KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 459

 11 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : İyi ki bayraklar var!..


Merhabalar,

Ayşe Arman sonunda röportajı yapmış Kekilli'yle. Kız ödül aldı alalı millet peşindeydi, nasip Arman'aymış. Bu konuda her kafadan bir ses çıktı. Gündemden düşmeyen töre cinayetleri ile de birleşince konu ataerkil devlet meselesine dönüştü. Konu devlet meselesi olunca bu beni aşar dedim köşeme çekildim sustum. Ama bugün Arman'ın röportajın hikayesini anlatırken kaleme aldığı bir cümle beni yerimden zıplattı. Dediğine göre Kekilli ile Meltem Cumbul olayın duyulmasından sonra ilk kez biraraya gelmişler ve Kekilli'nin sorduğu ilk soru 'Benden iğrenmedin değil mi?' olmuş. Belli ki kız çok utanmış. Onun için ailesinden uzaklaşmış. Alman gibi yetişse de içindeki muhafazakar ahlakı yok edememiş. Demek ki bu genlerle ilintili birşey. Yetiştiğin çevrenin hiç önemi yok. Peki neden yapmış? ... Bize ne? Evet ya bize ne? Sebebi ne olursa olsun problem onun problemi. Kimseye zarar vermemiş aksine haz vermiş, insanları mutlu etmiş. Biz erkeklerin 24 saat aklından çıkmayan bir konuda sanat sergilemiş. Tecrübe kazanmış, ardından bir film yapmış ödül almış. Ama bizim eski alışkanlığımız nüksetmiş, becerdiği ile değil geçmişi ile yargılamaya başlamışız fakiri. Kulaklarımla duydum, muhabir kızın babasına soruyordu 'Öldürmeyi düşünüyor musunuz?'. Var mı böyle birşey dostlar. Töre yüzünden işlenen cinayetleri lanetleyerek sergilerken bir yenisine çanak tutmaya çalışmak erkekliğe sığar mı? Merak edenlere bir ufak not ileteyim. Müessesemiz henüz Kekilli'nin ilk sanat eserine ulaşamadı ancak fuayeye asılmak üzere çekilmiş fotoğraflarından edindi. Valla engin tecrübelerime dayanarak söyliyeyim. Hiç te sakil durmuyor. Diğerleriyle kıyaslandığında ileride ödül alacak bir sanatçının elinden çıktığı şıp diye anlaşılıyor. Hani adını bilmesek ayırdedemeyeceğiz bile. Malumunuz bu tür filmlerde ilgi odağı genellikle surat olmuyor. Özetle sevgili kardeşim Kekilli, yapmasaydın iyi olurdu, hele böyle bir kariyer olanağın varken ve görüldüğü kadarıyla aç ve açıkta da değilken. Ama madem yapmışsın bize düşen seni seyretmek. İğrenerek değil, sevgi ve saygıyla. Ben senden iğrenmedim bilesin. Artık akıllandığını da bildiğimden sanat yaşamında başarılar dilerim.

Şu seçimin bangır bangır halini pek seviyorum doğrusu. Hertaraf kiraz festivalini aratmayacak şekilde donatıldı. Bazı sokaklarda kafanı eğmeden yürümen mümkün değil. Hepsi birbirine karıştığından hangi bayrak kimin? Altıokun altında çığıran AKP'li aday değil mi? diye sormadan edemiyorsun. Hepsi o kadar demokrat, o kadar saygılı ki, rakibinin tek bir balonuna zarar gelmesin diye özel uğraş veriyorlar. Yalnız kafamı kurcalayan bir sorum var. Bu bayrakların seçmeni etkileme şansı var mı gerçekten? Yani sıradan bir seçmen İsmail Cem'e meyilliyken, AKP'nin ampülü yanık turanj bayraklarını görünce etkilenip saf değiştirir mi? Hoş ben onlara da hak veriyorum. O bayraklar da olmasa bizim halkımız seçim olduğunun bile farkında olmayacak. Vallahi öyle. Daha bir dolu oy kullanmayı düşünmeyen var çevremde. Siz de onlardan biri olmayın sakın. Unutmamanız gereken en önemli şey, vermediğiniz her oyun rakibe yol su elektrik doğalgaz olarak geri döneceğidir. Hem yoldaki çukurdan geçerken gönül rahatlığı ile kulak çınlatmak için oy vermiş olmak gerekir. Oy vermeyenlerin sesi kısılır, kulakları duymaz olur ona göre...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   ACİL KAPISI - GÜVENLİK

-Kim nöbetçi bu gece?
-Efendim???
-Bu gece kim nöbetçi diyorum, beni dinlersen anlarsın!
-Buyrun sizi dinliyorum
-Bu gece kim nöbetçi doktorlardan?
-Siz kimi aramıştınız?
-Ben size nöbetçiyi sordum, zaten çoğunu da tanırım.. hıh..
-Ama biz tanışmıyoruz. Ben Dr.Seda nasıl yardımcı olabilirim?
-Olamazsınız.. Gerçek bir doktor yok mu?
-Ben fasulyeden değilim ama.
-Siz biraz önce annemi muayene ettiniz güya, size güvenmiyorum. İğne yapıp yolladınız.
-Peki acil kağıdını görebilir miyim?
-Al.. oku bakalım!!
-Evet hatırladım.. migreni vardı annenizin.
-Ne biliyosun? Belki beyin kanaması geçiriyor..
-Hanımefendi, annenizde bir migren atağı var, son 25 yıldır da ara ara zaten oluyormuş. Muayenesini yaptım. Nörolojik bir bulgusu da yok. Tipik bir migren atağı bu. Yani acil bir durumu da yok. Ağrısı da hafifledi, çıkarabilirsiniz hastayı.
-Film mi çektirdin, X-Ray gözlerin mi var senin şimdi, nerden biliyorsun?
-Ooo.. Krypton ışınım var.. Eğitiminiz nedir?
-Ben üniversitede laborantım.
-Harika!!
-..
-Şimdi annenizi eve götürebilirsiniz.
-BEN GERÇEK BİR DOKTOR İSTİYORUM DEDİM SANA ŞILLIK!!
-.. güvenlik. imdat.
-Sen benim kim olduğumu daha hiç bilmiyorsun, haddini bildireceğim sana..
-..ee, güvenlik imdat dedik ama..

