|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 457 |
9 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Elimden gelen budur!.. |
Merhabalar,
Matbaa bekçisi bu gece su koyverdi. 'Tatlı Hayat'ı seyrederken, ayaklarımı uzatmış, kafamı geriye atmış, koltukta şöyle bir kaykılmışım. Sen misin kaykılan? İçim geçmiş uyuyakalmışım. Ayağıma giren krampla uyandım. Susamışım. Mutfağa yollanıp kallavi bir bardak suyu içtim. Baktım televizyonda reklam var, haa dedim tatlı hayat bitmiş. Haydi oğlum geç matbaanın başına yaz şu yazını sonra da koyver frenleri basılsın Kahve Molası. O sırada kolumdaki saate bakasım geldi. Gördüğüm manzarayla şöyle bir yutkundum. Saat 02:05 ve benim daha en az 2 saatlik KM mesaim var. Neyse, yapacak birşey yoktu, geçtik matbaanın başına elimizden geleni yaptık. Yani adım Hıdır, elimden gelen budur. Kusura bakmayın artık.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Noktasız : Ayşenur Güven Devlet Kapısı |
|
Sabahın köründe yola çıkıyorum. Ne o ? Brüksel'e gidiyorum. Normalde onbeş dakika süren yol bir buçuk saat sürüyor. Brüksel'de arabayla bir yerden bir yere gitmek enayilik olduğu için, arabamı şehir dışında oturan bir arkadaşımın evinin önünde bırakıp, metroya biniyorum. Büyük şehirlerde hep bir trafik problemi vardır. Burada da var. Ve Brüksel'in yolları hep inşaat halindedir. Yapılır, bozulur, onarılır, tekrar kazılır...
Metrodan iniyorum... Çıkışlarından biri tam Türk Başkonsolosluğunun önüne denk gelir. Bu sokak ben bildim bileli hep yeniden inşa edilir. Bu sefer bütün döşeme sokağın bir ucundan diğerine kadar sökülmüş, yer yer kazılmış. Arabalar çift dikiş park etmiş. Yabancılık çekmeyelim diye Belçika'yla imzalanılmış gizli bir anlaşmamız olduğu konusunda şüphelerim var... "Vatandaş kendini Türkiye'de sanmalı ve bu uğurda, başkonsolosluğumuzun bulunduğu sokak bütün bir yıl boyunca, toz toprak ve yağmurlu günlerde çamurlu tutulmalıdır..."
Koyu "kahve" renkli, kapkalın camlardan, içerde olup biten pek görünmüyor ya, onlar beni gördükleri için kapıdan otomatik olarak açılan kilit sesi geliyor, "stak !". İtiyorum, itiyorum. Meredi kıpırdatmak için bütün güçle yüklenmek gerekiyor... Neyse açılıyor, içeri giriyorum. Düdüklü kapıdan geçip, varsa üzerimdeki el bombalarını, Kalaşnikov'u ve diğerlerini görevliye teslim etmem gerekiyor.
- Çantanızı şurda bırakın, geçin şuradan
Geçiyorum, çıt yok. Amca çantamı manyetik kapının yanından uzatıyor, öteceği varsa da ötme ihtimali kalmıyor çantanın. Gülümseyişim, günaydın deyişim, masasına çantamı koyup açmaya yeltenişimden güven alıyor olsa gerek... Biraz da bezgin bakıyor. Bugün keyfi yok, çalışası yok, eve gidesi, yayılası var... "Yok yok, geç" diyor... Oldu mu ya hemşerim ?.. Dönüp, "Afedersiniz beyefendi, sizin adınız Temel olmasın ?" demek istiyorum, ama demiyorum. Kızar mızar almaz sonra beni içeri, neme lazım ?
Güvenliğimden şüphe ederek merdivenleri tırmanıyorum. Merdivenin ucunda kapı, ve daha içeri giremeden önünde bekleşmeye başlamış insan kalabalığını görünce, içimden bir küfür sallıyorum. Belki de yüksek sesle sallıyorum, emin değilim. Kapıdaki çocuk dönüp ters ters baktığına göre, emin olmamakta haklıyım... Aralarından süzülüyorum ve bekleme salonuna giriyorum.
Camekanda "Danışma" yazıyor diye, pek de danışma arzusu uyandırmayan asık suratlı hatun kişiye doğru yöneliyorum... Önünde dikilip, gunaydın dediğimde tek kaşı kımıldıyor, ama ne cevap veriyor, ne de çok meşgul görünmek için çiziktirdiği küçük ve renkli kağıt parçalarından kafasını kaldırıyor. O kaş kımıltısı "Gördük geldiğini, ne var ?" demek... Anladığım için hemen konuya giriyorum.
- Günaydın... Ben pasaportumun süresini uzatmak için gelmiştim...
Bana bakmadan, önündeki kağıt yığınından bir kağıt beğenip çekiyor ve bana uzatıyor,
- Bunu doldur, üzerindeki numara sıra numaran...
Teyze be, bir de kafa atsaydın tam olsaydı. Bu sabah çay içmeye vaktin olmadı zaar...
O andan itibaren artık bir numarayım. Gidip bir sandalyeye ilişiyorum...
Önümden geçen bir delikanlının umutsuzlukla yoğrulmuş sesiyle "Offf saatlerdir 35'te bir türlü ilerlemedi" dediğini duyuyorum. Kafamı kaldırıp, duvara, herkesin sadece ve ancak bir tek açıdan görebileceği şekilde monte edilmiş, bu sebeple insancıkların nöbetleşerek önünde gözcülük yaptıkları, toplam üç adet bilgisayar ekranına bakıyorum. Kayıt, askerlik, noter, kimlik, pasaport... Yanlarında numaralar... Pasaport'un yanında 35 yazıyo, benim kağıttaki numara 59... Zamanım bol ! Bereket versin !
Taş çatlasa dört metreye dört metre bir odada istif halindeyiz... "Konserve kutusunda hamsi" taklidi yapıyoruz. Odanın üç duvarına boydan boya iskemle dayamışlar. Kapanın elinde kalıyor bu iskemleler. Dördüncü duvar boydan boya, camekan arkası danışma, danıştığına pişman olma kısmı. Ara ara memurun biri gelip, evrakları, pasaportları, kimlikleri danışılan teyzeye bırakıyor. O da dışarı çıkıp, işi görülmüş kişilerin isimlerini illaa ki de yanlış okuyaraktan haykırıyor. Bitişikte bir diğer bekleme odası daha söz konusu, arada duvar olmadığı için, bu tarafta olanı biteni görme ve bir mukabele, sigara içebilme imkanları var. Hatta kahve ve soğuk içecek makineleri bile var.
Duvarlar. Solumda, iki poster... Bodrum Kalesi... Sultan Ahmet Camii... Ve onun yanında Cem Yılmaz'ın afişi. Nisan'da geliyormuş. Bir türlü canlı canlı görmek nasip olmayacak galiba. Sağımdaki duvar çıplak. Boya badana yapılacak belli, gözle görülür bir hazırlık söz konusu.
Metrekareye düşen esmer oranı yüzde ikiyüz oranında artmış bulunuyor. Bir dolu kara kaşlı kara gözlü adam ve kadın. Ama daha çok adam... Karşımdaki amcanın kaş kalınlığı beş santimi geçiyor olmalı. Ve iki tane değil yüzünü kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölen bir tek kaşı var.
Niye hep karanlık giyiniriz ki ? Herkes; siyah, koyu kahve, koyu gri, lacivert... Karanlıklar içinde ve pek de asık suratlı milletiz. Şu mekana tek renk getiren benim, çeşit çeşit mavili çizgili kazağım ve şu teyzenin başındaki kırmızı güllü başörtü. Teyze pijamasının üzerine ten rengi naylon çorap giymiş, uzun da bir etek geçirivermiş evden çıkarken. Kalın paltosu ayak bileklerine kadar düşüyor ya, küçük papatya desenli pijamasını örtemiyor yine de...
Neden bizde toplu olarak icra edilmesi gereken işler çoktur ? Sağımda noter için sıra bekleyen Hasan Bey'e; Hanım'ı, beş aylık bebeği, annesi, babası ve teyzesinden oluşan saz arkadaşları eşlik etmektedir. Ne çok bebek var. Sahi burada niye bebek var ?
Ayakta bekleyen nur yüzlü bir dede, işinden izin alamadığı için oğlunun yerine gelmiş
- Bizim oğlana taahhütlü mektup yollamış "bunlar"...
- Niye ki ?
