|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 469 |
25 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : AMAN HA BOŞVERMEYİN!.. |
Merhabalar,
Seçim hengamesinin arasında göze takılan bazı haberler var ki insana gülsem mi ağlasam mı dedirtiyor. Halk arasında 'Korsan Yasası' olarak bilinen kanun çıkınca bazı memurlarımız için azap dolu günler de başlamış. Bu işin İstanbul'da nasıl uygulandığına bizzat şahit olmuş ve polis memurunu alkışlayasım gelmişti. Koca koca bez torbaların içine doldurulan bilumum CD'ler öbek öbek otoparkın içine diziliyor. Hani bahçe traktöründen bozma minik silindirler vardır. Dar sokak aralarına asfalt döküldükten sonra girer köşe bucak düzeltir. Hah işte ondan bir tanesi öbeklerin üzerinden büyük bir ciddiyetle bir ileri bir geri gidiyor ve imha işlemi başarıyla tamamlanıyordu. Valla düşündüm de benim de aklıma başka bir yol gelmedi. Çöpe atsan olmaz, yeniden kullanıma hızla sunulur. Yaksan nerede yakacaksın? En güzeli bu, silindirle dümdüz et, sonra artanları çöpe at gitsin. Yalnız memleketimin her bölgesi aynı zeka pırıltısıyla aydınlanmıyor işte. Mesela Erzurum'da kurulan 'Korsan Yayınları Denetleme Komisyonu' bu işi epeyce ciddiye almış çalışıyor. Ellerinde 'Mutlaka canlı istiyorum' yazılı talimatlar bulunan memurların topladığı özellikle porno CD'ler, 2 kişilik kelli felli komisyon üyeleri tarafından başından sonuna tek tek seyrediliyor ve haklarında zabıt tutuluyormuş. Daha sonra eş ahbap ve dostlar arasında dağıtılıyormuş.... Dermişimmm... Tabi bunu ben uydurdum ama seyrederek zabıt tutma işi vallahi doğru. Resimleri de var. İki tane yaşını başını almış adam televizyonun başında teşrik-i mesai de bulunuyor. Şikayetçiler de. 'Psikolojimiz ve gözümüz bozuldu. Allahtan reva mı bu bize.' derken gözler hala televizyonda. Yok bu iş böyle olmaz. İstanbul'dan Erzurum'a CD toplamada tecrübeli polis memuru tayin edilip bu sorun kökünden halledilmeli. Ha silindir yok biz bunları ayaklarımızla ezelim derlerse, ona da ben karışmam. Sadece azcık akıl üfleyebilirim isterlerse...
Bugün RTE'yi dilime dolamayayım istiyordum. 10.Yıl Marşı ile ilgili kırdığı potu bile sineye çekmeye hazırdım. Ama az önce televizyonda Defne Samyeli'nin sorularını cevapladı başbakanım. Samyeli soruyor:'Bu lafı neden ettiniz? Amacınız neydi? Değer miydi?' RTE cevap veriyor; 'Efendim yanlış mı? Atatürk'ten sonra demiryolunu unuttular. Ama biz şimdi yeniden döşemeye başladık.' deyip işi gargaraya getiriyor aklınca. Bu cevap beni tatmin etmedi sayın başbakanım. Yetmiş yıldır söylenen bir nevi milli marş olmuş bir Ata yadigarını üfürükten bir seçim propagandasına alet edip pot kırdın. Eminim pişman olmuşsundur ama işte şişede durduğu gibi durmuyor meret, değil mi?
Dün 17 Nisan kutlamasından söz etmiştim. Sağolsunlar birkaç kahveci katılabileceklerini bildirerek beni çok mutlu ettiler. Kahve Molası'na yazarak ve/veya okuyarak destek veren tüm dostlar kutlama yemeğine davetlidir. Şimdiye kadar 30 kişiyi geçemedik, var mısınız şunu üçe beşe katlayalım... Haydi pamuk eller klavyeye... Bu arada rehavete kapılan yazar dostlarıma da bir sitemim var. Yazılar nerede? Kış bitti, bahar geldi, haydi sizler de canlanın biraz bakalım. Yarın görüşmek üzere.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
Pratisyen Kahveci : Seda Demirel DOĞUM |
|
Gözlerini açtığında saat geldi aklına. Karanlıkta uzanan eli kavradı, bulanık görmekte ısrarlı gözlerinin ve burnunun dibine soktu kadranı. Saat 07:00 olmuştu.
Allahım. Doğum Gününü kaçıracaktı!!
Elleri telaş içinde telsiz telefona uzandı. Numarayı ezberden çevirdiğini ikinci çalışta anladı. Refleksleri bağımsız ama mükemmel çalışıyor diye onları ayrıca okşadı.
Telefon açıldı
- Aloooo..
- Kalkın, daha uyuyor musunuz? Daha doğacak bir çocuk var!
- .. Sedaaa.. Seval demedin mi Seda’ya ertelendi diye?? Hımmmss..
- Yaaaaaaa!
- Yat zıbar kızım. Biz uyuyoruz. Sabahın körü.
- Hayret bir şey. Sanki ben doğuracağım. Karın doğuracak yahu. Neden ertelendi?
- Sedaaa. Ben Seval canım. Yarın olacak doğum, kusura bakma, haber vermeyi unuttuk güzelim. Hadi sen uyu.
- İyi ama kardeşim bugün izin de almıştım ya işten.
- Ee.. Seni mi kırayım şimdi.. Kalk Erdoğan doğuruvereyim bari.
- Tamam be kesin dalgayı pisler.. Çattt!!!
- Dıııııııııııııııt!!!
Devrildi yine yattı. Gözleri de ne ağırdı. İyi oldu be dedi içinden. Biraz tembellik ederim bugün. Evde çekmeceleri düzenlerim. Kütüphane karışmıştı, onları ayarlarım. Sonra buzdolabının içini bir temiz....
- Aloooooo..
- Seda’cım ben Seval.
- Uyuyom kızım. Saat kaç oldu?
- Saat 01:00 oluyor neredeyse, bu ne uykusu böyle?
- Kış uykusu Seval, ne olacak, haftanın yorgunluğu sanırım.
- İyi iyi. Güzelce dinlenmişsindir sen şimdi.
- Valla iyi geldi.
- Tamam o zaman. Hadi kalk. Suyum geldi. Ben doğurmaya gidiyorum.
- .. Neeeeeeeeee..??????
- Hadi gel.
Ayakkabısının biyelerini bağlamaya vakti yoktu. Tam iki kere zıplayarak geri dönüp geride kalan ayakkabısını giymek zorunda kaldı. Sağ ayağı ayakkabısını sevmiyordu galiba. Arabasına atladı. Yolu en çok 45 dakika olarak hesapladı. Doğumun sonuna yetişirim diye heyecanlandı. Yolları nasıl geçtiğini anlamadı. Son 5 yıldır hiçbir Sabuncubeli transiti bu kadar hızlı olmamıştı. Hastanenin bahçesi tenhaydı. Eski iş arkadaşları yoktu. Gidişi için bahçeye törenle dikilen çam ağacına yine de bir göz attı. Bu neden büyümüyor diye hayıflanmaları geldi aklına. Bodur çam ağacı ona baktı, göz kırptı.