-Doktor hanım az bekle ben bi çay koyup geliyorum. Elim dolu şimdi azıcık sen oyala..
-Lem güvenlik, bu gidişle sizi bile ben koruyacağım.
-Valla benden iyi korursun ha Doktor hanım.. Az bekle bir, yettim.

-Siz bizim paramızla burada ekmek yiyorsunuz!! Bir de kendinizi bir bok sanıyorsunuz. O rontgeni isteyeceksin dedim sana.. HEMEN!!
-Hanımefendi, bakın son defa sakince söylüyorum ve bu cidden son olacak. Bu şekilde bağırmayın burası hastane ve gerçekten ciddi hastalarımız var içeride. Hoş değil.
-Hadi ordan, hastaneymiş, burası ancak hayvanatbahçesi olur, size de fıstık atacağım birazdan. Yaz o filmi salak karı!

-.. güvenlik.. o çay bardağını bitirmek zorunda mısın?
-Ama soğuyor doktor hanım.
-Peki.

-Yüzüme baksana sen benim!! Bana kıçını dönüp yürüyüp gidemezsin!!
-Kolumu bırakın!
-Sen kendini ne sanıyorsun ukala şıllık, pislik.
-Kolumu bırakın dedim.. Beni zorlamayın!!
-Hayvansınız hepiniz. Biz insanız burada, insanca muamele görmek istiyorum ben.
-BIRAKIN kolumu dedim ama!!!!. GÜVENLİİİİİİİİK!!!

-Eveeeeet, bu ses tonu acil, yettim doktorum.. Hanımefendi.. Bayan.. BAYAN!!. Gel bakayım sen dışarıyaaa..
-Bırak beni pislik heriffffffff!!!!!!!!!!!! Seni sürdüreceğim buradan!! Seni de şu şıllık doktor bozuntusunu da!
-He valla yap bir güzellik de memlekete döneyim, bir zahmet beni Artvin’e sürdür..
-İmdaaaaaaaaaaat!!
-Ne bağırıyorsun be?
-Canımı actıyooooorrrrrr!
-Ay ne bela kadınmışsın sen! Vurma orama burama, Ahmet abi koş yetiş ben bununla baş edemiyorum.
-Seni öldürürüm ben. Mahfederim ulan. Bırak beeniiiiiiiiiiii, imdaaaaaaaaaaaaat!!!
-HANIIIMMM.. bak doğru dur, valla fena olur, kadın filan dinlemem bak!!
-Allah belanı versin senin pis herif, uzak dur bendeeeeeeeeen!
-Ahmet abi, alooooooo.. AHMET ABİİİİİİİİİİİ.. Ana, ısırıyor bu!!!

-Güvenlik çayın soğudu.. hehehehe..
-DOKTOR HANIM YAAAAA, seslen bir Ahmet abi’ye yaaaaaaa..
-Olmaz sesimi dinlendiriyorum.. Az bekle ..
-Doktor hanım YAPMA!!
-Sen az daha oyala, nasılsa polisin yanına götüreceksin. Davacıyım da..

Seda Demirel

Yukarı

 Kahvecigillerden : Gülcan Talay


Hayata Dair

Hayatınızın neresindesiniz? İdealleriniz nelerdi, ne kadarını gerçekleştirebildiniz?
Ya çok erken olduğunu düşündünüz, ya da yapmak için çok geç kaldınız. Hayattır avuçlarımızdan kayıp giden. Bazen dingin, bazen coşkulu, bazen de öfkelidir;
nereye ulaşacağı belli olmayan şelaleler gibi.

Hayat akıp giderken avuçlarımızdan, geriye bıraktığı tortular kadar kalır belleklerimizde.
Bazen bir tutam sevinç, bazen sonbahardan arta kalan bir hazan. Ama her gün yeniden başlar; ufukta gün doğar, yükselir, sonra yeniden karşı ufukta kaybolur, yeniden başlamak için.

Bazen biz hayatın içindeyizdir, bazen hayat bizim içimizde. Bazen biz hayatı alıp götürürüz, bazen hayat bizi alıp götürür bir bilinmeyene. Önemli olan hayatı bizim götürebilmemizdir. Şayet hayat bizi alıp götürürse, akan sular nereye götürür bilinmez. Yalçın sular savurur bazen kayalıklara, bazen dingin sahillere.

Paylaştıkça çoğalır mı hayat? Hayatı anlamak, kendimizi anlamak mıdır? Hayatın neresinde olduğunuzu anladığınızda, duygusal zekanız da ön plana çıkar. Kendimizi tanımamız, hayattan ne istediğimizi bilmemiz, başkalarını da anlamamıza, çiçeğinden böceğine her canlının yaşam alanlarına saygı duymamızı, anlamamızı sağlar.

Hayat; yaşadıklarımız, yaşayacaklarımız. Hepimiz koca bir yelkenin içindeyizdir aslında. Dümende biz, yelkende rüzgar, açılırız asi maviliklere...Kendimize yaklaştıkça hayattan, hayata yaklaştıkça kendimizden uzaklaşırız çoğu zaman.

Hayat, hayatımız bizim ellerimizde. Bazen kaysa da avuçlarımızdan... Ne zaman kaçarsanız hayattan, işte o zaman kovalamaya başlar sizi. Eğlenceli bir saklambaç oyunudur bazen, ta ki sobeleninceye kadar... Ya da ebe sizsinizdir, sobeleyen...

Hayat; kokusundan bilebilmektir çiçeğin rengini, renginden tanımak bir sesi. Bir gülüşte, bir bakışta mutluluğu yakalayabilmektir. Hayat; aydınlıkta ve karanlıkta...
Mavi bir gökte, bir çiğ tanesinde... Hayat; mutluluklar, mutsuzluklar; düşler, düş kırıklıkları; kalabalıklar, yalnızlıklar; sevinçler, üzüntüler. Kendimiz ve maskelerimiz.