- Eğer bu sene içinde iki bin euro ödemezse askere gitmesi gerekiyormuş !
- Hani ödediydi ?
- Ödedi ya... Üç bin euro verdi...
- Ee daha ne ki ?
- Beş bin ödemesi gerekiyor işte. Üçünü verdi, iki bini kaldı...
- Peki ödeyemezse, üç bini geri verecekler miymiş ?
Acı acı gülüyor dede...
- De get yaaa ! Parayı almayı bilir de geri vermeyi bilir mi ? Gitti o paralar gitmesi gereken yerlere.
Peki güzel kardeşim de, nereden buluyorsunuz ki bu kadar parayı ? Hadi bu kadar parayı buldun, gözden çıkardın ve verdin, peki sen ne yer ne içersin ki ? Yüzündeki tebessüme dalıyorum. Gerçekten tebessüm müdür ? Alay mı ? Acı mı ? Karar veremiyorum bir türlü.
Pek bir süslü püslü hatun, üzerinde danışma yazan gişeye yaklaşıyor... Haliyle tavrıyla, "Siz bi mok değilsiniz, ben sizden farklıyım" diyor... Vardır ya böylesi, tenezzül ederse, şöyle bir tepeden bakanlar, işte öyle bir şey. Sesini alçaltıyor, belli var bir kabahati, kimseler bilmesin ister. O alçaltıyor da, danışılan teyze rahatsız edildiği için avaz avaz...
- Afedersiniz bir başvuru formu daha alabilir miyim ?
- Niye ?
- Yanlış yazdım ..!
- Neyi yanlış yaptınız hanfendi ? Sorular gayet açık ve net. Sıra numarası kayacak şimdi size başka form verirsem...
- Eee şey, adı soyadı yazan yere pasaport sahibinin yerine dalgınlıkla kendi adımı soyadımı yazmışım...!
Danışman, ters ters bir bakış fırlatırken formu da fırlatıyor. Herkes payına düşen köteği yiyip, köşesine sessiz sedasız dönüyor ya burada zaten... Sen niye eksik kalasın ki süslü teyze ?
Yaşlı bir amca, herkeslerin sırası gelince kayboldukları, içerisi gişelerle dolu bürodan, pek bir suratı asık çıkıp geliyor.
- Olmuyormuş ..!
Kızı olduğunu tahmin ettiğim hatun, azarlar gibi :
- Nasıl olmuyormuş ?
- "Eşinin gelmesi gerekiyor" dediler..
- Ayrıldığımızı söyleyemedin mi ?
Amcanın iki kolu yanına düşüveriyor, suç işlemiş çocuk gibi, bezginlikle elinde tuttuğu kağıtlara bakıyor. Ulan madem ağzın var dilin var, madem pek becerikli kadınsın, madem bu işleri senden iyi bilen yoktur, niye sen girmedin ki şu fukaranın yerine sıraya ? Sinirlenip, kalkıp, adamı orta yerde bırakıp çekip giden cadının arkasından yetişip, suratına bir tane çarpma arzusu kaplıyor birden içimi. Elimin tersinnen okkalısından bi dene... Amca, tekrar gişeye dönüp dönmemek arasında bocalıyor.
"Afedersin kardeşim, bu adam dünyada kalkıp gelmez buralara. Şu kağıdı başka türlü almanın yolu yok mu ki ?" diyecek ya, biliyor alacağı cevabın ne olacağını. Hem arkasını dönüp baktığında gişenin önü dolmuş bile. Çaresiz, asık suratına ve iğneli laflarına yaklaşık bir hafta tahammül edeceği, canı kızının peşinden merdivenlere yöneliyor.
Neden bizde çocuklar böyle sarıp sarmalanır ?
Pusette, bir yığın var. Herhangi bir hayat belirtisi vermeyen bir yığın. Yorgan, yorganın altında kapkalın tulum, bu çocuk tulumun içinde bir yerlerde saklıdır ya, ona varmadan önce, atkıyı, şapkayı, hırkayı, kazağı, pamuklu uzun kolluyu ve zıbınlığı bulup asmak gerekir. Lahana bebek dedikleri bizim bebeklerimizdir. Ben soyundukça soyunuyorum.. İçerde hem kalorifer cayır cayır, hem onca insan. Hararet en az 30 derece. Midem bulanıyor. Bebek bir anda avaz avaz bağırmaya başlıyor.
- Ayyy niye ağlıyor bu çocuk, ne güzel uyuyordu ?
Bok uyuyordu ..! Komadaydı. Şimdi geriye kalan, sıcaktan uyuşmamış son enerjisiyle, uyarıyor seni. Bundan daha iyi zurna taklidi yapılır mı ? Niye anlamazsın ki ? Neyse yorganı kaldırmak aklına geliyor. Bari onu yapıyor. Bebecik feryat figan. Dışarı çıkarken tekrar giydirmesi lazım ya, üşeniyor soymaya annecim... Sabah kaç saatini aldı bu bebeği giydirmek biliyor muyum ben ?
İçerden bir azar duyuluyor...
- Kardeşim, niye doldurdun burayı, boşuna mı yazıyor burda, bu kısmı doldurmayın diye ? Bak büyük harflerle yazmışız üstelik. Git başka bir form iste...
Yakınımdan bir ayak kokusu geliyor burnuma çarpıyor. Kapıya şöyle bir not düşseler : "Suya sabuna dokunmadan girmek, yasaktır"... Boğulmak üzereyim... Başıma sancılar giriyor.
- Kardeşim ben Belçika vatandaşıyım, ne askerliği ?
Vatandaş çok sinirli görünüyor, yanındaki ufak tefek memur, gişesinden çıkmış da gelmiş sakinleştirmek için.
- Bakın beyefendi, size bir saattir laf anlatmaya çalışıyorum.
- Ben anlamam, ben askere falan gitmem kardeşim..!
- Türk vatandaşı olarak mecbursunuz...
- Ben Belçika vatandaşıyım diyorum...
- Beyefendi, Türkiye çift vatandaşlığa karşı değil. Belçika vatandaşlığına hak kazanmış olmanız sizin için ek bir avantaj, ama bu demek değil ki siz artık Türk değilsiniz. Kanunların önünde hala Türk oğlu Türk'sünüz ve askeliğinizi yapmak durumundasınız..
- Kardeşim ben 49 yaşındayım, ne askerliği ?
- Ben mi dedim size bekleyin bu yaşınıza kadar diye ?
- Gitmiycem kardeşim gitmiycem... Ben Belçika'lıyım...
Memur bir büronun kapısını açıyor :
-Abi, ben laf anlatamıyorum, bir bakar mısın lütfen ?
Problem büroya kibarca dürtülerek sokuluyor, üzerine kapı kapanıyor.
İçerden bir başka memur abla geliyor ve avaz avaz bağırıyor...
- Ekrana bakın, pasaport numarası değişti ..!
"O kadar da değil be güzelim, okuma yazmamız da var, ekranı da takip ediyoruz işte" diye düşünürken, arkamdan bir ses yükseliyor.
- Osman ooolum, senin numaran gelmiş galiba...
- Ha ne ?...
- Baksana kadın bağırdı, git bi bak...!
Osman okuma yazma bilir de, bekleme odasında kahvesini yudumlar. Sigarasınnan nasıl da iyi gider... İki aydır görmediği Hüseyin'le sohbettedir üstelik...
- Hah valla, benim sıram gelmiş !
Koşturuyor, azar işitmesi an meselesi...
Yanımdaki teyze sırtıma abanıp, arkamdaki pencerenin önüne konmuş küçük reklam afişlerinden birini alıyor. Başka zaman olsa, ters ters bakar özür beklerim ya, öylesine özlemişim bu fuzuli temasları. Dönüp gülümsüyorum. İşin tuhafı o da gülümseyip özür diliyor. Elinde reklam... Demet Akbağ'ı görüyorum üzerinde.
- Ne ki bu ?
Sağ tarafından bir ses yükseliyor :
- Annecim, ters tutuyorsun afişi...
Eğilip bakıyorum, kız gülüyor, ben de gülüyorum. Teyze hepten koyuveriyor.
- Gözlük yok yanımda, görmüyom ki... Biz notere geldik. Bu kız burda da, öbürü de gelcek. Bekliyoz bakalım. Hocasından izin almış, geliyomuş dedi. Sen niye geldindi ki ?
- Pasaportumun süresini uzatmak için
- Haaa... Oooo uzun sürer. Hep kalabalık olur pasport. Kaç ki numaran ?