- Anaa. Kız uçtun mu?
- Işınlandım abi.
- Şimdi aldılar, ver o çantanı bana. Dal çabuk içeriye.
- Allaahh.. yeni mi aldılar?
- Evet hadi koş. Benim girmeme izin vermediler.
- Daldım. Sana allah sabır versin.
- Sedaaa.. Ona söyle, onu çok seviyorum.
- Erdoğan titriyorsun sen!. Otur şöyle allah aşkına. Meraklanma ben onu hiç bırakmayacağım.
Sedaa diye inledi Seval. Ya da ona öyle geldi. Balina gibi olmuşsın diye bir espiri yapmayı çok istedi. Uygun kaçmazdı. Sustu. Gözleri doldu. Üstündeki yeşillere rağmen masadan uzak durmaya gayret ederek Seval’in baş tarafına geçti. Kızın yüzü gözü her zamanki gibi kıpkırmızıydı. Sıkıntısını bu bayrak gibi dalgalanan kabarıklıkları yıllardır tanırdı. Çok zor yakalanmıştı bu bebek. Çok da zor sahip çıkılmıştı. 4 yıllık emek vardı, ve çokça gözyaşı.
Gelen geçen laf atıyordu. Allah kolaylık versin diye. Eğer bir gün doğum yapacak olursam bu asla çalıştığım hastanede olmamalı diye düşündü. Anestezisi ödem nedeniyle zor verildi. Sırtına saplanan iğne Seval’in canını sanki hiç yakmadı. Yok. Çok yakmıştı aslında. Seval asla canım acıyor demezdi. Bu kız bir sebat abidesiydi.
- Doktor hanım, hoş geldin yahu. Bu kız ikimizi de yollara düşürdü..
- Hala olmak zor abi. Geldik işte elimiz mahkum.
- Sorma ben de aynı. Bu kız yüzünden İzmir’den kalkıp geldik işte.
- Ay, sağolun abi yaaa. Seda seni de yorduk ne yapalım, evdeki hesap çarşıya uymadı. Erken gelesi tuttu.
- Hayırlısı ile olsun da Seval’ciğim.
- Hadi bakalım hemşire hanım başlayalım.
Olayları tanımak, anlamak, bilmek hiçbir şeyi kolaylaştırmıyordu. Aslında daha da zor kılıyordu. Masada önünde yatan yakının ise daha da bir zor. Karın katları açıldıkça yüreği ağzında Seval’i lafa tutuyorlardı.
- Kız amma yemişsin haaa.. Şu yağ katmanlarına bak.. İğk.. kavuniçi kavuniçi. Yarın spor yapmaya başlayalım.
- Tabi Seda. Olur. Sen oğlana bakarsın biz Erdoğan ile spor yaparız.
- İyi ki bir hala olduk. Başımıza geleceğe bak sen.
- Bunca zaman uğramazsan böyle şaşırırsın yağlarıma tabii.
- Seval çok korktum yaa.
- Tamam canım biliyorum. Ben de çok korkuyorum.
- Neyse. İyi iyi. Karın katlarında fena değilmiş..
Elleri hızla ve çok güzel çalışıyordu. Cerrahlara mahsus Tanrılık Komplesi de bundandır zaten. Açılan her bir kesi, koterle yakılan her bir arteriol, düğümlenen her bir sütür sanatın ta kendisiydi. Son kat da geçildi. Uterus, yani rahim gözüktü. Kulağına gelen ses uzman ellerin sesiydi. Bu ses kulağına hiç silinmemecesine yerleşti.
- Tamam oğlum, çok hareket etme böyle, bende seni almak için sabırsızlanıyorum.. Az kaldı..
Gözleri anında doldu. Burun kemerleri ısındı. Rahime yapılan kesi ile dışarıya uzanan baş sanki tam gözlerinin içine baktı. Erdoğan doğdu!! Minik bir Erdoğan işte. Babasının aynısı bir Erdoğan.
- Seval, oğlan geldi. Sevaaaaaaaal!! Bu aynı Erdoğan!
Seval’i anında bırakıp bebeğin yanına koştu. Göbeği, silinmesi, sarılması derken bebek dışarıya uçuruluverdi. Çıkarken kapıda Erdoğan yapıştı koluna. Bebeğe hiç bakmadı.
- Seda.. Seval nasıl??
- Seval çok iyi. Şimdi doktor beyle muayenehanesinin yeni yeri hakkında spekülasyon yapıyor. Vallahi bak.
- Seda ne olur geri gir.
- Erdoğan bebeğe bir bakayım gireceğim. Aynı sensin. Bu kız sana baka baka başka bir şey de doğuramazdı zaten.
- Bana mı benziyor??..
- Yürü gel sende hadi.
- Yok sen bak. Seval’i çıkarırlar belki.
- Peki.
Ah Erdoğan. Karısından insan gibi insan diye bahseden Erdoğan. O benim en iyi arkadaşım diye onsuz iş dışında adım atmayan Erdoğan. Ve Seval, eşine arkadaşlığı dostluğu kadar aşkı da büyük olan Seval.
Tanıdığı en enteresan ve deli çiftti bu ikisi. Hamileliğinin sonuna kadar çalınan hiçbir dans şarkısını kaçırmayan, gülmekten eğlenmekten vazgeçmeyen, pistlerden inmeyen deli arkadaşlarım diye düşüne düşüne bebeğe koştu. Kucağına kaptığı gibi büyüklere taşıdı.
Sonra da Seval’in başına.
Seval post-op da yatıyordu kuzu kuzu. Erdoğan da başında. Konuşmadan öylece birbirlerine bakıyorlardı. Anladı ki aşk ve sevgi tam ise konuşmaya hacet yoktu. Bebeği almak için odaya geri döndü. Bu sefer sıra ana babada idi. Bebek onlara verildi.
Seval oğlunu koluna aldı.
Gökten 3 damla yaş düştü..
Sel oldu, bütün anne baba adaylarının yüreğini ferahlattı.
Seda Demirel
Yukarı
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
RENKLERİN DANSI
-Dostum renkli kaleme-
Renkler; insanoğlu için yakın geçmişe kadar genel olarak görsel sanatlar merkezli bir ilgi çemberinin içerisinde yer almaktaydı. Ancak sürekli gelişme gösteren medeniyetimizin çok farklı sektörleri renklerin gerçek sihrini çabuk öğrendiler ve gün geçtikçe daha fazla kullanılır bir düzeye yükselttiler. İnsani boyutta genelde ticari bir amaç içerisinde olan bu yönelim doğanın, dolayısıyla yaşamın en önemli öğelerinden biridir.