Hayat, hayatımız; adeti belli olmayan kendimize ait koskoca "puzzle" larımız. Resmin nasıl başlayacağı, nasıl biteceği, renkleri belirsiz. Bunu kendimiz bile bilmeyiz; her parçayı her yeni günün getirdikleri ile şekillendirdiğimiz halde. Bıkmadan, usanmadan her gün yeni bir parça ekleriz, farklı renklerde. Yıllar geçtikçe şekillenmeye başlasa da, bir tarafı hep yarım kalır aslında. İsteklerimiz ve gerçekleştiremediğimiz hayallerimiz vardır bu boşlukta.

Hayat var ya hayat, en çok içimizdeki, yüreklerimizdeki ekini biçebilmektir. Bir gülüşte, içten bir bakışta, ipeksi bir dokunuşta... Ektiğimiz kadar biçer, biçtiğimiz kadar yaşarız ve yaşatırız hayatı.

Hayat sizi yakalamadan, siz hayatı yakalayın...Haydi :)
Sevgilerimle...

Gülcan Talay

Yukarı

 Seyir Defteri : Ömer Karayılan


GÖZLERİ ZEHİR YEŞİLİ

Bu çocuk var ya ,bu çocuk... Bağrında kanayan bir gül taşıyor... Bunun içindir ki , gül kokuyor sözleri.
Bu çocuk var ya... Hiç bir akşamı sabahla denkleştiremiyor , avuçları üşüyor , hohlasa..bütün bir dünya ayrılık yangınına bulaşacak...
Bu çocuk var ya, sesinde doğulu bir tambur saklıyor. Ama sesini susmalarda bitirmiş.
...
Küçük bir kamyonla taşındılar bu mahalleye..dayısının yanına. Kasada iğreti bir çeyiz sandığını dengelerken gördüm onu. İhtimal , annesinindi o sandık. Babası mı ? Babası siyah-beyaz bir fotoğraf.
...
Bu çocuk var ya... Gözleri ıslak birer zeytin tanesi. Bu çocuk..saçlarını limonla, geriye tarayan.
Annesi bahçelere meyve toplamaya giderdi, ya da gündeliğe. O simit satardı..da bağırmaya çekinirdi.
Okumadı..ortaokul terk. Zaten şu kravata da bir türlü ısınamamıştı, boğulacak gibi olur,yakasının düğmesini açardı.
Bir evin tek çocuğu. Babası, o doğmadan gittiği askerden dönmemiş. Ona babasının adını vurmuşlar.
...
Bu çocuk var ya, bu çocuk... Ne tez büyüdü. Beyaz gömleği - ortaokuldan kalan-, siyah, kumaşı parlayan pantolonu - paçaları biraz kısa kalıyor- ,limonla taranmış saçları... Bu çocuk var ya, hep kederli bir şeyler düşünüyor.
Dayısı üniversitenin kantininde iş bulmuş ona, çay servisi yapıyor. Fakat,o yeşil gözlüyü gördü mü , eli ayağına dolaşıyor.
Ah o sarışın kız...Gözleri zehir yeşili!
Mahcup,gizli gizli bakıyor kıza. Ondan çay parası almıyor.
Ah o sarışın kız... Gözleri zehir yeşili. Onu gördüğünde durmadan gülümsüyor, zaman zaman ona bakarak, oturduğu arkadaşlarının yanında kahkaha atıyor. O kıza gülmek ne kadar yakışıyor.
Ama şu sakallı oğlan var ya... Hani yeşil gözlüyü bazen arabasıyla bir yerlere götüren. O herif kızın yanına gelince daha bir çirkinleşiyor.
...
Bu çocuk var ya, bu çocuk.. Cumaları kaçırmazdı eskiden. Şimdi sabahlara kadar acıklı şarkılar dinliyor, uyuyamıyor.
...
Her şeyi anlıyorum anlamasına da , aklıma takılan bir şey var ; bu çocuk neden hep benim kalbimin kıyılarına dalga dalga çarpıyor ?

Ömer Karayılan

Yukarı

 Kahvecigillerden : Fatma Toprak Gök


UMUT'A AĞIT

Gülden güzel bebem uyu, güzel gözler kapansın
Aydan parlak yüzlüm uyu, yüzün daha nurlansın
Uyuyup gözlerini açtığında her şey iyi olacak
Uyu şimdi minik bebem, güzel yüzün solmasın

Küçük bir köy. Küçük bir köyde topraktan yapılmış küçük bir köy evi. Büyük bir bahçe içine kurulmuş, geniş bir avluya sahip, iki göz odası olan bir ev. İşte bu evde yaşıyor iki kardeş ve eşleri. Bir de büyük ana var başlarında. İlk girişte sol tarafta ayrılmış bölümde bir yatak. Büyük ana burada yatıyor. Sağ yanda yüklük. Sağ taraftaki kapı kardeşlerden büyük olan Mahmut, eşi Gülizar ve çocuklarının kaldığı odaya açılıyor. Oradan gerisi kiler, oradan da gerisi banyo, ya da banyo yapılması için ayrılmış bölüm diyelim. Tuvalet bahçenin içinde. İlk girişte sol taraftaki kapı ise küçük kardeş ve eşi Elif'in kaldığı odaya açılıyor. Kardeşlerden küçük olanı askerde olduğu için henüz kırk günlük bebeğiyle Elif yalnız. Bebek hasta. Zatürree olmuş. Doktora gitmesi gerek.

Elif - Ağam, büyük ağam n'olur dinle beni. Bebem ateşlendi iyice. İnat etme de götürek doktora.
Mahmut - Eeeeee...Yürü be... Bi de senin picinle mi uğraşıcam. Yürü git... Ne haliniz varsa görün !