- 59
Ekrana bakıyor... 45'i görüyor...
- E yine iyi bari, dört kişi kalmış...
Bir şey demiyorum. Kızının anlamlı anlamlı gülümsemesiyle karşılaşıyorum. Gülüşüyoruz. O belki toplama çıkarma yapmayı bilmez ama, herkes onun kadar güzel dolma sarar mı bakalım ? Hem o iki kızını da üniversitelerde okutmaktadır, Bey'i istemediği halde, herşeye rağmen, tek başına savaşını vererek, varsın bilmesin 59'dan 45 çıkarmayı...
Danışmadaki resim gözüme takılıyor derken... Atatürk ! Çok sevdiğim resimlerinden biri. Trenin camından bakar, profilden bir resmidir. Ve artık biliyorum ki beklemekten bunalmış bir hali vardır bu resimde. "Neden kalkmıyor bu tren ?"... "Neden ilerlemiyor sayılar ?"
Ekrandaki sayı, 55'ten 60'a çıkıyor birden. Unutmuşum bizde işlerin toplu olarak icra edildiğini. İyi de, beni atlıyor sıra... Yahu basacağın iki tuş, onu bile... İçeri geçiyorum... Bir dolu gişe. Camekanların ardında asla gülmeyen yüzler... Hep merak ederim, "Akvaryumlardaki balıklar bana bakarlar, beni görürler mi ?" diye. Bunlar bana bakıyorlar da görmüyorlar. Pasaportumu uzatıyorum :
- Günaydııııın ..!
Küçük ve cılız bir "Günaydın" alıyorum, hanım kızımızdan. Yirmi sekiz, taş çatlasa otuz yaşında, ince yüzlü, kibar görünüşlü, biraz solgun... Havasızlıktandır...
- Ayşenur Hanım !!!
- Evet o ben oluyorum.
- Eşiniz ???
- Selamı var
Gülüyor, hayret...
- Nerede ?
- İşinde.
- Onun imzası olmadan işlem yapmam mümkün değil.
- Nasıl !!!..???
- Onun izni gerekiyor.
- Ne izni ?
Mahcup mahcup gülümsüyor, yüzüne diktiğim gözlerime bakamıyor. İki elini yana açıp, maalesef der bir edayla susuyor.
- Ben Türk vatandaşıyım... Eşim Belçika'lı ve benim pasaportumun süresini uzatabilmem için Belçika'lı kocamın izni mi gerekiyor ?
- Bunun onun vatandaşlığıyla bir ilgisi yok... Japon da olsa Türk de olsa bir şey fark etmezdi. Brüksel'deyse, gelsin bekliyelim.
- Hanımefendi, biz başka bir şehirde oturuyoruz, ve eşim bir restaurant işletiyor. Çalıştığı saatler çok uygunsuz saatler, üstelik izin günlerimiz bile bir değil. Ben Salı günü izinliyim o Pazartesi...
- O zaman Pazartesi gelsin, sizin gelmenize gerek yok.
- Nasıl ? Benim pasaportumun süresini uzatmak için bana ihtiyaç bile yok öyle mi ?
- Evet... Sizin gelmenize gerek yok. Onun imzası gerekiyor...
- Benim varlığım gereksiz diyorsunuz...
- Evet.
- Mantık aramaya çalışıyorum ve çok mantıksız geliyor, kusura bakmayın.
Acı acı gülümsüyor...
- Kızınız sizin pasaportunuzda kayıtlı, bu durumda ilk uzatmada eşinizin imzası gerekli.
- Pasaportu çıkartırken yanımdaydı, o fasulyeden mi sayılıyor ?
Israr ediyorum, kadındır, belki aynı durumda kendisi de olduğu için halden anlar, acır... Umutlar tükenmez, ama ben her an tükenebilirim gibi bir tavır takınmışım. Ne yazık ki, ne desem çaresizlik içinde gülümseyip beni iyice deli etmeyi tercih ediyor. Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım...
- Pasaportunuzun süresini ilk uzatışınızda eşinizin izni gerekiyor.
- Peki anlıyorum. Kendisi çok güzel; "Merhaba, iyi akşamlar, nasılsın, afiyet olsun, teşekkür ederim iyiyiz, şöyle böyle yuvarlanıp gidiyoruz" der bunlarla idare edebilecek misiniz ?
- Eeee şey sizin de gelmeniz gerekli olabilir.
- Eğer kendisiyle karşılaşır randevu ayarlayabilirsem, iş yerimden de Pazartesi için izin koparabilirsem geliriz, teşekkürler, iyi günler...
Arkamdan; "Kusura bakmayın" dediğini duyuyorum... Bunu diyen ender memurlardan olmalı, oysa ona değil kızgınlığım. O sadece görevini yapıyor. Yapmasa birilerinden azar işitecek. Benim için niye işitsin ?
Ağır kapıyı ittirip çıkarken hala mantık arıyorum. Hadi hatun kısmı çocuğu da alıp kaçmasın diye alınmış bir önlem olsa, bu kanunları koyanlar, ki çoğunluğu erkektir, bilmezler mi ki, bir kadın eğer kafasına "Çocuğunu alıp ortadan kaybolmayı koymuşsa", bunu imzayı aldıktan sonra nasılsa yapacaktır. Kardeşim biz sizi parmağımızın ucunda oynatıyoruz hangi kanun bizi durdurur ki ? Hem ben bu pasaportu beş sene uzatıcam. Bu sene kaçmak aklımda değildi de, iki sene sonra dellendim kızı da atıcam valize gidicem... Eee, ne anladım ki şimdi ben bu izin işinden ? Söyle bana devlet babacığım, ilk uzatmada eşimin iznini alırsın da ondan sonrakileri niye es geçersin ? "Bak kardeşim ben seni uyarmaya çalıştım, imzayı atan sensin, bu karı milletinin sağı solu belli olmaz, bundan sonra ben herhangi bir sorumluluk falan da kabul etmem" gibi bir mesaj mı iletmektesin ? Hesap ver babacığım, hani her horoz kendi çöplüğünde ötüyordu ? Kendi çöplüğünde hükmü geçmeyen horoza, bizimkinde ötme hakkı neden verirsin ?
Metronun girişine doğru ilerlerken... Dalgınım... Kızgınım... Bezginim... Elimi kolumu bağlı hissetmiş fena halde gerilmişim... Tekrar sabahın köründe yollara düşmek... Geri dönmek buralara... Beklemek saatlerce... Sabretmek... Sabretmek... Sabretmek... Uzaklardan bir ses yankılanıyor beynimde : "Tek celsede boşa, tek celsede boşa..!"
Ayşenur Güven Belçika
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
DÖNÜŞÜMSÜZ DÖNÜŞÜM
Resmi olmasa da, halk arasında Yeşil Bursa olarak adlandırılan sevimli şehir sonbaharın son demlerinde, kışa hazırlanıyordu. Hüzünlü vedaların solgun mevsimi olan sonbaharda bile güzeldi Bursa. Bir imparatorluğun kalbinin attığı geçmiş kokan, umut kokan yeşil kent. Uzun süreli bir çalışmanın son günündeydik. Başarıyla sürdürdüğümüz Uluabat Gölü araştırmasını kasımın ilk haftası tamamlamıştık. O gün şehirde son günümüzdü ve ben o günümü şehri gezmeye planlamıştım. Şansım vardı yazdan ödünç alınmış, güneşli ve ılık bir gündü. Erken kalktım, tarihi dokuları ağır basan şehri adım adım gezmeye başladım. Geçmişin izleriyle dolu her nokta inanılmaz keşif duygusu uyandırıyor, atalarımızın sessiz ruhları günümü zenginleştiriyordu.