Aslında bu gün bizim algıladığımız renkler, dünyamızın gerçek renkleri değildir. Bizler başta ozon tabakası ve atmosferin diğer katmanlarından süzülerek ve indirgenerek gelen ışınların yansımasıyla oluşan görüntüleri renk olarak algılamaktayız. Bir anlamda güneşle aramızda doğal olarak yer alan isli bir camın altında yaşamaktayız. Ozon olmasaydı, renkler çok farklı olacaktı ama dünyada hiçbir canlı bu farklı gerçeğe asla tanık olamayacaktı. Bir diğer gerçekte renk görme açısından insan gözü ile bir böceğin, bir ahtopodun gözü farklıdır. Bu farklılığı renk görünümünü destekleyen hücrelerin sayısı, çeşitliliği ve rengi algılayan bölgenin merkezi sistemde temsil oranı oluşturmaktadır.
Bir gülün güzelliği, kırmızılığında gizlidir. Bir güzelin çekiciliği, renklerle yaptığı gizli ittifak ve dansla daha üst bir boyut kazanır. Comparsita eşliğindeki kadının dudakları arasındaki kırmızı gülün sergilediği etki, uyumlu ayakların görselliğinden pekte geri değildir. Masmavi deniz, bembeyaz köpüklü sular, yeşilin her tonuyla benzenmiş ilkbahar bahçeleri, yarin bembeyaz elleri, pembe yanakları yaşamımızın en sevimli öğeleridir. Peki yaşamı bir renkli kalem gibi boyayıp anlamlandıranlara ne demeli ?
Yaşam olağanüstü çeşitlilikteki renkleri ve özel olarak türler, özgün renklerini yıllardan beridir çok amaçlı olarak başarıyla kullanmaktadırlar. Örneğin binlerce zebra içerisinde minik yavru zebra, annesini renkli desenlerden oluşan canlı barkod sistemini kullanarak kolayca tanıyabilmektedir. İnsanoğlunun 2000'li yıllara girerken geliştirdiği barkod sistemini, canlılar alemi çok uzun yıllardır uzmanlaşarak kullanabilmektedirler. Hatta o kadar uzmanlaşılmıştır ki tanıma bir renk, bir desen, bir kokuya veya bir sese kadar indirgenebilmiştir. Bir kanid 40 km ötesinden üreme mesajı veren eşini algılayabilmektedir. Küçücük bir böcek her nerede olursa olsun kendine özgü beslenebildiği çiçeği kolayca renklerinden bulabilir ve dolayısıyla tozlaşma yaptırabilir. Dikkat ediniz çiçeklerde bulanan böcekler farklıdır. Örneğin zambakta bulunan böcek, gülde bulanan böcekten farklıdır. Çünkü beslenme ile ilgili olarak çiçeğin rengi ve kokusuyla sunduğu barkod okunarak doğru seçim yapılmıştır. Canlılar aleminde renklerin seçiciliğine yönelik sayısız örnek vardır. Bunlardan birkaçını yazalım. Kuşlar ailesinde, civcivlerinin yavruağzı rengindeki minik gagalarını açması ebeveynlerin besleme dürtüsünü kamçılamaktadır. Bir yılan renkleriyle daha güçlü bir konuma ulaşmaktadır. Bir leopar renkleriyle daha başarılı bir avcıdır. Bir ahtopod ya da bir peygamber devesi renkleriyle kolayca kamufle olabilmenin avantajını fazlasıyla kullanabilmektedir.
Bitkilerde renk daha önemli bir işleve sahiptir. Bitkilerde yeşil rengi oluşturan klorofil dışında, kırmızı rengi veren likopin, sarı rengi veren ksantofil ve turuncu rengi veren karoten denilen plastidler bulunmaktadır. Bu plastidler güneş ışınlarının, yaşam enerjisine dönüşümünün ilk basamağını oluşturmaktadırlar. Sadece enerji döngüsünde değil, günümüz bitkiler dünyasının baskın kısmını oluşturan çiçekli bitkiler, avantajlı konumlarını en çok böceklere ve dolayısıyla renklerine borçludurlar. Çünkü çiçekli bitkiler tozlaşmalarına yardımcı olacak böceğin kendi çiçeklerine konmasını, taç yapraklarının baştan çıkarıcı rengi ve kokusu ile sağlamaktadır. Hatta dikkat ediniz taç yapraklardaki renklenme ve damarlanma tıpkı hava alanlarında uçağın inmesine yardımcı olan kılavuz çizgiler gibidirler. Şüphesiz ki yaşadığımız döneme adını veren ve günümüz dünya canlılarının en büyük kısmını oluşturan böceklerde bu büyük baskınlıklarını rengarenk çiçekli bitkilere borçludurlar. Nisan, mayıs aylarında kırlara çıkan bir insanı en çok şaşırtan çiçeklerin rengarenk dansları olmaktadır. Bir şaşırtıcı tespit ise de, bitkilerin bu renk değişimini renk molekülüne küçük bir ekleme ile kolayca başarabilmesidir. Oryantal edebiyatın en önemli motiflerinden bülbülü güle tutsaklığının nedeni, onun kırmızılığında gizlidir. Bu kırmızılık, temelinde yeşil renge küçük bir eklenmeyle oluşmaktadır. Buradan dünyanın bir zamanlar tamamen yemyeşil renkle örtülü olduğunu varsaymak, bu örtünün de bu günkü renk cümbüşünün ana temeli olduğunu varsaymak hiçte yanlış değildir.
Geçen ay KM' de Mehtap arkadaşımız "Sarışın Olmak" konusunda ilginç bir yazı yazmıştı, genel olarak ta sarışın olmanın aslında zekice, ancak gizli bir planın kamuflaj ambalajı olduğu fikri ortaya çıkmıştı. Bu fikir bilimsel anlamda genelde doğrudur, çünkü insanlarda ve hayvanlarda rengi oluşturan materyaller ve yapıların merkezi sinir sitemi ile hiçbir bağlantısı yoktur. Bu canlılarda renk meydana getiren yapılar fiziksel ve kimyasal yapısına göre iki grupta incelenmektedir. Bunlardan ilki dünyamızın en göz alıcı ve çekici renklerini oluşturan yapısal renklerdir. Bu renklerin oluşumunda, gerçekte renk veren herhangi bir madde yoktur. Epidermıs üzerindeki çıkıntıların özel dizilimi, kitin maddesinin epidermis içerisinde ışığı kıracak şekilde dağılışı, yağ taneleriyle, ya da hücreler arasında su ve diğer maddelerin belirli şekilde sıralanmasıyla güneşten gelen ışınlar çeşitli şekillerde kırılarak yansıtılır. Dolayısıyla doğanın en canlı renkleri ortaya çıkar. Bir çok rengarenk böcekte, örneğin kelebeklerdeki renkler bu şekilde oluşmaktadır. İkinci renk kaynağı ise Endojen Pigmentlerdir. Bunlar canlı sitoplazmasında, metabolizma ya da metabolizma artıklarıyla meydana getirilir. Bu gurubun en önemlisi hemoglobinin yıkılmasıyla ortaya çıkan artık maddelerden meydana gelir. Yani canlının kendi hücreleri içinde oluşur ve renkleri, sarıdan esmer pas rengine kadar gider. Bu kaynak nedeni ile vurulma ile deri altına toplanan kanın maviden yeşile, daha sonra da sarıya dönüşmesi, hemoglobinin safra boyası denen bilirubine dönüşmesinden kaynaklanmaktadır. Yine demir içermeyen otojen pigmentler, vücuttaki yağların değişimiyle oluşmuş kromolipitler ve insanın ten renginin ağırlıklı bileşeni melaninler diğer önemli renk kaynaklarıdır. Melaninler proteinlerin yıkım artıkları olup, özel enzimlerle oksitlenerek pigmentlere dönüştürülür. Bu enzimler kalıtsal şifreyle denetlendiğinden, insanda rengin oluşumu da kalıtsaldır. Bu yapı ile ilgili geni mutasyona uğrayan bazı bireylerde gerekli enzimler oluşmadığından, renk meydana gelmez ve canlı renksiz kalır. Bunlara "Albinismus (= Akşınlık)"; bireye de "Albino (= Akşın)" denilmektedir. Pigmentler insanın epitel hücrelerinde, gözün damar tabakasında bulunur; bireylerin ırkına ve kişinin varyasyonuna göre siyahtan (zenci) sarıya (çinli) kadar değişebilir. Vücuttaki ben oluşumu da bir melanin yoğunlaşmasıdır. Melanin pigmenti çeşitli ışınların, özellikle morötesi ışınların emiliminde önemli rol oynar. Bu da vücutta bir provitamin olarak bulunan ergosterinin D vitaminine dönüşmesini sağlar. Bunlara ek olarak Ommokrom, Pteridin, Ksantopteridin ve eksojen pigmenlerde renk oluşumunda etken maddelerdir.