Mahmut uzun boylu, esmer, ince yapılı genç bir adamdır. Yüzünün güldüğü pek görülmemiştir şimdiye değin. Gri küçük gözlerinden, hep bedbin şeyler düşündüğü hemen anlaşılmaktadır. Yıllar, onu daha da kötümser kılmıştır... Mahmut'un bu tavrı büyük anayı gittikçe huzursuz yapmaktadır. Büyük ana, kocasını, çocukları daha çok küçükken kaybetmiş ve bir başına büyütmüştür iki oğlunu da. Zaman, yüzünde derin izler bırakmasına rağmen kalbi pürüzsüzdür. Fakat kadın yaşlandıkça sözü geçmez olmuştur evde, giderek o da her şeyden elini eteğini çekmiş, köşesine çekilmiştir.

İçeriden bir ağlama sesi yükselir. Elif bebeğinin yanına koşar. Susturmaya çalışır, susmaz bebek. Elif çaresizlik ve korku içindedir. Bebek, sonunda halsiz kalmış ve kesmiştir ağlamayı. Sessizce bekler bebeğinin başında... Elif... Yanaklarındaki alı gelincik tarlalarından alan, yüzünden aydınlık, gözlerinden ışık eksik olmayan güzel Elif... Bu eve gelin geldiğinden beri gün yüzü görmeyen, gözü yaşlı Elif... Mahmut ve Gülizar'ın yok yere zulmüne maruz kalan, yine de töre gereği saygıda kusur etmeyen ve sessiz kalan, başkaldırmayan cefakeş Elif... Kocasının askere gidişiyle desteksiz kalıp dünyası zindan olan talihsiz Elif...

Elif, suskun, Elif çaresiz... Bebek uyuyor, zor nefes alıyor... Sessizlik hakim. Fısıltıyla konuşur bebeğiyle... Ne yapacağını bilememektedir. Dalar uzaklara...
"Ahh bebem, güzel bebem. Baban olsaydı yanımızda hal böyle mi olurdu, seni doktorlara götürürdük, iyileşirdin hemencecik. Ama olsun, amcan da götürür seni doktora, ne de olsa baba yarısı. ( Söylediğine kendisi inanmasa da böyle söyler işte bebeğine ) Üzülme sen e mi güzel bebem. İyi olacaksın. Hem de en iyi olacaksın. Bak gör, nasıl da çabuk büyüyecek, serpileceksin. Çok okuyup doktor olacaksın. O zaman bana da, babana da sen bakarsın işte. Başkalarına yalvarmak zorunda kalmayız benim güzel yavrum... Du bakayım sana. Üşüyosun sen... Dur daha da örtem üzerini bebem. Hemen ısınacaksın bak gör. Ahh benim güzel yavrum ahh.. Baban olacaktı ki burda... Yengenden o çok sevdiğim örtüyü istemiştim, vermedi. Verseydi şimdi onunla örterdim üstünü. Ne de ısıtırdı seni. Ne de güzel açardı seni o bembeyaz örtü... Ama yok işte... Yüzümü kararttım istedim de vermedi. Olsun varsın... Vermesin... ( Duraklar bir ara. Çok sevmiştir o örtüyü ama Gülizar her zamanki gibi o hain ve kıskanç bakışlarıyla bakıp, "Sandıkta çürür, yine de sana vermem" demişti. Sonra Bir hafta öncesini anımsadı Elif. En son çamaşır yıkadığı günü. Çamaşırları kille yıkıyorlardı. Elif, Gülizar'ın beyaz kalıp sabunlarına bakıp imrenmiş bebeğinin çamaşırları için biraz sabun istemişti. Tabi ki vermemişti Gülizar. Sonra büyük ana dayanamamış, sabunu gizlice alıp Elif'e getirmişti. İlk defa beyaz sabunla çamaşır yıkıyordu Elif... Birden irkildi... Bebeğine baktı... )

Uyu bebeğim uyu, uyu da çabuk büyü
Gözlerini açtığında, göreyim güzel yüzü

Sus güzel bebem ağlama, yüreğimi dağlama
Sen iyi ol n'olursun, tuz basayım yarama

Bebeğin nefes alıp vermesi iyice zorlaşmıştır. Korku ile bir kez daha Mahmut'un yanına gitmeye karar verir.

Elif - Ağam n'olur iyice fenalaştı garip. Kime ne diyim, kimden medet umayım. Gel göster büyüklüğünü de götürek doktora.
Mahmut - Eeee!! İtin dölü! Büyüyüp bana mı evlat olacak sanki. Defol, defol!
Elif - Anam... Sen bari bişeyler söyle... Ne yapam ben şimdi.. Bi yol göster bana. Naçar kaldım.
Büyük ana - ........

Kadın çaresizliliğin verdiği boyun büküklüğü ve dolu dolu gözlerle gider bebeğinin yanına. Gitmesiyle beraber bir feryat yükselir odadan. Annenin bebeğinden ebedi ayrılmasının acı feryadından başka bir şey değildir bu. Elif ağlamayla karışık bir şeyler söylemektedir. Söyledikleri belli belirsiz yankılanır avluda...
Yavruum! Yavruum! Garip bebem! ... Güzel oğlum! ... N'olur bi ses ver... N'olur bebem bi sesini duyayım. Yüreğim yanıyor. Alın beni de götürün. Ben dayanamam bu acıya. Dayanamam... Dayanamam...

Hangi taşa vuram başımı
Hangi dağda paralayım döşümü
Hangi toprak emsin kanımı
Hangi kuşlar oysun leşimi

Mahmut - Biriniz sustursun şunu. N'olmuş sanki bebesi ölmüşse... İtin biri eksik olmuş. Susturun şunu yoksa ben gidip fena susturucam!
Büyük ana - Oğlum dur! N'apsın kadın. Ciğerinden bi parça eksildi. İlişme ona!
Mahmut - Sustur ana sustur!

Zaman durmuştur sanki. Gökte uçan kuş kanat çırpmaktan vazgeçer, bahçedeki köpek havlamayı keser. Topraktaki tüm böcekler hareketsiz durur. Doğadaki tüm bitkiler rüzgara inat salınışlarını keser... Bir Elif'in sesi yankılanır göklerde, uçsuz bucaksız tarlalarda... Dağlardaki tüm taşlar Mahmut'un kalbinde, nehirlerdeki tüm sular Elif'in gözlerinde şimdi... Elif'in ağıtları yürekleri dağlar da bir tek Mahmut kininden vazgeçmez. Elif'in susmadığını gören Mahmut, bebeğin cansız bedenini kaptığı gibi getirir avlunun ortasına atar.