Öğleden sonrası olmuştu, yorgun ayaklarımı dinlendirmek ve şehrin huzurunu hissetmek için en yakın bir parka girip bir banka oturdum. Bir süre gözlerimi kapatıp kuş seslerini dinledim. Ne güzeldi Bursa, sonbahar ve huzurla dinlenebilmek. Gözlerimi açıp etrafı seyre daldım. Karşıdaki ağacın altına oturan yaşlı bir adam dikkatimi çekti. 70-75 yaşlarındaydı. Yaşına göre iyi ve temiz giysileri vardı. Başındaki fötr şapkası kıyafetiyle tatlı bir uyum taşıyordu. Banktan öne doğru eğilmiş bir konumda oturuyor ve ellerini üst üste getirerek ağaç bastonun üst kısmına yaslanıyordu. Zayıf incecik elleri vardı. Gözlerini karşılarda bir yere dikmiş, sabitlenmiş gibi bakıyordu. Yaşlı adam ve bankın hemen arkasında yer alan ağaç birlikte anlamlı bir bütünlük oluşturuyorlardı, sanki adam da o ağacın devam eden bir parçasıydı. İkisinin de vücudu yıllara meydan okumaktan yorulmuş ancak bu güne kadar dayanabilmiş olmanın haklı gururunu taşıyorlardı. Yaşlı adam, yaşlı ağaç. Onlar, bu gün gümbür gümbür yaşanan güzelim dünyanın en olası yolcuları. Sanki ayrı bir dünyanın insanları gibi geldiler birden. Ben ayrı, onlar ayrı; ben hep bu tarafta, onlar hep o taraftı. Onlar hiç çocuk olmamışlardı, hiç genç olmamışlardı. Hep yaşlıydılar ve kısa zamanda bu öykü bitecekti ama ben hep gençtim, hep genç kalacaktım. Gözlerimi ikisinden çevirmek istedim. Öbür bankta büyük bir olasılıkla göçmen olan bir aile vardı, bakışlarımı oraya yönelttim. Sarı saçlı iki küçük çocuk, neşeli çığlıklar atarak bankın etrafında koşuşturuyorlardı. "Onlar da çocuk olmuşlardı" dedim kendi kendime ve tekrar adamla ağaca bakmaya başladım.
Ağaç büyük bir olasılıkla hep buradaydı. Belki adamda hep buradaydı, belki az ilerideki eski ama şehrin geçmiş dokusunu yansıtan evlerin birinde oturmuştu. Kim bilir belki çocukluğu burada geçmişti, karşıdaki ailenin yaşam dolu çocukları gibi koşup oynamıştı. Belki şimdi oturduğum bankın yanında hafifçe toprağa gömülü taşa ayağı takılmış, küçücük dizini incitmişti. Az ilerideki eski parke taşlı yolda elim sende, evlerin arasında saklambaç oynamıştı. Belki şimdi önünde sessiz duruş gösterdiği ağaca defalarca tırmanmıştı. Kuşların yuvalarına bakmıştı. Dalların yeşil serinliğiyle nasıl mutlu olmuştu kim bilir. Burada ergenleşmiş, burada aşık olmuştu. Bu parkta aşkını ilan etmiş, ilk o gün yaşamına bir doluluk gelmişti. İlk kaçamak öpücüğünü bu ağacın dibinde almış, kalbi göğsünden dışarı fırlayacak şekilde ilk o gün atmıştı.
Ani fren sesiyle birden hayal dünyamdan sıyrıldım. Tam arkaya bakıp sesin geldiği yere dönecekken, karşıdaki ihtiyar adamın telaşlı bir şekilde ayağa kalkmaya çalıştığını gördüm. Az önce belirsizlik olan yüzü kasılmış, titreye titreye bastona yükleniyordu. Baston birden kaydı ve vücudunu baston üzerine dayayarak kalkmaya çalışan yaşlı vücut bastonla birlikte yere yuvarladı. Şaşırmıştım, hiç duraksamadan adamın yanına koştum. Kollarından tutarak "Hadi amca" dedim. Adam kollarından tutulmuş halde banka otururken karşıdan gelen insana endişe dolu gözlerle bakıyordu. Yaklaşık 35 yaşlarında bir adam koşarak yanımıza geldi. "Baba, ne oldu" dedi. Adam hiçbir şey söylemeden üstünü silkeliyordu. "Sağ ol birader" "Önemli bir şey yok ya ?". " Sanmıyorum, baston kaydı da" dedim. Genç adamın suratı asıktı, mutsuz görünüyordu. Yaşlı adamın kollarını bırakırken genç adam teşekkürlerine devam ediyordu. "Önemli değil" dedim birkaç kere ama adam sanki büyük bir iş yapmışım gibi ve büyük bir borç altında kalmış gibi teşekkür ediyordu. "Bana izin verir misiniz ?" dediğim anda genç adamın yaşlı adamın koluna girmeye çalıştığını fark ettim ve bende diğer koluna doğru yöneldim.
Yaşlı adam aramızda, küçük adımlarla yürüyordu, ağzından hiçbir sözcük çıkmamıştı. Genç adam "Sağ ol birader, arabam az ileride" dedi. "Kendisi babamdır. Meşhur ağır ceza reisi Mustafa Kamil bey. Gökhan ben, Çekirge'de marketim var". Sanırım bana yeterince bilgi verdiğini düşündükten sonra, birden benimle konuşmayı kesti ve sesini yükselterek "Babacığım sana kaç defa söyledim, evden ayrılma diye !!! Mehtap küplere bindi, ne diyeceğim şimdi, ona da haber vermemişsin". Genç adam bana döndü ve devam etti. "İnsan yaşlanınca bir tuhaf oluyor birader, şimdi sen inanabilir misin bu uyuz ihtiyarın bir zamanların bu civarın en ünlü şahsiyeti olduğuna ?" "Geçti baba geçti" dedi alaycı ve sokak ağzı bir ifadeyle "Eski zaman kartalları, karga oldu, saksağan oldu, sen hala o günleri yaşıyorsun. Bırak artık geçmişi, bak bu günü yaşıyoruz. Sen hala bu çöplük gibi evin içindesin, hala annemlesin. Oysa o öleli on yılı geçti" dediği anda yaşlı adamın ayak bağlarının daha da çözüldüğünü adeta sürüklenmeye başladığını hissettim. Bakışları yaklaşık elli metre ilerideki tek katlı bahçeli eski eve takılıp kalmıştı. Genç adam, babasının ayaklarını sürüdüğünü ve karşıdaki eve inatla baktığını görünce daha sert bir ifade takındı ve tükürükler saçarak babasını azarlamaya başladı. "Ben ne diyorum, sen neler yapıyorsun, baba. Bak yeminle bir kez daha kaçar ve buraya gelirsem huzur evinden almam bir daha. Bak benden günah gider o zaman. Sana da iyilik yaramıyor. Seni İkiyüzmertekarelik birinci sınıf lüks dairelerde yaşatıyorum, ama yaranamıyorum. Senin gözün hala bu çöplükte, bu mezbelelik yerlerde. Keşke vicdanım elverse bırakırım seni burada, o zaman gözün doyar belki buralara. Ama ben hayırsız evlat değilim. Belki okumadım ama, iş güç sahibiyim Allah şükür. İyiki de sattım buraları, bak şimdi iki tane marketim var. İyi ki de okumamışım yoksa akıbetim sen gibi olurdu". Genç adam babasına söylenirken kendinden geçmişti adeta beni unutmuştu sanki habire babasına söyleniyor ve onu tehdit ediyordu. Arabanın yanına yaklaştığımızda birden beni hatırladı "Özür birader" dedi. "Seni de yorduk, görüyorsun yaranılmıyor insanlara, baban bile olsa. Gül gibi yerlerde yaşatıyorum onu ama bizimki nostaljik takılıyor. Beyini sulandı bunun canım".
Aramızda sürüklenerek yürüyen yaşlı adamın yüzü daha da solmuş, gözlerindeki parlaklık daha bir kaybolmuştu sanki. Adamın son model arabasına doğru giderken yaşlı adamın tutuğum kolunu çekerek bana mesaj vermeye çalıştığını fark ettim. Yorgun gözlerini bana çevirdiğini, koluyla da çekiştirerek bu gardiyana teslim etmemem için yalvardığını hissettim. "Sağol birader", geldik artık siz bırakabilirsiniz, gerisini ben hallederim". "Önemli değil, insanlık görevi arabaya binmesine yardım edeyim" dedim. "Gerek yok, ben hallederim" Adam babasını hızla arabaya doğru çekti ve arabaya yaslandırıp ani bir hareketle kapıyı açtı, bir çuval gibi içeri iteledi. Yüzü gülüyordu, bir yandan gaza yüklenip arabayı harekete hazırlarken bir yandan da camı açıyordu. "Sağ ol birader, ha pardon ne iş yapardın" "Ben yardımcı doçentim" dedim. Adamın yüzü biraz daha alaycı ifadeyle doldu ve sanki bende seni bir adam sanmıştım gibisinden "Eyvallah" dedi "Eyvallah docent muavini".... Bursa o saatlerde, hiç te güzel değildi. Havası kirli, hatta çok kirliydi. En iyisi biran önce otele gidip eşyalarımı almalıydım...