Görüldüğü gibi sarışın ya da esmer olmanın zeka ili doğrudan bir ilgisi gözükmüyor. Ama bu renkleri doğru kullanmanın zekayı geliştirebileceği bir tahminden öte doğru bir varsayımdır.
Oryantal öğeler taşıyan alıntı bir masal ile devam edelim. Bir ülke varmış eskiden ve bu ülkede hiç ama hiç kırmızı gül yokmuş, bütün güller beyaz renkteymiş. Bir de bir birini çok seven bir kız ve bir delikanlı varmış. Birbirlerine çok yakışıyorlarmış. Kız çok güzel delikanlı ise çok yakışıklıymış. Delikanlı bu kız için her şeyi yaparmış. Kız ise bir şart koymuş ortaya:
"Bana kırmızı renkte bir gül getirirsen seninle evlenirim." Delikanlı çok üzülmüş bu şarta, çünkü hiç kırmızı gül yokmuş bu ülkede. Beyaz güllerle dolu bir bahçeye gitmiş, aramış ama yok. Sonra oradaki bir bülbüle derdini yanmış. Bülbül dinlemiş genci ve en sonunda; "Üzülme delikanlı, yarın buraya aynı saatte gel, kırmızı bir gül göreceksin. Onu al kıza götür, evlenin mutlu olun. Sen onu çok seviyorsun mutluluk hakkın.'" demiş.
Çocuk buruk halde ayrılmış oradan. Ertesi gün bahçeye gitmiş koskoca bahçe beyaz güllerle dolu yalnızca en ortada kıpkırmızı bir gül!! Delikanlı biraz şaşkın, biraz heyecanlı, biraz mutlu koşup gitmiş gülün yanına... Ama gördüğüne gerçekten çok üzülmüş. Bülbül yerde, kendini dikeniyle öldürmüş olduğu gülün hemen dibinde cansız yatıyormuş... Delikanlı,kendisinin mutluluğu için,bülbülün kanıyla boyadığı kırmızı gülü alıp kızın yanına gitmiş. Kız, arzusu gerçekleştiği için çok sevinmiş ve kendisine kırmızı bir gül getiren delikanlıyla evlenmeyi kabul etmiş. Ama delikanlı; "Benimle evlenebilmen için bülbülün ölmesi mi gerekiyordu?" diyerek oradan ayrılmış ve bir daha da hiç dönmemiş...
Bizi mutlu eden renkler, başkasının mutsuz etmemeli. Hep sevgi, hep mutluluk renkleri ve umut renkleri doldurmalı yaşamımızı. Hep bir umutlu gökkuşağı olabilmeliyiz. En son olarak ta yaşanmış bir olayı anlatarak sonlayayım. Bu sevimli yaşanmışlık, konunun bütünüyle örtüşmüyor olmasa da umudun, özverinin, sevginin ve yaşamın renklerini kucaklamaktadır. Ablasının ağır seyreden hastalığının çözümü için doktor, bu hastalığı daha önce geçirmiş olan ve kanında bu hastalıkla ilgili olarak antikor üremiş olan küçük erkek kardeşinin kanı gerekiyor dediğinde bütün gözler küçük kardeşe çevrildi. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "eğer kurtulacaksa, veririm kanımı" dedi. Sonra kanın alınması için sedyeye yatırdılar. Hemşire enjektörü çocuğun incecik koluna takarken, çocuğun yüzündeki zoraki bir gülümseme, tarifsiz bir korkuyu gizlercesine tuhaftı ve yüzünün rengi gittikçe solgunlaşıyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamış ama küçüğün gülümsemesi bile yok olmuş ve yüzündeki cıvıl cıvıl tüm renkler solmuştu. Titreyen bir sesle doktora sordu: "hemen mı öleceğim?.." Küçük, doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini sanmıştı.
Yaşamınızın renkleri asla solmasın, yaşamınızdan renkler asla eksilmesin. Hep mutluluk ve sevgi renkleriyle yaşayın. Siz sorunlarıyla grileşmiş dünyamızın gökkuşağınızsınız bunu asla unutmayın…
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
YAŞAM BİR ÇERÇEVEDE GİZLİ - II -
Belli ki alışverişten dönen kadınlar, bir yorgunluk molası vermişlerdi. Ellerindeki paketleri bankın kenarına koymuş, koyu bir sohbete dalmışlardı. Yanlarında oturan adamı uzunca bir süre fark etmemişlerdi. Sarışın kadın, çantasından bir sigara paketi çıkarttı. Kızıl kısa saçlı arkadaşına paketi uzattı. Kızıl saçlı kadın ikram edilen sigara paketinden bir sigara aldı ve sigarayı ağzına götürerek beklemeye koyuldu. Sarışın kadın adamı farketmişti. Elinde tuttuğu çakmağını yaktı, ama sigarasını yakmadan önce adama dönerek.
- Amca, müsadenizle sigara içeceğiz, rahatsız eder miyiz? diye sordu.
Adam, önce kadının kendisi ile konuştuğunu anlamadı. Daha sonra kadının söylediklerini anladığında ise yavaş yavaş başını hareket ettirerek,
- Yok, yavrum hiç rahatsız olmam. Yıllarca bende içtim. Zaman zaman sıkı bir dost, son zamanlarda da hain bir düşman oldu benim için. Ama üstesinden geldim. Ciğerler sizin.