- Baltamı getirin bana! Getirin de bu itten ve anasının sesinden kurtulayım!

Büyük ana şaşkınlık içinde. Gülizar ise bir heykel gibi soğuk ve hareketsiz, olanları izlemektedir. Mahmut'un gözünün griliği Gülizar'ın gözlerindedir şimdi... Elif cansız bebeğinin üzerine kapanır. Balta ha ona gelmiştir, ha bebeğine... Hiç farketmez... Kalkmaya niyeti yoktur. Ölmeye hazırdır...

Oğlunun bu yaptıklarına karşı büyük ana daha fazla seyirci kalamaz ve hışımla baltayı Mahmut'un elinden alır. Zor zaptedilen adam çeker gider. Elif, güzel oğlu Umut'un cansız bedeninin başında hıçkırıklara boğulmuştur. Olayları izleyip hiçbir tepki göstermeyen Gülizar ise hala oradadır, elinde o beyaz örtüyle. Düşmanının ölüsünü görmüş gibi bir yüz ifadesi ve ses tonuyla :

- Al... Al şu örtüyü de çocuğuna kefen yaparsın... Gözün kalmıştı zaten !

Umudum gitti ben şimdi ne yapam
Kendimi hangi dağlarda avutam
Alın beni de götürün toprağa gömün
Bundan gayrı ben UMUT'suz yaşayamam


Fatma Toprak Gök

Yukarı

Okay İmrek

 BAYKUŞ : Okay İmrek


   SAVAŞ KÖPEKLERİ

Katıldığım warhammer savaşlarından şunu öğrendim. Savaş alanında süvarilerimin yanında hep savaş köpekleri vardı. Bunlar kana susamış paralı askerlerdir ve süvarilerle birlikte oldukları sürece cesaretle savaşırlar. Yani inancı olan bir sistem tarafından yönetilen her köpek cesaretini toplayabilir, imparatorluk veya bir küçük köy için ölümüne savaşabilir,bu da meydan savaşında acımasızlığa; kutsal kitaplarda gizli bir vurgu gücüyle yeraldığı şekliyle şeytanı yokedecek şeytanın varolmasına bir çeşit vesile olabilir. Aynı zamanda bir İblisin gerçeği gibi, bizi bizim yöntemimizle esirleştirdiği gibi, şu anda eski zengin yeni fakir,eski fakir yeni zengin dünya ülkelerinin arada sırada birbirlerine şaka amacıyla bulaştırdıkları kanın temellerindeki barış inancıyla ne kadar çeliştiğini görmek gibi. Bana deli diyebilirsiniz,ancak ben tesadüflerin her zaman bir mucizeyi işaret ettiğini iyi bilirim. Ne tarih ne de bir destan,doğru ağızlardan dinlendiğinde asla yanılmaz.

Eski dinlerden bazıları ve belki de şu anda ismi dahi anılmayan bazı kitaplar şunu öğütlerlerdi; "Ateşe karşı su olmak".Bu ifadenin anlamı size yapılan saldırı içerikli tüm etkiyi durumdan uzaklaşarak yoketmenizdir. Yani daha basit bir anlatımla durumu; olay ile mekan ve hatta durumun kendisi salt olduğundan yoksaymak (sakin su-berrak-arınmak), ya da su ile birleşerek bir okyanusun saflığında sadece durumunuzu ve konumunuzu sorgulamadan yaşamak, deneyimlemeden uzak, gerçek sevgi ve gerçek su olmanın verdiği bir vizyonla sadece dikili bir statü, bir kural gibi asılı durmak.Sistemden bir kuple rica.. Memfis'ten bu yana Zekerriya ve İsa'yı düşünürsek "sana bir tokat atana diğer yanağını çevir" ideasının temeli bu belki de..

Bu açıdan dikkatli bir şekilde zorlayarak zihni, aynı zamanda tek bir nokta üzerine kanalize olmadan şunu söyleyebilirim ki, bu paradoksta varolanı yoketmeye çalışan şeytanı biz kendimiz kendi içimizde yaratmış oluyoruz. Şeytanı yoketmeye çalışarak varlığını kabul ediyoruz veya bir başka tabirle varlığını kabul ederek yokedemiyoruz.Varolduğunu kabul ettiğiniz her canlı içinizde yaşamaya mahkumdur. Sonsuz bir yaşamın temellerini,negatif bir enerjinin boyutunda-kitaplarımızda bedenselleştirebiliyoruz bile...

Ben size ne Araf'tan, ne Cennet'ten, ne de Cehennem'den bahsetmiyorum. Onlar şu anda bize çok uzak ama çok yakınlar. Maddeselliğin hüküm sürdüğü, birebir gözgöze yaşadığımız yeryüzünden bahsediyorum. Ayrıca şunu söylüyorum. Size bir tokat atana,yaptığı şeyin farkında olması için ne yaptığını anlatın, anlamıyorsa, onun da iyiliği için bir tokat da siz ona atın, atın ki hayata tutunsun. Yoksa kaybeden, en büyük zaferini yenilgilerde tatmış keşişler gibi oluruz, hepimiz yenilmeye mahkum oluruz ve şu anki durumumuzdan çok daha iyi bir konumda olamayız. Savaş meydanlarında karanlığa kılıcını ilk çekecekler, kainattaki ilk cennetin kurucuları olacaklardır.

Okay İmrek

Yukarı

 Kahveci Çırağı : Asya A.


MARPUÇ

"... nargilemin marpuçu da gümüştendir, gümüşten..."

Öz anlamını aktarmak maksadıyla aldım sözlüğü elime...:
1- Farscadan gelen bu kelime türkcede, nargileyi kolayca içmeyi sağlayan ve nargileye takılan hortum biçiminde uzun, bükülgen boru, anlamını almış.
2- Bendeki anlamı, para oldukça sütlü kahvesini içmeyi sevdiğim 'Ser' ve 'Er' kankardeşlerinin, İzmir Çankaya-Konak kesişme noktasındaki mekanları.
Tarihi Hisarönü Camii'nin civarlararında bir yer. Bilmeyenlere açık adres veremem, isteyen sora sora bulur anarşik ruhlu nostaljik dokulu kankardeşlerin mekanını.