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden: Ayfer Arman |
OTOBÜS
Otobüsün kalkmasına beş dakika kalmıştı, bir sigara çıkartıp yaktı.
Bavullarını bagaja vermiş, on beş dakikadır otobüsün kalkmasını bekliyordu.
Yarısına kadar içtiği sigarayı yere atıp üzerine basarak söndürdü, arabaya yöneldi. Dışardan girince, otobüsün havası bir anda nefesini kesti, ne kadar sıcaktı!.. Yerini bulup, üzerindeki kabanı üste yerleştirdikten sonra, yerine oturdu. Boş gözlerle dışarısını seyretmeye başladı. "Affedersiniz"
dedi biri gelip yanına oturdu, bakmadı bile. Ve otobüs hareket etti..
Boş bakışlarla dışarısını seyrederken, bir yandan da düşünüyordu. Otuz iki yaşındaydı, "Boşu, boşuna geçen bir otuz iki yıl" dedi içinden, acıyla gülümsedi. On iki yıl önce herkesi çiğneyerek çıktığı babaocağı'na, boşanmış olarak dönüyordu. Çocuğu olmamıştı, ilk kez şükretti çocuğu olmadığına, burkuldu içi doldu gözleri, yutkundu. Neredeyse üç saattir yoldaydılar.
-İçecek bir şey, alır mıydınız?
Muavin gelmiş, soruyordu. Yanıtladı onu..
-Hayır!. Teşekkür ederim.
Bunu söylerken, ilk kez fark etti yanındaki yol arkadaşını. Ne kadar gençti, tıpkı yıllar önce kendisinin olduğu gibi. Yol arkadaşı fark etti bu bakışı, gözlerinden gülümsemeler saçarak..
-Merhaba, ben Sevinç.
-Merhaba, ben de Hicran. Memnun oldum.
-Siz de mi İstanbul'a gidiyorsunuz?
"Evet" deyip kısaca yanıtladı onu ve çevirip başını dışarıyı seyretmeye devam etti. Ama yol arkadaşı vazgeçecek gibi görünmüyordu.
-İlk gidişim İstanbul'a, üniversiteyi kazandım da. Siz İstanbullu musunuz?
-Evet!..
Muavinin anonsu yetişti imdadına, otobüs yavaşladı ve şoför ilk molayı verdi..Otobüsün durmasıyla dışarıya attı kendini. Derin bir nefes aldı; serin hava iliklerine kadar titretirken onu, kendine gelmesini de sağladı.
Çantasını aceleyle açıp bir sigara çıkarttı, yakmaya çalıştı.. Çakmak bir türlü ateş almıyordu sinirlendi.
-Lanet olsun!..
-Ben de çakmak var buyrun...
Sevinç tam yanında, gülen yüzüyle bakıyordu. Bu kez aynı içtenlikle gülümseyerek cevap verdi ona.
-Sağol!..
Mola bittiğinde gelip oturdular yan yana. Hicran bu kez zorunlu hissetti kendini, sordu.
-Nereyi kazandınız?
-Mimar Sinan Üniversitesi, İç Mimarlık bölümü. Hep istediğim bir bölümdü.
-Kutlarım, dilerim her şey iyi gider.
-Teşekkür ederim.
Sustular.. Hicran devam etti dışarısını seyretmeye. Bir süre geçtikten sonra sevinç, damdan düşercesine sordu.
-Evli misiniz?
Bir an ne cevap vereceğini bilemedi hicran, sonra toparladı kendini..
-Hayır, boşandım.
-İyi olmuş!..
Afalladı hicran. Şaşkın gözlerle Sevinç’e baktı.
-Anlamadım!..
-İyi olmuş, dedim.
-Neden?
-Çok gençsiniz, yeni bir hayata başlama şansı varken, yürümüyorsa evlilik bitmeli..
Yeni bir hayat!.. Hicran, boşanmayla hayatın sonuna geldiğini düşünürken. Bu gencecik kız, yeni bir hayattan bahsediyordu.. Sordu..
-Yeni bir hayat mı?
Gülümsedi sevinç.
-Evet, bakın anlatayım..
Ve anlatmaya başladı Sevinç.
-Ben tek çocuğum. Annem ve babam onlar asla anlaşamazlar. Her gün kavga ederler, yıllardır. Annem benim için katlandığını söyler. Sanki, katlanmasını istemişim gibi!.Bu okul bir anlamda kurtuluşum oldu inanır mısınız?
Hicran ilgiyle dinliyordu, bu küçük kız büyük bir olgunlukla hayat dersi verir gibiydi kendisine. Devam etti Sevinç.
-Yürümüyorsa evlilikler bitmeli. Aksi takdirde iki kişi ve varsa çocuk elbette, bir işkencenin içinde yaşamaya başlıyorlar. Onun için iyi olmuş dedim size, yeni bir hayat var önünüzde. Yaşamaya devam edin bence!..
Sustu sevinç, düşündü Hicran.. Kavga dolu, göz yaşı dolu geceler geçirmişti.
İki yabancı aynı evi paylaşır gibi olmuşlardı yıllardır. Boşanmasa böyle sürüp gidecekti hayatı..Bir rahatlama duydu içinde bir anda, hak verdi Sevinç'e. Geç değildi, yeni bir hayata başlamak için. Haklıydı Sevinç...
Otobüs İstanbul'a vardığında, yan yana iki koltuktan iki sevinç kalkıp indi otobüsten. Hicran arkalarda kalmıştı....
Ayfer Arman
Yukarı
|
AŞK İNSANI KÖR EDER (MİŞ)
Sana bu son satırları yazarken ben ebedi istirahatgahım olan Karacaahmet, yok Zincirlikuyu boğaz manzaralı denize nazır 15. kuşak paşazade halamların yanında yatıyor olacağım. Artık yaşamamın bir anlamı yok. Neden... Neden diye bağırdığını duyuyor, gözyaşlarını ve akan sümüğünü pardon burnunu çarşafla sildiğini görür gibi oluyorum.
Günlerden bir gün gramajı düşük ekmek kuyruğundaydım. Sense karşıdaki büfede bir gazetenin verdiği promosyon tabakları almak için kuyruktaydın. Birden seni görmüştüm. Oy may gat... Hepsi senin mi anam demek içimden geçmedi. Aman Tanrım! Rüyamdaki prensesti, evet oydu. O sendin metabolizmam alt üst olmuş, karnımdan hiç duymadığım sesler çıkmıştı. Kalbimse sol taraftan sağ tarafa atak yapmıştı, evet aşık olmuştum.Gözlerin beni sana hapsetmişti.
Oysa bir zamanlar çiçeği kulağında gariban bir amele başıydım. Her şey çok sakindi, işimden eve evimden işe otobüslerde bayanları sıkıştıra sıkıştıra gidip geliyordum. Seni görmeden önce sen ciğercinin kedisi bense sokak kedisiydim. Baban amele çavuşuna kızımı vermem diye tutturmuştu, kazanmalıydım hem de çok kazanmalıydım. Artık ev işlerine, boya badanaya ve overlok yapmaya başlamıştım. Hem türkü söylüyor hem de çalışıyordum. Uzun havalardan birini okurken bir gün adamın biri "anam sesin amma da güzelmiş, ne sürünüyorsun buralarda" dedi. Evet kör talihim açılmış daha da kapanmazdı. Birden kendimi Unkapanı'nda buldum. Kapan kapanaydı. Vallahi sahnelerin tozunu attırıyordum. Çil çil dolarlarla şeşbeş oynuyor mafya babalarıyla fink atıyordum. Şan şöhret hepsi benimdi, artık çok zengindim. Televoleye çıkmadığım günler kendimde eksiklik hissediyordum. Etrafımda bir sürü manken, ışıkçı, kamera asistanı ve makyajcı vardı ama seni hala unutamıyordum. Sana ulaşmanın bir yolu olmalıydı, kazandıkça kazanmak istiyordum. Bu arada devlet camiasıyla da işi pişirmiş, her türlü yolsuzluk, kara para, eroin işine de girmiştim ama hala hırsım dinmiyordu. Yeraltı örgütleriyle de işbirliği içine girmiş yeni bir partinin başına geçmiştim. İllegal işler yapmak hoşuma gidiyordu. Çıkarıma dokunduğu için Avrupa Birliği'ne girmemeyi de başarmıştım. Üstelik milli görüşü destekleyip genelge çıkararak "layık düzene" de karşı çıkıyordum. Askeriyeyi hiçe sayarak Buşt'la işbirliği yapıp Irak petrollerine de gözümü dikmiştim. Savaşı bir an önce başlatıp halkın ölmesine yardımcı olmuştum. Her yerim kan barut kokuyordu. Ladin'le de işbirliği yapıp mağaralarda yatıyordum. Artık kendimi iyiden iyiye alkole vermiştim, alkol bulmayınca komşulara misafirliğe gidip kolonya içmeye başlamıştım. Hiçbirşey gözümde değildi, sensizlik beni kendimden etmişti hatta Ferhat'ın açtığı dağlardaki delikleri bile onardım. Kaf Dağı'nda Yap-Sat yapmıştım ama yine de mutlu olamıyordum, her yerde sen vardın sen... sen... Yediğim lokmada, içtiğim tarhanada, ayağımı bastığım çivide, dağlarda otlayan keçilerde bile seni görüyordum. Yavaş yavaş herşeyimi kaybediyordum.
