|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 466 |
22 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : İyi Haftalar |
Merhabalar,
Bu zamanda böyle haftasonuna az rastlanır herhalde. Umarım hafta boyu da böyle geçer. Pazar günkü programımın geç saatlere sarkması nedeniyle, çok istediğim halde 'Kel başa şimşir tarak' yazı dizimi sürdüremiyorum. Oysa bakıyorum da reyting rekorlarını parça pinçik etmişim. Tartışmaya katılan herkese teşekkür ederim. Bu hafta fikir cimnastiğine bol bol devam edeceğiz hiç merak buyurulmasın. Hepinize ılık bir hafta, sağlıklı ve dimdik bir beden diliyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
YÜZÜK-Sevgili Beyaz Yürek ASD'ye-
1970'li yılların başlangıç dönemlerinin birindeydik. O yaz, benim için ilkleri taşıyan ve onaltı yaşında gençliğe adım atmış bir taşralı çocuğun hayallerinin ötesinde, çok farklı bir zaman dilimiydi. Derslerimde iyi bir başarı göstermiş ve ailem tarafından İstanbul'da iki hafta kalma ödülü verilmişti. Elektrik mühendisi olarak görev yapan büyük amca oğlunun evinde kalacaktım, hem de benden bir yaş büyük, en küçük amca oğlum Tamer ile birlikte. Hiç unutmuyorum, babam harçlık olarak yüz lira vermişti de, küçücük beynimde harcamalar listesi ile ilgili müthiş hesaplamalar karmaşası ortaya çıkmıştı. Mini etek çılgınlığı ve çok yüksek topuklu ayakkabılar modaydı. Favori renkler ise açık sarı ve yaprak yeşili idi.
İstanbul; dünya şehri, hayallerimin şehri. Bu ara hemen belirteyim, o günün rüya şehri ile bu günkü arasında ismi dışında hiçbir benzerlik kalmadığını üzülerek görüyorum. Haziran ayında bir başka güzeldi İstanbul. Tamer ile her gün bir başka semti geziyor, yorucu olsa bile inanılmaz mutluluk dolu günler yaşıyorduk. Akşamları erkenden yatıyor, gündüzlerin bir dakikasını bile boşa geçirmemeye gayret ediyorduk.
O gün sıra Beyoğlu ve civarındaydı. Minibüsle en yakın durağa ulaşıp yürümeye başladık. Beyoğlu nerede başlar, nerede biter bilmiyorduk ama geziyorduk işte. Şık giyimli, bakımlı insanların çoğunlukta olduğu bir alandı. Vitrinlere, eski binaları hayranlıkla izliyorduk. Öğleden sonra olmuş, daha yavaş adımlarla, daha küçük sokaklara girip çıkıyorduk. İşte öyle bir sokakta Tamer'in birden koluma tutup kulağıma eğildiğini hissettim. "Amca oğlu, sakın arkaya dönme, galiba birisi bizi takip ediyor" dedi. Şaşırmıştım, o da şaşkındı; çünkü İstanbul nire, Beyoğlu nire, biz nereydik. "Olamaz" dedim ama aklım karışmıştı. Çaktırmadan kontrol etmeye karar verdik, aklımız almıyordu. Hızla yürümeye başlayacak ve aniden başka bir ara sokağa girip, bekleyecektik; öylede yaptık. Karşımıza ilk çıkan sokağa girdik ve biraz ilerleyip beklemeye başladık. Tamer "işte o" dedi. 60-65 yaşlarında, son derece şık giyimli, orta boylu bir adamdı. " Peki, bir başka sokağa girelim, belki tesadüftür" dememle, hızla yürümeye başlamamız bir anda oldu. Aynı şekilde bir ara sokağa girip bekledik, adam yine gözüktü. Takip ediliyoruz tahmini doğruydu ve korku vermeye başlamıştı. Bir an önce ana sokağa çıkıp, güvenli bir yere gizlenelim deyip hızlandık. Kalabalık bir ana sokağa ulaşınca biraz yavaşladık ve en yakın bir pastahaneye girdik. Hala nefes nefeseydik ve oldukça göze batmayan bir masaya oturup, kendimize dondurma ısmarladık. Kırkbeş dakika geçmişti sanırım, dinlenmiştik. İzimizi kaybettirdik, belki hepsi bir tesadüftü diye düşünüyorduk. Uzun bir süre geçmişti, kalktık, kasiyerin yanına geldik. Biz daha hesap demeden kasiyer " Sizin hesabınız verildi" dedi. "Kim, yani ?" anlamsız kelimeler içindeyken, kasiyer "şu karşıdaki beyefendi ödedi" dedi. İşaret edilen yere baktık, o adamdı. Korku sürsede bir kızgınlık oluşmuştu, zaten kalabalıktı, cesaretimizde oluşmuştu. Adamın masasına doğru yürümeye başladığımızda, adamın gülümseyerek ayağa kalktığını gördük. "Buyrun gençler, buyrun" deyip bize yer gösterdi. Tamer'le birbirimize baktık. Ayakta konuşmak yerine, oturalım dedik sessizce.
Biz söze nasıl başlayacağımızı düşünürken adam, gayet sakin ve müşfik bir tonla "Gençler, özür dilerim, sizi tedirgin ettim biliyorum. Aklınıza gelen bir çok ihtimal var, ama eminim hepsi yanlış. Ancak sizleri takip ettim bu doğru, çünkü sizden küçük bir ricam olacak, yapacağınızı da düşünüyorum" dedi. "Ne işiymiş ve neden biz" dedik gayri ihtiyari bir şekilde. "Anlatacağım, belli ki Anadolu'dan gelmişsiniz ve bana bu tavırlarınız güven verdi, yapmanızı isteyeceğim işe de en uygun sizin olabileceğinizi düşündüğümden sizi seçtim" dedi. Devam etti "Tabiki bu çabalarınızın karşılığını fazlasıyla ödeyeceğim, kabul ederseniz". Biraz rahatlamıştık, işin ne olduğunu sorarken ses tonumuz tedirgindi. "Anlatayım" dedi ve o sakin yüzü biraz kasıldı, gözlerine gölgeler belirdi.
"Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin artık dünyaya rüştünü ispat etmeye başladığı yıllardı. Ben Tıp Fakültesi'nde okuyordum. Dördüncü sınıfta, sınıf arkadaşım olan bir kızla büyük bir aşkın tarafları oluvermiştik. Tek başımıza bir yaşam olmayacağını düşünecek kadar, çok seviyorduk bir birimizi. Yıllar çok çabuk geçti, aşkımızsa her geçen gün biraz daha büyüdü. Mezuniyet günü keplerimizi gökyüzüne fırlatırken, bizleri çok güzel bir geleceğin beklediğine inanıyorduk. Heyhat ki o yaz, bizim için tam bir yıkım oldu. Geleceğimi birlikte şekillendirmeyi planladığım biricik aşkım köken olarak Rum olan bir ailenin tek kızıydı. Ailesine, aşkımız ve geleceğimize dair planları açıkladığında kabus dolu günler başladı. Çünkü, uğruna her şeyi yapabileceğim sevdiğim kızın ailesi bu ilişkiye şiddetle karşı çıkıyordu. Yaz aylarının uzun günlerinde, bu aşkı kurtarmak için birlikte çok çabaladık. Ama sonuç daha kötü bir kine ve inada dönüştü. Son derece gelenekçi bir ailenin biricik kızı olan aşkım bu gerilimle, bu anlamsız inatla baş etmekten yıldı ve yolunu ayırma kararı verdi. Ben bu büyük aşkın müthiş engelleri arasında yapayalnız kalmıştım. Bütün kapılar yüzüme kapanmıştı, kendimi geleceğin belirsizliğine attım. İlk iş bakanlığa başvurup, haritada ilk gördüğüm doğu şehrine tayinimi istedim. Çok kısa sürede tayinim çıktı, kırıp kalbim ve durumumu en ince ayrıntısına kadar bilen ailemin yaşlı gözleri arasında Malatya'nın yolunu tuttum. Bu çevreden uzaklaşırsam ve kendimi tamamen görevime verirsem unuturum diye düşüyordum. Geçen günler hiç öyle olmadı, bu sevda daha büyük bir sevgi yumağına dönüştü. Durumumu endişe ile izleyen ailem, ablamın yanına Amerika'ya gitmemi önerdiler. Belki tamamen farklı bir coğrafyada yaşamak çözüm olabilirdi. Gitme sırası şimdi Amerika'daydı. Hemen valizimi topladım.
Amerika'da yaklaşık otuz yıl kaldım, kolayca adapte oldum ve çok başarılı bir meslek yaşantım oldu. Geçen günlerde değişik milliyetlere ait bir çok kadınla duygusal ilişkiye girdim ama kalbimdeki aşkın yangınını asla söndüremedim. Her yeni duygusal ilişki beni ona daha çok yaklaştırdı, daha bir yandı yüreğim. Daha bir çaresizleştim. Bu geçen zaman ve yaşadıklarımı hiç yaşanmamış yıllar olarak görüyorum. Geçen hafta bu bitmez işkenceye bir son vermek istedim ve İstanbul'a döndüm. Sevdiğim kadını araştırmaya başladım, buldum da. Rum kökenli bir doktorla evlenmiş, iki çocuğu olmuş ve onları büyütmüş, 3-5 yıl önce emekli olmuş. Kısacası çok mutlu bir aile yaşamı varmış. Bu sabahta, şu an yaşamını sürdürdüğü evi buldum. Kafamda binlerce şimşek oluştu. En azından benim ne halde olduğumu, her hangi bir yeni sonuca yol açmasa da onu hala çok sevdiğimi bilmesini istedim. Belki onun yüreğinde küllenmiş aşkımızın küçücük bir kırıntısı canlanır ve ben de bunu hissederek mutlu olabilirim. Yangınlar içindeki kalbim belki küçücük bir huzur bulabilir".
Pastahanede hafifçe çalan müzik, yan masalardan gelen kaşık, çatal ve insanların neşeli sesleriyle değişik bir harmoniye dönüşüyor, İstanbul ise ılık ve çok tatlı bir ikindiye hazırlanıyordu. Biz suskunlaşmış bu duygu yüklü yaşanmışlığın kalbimizdeki iz düşümleri arasında bir batıp bir çıkıyorduk. Sessizliği Tamer bozdu "Peki, sizin için ne yapabiliriz". Yaşlı adamın yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu."Demek yardım edeceksiniz, teşekkürler". Bizim ama, filan vb. dememize fırsat vermeden devam etti. "Ben Eleni'ye durumumu, yaşadıklarımı anlatan bir mektup yazdım, sizden bunu kendisine iletmenizi rica edeceğim. Şimdi postahane ne güne duruyor diyebilirsiniz. Ama belki eşinin eline geçer ve benim bu masumane adımım bir trajediye yol açabilir. Telefon edebilirim ama aynı risk yine geçerli. Ona en güvenli ulaşma yolum tek sizsiniz. Siz mektubu götürdüğünüzde de eşi evde olabilir, o zaman siz mektubu gündeme getirmeden yanlışlık oldu deyip, özür dileyip ayrılabilirsiniz. Herhangi bir şüphe oluşmaz. O zaman da başka bir yol bulabiliriz. Mektubu da eşinin evde olma olasılığı en zayıf olduğu bir anda ileteceksiniz. Sanırım bu anlatılarımdan sonra neden sizi seçtiğim konusunda da bir fikir oluşmuştur". Biz gerçekten anlatılan duyguların denizinde kıyıya çıkabilme uğraşısıyla ne evet ne hayır bile diyememişken yaşlı adam planını bir adım daha götürüyordu. "Hiç merak etmeyin gençler bu çabanızın karşılığını çok fazlasıyla alacaksınız. Eğer hazırsanız çıkalım, çünkü bence şu an bu iş için en uygun zamanlar. Son bir şey, planımız istediğimiz gibi gitti ve kapıyı Eleni açtı. Kocasının evde olmadığını anladığınızda mektubu uzattınız, belki Eleni almak istemeyebilir. O zaman siz bir işaret olarak size vereceğim yüzüğü gösterirsiniz. Eleni bu yüzüğü iyi tanır, çünkü ona nişanımızda takacaktım".
Yaşlı adam elini cebine atıp, bordo renkli küçük bir kadife keseyi açarken yüzüğün ona, kökeni saraya dayanan büyük büyük anneannesinden kaldığını anlatıyordu. Kese açıldığında inanılmaz güzellikte bir yüzük ortaya çıkmıştı. O güne kadar ne zengin akrabalarımda, ne de kuyumcu vitrinlerinde görmüştüm böyle bir şeyi. En ortada kocaman bir yemyeşil taş ve kenarlarda güzelliği tamamlayan küçücük taş örüntüleri vardı. Işıl ışıl parıldayan bir yüzüktü. "Mektubu verdikten sonra, sizi bıraktığım noktaya gelirsiniz. Size paranızı veririm, teşekkür eder ayrılırız." Tamer yüzüğü bayana verip vermeyeceğimizi sordu, "hayır" dedi yaşlı adam "O yüzük nişan için hazırlanmıştı ve şu an ondan kalan tek somut nesne bu yüzük" dedi.
Pastahaneden çıkarken İstanbul en tatlı ikindilerinden birini yaşıyordu. Yaşlı adamın yanlarına geçerek kalabalıklaşmaya başlayan caddede ilerlemeye başladık. Az sonra bir ara cadde başına gelince yaşlı adam "buradan gençler, arabam az ileride" dedi. Sözü edilen araba dev gibi bir Mercedes'ti. O günlerde, milli arabamız Murat 124, 2000'li yıllara kadar sürecek krallığını ilan etmeye çalışıyordu. Arabanın içi dışından çok daha konforluydu. Döşemesi, iç dizaynı insanın kolayca başını döndürecek cinstendi. Kalabalık caddelerden, daha tenha ve geniş caddelere ulaştıkça araba daha bir şevkle yollara saldırmaya başlıyordu. Kısa süren yolculuk sonra yaşlı adam koca arabayı, kolay bir şekilde park ederken "geldik" dedi. Arabanın içerisinden yaklaşık 100 metre ilerideki 5 katlı acı yeşil bej tonların ustaca kullanıldığı lüks apartmanı işaret etti. "İşte çocuklar, Arpacı apartmanı, mektubu götüreceğiniz yer 4 kat 8 numaralı daire. Haydi çocuklar göreyim sizi, işte mektup ve yüzük"
Tıpkı kurulmuş bir oyuncaklar gibi yola düştük, hiç konuşmadan hızlı adımlarla ilerledik. Sanki bu duygusal görevin ağırlığı üzerimize çökmüştü. Apartmanın önüne ulaştığımızda, nefes nefese idik. Ortalıkta kapıcı filan gözükmüyordu ve ne garip ki dış kapı da hafifçe açıktı. İçeri yavaşça girdik, koyu renk granitlerle döşenmiş geniş giriş alanda düşmemek için çok dikkatli yürüdüğümü bu gün gibi hatırlıyorum. Merdivenlere ulaştığımızda hemen yan tarafta zemin katta bekleyen asansörü gördük. Asansöre bindik, bizden başka kimse yoktu. Dördüncü kat düğmesine bastık. Asansör hafif gıcırtılarla ilerlerken Tamer bana dönüp, elindeki pembe zarfa bakarak "Amca oğlu yoksa bunda bilmediğimiz bir numaramı var" dedi. "Ne bileyim bu adam ajansa ve bize ülkemizle ilgili bir bilgiyi bu yolla diğer ajana ulaştırıyorsa, ya da daha farklı yasadışı bir şeyse. Biz alet oluyorsak." Evet ya neden olmasındı. Asansör dördüncü kata ulaşmak üzereyken hemn I. Kat düğmesine dokunduk. Asansör dördüncü katta biraz bekleyip, aşağıya yönelirken bir pembe zarfı dikkatlice açmaya çalışıyorduk. Zarf kolayca açıldı ve biz bir solukta kağıdın ön yüzüne çok düzgün bir el yazısı ile yazılmış mektubu okumaya başladık. Heyhat, doğruydu. Mektupta tamamen adamın dediğine yakın cümleler vardı. "Unutamadım… Bu gidişle de mezara kadar sürecek bu sevgi. Mamafih senden hiçbir şey beklemiyorum, sadece ben döndüm onu bil. Hala inanılmaz ölçütte seni sevdiğimi bil" diyordu. "Hiç olmazsa bunları biliyor olman şu yanardağlar gibi kalbimi biraz yatıştırabilir".
Dördüncü kata çıkarken vicdanlarımızdaki sızı ve utancımızla kıpkırmızıydık. Asansörden çıkarken karmakarışık duygular içindeydik. 8 numaralı daire koridorun sonundaydı. Tedirgin adımlarla kapının önüne geldik. Tamer zile basarken kalplerimiz yerinden fırlayacak gibiydik. Kapı açıldı, sarışın mavi gözlü inanılmaz güzellikte orta yaşlı bir bayan duruyordu karşımızda. Yaşlı adam söylememiş olsa 40 yaşında galiba diye düşünülebilirdik. Bunca aşk ve özverinin uğruna harcandığı bir insanın karşısında durmak, kutsal bir mekanın karşısında olmak gibiydi. Kelimeler zorlukla döküldü dudaklarımızdan "Bayan Eleni'yi aramıştık". "Benim buyurun". "Efendim size bir mektup getirdik" Bayan Eleni titreyen ellerimizin ucundan mektubu sakin ancak belirsiz bir merakla alırken "Kim gönderdi" dedi. Tamer cebinden kadife keseyi ve içinden yüzüğü çıkardı. Bayan Eleni'nin yüzü birden değişti, sendeledi, yüzünü elleriyle kapatıp çığlık atmaya başladı. Çığlıklarından hiçbir şey anlaşılmıyordu ama en yüksek tonla ve avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyordu. Donduk kaldık bir an. Eleni'nin çığlıklarını duyan komşuların bir bir kapıları açılıyor, hızlı adımlarla bize doğru yaklaşıyorlardı. Amca oğlum "hadi, kaçalım !!!" dedi. Tabana kuvvet, bir anda geçtik koridoru. Asansöre geldik ama asansör hizmetteydi. Hemen merdivenlere yöneldik ve büyük gürültüler çıkara çıkara uçarcasına geçtik. Kapıya ulaştığımızda hala bayan Eleni'nin çığlıkları ve meraklı komşuların ısrarlı soruları duyuluyordu. Caddeye çıkışımızla, yaşlı adamın bizi bıraktığı yere ulaşmamız bir anda oldu. Ama ne yaşlı adam ne de o kocaman araba orada yoktu. Ani bir şaşkınlık yaşadık, adımlarımız yavaşladı. "Durma" dedi Tamer ve daha da hızlanarak caddenin sonuna ulaştık. Daha sonrada aynı hızla öbür caddeye ulaşıp kalabalığın içine karıştık. Nefes nefeseydik. Kimsenin bizi takip etmediğini anlayınca daha da yavaşladık. En yakın otobüs durağına ulaşıp, hemen ilk gelen otobüse bindik.
Bir nefes alalım artık, çünkü öykünün bundan sonra belli bir sonu yok ve henüz yazılmadı. Öykü kurgu olarak 1978 yılında aynı yurt odasını paylaştığım Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi sevgili arkadaşım Kütahya-Tavşanlı'lı Recai'nin bir gece masalıydı. Kısacık olan bu kurguyu sevgili KM dostları için, olayları değiştirip, genişlettim ve içine büyük bir aşkı ekledim. Sonunu da bağlamadım. Sonunu, sevgili KM dostlarının engin hayal gücüne bırakıyorum. Yani sevgili LA'nın renkli kalemine, ASD'nin beyaz kalbine, keystone'nin zekilik taşan eleştirilerine, Rebekamızın tatlı/acı yorumlarına, Kardelenin ve Temmuzun dostça, içten cümlelerine, Enişte beyin ironilerine, sayın Cerrahoğlu'nun ölümsüz karelerine, Ters köşemizin düzgün bakışına, uzun zamandır sesini duymadığımız A.Altan'a, sessiz izleyicimiz İde'nin hoşgörüsüne ve tüm KM dostlarına bırakıyorum, hayal güçlerini biraz daha fazla kamçılasın diye.
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek TIRNAĞININ GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT |
|
Benim gibi bir yazarı okuma şansına sahip olduğunuz için ballısınız, itiraf edin. Zararın herhangi bir yerinden dönmeniz için elinizden tutan, adres gösteren, ipuçları veren, yolunuzu kaybettiğinizde yol gösteren bir deniz feneri gibiyim! Kendimle ne kadar gurur duysam azdır valla..
Malum, buradan ancak sınırlı bir kitleye ulaşabiliyorum. Her insana beni okumak nasip olmuyor. O yüzden bu şansı iyi kullanın ve bana minnet duymaya devam edin e mi?
Rahat olun, kendinizi kelamlarıma kaptırmaktan korkmayın. Acıtmayacağım, söz!
* * *
Birileri bir şeylere kendini kaptırınca hemen nasihat veren başka birileri peydahlanır ortalıkta: "Aman çok kaptırma, sonra üzülürsün!"
Canı pek kıymetlidir insanoğlunun. Ödü kopar kaptıracak, üzülecek, incinecek diye. Kaptırdığı nedir peki? Genellikle aşktır.
Aşka kaptırmak!
Aşk dediğin öcü ya, canavar ya, kaptırmamalı paçayı. Çok fena olur sonra. Öyle sığ sığ yaşamalı.. Hep kontrollü, hep hesaplı, hep kitaplı.. Yaşam dediğin budur yani!
Neden bu kadar kapalıyız maceralara?
Şöyle bir düşünün şimdi!
Hiç hesapta yokken, tam da saçmaladığınızı düşündüğünüz, bütün kalkanlarınızdan soyunduğunuz ve kendinizi bile şaşırttığınız zamanlarda yaşamadınız mı en güzel hikayeleri?
Oysa o gün hiç de istekli değildiniz.. Hiç de havanızda değildiniz.. Her şey birden bire oldu.. Boş bulundunuz, itiraz etmediniz, risk aldınız.. "Ne güzel bir gündü" demediniz mi ardından?
En gaza geldiğiniz, en maceraya susadığınız anlar; yaralanmaktan, incinmekten tırsmadan atladığınız kaçamaklar.. Bastırılmamış, hesaplanmamış, tadı damağınızda kalmış plansız yolculuklar.. Hep bunlar kalmadı mı aklınızda 'güzel anı' diye?
"Yuh! Salaklığın da bu kadarı" dedirtecek maceralara atlayın demiyorum elbette. Takıntıya dönüşmüş, gözü doymaz, iflah olmaz bir maceraperestlik değil önerdiğim. Yaşamınıza uygun bulduğunuz diyetlerin dozunu iyi ayarlamaktan bahsediyorum.
Mesela ömrünü rejim yaparak geçiren hatunlar vardır, bilirsiniz. Pazartesi rejime başlarlar. İki haftada 8 kilo verirler. Üçüncü hafta 4 kiloyu tekrar alırlar ve dördüncü hafta başa dönerler. Boş yere iki hafta eziyet çektikleri yetmezmiş gibi, gene aynı kilodadırlar. Ve bundan asla ders almazlar. Ömürlerinin sonuna kadar sürer gider bu kandırmaca. İki ileri, iki geri. Mehteran ekibi kadar bile yol kat edemezler.
Bırakın bu işleri de, bana kulak verin...
Yaşam, çok lüks bir sarayda tertip edilen keyifli bir ziyafet gibidir. Herkesin yalnızca bir hakkı vardır, kimse ikinci kere davet edilmez bu ziyafete.
Kimileri bu ziyafete kırıtarak gider; şık kıyafetler, bol makyaj, bol aksesuar... Derdi günü, diğer davetlilere poz vermektir. Hal böyle olunca, makyaj tazelemekten ve süzülmekten fırsat bulup da ne doğru dürüst karınlarını doyurur, ne de yemekten zevk alırlar. Üstelik bunlar daimi diyetçilerdir. Kilo almamak için sadece diyet ürünleri yerler. Eh haliyle ziyafet sofrasından aç olarak kalkarlar.
Bir diğer grup da aç gözlülerdir. Bu modeller, "nerede beleş, oraya yerleş" misali, sofrada ne var ne yoksa hepsinden çatlayana kadar yemek derdindedirler. Kendi yemeklerini bitirip, tabaklarında yemek bırakan diğer davetlilerin yemeklerine de saldırırlar. Gözleri hiç doymaz ve sonunda mide fesatı geçirirler.
Üçüncü grup bilinçli davetlilerdir. Damak zevkleri bellidir. Ne zaman doyduklarını bilirler. Ziyafete rahat kıyafetlerle gidip, oralarını buralarını çekiştirmeden, keyif alarak kalkarlar sofradan.
Diyeceğim o ki, bırakın kırıtmayı da geçirin tırnaklarınızı yaşama. Öyle ya da böyle, önünde sonunda yaşam size tırnaklarını geçirecek nasılsa!
Eh bugünlük bu kadar. Siz yazıyı bir kere daha hayranlıkla okuyup, hayata nasıl tırnak geçirileceğini öğrenedurun, ben de gidip manikür yaptırayım!
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Oktan Erdikmen |
Ne Olursan Ol, Gene Gel..
Gün geçtikçe her şeyin ticarileştiği, insan ilişkilerinin çirkinleşerek yerini köşe dönmeci bir güvensizliğe bıraktığı bir dünyada, manevi huzursuzluklarını biraz olsun gidermek isteyen milyonlarca insan, çıkış yolu olarak 8 yüzyıl önce yaratılmış bir felsefeyi benimsedi. Mevlana'nın kitapları, tüm dünyada kitapçıların en gözde raflarını süslüyor, adına kulüp ve kahveler kuruluyor, festivaller düzenleniyor, onu anlatan belgeseller çekiliyor. Demi Moore'dan Goldie Hawn'a, Debra Winger'dan Madonna'ya pek çok yıldız onun şiirlerini seslendiriyor. Mevlana bugün, ölümünden 7 yüzyıl sonra, şair Bly'a göre hristiyanlığın eksik bıraktığı bir yeri dolduruyor ve tüm dünyayı yeniden aydınlatıyor..
Mevlana Celaleddin Rumi, 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde doğdu. Yine büyük bir bilge olan babası Bahaddin Veled, çeşitli nedenlerle 1213'te Belh'den ayrıldı ve ailesini alarak Mekke ve Medine'yi ziyaret ettikten sonra Erzincan'a ve oradan da Karaman'a yerleşti. Selçuklu Emiri onu şehrin dışında karşılayarak sarayına davet etmiş ve daha sonra adına bir medrese yaptırmıştır. Bu sırada 18 yaşına gelen Mevlana, Gevher Hatun'la 1225 yılında Karaman'da evlenir. Mevlana, ömrü boyunca tek kadınla yaşamış, hiçbir zaman cariyesi ve kölesi olmamıştır. Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat'ın Bahaddin Veled'i Konya'ya davet etmesiyle, Karaman'da geçirilen 7 yıldan sonra Mevlana ve ailesi Konya'ya gider. Karaman, Mevlana'nın yaşamında çeşitli duyguların iç içe yaşandığı özel bir yer edinmiştir. Babasının ölümünden sonra onun yerine geçen Mevlana, Avrupa Orta Çağ karanlığını yaşarken, Moğol Orduları dehşet saçarken, tüm dünyaya sevgi ve kardeşlik mesajları iletmiş, islamı özgün bir dille anlatmış ve sevgi temeline oturtmuştur.
Mevlana gerçekten de islamı en güzel yönleriyle ele almış ve 'siyahla beyaz arasında bir yer var, işte ben ordayım' diyerek 'din, ahlak; ibadet, erdemli olmaktır' anlayışıyla hareket etmiş ve insanlara dünyevi zevklerden soyutlanmadan Tanrı'yla bir olmanın yollarını göstermiştir.
Atatürk de Mevlana'nın bu modern islam anlayışını takdirle karşılamış, Konya'ya her gidişinde önce Mevlana'nın türbesini ziyaret etmesinin yanı sıra, tekke ve türbelerin kapatılma hazırlıkları sırasında, Mevlana Dergahı ve Türbesi'nin kapatılmayarak kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesi ve ziyarete açılması emrini vermiştir.
Mevlevi felsefesinin merkezinde Tanrı'nın dünyadaki yansıması olan 'insan' vardır. Mevlana, zengin fakir ayrımı gözetmemekle birlikte tüm insanların Tanrı'yla bütünleşme hakkının olduğunu savunur. O, varlığın özü, yani yaratıcı güçle insanın özünü birleştirmiştir. 'Şekil ve cisim bizden meydana geldi, biz onlardan değil. Şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil..' diyerek varlığın anlamını insanla kazandığını vurgular. 'Tanrı, ululuk sınırlarını insanda belirtmiştir. İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle gerçekten secde ettin mi ne yana dönersen orası gönlüne kabe olur' diyen Mevlana'nın kavgası eşyaya boyun eğen insanı, eşyaya hükmeden yaratıcı bir benlik haline dönüştürmek içindir.
Mevlana, ayrıntılardan arındırılmış yalın biçemiyle varlık inancını, kendi felsefesini halk dili ve ruh haline uygun olarak, öyküler, örnekler ve atasözleriyle 'Benim beytim beyit değil, iklimdir. Benim alay edişim alay ediş değil, bir şey öğretmektir' anlayışıyla son derece açık olarak anlatmıştır.
'Ebedi içip sızmayan biziz' diyen Mevlana, ölümü düğün gecesine benzetmiş ve yeni bir yaşamın başlangıcı olarak kabul etmiştir.
Kendisini öven biri için 'Ne haddine ki o beni övsün! Eğer sözlerimi övüyorsa harf, ses, dil, dudak baki değildir. Bunlar asıl değildir. Asıl olmayan kalmaz, geçer gider. Yok, o beni zatım bakımından tanıdıysa hakkı vardır, övebilir' diyen ve bütün dünya tarafından kabul edilen Mevlana'yı övmek haddimiz değil, ne yazık ki bu büyük bilgeyi kişisel olarak tanıma şansına sahip değiliz. Ancak, Hacca gidenleri:'Nereye gidiyorsunuz, nereye? Sevgili burada, buraya gelin, buraya!..' diye çağıran ve 'İman ahlaktır' anlayışını ilke edinen bu büyük düşünürü okumaya, anlamaya ve anlatmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Dünyayı kasıp kavuran Mevlevi felsefesi, doğup büyüdüğü topraklarda da aynı ilgiyi görebilseydi eğer, bu ülke ne Sivas'ları, Sincan'ları, 28 Şubat'ları yaşardı; ne gençlerimiz şeriat yurtlarında, ışık evlerinde, türban eylemlerinde büyürdü; ne de Atatürk'e hakaretten, din istismarcılığından hüküm giymiş insanlar yine Atatürk'ün, İnönü'nün koltuklarına oturabilirlerdi. İşte o zaman, ülkemiz, bir tanesi bile kalkınamamış onlarca İslam ülkesinden adamakıllı ayrılır; herkesin eşit hizmet aldığı, insanca yaşadığı, uluslararası arenada sözü geçen, güçlü devletler arasına girerdi. Ne var ki Mevlana da pek çokları gibi, kendi memleketinde anlaşılamadı..
Oktan Erdikmen
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
İNŞALLAH
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara kırık beyaz badana yapacağım şu gül kurusu duvarlara.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara uğurlu taşlardan kolyeler takacağım boynuma.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara deniz kıyısını yol edeceğim adımlarıma.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara iki kıta arasını şenlendireceğim şehir vapurlarıyla.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara kirazla eriği meze edeceğim rakıma.
İnşallah diyorum...
Bu erguvanlı bahara aşklardan en çeşitlisini kendime eş edeceğim.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara gece gündüz gökyüzünü kokunla şekillendireceğim.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara kalpsizlerin kalbine kalbini kalbimle nakşedeceğim.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara erguvanın rengini kara görüşlere renk dileyeceğim.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara dostlarıma özlemimi şerbet edeceğim.
İnşallah diyorum.
Bu erguvanlı bahara erguvanı hayallerime katık edeceğim.
İnşallah diyorum...
Ve, "bayılıyorum bu lafın soysuz teslimiyetçiliğine".
İnşallah diyorum olan bitene inat.
İnşallah diyorum gelen geçene sefahat.
İnşallah diyorum sana bana mevzuat.
İnşallah basamaklarına sabun sürdüğüm merdivenler onu bana getirecek bu erguvanlı bahara.
Sahi, erguvanın rengini gören var mı gözlerinizde?
Abdullah Ertuğrul'a hasretle.
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Celal Kılıç |
İNTERNET AŞKINA
Günümüz insanlığı geçmiş asırlardakilere nazaren çok talihli ve bir o kadar da talihsiz aslında. Teknolojik donanımların getirdiği kazanımlar bir çok şeyi de kaybettiriyor beraberinde.
Lafı uzatmak haddime de değil, zira konuyu gözlemliyorum interaktif ortamlarda sadece.
Dostlukların zemini zayıf olunca ne derece sığ bir vedayla yüzleşiyor insanlar, bunu görüyorum.
İlk başta ki tanışma o kadar memnuniyet verici oluyor ki, bir yanını sanki sizin Gal-u Bela'dan kalma parçanız hissediyorsunuz, velhasıl "çok memnun kaldım senin gibi birisini tanımayla" diyerekten başlayan erken ve içi boş belirtiler oluşuyor ilk başta. Ama kişi bunu irdelemiyor bile, tanıdığı kişinin karakterini tahlil etmeden, onu tam hazmedemeden ve en önemlisi beden dilinin verdiği çılgın etkileşimi hissedemeden yığınla hüsnü kabulu yolluyor muhatabına.
Oysa erkendir bu hazlar ve bu hazla bile tanışalı yeni oldu insanlık. Bu tamamen sanal bir haz, karşındakini görmeden, karşındakini tanımadan, karşındakini anlamadan, kendisini ifade eden bir porsiyonluk yazıyla, yani alfabenin harflerinin yanyana gelmesiyle oluşan olguya hemen geniş bir zemin hazırlayıp yatırılıyor sineye.
Yolculuk dostlukları vardır, yanında oturan, ya da masada hasbelkader tanıdığın insanlar vardır. Onun herhangi bir özelliği yoktur o anda, sadece bir çayın, ya da iki metrekarelik bir alanın paylaşımı vesile kılar tanışmaya, tanışılmaya, belki o yolculuğun sonunda irtibat adresleri ya da telefonları bırakılır ajandalara ve bir dostluk adımı sağlam başlamış olur. Aslında muhataplar birbirlerine de öyle iltifatlar etmezler, sadece sukut bir refleksle alırlar irtibat numunelerini.
Sanal alemi kavrayamadı insanlık, yada Türkiye'liler kavrayamadı, nasıl tepki göstereceklerini tam anlayamadılar, anlayamadık.
İlk başta çok iyi tanıdığımız insanların sonradan nasılda aykırı olduklarını görünce, bloklar koyduk onların karşısına, attık onları çöp kutusuna.
Siteler kuran civanmertler yaptıkları bu hizmeti iyi anlatmalılar belki paydaşlarına. Hani o ilk üye sözleşmesi sunarlar, ve kimse okumadan aşağıya çeker mausla ok tuşunu ve kabul ediyorum yazısıyla üyeliğine start verir. İşte o manzumeye aslında sanal alemde nasıl davranılması gerektiğini anlatmalı vebmasterlar. ya da kısa bir başlıkla "Hiç bir şey aceleye gelmez" yazısı iliştirmeliler.
Yani irtibatları kurarken, karşındaki insanı neden istediğin gibi görüyorsun ki ey okuyucu. Neden sanki eksik kalan bir damarının kanı bu insanda var sanıyorsun ki.
Her halde mucidin bir tanesi bulur şu sanal alemde ki davranış kurallarının listesini de, daha güzel ve daha sağlam ve daha kalıtsal olur sanal dostluklar.
Celal Kılıç
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.222 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
Aşkımın Meyvesi
Sana bunca zaman tahammül ettiysem
Hatalarını sürekli göz ardı ettiysem
Yeri gelince hınçla hakaret ettiysem
Bu senin değil, sabrımın meyvesidir.
Sana düşman olmayıp, seni affettiysem
Geçmişte yaptıklarını tek tek sildiysem
Dost kalarak seni terkedip gittiysem
Bu senin değil, kalbimin meyvesidir.
Ne içim dertli, ne yüreğim gamlı,
Ne yaşamak eskisi gibi elemli
Ne sevgilim senin gibi problemli
Bu senin değil aşkımın meyvesidir.
Hasan Selçuk Güler
Yukarı
|
Havayollarının adı ilginç 'easyjet'!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.cnn.com/2004/SPORT/01/16/olympic.bids/
İstanbul hala Olimpiyat oyunları için aday olmaya devam ediyor. Sıradaki Olimpiyat faaliyeti 2012 yılında gerçekleşecek. Dilerim 2012 İstanbul için Olimpiyat yılı olur. Desteklemek için oylamaya katılabilirsiniz.
http://www.polibo.com/ada_1024.htm
Polisan tarafından çocuklara yönelik hazırlanan zevkli ve eğlenceli bir web sayfası. Çocuğunuzun üye olmasını sağlayarak aktivitelerden faydalandırabilirsiniz.
http://www.pokedede.com/
Çocuklar için hazırlanan bir diğer web sayfası daha. Pokedede çocuklar ve ebeveynleri için eğitim şart diyen bir site. "...Web sitemizin amacı, ailelere pokemon hakkında bilgi vererek; onları çocuklar ile bu konuda konuşabilmelerini sağlayarak yakınlaşmalarına yardımcı olmak..." diyerek fikirlerini bizlerle paylaşıyorlar.
http://www.azeri.org
Azerbeycan ve Azeriler hakkında merak ettiğiniz birçok konu için başvuru kaynağınız ...The population of the Republic of Azerbaijan (Northern Azerbaijan) is estimated at 7.5 million. In addition, there are approximately 25-30 million Azerbaijanis living in Iran (Southern Azerbaijan). In 1920, when the Soviets came into power, Northern and Southern Azerbaijan became isolated from each other...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|