Önce Er'i buldum. Er, insanları istediği mesafede tutan, gümüş satan, güzel olan her tınıyı seven... (Hatırlamıyorum tanışma nasıldı ki önemlide değil, anı anlatmaya girer!) İzin verdi bana; hatta tanışıklığın başında iken hasta düştüğümde eşlik etti bana, sırf sorduğumdan, "Gelir misin?!" diye. Öyle de yüreği açıktır. Biliyorum canı çekmese, "Gelmem" derdi.
Anarşik ruhunu severdi, bana da sevdirdi. Cinsiyet gözetmez, art niyetsiz kurar ilişkilerini benle ve kurduğu herkesle.

Zaman girdi araya, soluklandığım gümüşten ortamda yoktu. Merak etsem de düşmedim peşine. Bir gün, bir köşenin başında, taştan bir bina çarptı gözüme. Defalarca arşınladığım sokakta köşenin başındaki taştan yapıya bir tabela asılmıştı, "MARPUÇ". Görmez miyim Er'i de içerde. Nargile içirmek istemiş, İzmir'li ehl-i keyiflere. Ser'i de ilk o an dı, derin bakışlarında kaybolduğum. Dikkatli olmak lazım erkek sevenler, gönül hırsızıdır Ser. Açık bırakmaya gelmez, ağırır sonra kalbiniz.

Ben düşmüştüm bir kez Er ile Ser'in tuzağına, uğramadan edemiyorum oraya.
Er, Ser niyetleri nargile içirmekti ya, gelenleri gidenleri çok ama dönmez ki taştan mekan sadece çay kahveyle. Şikayetçi değiller, gelen herkesi rahat ettirmeye çalışırlar. Bi de nargile içenlerin zamanı çoğalsa, uzatsa şööyle bacaklarını orta ya da sade, şekerli yudumlarken türk kahvesini, dinlese öte yandan nargilenin höpürtüsüne karışan Er'in ritim seçkilerini..., oh!

Elçiye zeval olmazmış, gerisi de size kalmış.

Çırak Asya

Yukarı

 Misafir Kahveci : Bilal Batuhan Yüceler


Ankara nere, Petersburg nere?

Bu yaşıma kadar saçma olduğunu bildiğim halde fotoğraflardaki insanların o kare içinde yaşadıklarına inandım. Bu inancım bir hastalık gibi başka dallara da atladı. En belirgini okuduğum romanlar dahilinde hayat bulan kahramanlardı.

Belki hala tam olarak kaybetmedim bu inancımı. Önüme serilmiş fotoğraflar bana bakıyor, gülümsüyor, göz kırpıyorlar. Ama olayların iç yüzünü biliyorum. Gülmeleri o an güzel görünmek için ya da dudakların dikkat çekici durması bir saniyeliğine "üçyüzotuzüç" demekten öyle. Ve kitaplardakilerden bu noktada ayrılıyorlar. Kahramanlar hareket halindeler ve hayal dünyamızda canlılar. Flaş patladığında gözlerini kırpıyorlar ve kareden çıkıp resimlerine bakıyorlar.

İşte bunlardan en canlısı da Raskolnikov'du. Çünkü o en ölü anında bile canlılık, en dingin halinde bir coşkunluk gösterebiliyordu. Hatta bizlerden bile canlıydı. Üzerini saran kelimeler vücudunu oluşturuyor, cümleler dilinden dökülen sözleri oluyordu. Düşüncelerini ise öyle bir aktarıyordu ki…

O benden daha canlıydı…
Korkarım bir çoğunuzdan da.
Ancak bir terazide değiliz, ağırlıklar eşit olmak zorunda değil. İşte bu yüzden bizim hayatlarımızda ayaklarımız yere basmıyor, bu yüzden yüksek olduğumuz halde değersiziz.

Biliyorum, bunu fark ettiniz, onu kıskanıyorum. Çünkü o benden şanslıydı. Çünkü onu anlatan usta bir kalem vardı. Oysa biz kendi kendimizi anlatmak zorundayız. Ama biz daha kendimizi anlamadık ki anlatalım.

Hergün yeni yaraların acısına karşılık ayakta kalmaya çalışırken kalbi buz pompalayan birine aşık olduk. Aylarca onu düşündük ve gelecek umuduyla soğuklarda bekledik, beklerden yine aşık olduk. Fakat Raskolnikov 'un sevgilisini bulması hiç zaman almamıştı… pat diye önüne düşüvermişti. Burada da şanslı bizden.

Nasıl olmaz?!

Bizimkini biz, onunkini üstad yazıyor…

Kader defterinde bizimkilere karşı üstadın sözcükler.
Ardından o da bizim gibi ruhani buhranlara kapılıyor (canlı ya!). Etrafında kimse onu anlamıyor. Çünkü içinden geçenleri duyamıyor. Kimse kopan fırtınaları görmüyor. Ama bizleri biliyoruz. O bu yüzden bu kadar rahat dolaşıyor. Fakat bizim ruhumuzun haritası sayfalarda çizilmiyor ve biz bu yüzden suskunuz. O zaman Raskolnikov, gel rolleri değişelim. Sen biraz gerçek ol, biz biraz roman…
Al Sonya'nı gel buraya.
Ben ve "o" gerekirse küreğe de gideriz.

