulabilirsiniz: http://www.kmarsiv.com/xfiles/ozel/kirkyama.asp
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.165 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
GİZ
Zaman bir giz
Geçmiş ve gelecek arasında fark yok
Zeus'un mucizesiyle esiyordu
Phaeton'un kavak yelleri
Bir başka mucizeyle susacak türkü
Doğum ve ölüm arasında fark yok
Açılan kapıyı kapamak lazım
Yarım kalmamalı hiçbir şey
Sonra basıp gitmesi
Bir sessizliğe gömülüp
Bin rüyaya dalmalı
Funda Güven
Yukarı
|
İbo'nun posta kutusu!...
Yukarı
|
ANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...
Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.
28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.
Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.
Berrin Cerrahoğlu,
'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA' sergisini onurlandırmanızı diler.
Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004 Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4 Galatasaray / İstanbul
Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.sihirlitur.com/belgesel/kus_cennetleri/
...Kuşlar aleminde bulunan yaklaşık 8 bin ayrı kuş türünün 500'ü Avrupa'da yaşarken Türkiye'de en az 450 ayrı cinse rastlanıyor. Üstelik de Türkiye'nin kuşları hem Avrupa, hem de Asya'ya ait! Yani Türkiye gerçekten bir kuş cenneti. Uluslararası Kuşları Koruma Konseyi'nin Kuş Cennetleri'nin saptanmasına yönelik yaptığı çalışmalarda ülkemizde 70 kuş cennetinin varlığı saptanmış. Özellikle 15'inin acilen koruma altına alınması gereken...
http://literalsystems.com/files/downl/sonnet29.html
William Shakespeare'in sonelerini sevenler için minik bir hoşluk. ..."...for thy sweet love remembered such wealth brings"... Hatırladınız mı? 29. sone. Hatta bu eseri seslendirilmiş olarak .mp3 formatında bilgisayarınıza indiriyorsunuz. Ayrıca diğer bazı sone'lerin de seslendirilmiş halini bulabileceğiniz sayfayı zevkle tavsiye ediyorum.
http://www.milliparklar.gov.tr/mp/mpliste.htm
Ülkemizde bulunan ve mutlaka görülmesi gereken Milli Parklarımız. ...Karaçam, meşe ve ardıç ağaç toplulukları Milli Park'ın bitki örtüsünü meydana getirmektedir. Bu milli parkın tabii kaynak değerlerinin yanında rekreasyon ihtiyacını karşılaması bakımından büyük önemi bulunmaktadır...
http://www.naive.it/pumpkin/pumpkin.swf
Buyrun size yeni bir flash oyun daha... İyi eğlenceler arkadaşlar.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|