Kızıl saçlı kadın, arkadaşından aceleci davranarak, sarışın kadının elindeki çakmağı aldı ve sigarasını yaktı. Sarışın kadın adama doğru baka kalmıştı. Adam ise hala çerçeveye bakıyordu. Sarışın kadın
- Sağol amca, bizde zaten sıkıntıdan içiyoruz. Off hayat zor be amca, dedikten sonra arkadaşının elindeki çakmağı aldı ve sigarasını yaktı.
Kızıl saçlı kadın sigarasını derin derin nefesler çekerek içiyordu. Üflediği dumanlar sinirli bir ruh hali ile ağzından çıkıyordu.
- O kırmızı elbiseyi almam lazım, ama bu ay limitimi aştım, dedi sarışın kadına dönerek.
- Bence bugün o kadar çok şey aldık ki, akşam eve gidince bayağı gürültü kopacak, diye karşılık verdi sarışın kadın.
Aralarında uzunca bir süre konuştular. Yaptıkları alışverişten, herşeyin artan fiyatlarından, çocukların okullarından...
Yaşlı adam, elindeki çerçeveye bakarken konuşulanlara kulak misafiri olmuştu. Kadınlar tam ikinci sigaralarını yakmaya kalkışacaklardı ki, elindeki çerçeveyi hafifçe yüzüne doğru yaklaştırdı ve kendi kendine
- Hayat değişmeden sürüp gidiyor işte, dedi.
Sarışın kadın, adamın kendi kendine mırıldandığını fark etti. Sigara paketini çantasına koyarak, adama doğru döndü.
- Amca, kusura bakma bize bir şey mi söyledin? dedi.
- Yok, kızım kendi kendime konuştum, diye cevapladı yaşlı adam.
Sarışın kadın gözlerini çerçeveye dikti, önce çerçeveye, sonra adama bakarak,
- Amca, neye bakıyorsun sen? diye sordu.
Adam, çerçeveyi kadının ellerine tutuşturarak,
- İstersen, benim ne baktığımı sen de görebilirsin. İyice bak, orada gördüğün senin için en önemli şeyi tarif et bana.
Kızıl saçlı kadın, bu garip ihtiyarın söylediklerine bir anlam verememişti, arkadaşının kolundan çekiştirerek
- Aman şekerim, ne yapıyorsun sen, adam belli ki biraz...
Eliyle delirmiş işareti yaparak, arkadaşına sinirli bir şekilde baktı.
Sarışın kadın, arkadaşını dinlemiyordu bile. Büyülenmiş bir halde çerçeveye bakıyordu. Önce çerçevenin altın rengi gözünü almıştı, sonra elini çerçevenin her köşesine dokundurdu ve adama dönerek,
- Benim burada en çok dikkatimi çeken uzun saçlı kadın oldu, dedi.
Adam, sarışın kadına bakarak,
- Ben de öyle tahmin etmiştim, dedi ve peki o sana ne anlatıyor? diye devam etti.
Sarışın kadın, yanında huzursuz şekilde ayaklarını sallayan arkadaşına aldırmadan, çerçeveyi kendine doğru biraz daha yaklaştırdı.
- Genç ama biraz yorulmuş. Çevresindekilerin baskısından bunalmış bir hali var. Üzerindeki giysiler ona hiç yakışmamış. Belki daha renkli bir şeyler giyseydi yüzü daha aydınlık görünürdü. Sanki canı birşeylere sıkkın gibi, ama bunu söyleyemiyor. Onu dinleyecek kimse yokmuş gibi bakıyor gözleri, dedi sarışın kadın.
Sonra arkadaşına dönerek,
- İstersen birde sen bak, belki senin de aynı kadına takılır gözün, diye çerçeveyi arkadaşına uzattı.
Arkadaşı sinirli ses tonunu değiştirmeden,
- Benim böyle oyunlarla kaybedecek vaktim yok, haydi kalk gidelim, daha evde yapacak bir sürü iş var, diye yanıtladı arkadaşını.
Kızıl kadının bu sinirli ve gergin hali yaşlı adamın hoşuna gitmemişti. Sert bir hareketle çerçeveyi sarışın kadının elinden aldı.
- Bakmak istemeyeni zorlamanın gereği yok, hem madem işiniz varmış, dedi sarışın kadına.
- Ama benim daha söyleceklerim vardı, dedi sarışın kadın.
- Gördüklerini unutma, aklına geldikçe kendi kendine hatırlat, dedi sarışın kadına.
Sonra ağır ağır devam etti, kızıl kadına dönerek,
- Bakmayı, görmekten ayırt etmek için önce kendine dön, gerçek dostlukların kıymetini bilin kızım, dedi.
Kızıl saçlı kadın, tüm paketleri eline aldı ve sinirli bir şekilde yerinden kalkarak uzaklaştı bankın yanından.
Sarışın kadın, ellerini çerçeveyi tutan yaşlı adamın sağ elinin üzerine koydu, gözleri ile adamın kısık gözlerine derin derin baktı.
- Sağol amca, bana gösterdiklerini unutmayacağım, dedi.
Adam yine kısık sesiyle sarışın kadına,
- Sen görmek istediklerini gördün, haydi yolun açık olsun kızım, dedi.
Sarışın kadın, uzun süre gözlerini adamdan ayırmadan geri geri giderek uzaklaştı bankın yanından. Adam sol elini kaldırıp kadına el salladığında, kadın son bir kez daha adama bakarak el salladı. Sonra arkadaşının elinden paketlerin bir kısmını aldı ve bir daha arkasına bakmadan yürümeye koyuldu.
Park gitgide kalabalıklaşıyordu. Güneş kavurucu sıcaklığını yitirmişti. Okul formaları ile parkın içinden geçen öğrenciler vardı. Kimi ellerindeki çantaları kaldırımlara bırakmış top oynuyor, kimi ellerindeki sandviçleri yemeye çalışıyordu. Görünüşe göre parkın yakınında bir okul olmalıydı. Kızlı, erkekli öğrenci grupları birer birer adamın önünden geçiyordu. Kimi aralarında konuşuyor, kimi kahkahalarla gülüyordu. Yaşlı adam, önünden geçen öğrencilere imrenerek bakıyordu. Şimdi onların yerinde olmak için neler vermezdi. Herbirinin gözlerindeki neşe ve heyecanı kendi yüzünde hissetti. Yaşlı eliyle dokunduğu buruşuk yüzündeki gülümsemeyi sonsuza kadar saklamayı isterdi. Hala elindeki çerçeveyi sıkı sıkı tutuyor, bakışlarını ondan ayırmadan kendi kendine birşeyler mırıldanıyordu. Çok geçmeden yanına iki erkek çocuk oturdu. Belli ki okul giysilerinden sıkılmışlar, biri kravatını gevşetmeye çalışıyordu, diğeri ise çoktan çıkarmış ve cebine özensizce tıkıştırmıştı. Adam yanına oturan bu genç insanlara gülerek selam verdi.
- Merhaba çocuklar, okuldan mı çıktınız? diye sorarak onlarla konuşmayı başlattı.
Kıvırcık saçları ve yeşil gözleri ile hemen göze batan hafif toplu olan çocuk kocaman gülümseyerek,
- Evet amca, okuldan geliyoruz. Eve gitmeden biraz soluklanalım dedik, daha çok yolumuz var.
Çocuğun tombul yanakları konuşurken kızarmıştı. Hala gevşettiği kravatı ile oynuyordu, bir türlü boynundan çıkaramamıştı. Zayıf ve esmer olan arkadaşı söze devam etti.
- Ya amca, bütün gün okuldaydık. Eve gitmeden şöyle bir nefes alalım dedik.
Her ikisi de yaşlı yabancıya içten cevaplar vermişlerdi. Adam çocukların bu cana yakınlığı karşısında bir parça duygulandı. Çocuklar da adamı ilgiyle inceliyorlardı. Çünkü yaşlı adam elindeki çerçeveyi sıkı sıkı tutmaya devam ediyordu. Esmer olan daha fazla dayanamadı ve
- Amca, o elindeki çerçevede ne var?
Yaşlı adam çocuğun bu olağan merakına kısık sesiyle cevep verdi.
- Bu mu? Eski bir hatıra, öylesine bakıp duruyorum. Ya sen, sen de bakmak ister misin?
Tombul çocuk hemen araya girdi.
- Amca, ben de bakabilir miyim? Çok merak ettim valla.
Adam çerçeveyi göğsüne doğru yaklaştırdı ve çocuklara dönerek,
- Aranızda anlaşın, ancak birinize gösterebilirim, gören diğerine anlatsın, dedi.
Çocuklar bu meçhul yaşlı ihtiyarın elindeki çerçevede ne olduğunu iyice merak etmeye başlamışlardı. Aralarında kısa bir süre tartıştılar. Daha sonra tombul olan hiç beklenmeyen bir tevazu ile arkadaşını göstererek,
- O baksın amca, ilk o sordu ne var diye, ben bakmayacağım, dedi.
Bir çocuktan beklenmeyecek bir vazgeçişle arkadaşını işaret ediyordu. Yaşlı adam çocuğun bu olgunluğuna hayli şaşırmıştı.
Daha sonra tombul yanaklı çocuk arkadaşına dönerek,
- Şimdiden söz ver ama, gördüğün herşeyi anlatacaksın.
- Söz, tamam bak amca şahit, diye yemin etti esmer çocuk.
Yaşlı adam, kendi aralarında uzlaşan çocukların konuşmalarını büyük bir sukunet içerisinde dinliyordu. Esmer çocuk arkadaşına teşekkür ettikten sonra, yaşlı adamın yanına yaklaştı.
- Ee peki o zaman bak bakalım, aranızda anlaştığınıza göre, dedi yaşlı adam.
Sonra elindeki çerçeveyi çocuğun dizlerine bıraktı. Bir eliyle çocuğun altın renkli çerçeveyi tutmasına yardım ediyor, bir yandan da eliyle çocuğun başını okşuyordu.
- Bak bakalım delikanlı, bak ve bana orada gördüğün en beğendiğin şeyi söyle.
Çocuk bir adama, bir çerçeveye bakıyordu. Tombul arkadaşı ise gözlerini yere dikmiş elindeki kravatı ile oynuyordu. Çocuğun şaşkınlığı karşısında, adam sakinliğini bozmadan sözlerine devam etti.
- Bana orada gördüğün şeyi tarif et.
Çocuk hala şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Yaşlı adamın yüzüne bir daha baktı. Sonra gözlerini çerçeveden ayırmadan konuşmaya başladı.
- Ben burada gördüğüm şeyi çok iyi tarif edemeyeceğim galiba. Bir yüz var dikkatimi çeken. Gözlerini bana dikmiş. Belki benim yaşlarımda, belki daha küçük bir çocuk var. Sanki annesi babası onu terk etmiş gibi buruk bakıyor. Çok mutlu değil yüzü, üstü başı kir pas içinde. Ama kimse onunla ilgilenmiyor ki....
Çocuk devam edemedi, elindeki çerçeveyi adama uzatarak banktan koşarak hızla uzaklaştı.Arkadaşı şaşkın bir şekilde arkasından bakakaldı. Kalkarken cebinden düşürdüğü kravat adamın ayaklarının üzerine düşmüştü. Adam bir eliyle kravatı aldı ve tombul çocuğa uzattı.
- Arkadaşının arkasından gitmeyecek misin? diye sordu.
- Biraz yalnız kalsın, ben ona yetişirim, dedi.
Sonra adamın elindeki kravatı aldı ve soran gözlerle adama baktı. Ama ne soracağını bilemiyordu. Durdu, uzunca bir süre başını iki yana salladı.
- Amca, sen onun orada ne göreceğini biliyor muydun? diye sordu yaşlı adama.
Yaşlı adam biraz çocuğa yaklaşarak konuşmaya başladı.
- Aslında ne göreceğini tahmin etmiştim ama bu kadar üzüleceğini bilmiyordum, dedi sonra ekledi,
- Ya sen bakmak istemez misin? diye sordu çocuğa.
Çocuk başıyla hayır işareti yaparak,
- Ben de üzülmek istemem, dedi. Sonra ayağa kalktı.
- Ne o gidiyor musun? diye sordu adam.
- Arkadaşımı daha fazla yalnız bırakmayayım, haydi bana müsaade amca, diyerek adamın yanından uzaklaştı.
Arkası Yarın
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
BAYKUŞ : Okay İmrek PASLI ÇİVİ |
|
"Bir güz sabahı, yüreklere yağar oldu felaketlerin en büyükleri. Acımasızlık sardı tüm dünyayı, sahte bir merhamet duvarı arkasında, her gün de ortaya çıkan bir vurdumduymazlık ormanı. Teselliyi bulutlarda buldu fırtınada kendini kaybetmiş çocuk, sığınacak bu orman ise hiç güvenli değil. Merhamet duvarını tırmansa belki ; ama belli ki duvar tırmanılacak kadar sağlam değil ki…"
Evet, bu dizeleri yazarken uyuyakalmışım sıcak yatağımda bir gece vakti. Aslında bu dünya masalını esas alırsak hepimiz hergün kendimizi bu şekilde yargılıyoruz. Ruhlarımızın tiz sesi bedenlerimize çok gür bir şekilde yaptıklarımızın ve en çok da yapamadıklarımızın bize derinliklerde biryerde ne gibi izler bıraktığını hatırlatır gibi her gece bilincimizin şalterini bir kez daha indirmeden önce. Bu suçun en büyük cezası da her gece derinlerde yaşadığımız o büyük acı aslında, sabahı, öğleyi, hep aynı sevimsiz maskelerin sahipleriyiz ya hepimiz, akşamıın karanlığında kimse bizi göremez diyerek karanlığa sığınıyor ve maskelerimizi çıkarıyoruz. Bir maskeli baloda sevdiği kişiyi, eş ruhumuzu bulmaya çalışıyoruz ama kendimizden geçmişiz başkalarının gölgelerinde yarı gizli mahremiyetimizi küçücük ekranlarda maskeler ardındaki diğer insanlara sergiliyoruz. Belli ki çok yorulmuşuz,gözlerimiz o kadar kapanmış ki aslında kendi mahremiyetlerimize sahip çıkamayacak kadar kör olmuşuz. Tek çareyi bir başkasınınkini izleyerek eğlenmekte bulmuşuz.
Aslında klasik olanı anlatmak o kadar klasik ki ; anlatırken birbirimize klasikleşmiş gerçekleri, öfkeyle kelimeleri kusar olmuşuz. Bu maskelerden birbirimizi göremez olmuş ve göremediğimiz sevgilerimizi unutmuşuz. Bizler artık gerçekten sevemeyiz, çünkü sevgiyi unutmuşuz.Büyük şehrin casinosunda bizler sistemin duygusuz kumarbazlarıyız.
Ben artık görüyorum ve artık taktığım bir maske de yok. Mutuluk sadece yüzümün artık kendime ait olduğunun ve yaşayan diğer insanların ne tür maskeler taktığının farkındalığı. Uykularımda da görüyorum artık . Bir paslı çivinin üzerinde uyuyorum hergece ama her şeyin farkına varmanının sorumluluğuyla… Huzurlu… Bir rahip gibi…
Okay İmrek
Yukarı
|
Seyir Defteri : Ömer Karayılan |
AYA BAKAN
Penceresi aya bakan bir oda. Hepsi hepsi bu. Çok şey istemiyorum. Ha, bir de mümkünse, ay döndükçe pencere de- yahut oda- onunla birlikte dönsün.
Tabii ki, bir de göl olmalı pencerenin önünde. Öyle ya , ay ışığı hangi sularda yıkanacak, yakamozlanacak. Aya hep pencere önünden bakacak değilim ya. Bazı geceler göldeki iskeleye yürüyüp, oradan ayaklarımı sarkıttığım suda yakamozu bozabilmeliyim, muziplik adına. Ne yani göldeki yakamoza tek müdahalem ona bakmaktan ibaret mi olmalı ? Hem sadece bakmakla iletişim kurulamıyor ki. Öyle olsa, -affedersiniz- öküz ve tren de vuslata ererdi.
Bazı geceler iskelede şiirlerimi kendi sesimden okuyup kendi kulağımla dinlemeliyim ki,ağzımdan çıkanı kulağım duysun ve de cümle kurbağalar sussun.
Bakın,fazla şey istemiyorum -size öyle gelebilir- ama, oda ve göl arasında mutlaka birkaç sıra ağaç ta olmalı ki dekor tamamlansın. Çünkü bazı geceler odanın önündeki verandada - veranda istediğimi de söylemiş olmalıyım- evet, verandada oturup Itrî 'yi, Dede Efendi'yi ya da Saadettin Kaynak veya Yusuf Nalkesen'i dinlerken bir rüzgar çıkıp ağaçların yapraklarını hışırdatsa hiç fena olmaz. Sırtıma bir hırka alıp güzün yaklaştığını düşünmek, nostaljik hayallerle avunmanın romantizmi… " Ah minel aşk ve hâletihî / Ahraka bi kalbi hararatihi "
Ağaçlar dedimse, öyle pahalı akajular, tropikal şeyler falan değil. Basbayağı bildiğiniz kavak. Olmadı, selvi de işimi görür, söğüt de.
Görüyorsunuz ya, hayattan çok şey istemiyorum. Sade zevklerim var ve bunlar bana yeter.
Bunları, evet evet, sadece bunları verin bana.
Olmaz mı diyorsunuz. Peki kuzum ne istememi isterdiniz, siz söyleyin. Mesela barış mı istemeliyim sizin gibi ? Hatta şöyle Dünya Barışı diyelim de fiyakalı olsun. Ama ne zaman barış sözü edilse uykularım kaçıyor. Çünkü epeydir, ne zaman birileri dünyaya barış getirmekten söz etse, görüyorum ki bir sürü ağlayan anne ve sakat çocuk mevzuya kenar süsü oluyor.
Peki, tamam,vazgeçtim, sizin gibi düşüneyim, dediğiniz olsun ; " Hayattan beklediğim tek şey sevmek ve sevilmek." Tamam,böyle diyelim. Ama sizin sevgileriniz korkutuyor beni. Neyi sevseniz, bu onun mahvı oluyor, yalan mı ? Mesela siz hayvanları da seversiniz, doğayı da, değil mi ? Bunun için mi kökünü kurutuyorsunuz. Ayrıca siz kadınları ve çocukları da çok sever, değer verirsiniz değil mi ? Yalnız anlamadığım şu ; bir şeyi bu kadar sevdiğinizi söyleyip, sonra böyle hırpalamayı nasıl beceriyorsunuz ? Yani, emeğini ve bedenini sömürüp, posa haline getirdiğiniz insanları düşündükçe…
Efendim, dilim fazla mı uzadı ? Tamam, susuyorum, susacağım. Yalnız, suskunluk ve sessizlik için, penceresi aya bakan bir odaya ihtiyacım var.
Ömer Karayılan
Yukarı
|
Kahvecigillerden : H.Anıl Analan |
Hatıra Unutma Merkezi -III-
Muzaffer akşam evinde televizyonda bu haberleri izlerken bir yandan elindeki karta bakıp "Nasıl hatırlıycaz?" diye kendi kendine soruyordu , bir yandan da gülüyordu.
Aniden kapısı çaldı , gelen ağabeysiydi.
-Muzaffer duydun mu oğlum? Herifçioğlu senin anılarını da yakmış.
-Duydum ağabey , ne olmuş yani?
-Ne bileyim.
-Gel oturalım ağabey.
-Yok sağol , yengen bekler , ben gidiyorum , geçerken bir uğrayayım yüzünü göreyim dedim.
-Sağol ağabey , haydi kal sağlıcakla.
Ağabeysinin ardından , "yahu bu adam neden hiç telefon etmiyor ki?" diye söylendi.
Sonra gidip radyoyu açtı , bir içki aldı ve aklından karşı balkondaki kızı geçirerek içmeye başladı.Adı neydi acaba?Mutlaka öğrenmeliydi.Evet sabah işe giderken nasıl olsa hep görüyordu , gidip sorabilirdi.
Ertesi sabah , durakta , Muzaffer baygın gözlerle Selin'i izliyordu onun Selin olduğunu bilmeden.
Bir an cesaret geldi ve titrek bir sesle;
-Eeee , günaydın!
-Ayh , ödümü patlattın ayol , günaydın Muzaffer , günaydın , iki yıl sonra günaydıın!
-Efendim?Adımı nereden biliyorsunuz?
-Offf Muzaffer , bu kadar samimi durma , haftaya nişanım var , belki gelmek istersin.
-Ne?Fakat ben anlayamadım?
-Tamam tamam yok birşey , otobüsüm geldi zaten , haydi iyi günler , iki yıl sonra , hah haha haha ahaha!
Selin ve daha birçok kimse , Muzaffer'in geçirdiği operasyondan habersizdi.Selin , Muzaffer'in bu davranışlarını haftaya nişanlanacak olmasına ve Muzaffer'in de bu haberi üçüncü şahıslardan duymuş olmasına yormuştu ama onun için zaten iki yıl selam almadıktan sonra Muzaffer yok gibi birşeydi.
Muzaffer , "Hay aksi nişanlanıyormuş , bizdeki şansa da bak." diye içinden geçirdi ama ismini bilmesi de bayağı tuhafına gitmişti , aslında biraz biraz anlamaya başlamıştı ama anlamak istemiyordu.
Hele kız otobüse binerken "iki yıl sonra" diye bağırınca Muzaffer'in beyninde iyiden iyiye tayflar oluşmuştu.
Muzaffer , o gün işyerinde bayağı durgun ve düşünceliydi.Bu hali iş arkadaşlarını bile şaşırtmıştı , hoş eskiden de böyle gezinirdi ama iki yıldır Muzaffer çok neşeliydi.
O akşam eve giderken bakkala uğradı ve sigara aldı.Sigara alırken bakkal Kazımla biraz sohbet ettiler.
-Lan şansa bak , haftaya nişanlanıyormuş kız.
-Hangi kız?
-Bizim şu karşıdaki evde oturan kız.
-Selin mi??
-İsmini nereden bileyim canım?
-Ağabey tabii sen de haklısın , seni az koşturmadı peşinden , neyse hayırlısı olsun diyelim.
-Ne diyorsun yahu?Ben bu kızı tanımam etmem.
-Ne? Ağabey sen iyi misin?Ben buranın esnafıyım yıllardır , sizin çocukluğunuzu bilirim.
-Tamam da Kazım ağabey , benim bu kızla ne işim olur , ömrümde görmemişim etmemişim son iki üç aydır ilgimi çekmeye başladı?
-Tamam tamam al ben sana iki şişe bira veriyim , yoo para istemez , bunlar benden.
-Eh iyi peki , hayırlı akşamlar.
-Sağol canım benim.
Muzaffer o akşam biraları içerken , kütüphanesine gidip bakmaya karar verdi.
Bir sürü eski ders kitapları vs. kütüphaneden taşıyordu.Bunları ayıklamaya karar verdi.
Ayıklarken bir defter buldu , arasından Selin'in resmi çıktı.Tam bir yıkımdı yaşadığı.
Birden aklına "H.U.M" geldi ve taşlar bir bir yerine oturmaya başladı.
Ona yazdığı şiirleri okudu , hepsini çok beğendi , Selin'in resmine baktı , deftere baktı , sonra bir kutu buldu o kadar hengamenin arasında.Kutunun içinde mermileri sürülmüş bir altıpatlar vardı.Altıpatları ve Selin'in resmini alıp salona geçti ve ikisini de masanın üstüne koydu.
Mutfaktan bir bira daha aldı , iyiden iyiye sarhoş olmuştu , bu birayı da yudumlarken gidip radyoyu açtı.
Ve Muzaffer'in gözleri Selin'in resminde , eli altıpatlara doğru giderken radyoda Mirkelam'dan "Unutulmaz" çalıyordu.
"Tüm doya doya sevemediğim ve unutamadığım sevgililerime"
Bitti
H.Anıl Analan
Yukarı
|
Temmuz ayında İsveç-Norveç sınırında bir kaç günlüğüne bu manzaraya şahit olmak mümkün. Güneş hiç batmadan gölün çevresinde 360 derece dolanıyor.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.237 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
kül tadı
evet madam
yine kül tadı bir sabah
vesikalı vesikasız neonların
hacamat ettiği yüreğimle
sokak ölülerine basarak
dönüyorum eve
bir eli yakamda yaşamın
ötekinde kırbaç
hüzünlü boşluklara sığındım
nemli duvarlar kustu acımı
belalısı oldum
yosun kokulu kadınların
alkole batmış yüreği kıraç
bir fahişenin terli kasıklarında
sabaha dek sürdü
kendimi arayışım
tekin değil dilim madam
beni bir bardak suda boğan öfkemin
geçmişi var
çöplüğünüz olmadan daha
yatmadan yosma yatağında
tenime değmeden kiralık ten
beni kirleten
bende biriken sizsiniz
zulamda suret yerine taşıdığım
ihanetsiniz
Emre Gümüşdoğan
Yukarı
|
Bekle ki deniz yükselsin!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.suryaniler.com/yazarlar_yusuf7.asp
...Artık çevresindeki olayları algılayabilecek yaşa gelmişti. Etrafında varolan şeylere yakınlaşıp onları tanımaya, onları sevmeye çalışıyordu. Dünyaya geldiği günden beri yanında olan çok sevdiği babası dışındaki insanları da tanımak istiyordu artık. Baba yetişkin yaşının vermiş olduğu olgunluk ve tecrübeyle oğlunun bu arzusunu hissediyor ve bu isteğinden dolayı tedirginlik yaşıyordu...
http://www.bizimi3.com/ahmethasimoteli.php?sid=1&yad=2208
...Sezar şahane bir tavuk yiyor. Tabi o zamanlar portakallı ördek yok, “Ördek var da portakal yok.“. (Osturyalı ünlü düşünür Çevren Bayarsakaç, Evrişim adlı kitabında bu gerçeği açıkladı ve Göbel Ödülü aldı.) Sezar da tabi yok beşamel sos, yok karamelli pirinç taneli çikolatayla marine edilmiş frambuazlı permasan peynirli civciv falan yiyor. Bolu'nun ustaları o zamanlar da çok meşhur, biri kalkıyor Roma’ya gidiyor...
http://www.gata.edu.tr/kutuphane/Kitap_Ozetleri/insanlik_tarihinda_buyuk-yalanlar.htm
Böyle bir kitap var. Tarihte var olduğuna inandığımız bir çok yer, kişi ve olay hakkında aldatıldığımızı iddia ediyor. Duy da inanma ...Herotodos : Tarihin babası olarak bilinir.Aslı şudur, doğru ve yanlış duyduğu herşeyi yazar, başkalarının metinlerini kendisininmiş gibi sunar... Buyrun burdan yakın.
http://www.gag.web.tr/
Gülmeye ihtiyacınız varsa buyrun size bir alternatif daha: ...Şimdi öncelikle şunu bilmemiz lazım ki erkek milleti, içinde “seks” kelimesi geçen her türlü vaziyete yoğun memnuniyet halinden sempatiye değişen olumlu tepkiler verirken, sonu “seksüel” ile biten her türlü kelimeye kıldır. Hele ki genlerinde dünyayı titretmiş nice padişahın, pehlivanın, koçyiğitin kromozomlarını taşıyan şanlı Türk milletinin erkekleri için sonu “seksüel”le biten her türlü kelime “puşt gibin, i.ne gibin” anlamında çağrışımlar yarattığı için kıllık seviyesi bakımından “kendisine kullanılırsa namus meselesi” olabilecek bir durum teşkil eder...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
|
|