Bilal Batuhan Yüceler

Yukarı

 Kahvecigillerden : Serdar Pakırel


SİYAH ELDİVENLERİM

Dışarı da kar yağıyordu... Lapa lapa hem de.. Rutubetli hava temizlenecek, belki çok kişinin hastalığı geçecekti bu sayede... 4 dakkadır evin camından dışarıyı izlemek canımı sıkmıştı... Visididen film izleyeyim dedim bari... Nuri Bilge Ceyhan’ın ‘Kasaba’ filmini taktım... Kasaba filmi de karlı bi havada başladı... Filmin ilerleyen dakikalarında, bi ilkokul öğrencisi, okumakta olduğu okula, karlı yollardan sınıfa geç gelir... Sınıfa girer girmez bi sandalyeyi sobanın yanına çeker... Sandalyenin arkasına montunu asar... Sandalye de otururken ayağından ıslak çorapları çıkarır ve sobanın üst borusuna asar... Sobanın yanında olan ve bu görüntüleri benim izlediğim gibi öğretmeni de izler ve hiç bi şey demez öğrencisine... Film 15 nci dakikasına geldiğinde kapattım visidiyi... Belli ki canım film de izlemek istemiyordu... Sonra Anton Çehov’un ‘Seçilmiş Öyküler’ kitabını aldım elime... En azından bir öykü okurum... Okurum canım ne var ki bunda... Kaç sayfaymış? 11 sayfa... 3 sayfa okudum... 4 ncü sayfaya geldiğimde kitabı da bıraktım... Alt tarafı 11 sayfa be oğlum... Yok abi okuyamıyorum... Gittim aynada baktım kendi suratıma... Tüh suratına, bugün çok acayipsin dedim kendi kendime... Yüzüme bol bol soğuk su çarptım... Belki kendime gelirim... Kitabın arasına ayraç koyayım bari... Sonra nerde kaldığımı unutuyorum... Sanki okuduğum 3 sayfayı kafan aldı he!... O zaman ayracı 3 sayfa okunmamış gibi sayıp, koyayım kitabın arasına... Ne yapıcam ben bugün ya!... Erikson 688 telefonumu aldım hemen elime... Kimi arasam acaba? K,N derken V harfini de geçtim... U harfi... Y harfine gelince... Durdum bi... Arasam mı acaba? Ne diyeceğimi düşündüm... Kendimi hazır hissedince çevirdim numarayı... Bu sefer diyecem... Ben buluşmak istiyordum kısaca Yeşim’le... Alt tarafı bi buluşalım diyeceksin be oğluum... Merhabalaştıktan sonra;

- Napıyosun dedi bana Yeşim...

- Hıım... Eee... Arkadaşlarla takılıyoruz dedim...

Tek başıma olduğumu söylesem belki garip kaçacaktı o an... O esnada yakınımda olan radyoyu açtım hemen... Fonda da bi şarkı olmuştu bu sayede... Biraz daha konuştuk Yeşim’le... Telefonu kapattığımda Yeşim’e yine buluşalım diyememiştim... Ben de söyleyemiyorum işte kızım yaa... Hoşlandığım kızlara açılamıyorum bi türlü... Üff ya... Keşke aramasaydım Yeşim’i... Şimdi neler düşünüyordur... Benim için yine aradı salak filan diyordur... Bi daha aramıycam abi Yeşim’i... Bence de iyi edersin... Bu olaydan sonra artık evde duramazdım... Dışarı atmam lazım kendimi... Evet evet, hemen çıkmalıyım... Karnım da baya bi acıkmıştı... Havalar kardan temizlendi ya, iştahım da açılmıştı işte... Canım, şiş istiyordu... Bostancı’da ‘Bizim Dürüm’ diye bir yer var, oraya gideyim bari... Burası ilk açıldığında küçücük bi kulübedeydi... Daha sonra işleri büyütüp, şimdiki mekana geçmişlerdi... Adamlar çok çalışkan he... Aile şirketi sanırım... Şimdiye kadar bu şişin tadını hiç bi yerde bulamadım... Eldivenlerimi çıkarıp, şişe yamuldum hemen... Dürüm daha bitmemişken, bi tane daha söyledim... Buraya gelmeyeli de baya bi oluyor... Vay be, tuvalet de eklenmiş... Şişleri yedikten sonra lavaboya gidip, ağzımı çalkaladım... Kar güzel güzel atıştırmaya devam ediyordu... Hesabı ödedikten sonra çıktım dürümcüden... Yolda yürürken dişimin arasında kalan eti çıkarmak için elimi montun cebine attım... Kürdanı cebimden çıkardım... Hazır elimi cebime atmışken, eldivenleri de çıkarayım... Cebimde eldiven yok!... Arka cepte de yok... Kesin elimde takılı o zaman... Elime de bi soğukluk geliyor... Hassittir elimde de takılı deyil... Yere mi düşürdüm acaba... Cadde üzerinde fazla kişi de yoktu... Dürümcü de unuttum kesin... Dürümcüye doğru yürümeye başladım... Yemek yediğim masanın üstündeydi sanırım... Dürümcünün önüne geldiğimde yolda biri siyah eldivenleri giymeye çalışıyor... Bu benim eldivenlerim lan... Emin olmak için adamın yanına yaklaştım:

- Hey o eldivenler benim... Daha demin düşürdüm diye hazırlanıyordum ki...

Eleman eldivenlerimi giyip, hemen bi minibüse atladı ve uzaklaştı... Eldivenlerim gitti ya... Gitti mis gibi eldivenlerim... Gidip bi karakola mı başvursam... He heh... Sanki cep telefonun çalındı he!... Eleman yolda buldu, taktı eline eldivenleri işte... Napıcam ya? Napıcam filan yok şindi... Sabit Pazar’dan almak lazım o zaman bi çift eldiven... Zaten kenarları yırtılmıştı eldivenin... Tabi canım ne demezsin... Kendini teselli etmek için diyorsun bunları biliyorum... Neyse, oldu bi kere... Moralimi bozmamalıyım... Her zaman ki gibi neşelenmem lazım... Yok ki hiç bi malzeme... Yolda tek başıma yürüyorum... Nasıl moralimi düzeltebilirim ki? Bostancı İlkokul’un önünden geçerken aklıma bi numara gelmişti... Pis pis gülmüştüm... Yapsam mı acaba? Erikson 688 telefonumu cebimden çıkarıp sanki biriyle konuşuyormuş gibi yapacaktım... Yanımdan ilkokul çocukları geçti... Hemen oynuyorum valla :

Ben telefon da konuşmaya başladım, telefondakine:

- Yarın İstanbul’da okullar tatil olmuş... Biraz evvel vali söyledi televizyonda...