Bir gün sarhoş yolda giderken bir at arabası çarptı bana. Affedersiniz bayım! diyen sesi tanımıştım, evet o sendin. Elimden tutup, kaldırdığında "Aman Tanrımmm! Nayırrrrr nolamazzz görmüyorummm!" diye feryat ettim. Evet kör olmuştum. Tanrı seni bana getirmiş, fakat gözlerimi almıştı. Seni tanımamazlıktan gelmiş, bana acımanı istememiştim. Artık ben kör bir dilenciydim. Avucuma on bin doları sıkıştırdığında gözyaşlarım şelale olmuş, Ankara'nın hatip çayına akmıştı. Evet o bendim işte. Artık yaşamak istemiyordum ama beni hayata bağlayan birşey olmuştu. Elimden tutuğunda hamile kaldığını anlamıştım. Evet, çocuğumuz için yaşamalıydım. Şimdi o Hacıbayram önünde simit satıyor, o bizim çocuğumuz, ona sahip çık ve nasıl köşe dönülür, kısa yoldan nasıl para kazanılır ona öğret. Başka türlü ayakta kalamayacağını bilmeli. Ona çift sarılı yumurtadan yapılmış omlet yedir, çift kaşarlı tost yedir. Erdek'te denize sok, babasının yapamadıklarını yaptır. Kırmızı ışıklarda hangi arabaların camının silineceğini öğret. Murat 124'lerin camını boşa silmesin, dayak bile yer sümüklü yavrucuğum.
Başka da bir diyeceğim yoktur... Ara sıra üç külfi bi elham beni sana yaklaştırır. Ölüm yıldönümlerimde Çırağan'da davet ver, havai fisek patlat, öküzgözü şarap ile mezarımı sula. Burada sana da yer ayırttım.
Rıza Topçu
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Zeycan Irmak |
FANTASTİK MASAL...
Bütün kelimelerimi aldıysa
Sustuysa zaman
Mum aydınlığında bir akşamdayım şimdi
Kara dehlizlerin süvarisi
Firari sürgündeyim
Dokunsan, çağlayacağım oysa...
Öfkemi, yenilgimi ve de hasretliğimi
Geçmiş zaman kiplerine terk ettim
Adanmış kurbanlara son nefestir halim
Gözlerimin okyanusu cansuyunsa
Ruhum seninledir oysa...
* * *
"Bir fal açtım kendime / fincanım bunları fısıldadı kalbime ... ;"
Denizle geleceksin. Denizden geleceksin. Batan günle birlikte, göreceğim ben. Tenin kavruk, bakışların şahin keskinliğinde olacak. Rüzgârın fora şişirdiği bir yelkenlinin küpeştesinde, mağrur başın dik; bir elin yelken direğinde, diğeri alnında gölge, limanda demir atacak yer arayacaksın önce... İşte ben seni orada bekliyor olacağım. İlk gelişin bu senin ama ben, sen olduğunu bilmeden gözlerimle seni arayacağım...
İlerleyen zamanda, büyük ihtimal kendi eylemlerimizle meşguliyetimizden fark etmeyeceğiz birbirimizi. Kim bilir, belki kasabanın beş-on dükkanlık çarşısında kendi yaşantımızın detaylarını ararken teğet geçişeceğiz. Önce ten kokularımız dağılıp buluşacak havada. Sen, benim kokumu duyumsadığında "yosun" diyeceksin belki. Ben, aynı biçimde "okyanus" diye geçireceğim aklımdan. Ama hepsi bu kadar.
Sonra... günler, günler geçecek... günler, günlere eklenecek. Aradığın her ne ise; hani dilinin ucunda, adı bir türlü aklına gelmeyecek. Ama görsen tanıyacaksın "İşte bu!" diyeceksin. Fakat bir türlü bulamayacaksın. Çünkü her şey gibi zamanı var bununda, öğreneceksin.
İçin sıkılacak, daralacak. "Burada daha fazla duramam" deyip, çekip gideceksin sonunda.
Bir günün bir diğerine benzemez senin. Ya denizin ortasında fırtınayla ve dev dalgalarla savaşırsın ya da kimsenin cesaret edemeyeceği ölümcül maceralara atılırsın.
Senin günlerin, günlerini kovalar...
Benim günlerimse sığ sular gibi bir öncekinin aynıdır hep.
Dışı beyaz kireç badanalı tek katlı taş evimin, ahşap tahta panjurlarını ışıl ışıl sabahlara açarım... Güneş, deniz, rüzgâr elele tutuşup; başka ülkelerin, bilmediğim, gitmediğim, merak ettiğim başka limanların binbir cümbüş kokusunu doluşturur evime. Yaz, kış, bahar hiç fark etmez. Her mevsim farklı bir güzelliktedir bu kıyı kent...
İlk "günaydın", güneşin doğuşunun hemen ardından bahçemdeki leylak ağacının kırılgan dallarında cilveleşen serçelere gider... Ve her sabah aklımdan denize bakıp şunlar geçer; "Deniz, buradan fersah fersah uzakta, görmediğim ülkelerin hiç bilmediğim liman kentleri de benim kasabam kadar güzel mi? Söyle bana, O bir gün gelip, sonsuza dek bu limanda demirler mi? Yoksa beni alıp götürür mü başka denizlerin başka kıyı kasabalarına?" Bilirim, yanıt vermez deniz. Üzülürüm diye birşeycik söylemez. Tatlı tatlı şarkılar mırıldanır sadece.
Evim kadar güzel ve küçük bahçeme çıkarım hemen sonra. Sardunyamla konuşurum. Nazenin küpe çiçeğine göz kırparım. Begonyamı okşarım. Hercai menekşelerime ve güllerime masallar anlatırım. Bahçe kapısını taçlandıran hanımelinin kendine münhasır kokusunu içime çeker, sindiririm.
Derken kahvaltı ve günlük temizliğin ardından çarşıya inerim. Ya beyaz, ya uçuk mavi, desenli, çiçekli ayak bileklerime dek uzanan elbiseler giyerim. Ben sokaklarda en çok yalınayak dolaşmayı severim.
Çarşıdaki esnafla ayaküstü laflamazsam o gün işim rast gitmez. En sonunda envai çeşit takı, hediyelik eşya, imitasyon, oyuncak dolu kümbet altı dükkanımın kepenklerini kaldırırım.
Dükkanımda evim gibi denize nazırdır. Ben denizi görmez, dalgalarını işitmezsem o gece rahat uyuyamam ki... Kapının önüne hasır taburemi çıkartır, hem geleni geçeni izler, hem de o günkü rıskımı beklerim. Benim dükkanımda satılan hiçbir takı, hiçbir eşya birbirine benzemez. Her biri kişiye özeldir, tektir. Adı üstünde hediye; armağan edilecek kişiye özgü inceliklerle bezenmelidir.
Gün batmadan dükkanımı kapatır, yola koyulurum tekrar. Her gün; aynı heyecan, aynı telaş sarar içimi işte o zaman. Limana yüreğim güm güm inerim. Limanda tek bir kaya vardır. Orada herkes, hattâ martılar bile bilir ki, o kaya benim bekleme yerimdir. Günün batımını oradan izlerim. Limana yanaşan yabancı tekneleri, büyük gemileri gözlerim, balıkçılarla söyleşirim. Bazen içim içime hiç sığmaz, limanı boydan boya gezinir sonunda kumsala gelirim. Deniz ayaklarımın tozunu almazsa, serin serin dokunmazsa o günü yaşanmış sayamam ki... Böylece akşam çöker, bir gün daha biter...
Sabah uyandığımdan daha heyecansız, limana gelişimden daha telaşsız evimin yolunu tutarım. Bakarım, bahçemde akşam safaları pembe/mor renklere bürünmüş. Eve girmeden bütün çiçekleri sularım. O esnada burnuma kalamar, mevsimine göre lakerda, uskumru kokuları gelir. Acıktığımı işte o vakit hissederim.
Bizim buralarda her gün komşunun biri evinde yemek verir. Öyle kalabalık bir aileyiz ki o yüzden kendimi hiç kimsesiz hissetmedim.
Şarkılarla, türkülerle, çocuk sesleri eşliğinde yenen akşam yemeğimizin ardından herkes bir köşeye çekilir. Anlarım, anlarım ki o an, ben dahil hepimizin aklından aynı serzeniş geçer "bu günde gelmedi..." ama ben beklemekten hiç sıkılmam ki...
İşte benim her mevsim, her günüm böyle geçer. Beklerim. Bilirim ki bir gün denizle gelecek. Ve ben O'nun beklediğim olduğunu bileceğim.
Mum aydınlığı akşamlarda hayallerimin avuntusuna sığınır, şiirler yazarım. Soğuk kış gecelerinde ise, şöminenin çıtırtılarıyla sımsıcacık düşlere dalarım... Evim; mâbedimdir. Kimseye diyemediğim ne kadar sırrım varsa taş döşeli duvarlar bilir. Ağladığımı görür. Bu, her yeni günü bir öncekine eş; her evi beyaz kireç badanalı küçük liman kenti yurt bildiğim tek yerdir. Tıpkı bu kent, bu ev gibi ufak, kuş kırıntısı hayallerim, gelecek beklentilerim var benim. Bu küçük dünyayı alabildiğine tezat büyüklükte dolduran tek şey ise O'nun geleceğini ümit etmektir.
Denizle geleceksin... Daha öncede geldin. Çarşıda teğet geçtik. Ben deniz atlarının satıldığı tezgahta pazarlık ediyordum. Bir koku; tanıdık, bildik... bir an durdum... "okyanus" dedim içimden, etrafıma bakındım... yoktun. Dalgındın, bir şey arıyordun. Başka ülkelerin, başka limanlarında da çok aramıştın o şeyi. Hani dilinin ucunda, bir görsen "İşte bu!" diyeceksin... O an aynı kokuyu sende duydun "yosun" dedin... önemsemedin. Senin için sıradan bir gündü, benim içinse diğer günlerden farklı...
Böylece birbirimizi görmeden geçip gittik. Ben; biliyordum sen olduğunu / sen; farkında bile değildin. Sen; bulsan aradığını, adını hatırlayacaktın, / bense bildiğim şeyi unutacaktım. O güne kadar tanıdığım, dokunduğum tüm renkler, nesneler anlamsızlaşacaktı, öğretiler birbirine karışacaktı. Sen; kendinde eksik olanı bulacaktın, / ben; tamamlanacaktım...
Günler, aylar, hattâ belki yıllar geçecek. Ayaklarım yaz kış çıplak; üşümeden, titremeden, yoksunmadan, bıkmadan, usanmadan, her gün, gün batarken limana ineceğim. Denizle geleceksin. Denizden geleceksin. Bekleyeceğim.
Zeycan Irmak
Yukarı
|
|
KIRKYAMA HİKAYELERİ : KMKYHT Aysel'e 10 Kala : Betül Ayhan |
|
Boğulacak gibi olduğumu hissettim ve defteri kaptığım gibi koşmaya başladım.
Aklımda tek bir soru vardı. O bebek kimindi? Kimdendi? Kimdi? Yoksa... Suna...
Nefesim kesilip karnıma ağrılar girinceye dek koştum. Balıkçı barınaklarının hemen yanında bir yandan kendime yığıldığım yerden kalkmam gerektiğini telkin ederken bir yandan da hala aynı soruyu soruyordum. Yoksa Suna...
Ne kadar koşmuştum? O fotoğrafı görüp o soru aklıma geleli ne kadar olmuştu? Ölüyor muydum, kalbim onun için mi böyle atıyordu? Gözümün önünde uçuşan yıldızların altında bir Aysel'i bir Suna'yı öpmem nedendi? Yoksa Suna Aysel'in kızı mıydı...
Yağmuru engellemekten başka işe yaramayan kulübelerden birinde açtım gözümü.
- Emmi, adam uyandı.
Kafamı sesin geldiği tarafa çevirince beyaz muşambadan yağmurluğun içinde biz yaşlardaki bir adam ve 16-17 yaşlarındaki delikanlıyla kısa kısa bakıştık.
- Geçmiş olsun hemşerim.
- Sağol...
- Bir hastalığın neyin yok ya?
Adam bana beni sorunca birden ayrımsadım kendimi, Aysel'i, Suna'yı ve defteri.
- Bir defterim olacaktı benim?
- Haa, anlaşıldı senin hastalığın dedi bıyık altından gülerek. Bizim yaşımızda gönül işleri böyle yapar adamı. Aha burada defterin, kusura bakmayasın hemşerim, kimsin, necisin belki bir şey yazar diye şöyle bir baktım. Çocuğa elletmedim ama, için rahat olsun.
Konuşurken bir yandan defteri bana uzattı. Son cümleyle delikanlıya kaydı bakışlarım. Çocuk sayılmasına, defterin elletilmemesine bozulmuş, dik dik bir bana bir deftere bakıyordu.
- Osman! Bardak getir abine diye kükredi. Hemşerim sen de gel şöyle sobanın yanına otur, mart havası çarpar adamı dedi bir yandan Osman'ın uçarak getirdiği bardağa çay doldururken. Adın ne hemşerim?
- Selçuk.
- Ben de Osman.
Şaşkın gözlerle delikanlıya baktığımı fark edince kocaman bir kahkaha eşliğinde açıklama gereği duydu.
- O da Osman ben de Osman. Kardeşimin oğlu. Babam Alamanya'ya gidip bir Alaman karısıyla evlenince ben baktım sayılır babasına. Vefalıdır sağolsun, oğluna benim adımı koydu.
Dikkatle beni süzen Osman kendinden bahsedilince lafa karışma izni verilmiş gibi söz aldı.
- Sen nerdensin dayı?
Daha oturduğum yeri söylerken pişman oldum. Osman Reis günlüğü okuduysa her şeyi çözecekti. Aysel'in ününün 3 mahalle öteye gelmesi işten bile değildi. Hatta belki o da aşıktı Aysel'e... Ya Aysel hakkında kötü bir şey söylerse, ya ben bütün mahalleye olan hıncımı Osman Reis'ten çıkarırsam? Küçük Osman onu dinlemediğimi fark etmemişti bile, hala anlatıyordu.
- Anaa! Ben biliyom sizin oraları dayı. Benim teyze oğlunun asker arkadaşı var sizin mahallede, Selim abi. Bilirsin bekli sen de, abisini teröristler vurmuş. Askerdeyken bunların elebaşısını yakalatmış abisi, onlar da intikam için vurmuşlar. O ölünce sevdiğini başkasına vermişler, o gece benim teyze oğlunu da alıp sabaha kadar içmiş Selim Abi. Sen bilin mi Selim abigili?
Bir anda bütün vücudum buz kesti. Yalan değil, Zafer'in sevdiği kızı, Aysel'in kızını gelin almıştım. Halimi fark eden Osman Reis delikanlıya çıkıştı.
- Ben sana burnunu her boka sokma demedim mi lan! Çık dışarı tekneyi kontrol et, gece fırtına çıkacak.
- Emmi daha demin baktım ya...
- Bak hala konuşuyo! diye fırladı yerinden. Kalkıp koluna yapıştım.
- Elleme çocuğu, ben de müsaade isteyeceğim zaten.
Defteri alırken Osman'a dönüp "bilirim, aynı mahalleliyiz" dedim. Çay parasını vermek için elimi cebime atınca Osman Reis elime yapıştı.
- Ayıp ediyon hemşerim, kapımıza gelen Tanrı misafirine çay da mı ikram etmeyecez, helal olsun.
Ne ısrar edecek gücüm vardı, ne de ısrarın bir faydası olacaktı. Bir an önce eve gidip günlüğü okumak ve gırtlağıma yapışan sorulardan kurtulmak istiyordum.
- Tamam o zaman, daha geniş bir zamanda yine misafir olurum sana Osman Reis. Balık senden, rakı benden bir sofra kurarız şuraya.
- Ooo, ağzından bal damlıyor hemşerim.
----
Osman Reis ikisinde de yanılmamıştı. Hem bu yaşta gönül işlerinin insanı ne hale sokacağını hem de gece fırtına çıkacağını bilmişti. Peki ya Suna'yı bilseydi, Zafer'i, Aysel'i, Sami'yi bilseydi ne derdi acaba...
Ağlamaktan yorgun düşüp oturduğum yerde sızmışım. Fırtına çıkınca açık camdan yağmur dolmuş evin içine. Şimdi Suna olsaydı nasıl kızardı. Hangi Suna kızardı? Karım olan mı yoksa Aysel'in kızı olan mı... Ulan canına tükürdüğümün Selçuk'u, erkek adam ağlar mı lan! Yok yok kesin rakıdan sızdım ben. Hadi lan kimi kandırıyorsun, yerinde iki büyük devirip bana mısın demeyen sen iki kadehle mi sızacaksın. Bal gibi de ağlamaktan sızdın işte. Peki ne yapsaydım? Ağlanacak halime bakıp da defterin karşısına geçip göbek mi atsaydım? Oğlum Selçuk doldur bir kadeh daha...
Deftere bakıp içtikçe gecenin kör vaktine kadar okuduklarım film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden. Sanki bahsedilen ben değilim, benim tanıdıklarım değil de yazlık sinemanın perdesine yansıyanlar sadece.
Esas kız esas oğlana sevdiğini söyleyemediği, ondan da yüz bulamadığı için Sami'yi kabul ediyor. Sami esas kızın Selçuk'a aşık olduğunu öğrenince deliye dönüyor. Önce dövüyor kızı sonra tecavüz ediyor. Kızın hamile olduğu anlaşılınca bir telaştır alıyor herkesi. Kızın annesi bebeğin çocuğu olmayan komşuya evlatlık verilmesine karar veriyor. Üvey anne öğretmen, doğuda bir köye tayin istiyor. Hemen çıkıyor tayini, o zamanlarda kimse doğuya gitmek istemiyor çünkü. Kızı da yanına alıp gidiyorlar köye. Köylülere kızın yeğeni olduğu, kocasının Almanya'ya çalışmaya gittiği, onun da halasının yanına geldiği söyleniyor. Kendi kocasının tayini de başka şehre çıkmış, eş durumunda tayin için 1 senenin dolması bekleniyor.
Bu arada Sami okulu bırakıp gemide çalışmaya başlıyor. Mahalleliye üvey annenin hamile olduğu, hamilelikte İstanbul havası yaramaz diye köyüne gittiği, kızın hasta anneannesine bakmak için birkaç aylığına İzmir'e gittiği, Sami'nin de kaptanlık sınavını kazandığı ve uzun yol kaptanlığı için stajda olduğu söyleniyor. O zamandan sonra da Sami'nin adı Kusto Sami kalıyor. Biz de mahallecek saf saf inanıyoruz bu yalanlara. Hiç kimse esas oğlanın esas kıza aşık olduğunu bilmiyor...
Bir zaman sonra hepsi mahalleye dönüyor ve her şey unutuluyor. Yıllar sonra Aysel'in günlüğü ortaya çıkıyor. Sami günlük yüzünden Zafer'i öldürüyor...
Öyle utanıyorum ki kendimden... Kendimden, Aysel'den (Aysel, ben senin kızınla yattım ama onun saçını okşarken bile seni düşündüm), Suna'dan (Suna, ben kendimi bildim bileli annene aşığım), Zafer'den (Zafer, senin sevdiğin kızı ben aldım), Selim'den (Selim, abin benim yüzümden öldü aslanım) hatta Zafer'le adaş olduğu için oğlumdan bile utanıyorum. Kimin yüzüne bakabilirim ki artık? Oğluna doğru isim bile koyamayan bir zavallıyım ben. Oğlum Selçuk, değme yazarların uyduramayacağı senaryoyu yaşadın lan. Film yapsan Oscar, kitap yazsan Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır. Alsın lan Selçuk neye yarar! Aysel ölecek... Hepsi senin suçun oğlum, hepsi senin suçun...
Bütün mahalle beynimin içinde dönüyor. Aysel ölüyor, Suna baba evi zannettiği eve gidiyor, Selim Zafer'in boktan bir günlük yüzünden ölmesini yediremiyor, herkese 'ağabeymi teröristler öldürdü' diyor, Kusto Sami Zafer'i öldürüyor. Aysel beni seviyor, ben Aysel'e öküz gibi aşığım, kimse bilmiyor. Kusto Aysel'i hamile bırakıyor... Ulan Kusto, bittin lan sen, öldüreceğim lan seni!! Önce seni sonra kendimi öldüreceğim! Rakı şişesi elimden kurtulup duvarda, Suna'nın yaptığı etamin tabloda patlıyor. Suna olsaydı yine kızardı... Suna, ben var ya bu Kusto'yu şu şişe gibi parçalayacağım...
Aysel... Aysel'i kaybederken bulmakmış kaderim. Aysel'e gitmem lazım...
- Alo! Aysel'i bağla bana.
- Zafer abi, sen misin?
- Benim, Aysel'i bağla.
- Abi saat sabahın beşi...
- Ulan orospu, saati mi sorduk sana, bağlasana Aysel'i!
Kızın sesi ağlamaklı oluyor.
- Abi Aysel Hanım yok, kontrole gitti hastanede kalacak bu gece. Öğlen 3 gibi falan gelir.
O gece son hatırladığım ağlayarak Aysel'i sayıkladığım. Aysel... Aysel'im... Aysel beni seviyor. Aysel ölecek. Ölme Aysel be, seviyorum seni ölme. Aysel'in gelmesine 10 saat daha var. Aysel'e 10 var, Aysel'ime 10 kaldı...
Betül Ayhan
Devamı varrr...
KIRKYAMA Hikayelerinin tamamını aşağıdaki adreste bulabilirsiniz: http://www.kmarsiv.com/xfiles/ozel/kirkyama.asp
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.165 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
Son iki yıldız
İki yıldız kalmış gökyüzünde
Diğerlerinin hepsi sönmüş bu gece
Sanki benim gibi sonsuza dek susmuşlar
Her gece gökyüzüne bakıp
Hep aynı şeyi diledim
Dileğim isabet ettikçe sönmüş olsalar gerek
Son kalan iki yıldıza kıyamıyorum
Ya dilersem ya onlar da sönerse
Yok yok bunu yapamam
Son iki yıldızı bu akşam
Başka ihtiyacı olanlara bırakacağım
Sedat Tüvar http://www.antoloji.com/sedat_tuvar
Yukarı
|
Böyle de şaka olur mu arkadaşım!...
Yukarı
|
ANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...
Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.
28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.
Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.
Berrin Cerrahoğlu,
'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA' sergisini onurlandırmanızı diler.
Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004 Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4 Galatasaray / İstanbul
Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.ucansupurge.org/newhtml/171103/171103mahperibas.php
...Eskişehir'de bir sığınma evi var. Sığınma evini biz kurduk. Sonra sığınma evi Sosyal Hizmetler’e bağlandı. Sosyal Hizmetler’le beraber çalışıyoruz. Gelirimiz yok. Kimse elini cebine atmıyor. Zengin insanlara gidip yardım istedim. İnsanlar güvenmiyorlar. Yardımları gidip kendileri vermek ve yardım ettikleri yeri görmek istiyorlar. Huzurevleri ya da Çocuk Esirgeme Kurumları gibi bir yer değil sığınma evleri. İnsanlar huzurevlerine, Çocuk Esirgeme Kurumlarına gidip yardımlarını edip manevi tatmine ulaşıyorlar. Ama sığınma evleri...
http://www.womenandperformance.org/
Feminist teorinin yılda bir kez çıkardığı bültenin içeriğini röportajlar, senaryolar, makaleler feminist bir perspektiften yayınlanıyor.
http://www.imow.org/home.html
...The mission of the International Museum of Women is to value the lives of women around the world... Uluslararası Kadın Müzesi, San Fransico'da kurulan dünya çapında kültürel ve eğitsel bir kurum. Özellikle dünya çapında kadınların hayatlarına itibar ederek çalışmalarını bu yönde yapacak tek uluslararası müze olma yolunda
http://www.wmm.com/
Kadınlar tarafından ve kadınlar hakkındaki bağımsız filmlerin dağıtımı, promosyonu, tanıtımını yapmakta olan bir site. Çeşitli workshoplar, konfreranslar düzenlemekteler. İletişim, kültür ve eğitim kurumlarının da yararlandığı WMM kataloğunda, yaklaşık olarak 500 film bulunmakta.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|