Çaktırmadan da yanımdan geçen çocuklara baktım... Çocuklar yolda durup;

- Duydun mu lan dedi biri ötekine... Öbürü de ‘Duydum duydum... Yaşasııın’ dedi...

Heh heh diye gülmemeliyim he... Yoksa anlaşılacak... Sadece içimden gülmeliyim... Çocuklar da sevinmişlerdi bu habere... Birazdan eve gittiklerinde bu haberin asılsız olduğunu duyduklarında küfür yiyecektim belki... Napayım be abi, eldivenler gittikten sonra biraz neşelenmeliydim... Kendi kendimin moralini düzeltiyorum ya, var mı böyle bi şey?... Yoook... Belki pis bi yöntem bu ama, ne yaparsın hocam...

Tuzlanmış yollarda, karlı bi havada yürüyünce, evde 15 dakka kadar izlediğim ‘Kasaba’ filminde ki görüntüler aklıma geldi :Sınıfta ki çocuğun, çoraplarının şıp şıp diye sobaya damlamasını hatırladım... Boş ver ya, telefon numarasını iyi ki yaptım... Kendimi iyice ikna ettikten sonra yeni bir eldiven almak için Bostancı sabit pazarına gelmiştim...İki, üç dükkanda eldivenlere baktım. Beğenmiyordum bi türlü... Bi kafa eldiven çıkmadı he!... Aklım minibüste yolculuk yapan eldivenlerimdeydi... Eldivenlerim ne yapıyordu acaba şimdi? Umarım eldivenlerimi alan kişi; kötü davranmaz eldivenlere... Biraz daha bakındıktan sonra sabit pazardan eldiven almadan çıktım...

Ve sonra bu kışı eldivensiz geçirmeye karar verdim...

Serdar Pakırel

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.186 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


BENİ SEVDİM...

Bu kenti sevdim
       Çünkü içinde sen vardın
Yüreğimde mevsim zemheri bahar.
Ve sen bu kenti zifiri yalnız bıraktın.

Belki de hiç umut olmamasıydı
       Seni imkansız kılan.
Bir serüvendir seni sevmek,
Ne getirir ne götürür bilinmez.
Zamanın mekana zıtlığıdır bu.

Beni sevdim.
       Çünkü içimde sen vardın.
Bir yürek burkuldu hafiften,
Ve sen beni içimde yalnız bıraktın.

Mehmet Serin

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




İnşallah adamın bağırsakları oyunbozanlık etmez!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


Berrin CerrahoğluANKARA'NIN KÜLTÜR VE SANAT İNSANLARI BİR ARADA...

Fotoğrafçı Berrin Cerrahoğlu'nun ikinci kişisel sergisi 'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA', sanatseverler ile buluşuyor.

28 Şubat - 12 Mart 2004 tarihleri arasında Fotografevi Koç-Allianz Galerisi'nde devam edecek sergide, yolu Ankara'da kesişen, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve bilim dünyasından 52 ünlü sanatçının siyah beyaz portreleri yer alıyor.

Karikatürist Nezih Danyal, ressam Nuri Abaç,şair Şükrü Erbaş, yazar Vus'at o Bener, Baskın Oran, Müşfik Kenter, Neyran Fişek, Selva Erdener, kendi evlerinde ve doğal ışıkta fotoğraflanan 52 isimden sadece bir kaçı.


Berrin Cerrahoğlu,

'CUMARTESİ PORTRELERİ/ANKARA'
sergisini onurlandırmanızı diler.

Sergi: 28 Şubat - 12 Mart 2004
Fotografevi - Koç ALLIANZ Sanat Galerisi
Tütüncü Çıkmazı Sokak No 4
Galatasaray / İstanbul

Bilgi İçin : Berrin Cerrahoğlu
Telefon : 0312 255 78 57
e-mail : info@berrincerrahoglu.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.amigart.com/tr/oyun/
...Amiga her zaman yaratıcı beyinlere ilham kaynağı olmuştur. Bunun en büyük nedeni Amiganın zamanına göre üstün teknik özellikleri ve sahip olduğu Amos, Blitz Basic gibi kullanıcı dostu programlama dilleridir... ...İşte bu sayfanın amacı zamanla unutulmuş bu Türk Oyunlarını günışığına çıkarmak ve belki yenilerinin yapılmasına ilham kaynağı olmaktır...

http://istinyetilkisi.8k.com/komikolay.htm
...Diyarbakır'da fritöz alan bir müşteri, ürünün ilk kullanımda eridiğini görünce Arçelik bayiinin yolunu tutmuş. Büyük bir hırs ile içeri giren müşteri, elindeki erimiş fritözü göstererek kendisine arızalı mal satıldığını söylemiş. Fritözü gören satış görevlisi nasıl kullandığını sorunca adam anlatmış; "Ocağı yaktım, fritözü üzerine koydum. İçine yağ koydum. Ama yanmaya, erimeye başladı...

http://www.paperfolding.com/diagrams/
Origami nedir? Kağıt katlama sanatı. Sanat kısmı benim en çok önemsediğim kısım "SANAT" olmuştur. Yapılan çalışma örneklerinin neredeyse birer sanat eseri güzelliğinde olması hep ilgimi çekmiştir. Siz de origami sanatını öğrenmek isterseniz kısayolu tıklayabilirsiniz.

http://www.rohat.com/Turk.html
...Birçok insan, yanlış olarak Plastik Cerrahi’nin adını, rekonstrüktif amaçla kullanılan “Silikon” veya yine insan yapısı “Plastik” gibi maddelerden aldığını sanır. Plastik Cerrahi Yunanca “Plastikos” kelimesinden gelir ve şekil verme anlamı taşır. Kazalar veya yaralanmalarla meydana gelmiş doku hasarlarını restore etmeyi amaçlar. Plastik Cerrahi olarak sınıfladığımız işlemlerin milattan önceden beri uygulandığı bilinmektedir...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040311.asp
ISSN: 1303-8923
11 Mart 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri