|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 471 |
29 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Hayırlı Olsun!.. |
İyi haftalar,
Seçim öncesi bağırdık çağırdık ama şu an herşey sütliman. Demokrasinin temel unsurlarından biri olan çoğunluk kararını saygıyla karşılamaktan başka yol yok. Vatanımıza milletimize hayırlı uğurlu olsun. Şimdi her köşebaşında biri bu sonuçları yorumlayacak, kimilerinin alması gereken dersleri haykıracaktır. Biz de bir köşenin başında olduğumuzdan ufak tefek yorum yapalım artık. Öncelikle sonuç sürpriz olmadı. Umutlar farklı olsa da mantık böyle olacağını fısıldıyordu. Hatta farkın daha da açılacağını bile söylüyordu. Bir kere AKP'yi göreve getiren seçmen artan oranda güvenoyu verdi ve krediniz devam ediyor dedi. Ama potaya 2 yeni partiyi sokarak büyüyen burunlarını türpülemeyi de ihmal etmedi. Artık meclis dışında olsa da, iktidarın karşısında iktidarsız bir tek partilik muhalefet yok. Aklını başına devşirmesi gereken bir eski ile 2 yeni muhalefet partisi olacak. AKP bundan gerekli dersi çıkaracaktır. Ama ders çıkaracağından şüphede olduğum bir parti daha doğrusu bir lider var ki, o beni karamsarlığa itiyor. Bu seçimin tek kaybedeni var bana göre o da müzmin muhalif lider Baykal. Yarın sabah tası tarağı toplayıp siyaset sahnesinden bir daha dönmemecesine gitmezse, birileri onu fena götürecek söyleyeyim. Kendi seçim çevresinde bile yediği tokatı sineye çekip koltuğa yapışırsa yazıklar olsun ona. Merkez solu sahipsiz bırakmayı başarabilmiş bu basiretsiz adamı ben artık siyaset arenasında görmek istemiyorum. Merkezin sol tarafındaki bu zafiyet memleketteki her türlü dengeyi bozacak boyutlara gelmiştir. Bu sonucu bir şans olarak değerlendirip, yeniden yepyeni bir imajla umut olarak bir sonraki seçimlere kadar ayağa kalkmalılar, yoksa vay halimize.
Kıbrıs görüşmeleri seçimin gölgesinde kaldı. Bugün başbakanlar düzeyinde toplantıya geçilecek. Her iki başbakan da seçimlerden zaferle çıkmış halde yılların sorununu çözmeye çalışacaklar. Her ikisinin de eli sağlam kendince. Görüşmeler çok ilginç geçecek. Haydi hayırlısı. Seçimleri yorumlamaya, neden sonuç ilişkilerini ortaya koymaya gene devam ederiz. Hepinize güzel bir çalışma haftası dilerim. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
DARALAN ÇEMBERLER VE PASTORAL EFEMER
"Hoş geldin bebek,
Yaşama sırası sende"
Küçücük bir Anadolu köyünde doğmuşum. Daha altı aylık bile değilken, sevgili babamın Antalya'da memurluğa başlaması ile yaşam çizgimin ilk maratonunun startı o gün verilmiş. Hatta ismimi babamın başarılı olduğu sınavı yapan genel müdürün isminden almışım. Karanlık dönemimden sonra ilk hatırladığım renkli anılar köyümüzün o an sınırsız gelen çayırlıklarında yaşıtlarımla deliler gibi koşarak oynadığımız oyunlardı. İşte yıllar sonra "pastoral" rumuzunun kullanmamın gerçek nedeni bu galiba. Çünkü gönlüm hep o çayırlıklar gibi uçsuz, bucaksız kaldı. Efemer'e sonra geleceğim.
Hızlı büyüme grafiğim taşındığımız yeni yerler ile birlikte, yaşamımın olağan evreleri içerisinde ilginç yükseltiler, durağanlıklar oluşturuyordu. Ne gariptir ki, geçmişime ait aklımda kalan üç beş hatıranın çoğu da özellikle yaz tatillerinde ve bayramlar da yaşıtlarımla oynadığım oyunlara ait. Son yıllarda eğitimcilerin, ilköğretimde bilgilerin oyun şekilde verilmedeki ısrarlarının referans noktası bu olsa gerek. Hep beraberdik, yakın zamanlarda sünnet olduk, beraberdik yazlık sinemalarda, maç kuyruklarında, çizgi roman satış alanlarında, körebelerde, saklambaçlarda, elim sendelerde. İnanılmaz çoğul şenliklerdi yazlarları kurulan panayırlar. Yaşam oyundu, yerinde duramamaktı, Zagor'du, Tarkan'dı, Karaoğlan'dı, Radyo Tiyatrosuydu, sapandı, bir an önce büyüme istekleriydi. Ergenliğin sorunlarını yalan yanlış hep birlikte çözmeye çalıştık. Birlikte büyüyorduk, oyunlarımız da büyüyordu. Peki büyüyünce bizi hangi oyunlar bekliyordu ?.
İlk ayrılığı Eskişehir'de yatılı okulu kazandığımda tattım. O günden sonra ayrılıklarla dolu yaşadım. Sıla hep uzaklarda, kar altında bacasından incecik duman tek katlı bir ev olarak kaldı, tıpkı kalbimin içine kazınmış yaldızlı bir kış kartpostalı gibi. Her ne zaman ayrılık kelimesini duysam boğazıma bir şeyler düğümlenir, kalbimde incecik bir sızı başlardı, inanın hala daha öyledir. İzbe, nemli, kirli kalabalıkları ve yolcu otobüslerinin motorlarından daha yorgun personelinin asık suratlarıyla otogarlar, hep en sevmediğim insansı yaşam alanları olmuştur. Özlemse annemin sıcacık kucağı, yılları umutla taşıyan bembeyaz elleri, ak düşmüş saçları, babamın gözlerinde gizlediği şefkat ve kardeşlerimin et tırnak bağlılığıydı. Hep ilerliyordu yaşam, durmaksızın. En büyük problemim yatılı okulun çoğul dünyasındaki yalnızlığım ve bitiremediğim sıla özlemiydi. İlk kez aşık oldum. Çekik gözlü bir tatar kızı gönlümü çaldı, o da beni seviyor. Love Story filmini birlikte seyrettik. Cahide hala temsil ettiği insan yoluyla en çok sevdiğim isim oldu ve hala bu ismin sahibesi sisli gönül vadimde solmamış bir kırmızı gül olarak durmaktadır. Aşk ne tür oyundu tanrım, bir türlü vazgeçilemiyordu. Parlak renkli günlerimizde çizgi romanların yerini yavaş yavaş dünya klasikleri alıyordu. Gazap Üzümleri'nin sonunda kadının sütünü emzirtmesinde yazar neyi imgelemekteydi ? Madam Bovary'nin kalbindeki söndüremediği ateş ne ola ki ?
Öğretmenlik yada diğer resmi görev günleri, askerlik, evlenme davetleri, ilk çocuklarımız da hep yakın tarihlerde oldu. Çocukların ilk okul günleri, LGS sınavları bile hep çok yakın zamanlarda gerçekleşti. Cahit Sıtkı'nın 35 yaşını geçtik, teri soğumamış doru bir at hızıyla. Nefesimiz, kaslarımız güçlüydü. Yaşama karşı güçlüydük. Başımızdaki sevda yelleri durgunlaşmış, kalbimizdeki sevgi pastası üç dört değişik paylara bölünmüştü. O günlerde tanık olduğumuz, bu dünyadan çekip gitmeler ilk kez dikkatimizi çekmeye başladı. Çünkü bu olayları çocukluğumuzda beni duymak ta yada duymaktaydık. İlgimizi "ölüme" yöneltmemizin belki en önemli nedenlerinden birini, şüphesiz bu gerçeğin acımasız ve duraksız tırpanını taşıyan kara kuşların bizim dışımızdaki çemberde yer alan kuşağın başında hızla dönmeye başlaması oluşturmaktadır. Altmışlılar ile iki binliler kuşakları arasında kalan bizlerin dedeleri, nineleri toprakla karışması süreci çoktan tamamladı ve sadece bazı ilahlarımız değil, dayıları, halaları da dünyadan bir bir çekilir oldular. Elvis, Barış, Cem… Ne gariptir ki, bizlerin üreyerek oluşturduğu çember dışa doğru büyüdükçe geometri kurallarını alt üst edecek şekil daralmakta, hatta tükenmektedir. Durgun suya atılan bir taşın oluşturduğu halkalardan önce hangisi yok olmaktadır ? Peki nedir bu daha dün hep birlikte çember arkasında seğirtirken, ağaçlara tırmanırken, kız peşinde koşarken, yaşam kadar gerçek, durdurulamayan, bulunduğumuz çemberi daraltan ve sonuçta yok eden ?
"Dönülmez akşamın ufkundayız artık, vakit çok geç,
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç.."
Öğrencilerimin yanıt vermede zorlandıkları konulardan birisidir, "bir amibin ya da herhangi bir hücrelinin ikiye bölünmesiyle ölüp ölmediği ya da bu olayın bir hücresini vererek yeni bir canlı oluşturan daha sonra metabolik faaliyetlerini bitirerek yaşamdan çekilen çok hücreliden ne kadar farklı olduğu ?" Burada sorgulanan, tek hücrelinin bölünerek genlerini taşıyan iki canlıya dönüştüğü ve ortamdan eksilen bir vücut olmadığından bir anlamda ölümsüzlük olarak nitelendiğidir. Bunun tek hücresine genlerini sığdırarak, onunla yaşamda belirli bir oranda temsil edilen çok hücreliye ne tür bir tanım getireceğimizdir.
Yaşam her nasıl tanımlanırsa tanımlansın, mavi gezegen denilen dünyamızda tüm renkleriyle sürmektedir. Bu güzelim dünyadaki hücre denen yapı birimlerinden oluşan her canlı belirli bir yaşam uzunluğuna sahiptir. Hücrelerin yaşamları da ya bölünmekle ya da fizyolojik ölümle belirli bir nihayete ulaşmaktadır. Tekrar sorumuza dönelim bir terliksi hayvan 20 senede 12.000 döl vererek, belki de yaşamasına devam etmektedir. Bölünmeye hazırlanan amibin sitoplazmasından bir miktar kesilirse yine büyümeye ve yaşamaya devam eder ve bu eylem kuramsal olarak sonsuz sürebilir. Bu durumda, cevap birhücrelilere ölüm yoktur şeklinde olabilir. Ancak bölünen organizmanın dünya üzerindeki varlığı bitmiştir ve genlerinin bir kısmı bir başka devam etmektedir. Yine kabuklu birhücreliler, bölündüklerinde kabuklarını atarak, hayvanlar aleminde ilk defa bir ceset oluşumunu meydana getirir.
Çok hücrelilerde vücut hücreleri, yani soma hücreleri, o tür için belirlenmiş yaşam süresinin sonunda ölmeye mahkumdur. Fakat eşeysel hücreleri, yumurta ve sperma aracılığıyla, yeni bir bireyin meydana gelmesine ve canlılığın onlara aktarılmasına neden olur. Eşey hücrelerinin ölümsüzlük potansiyeli, yaşamın sürekliliğini sağlar. Konunun başlığında verdiğimiz "ölüm" sözcüğü bu durumda soma hücreleri için geçerlidir. O halde ölümsüzlük bir hücreliler, kadar çok hücrelilerin üreme hücreleri içinde geçerlidir sonucu hiçte bir tahmin olamaz.
Bizim dışımızdaki canlıların büyüme hücreleri düzeyinde bu dünyayı işgal sürelerine bakarak, çemberin daralma şekli ve nedenleri üzerine kafa yoralım. Yaşam uzunluğu türlere göre büyük değişiklikler göstermektedir. Balinalar 300-400, kaplumbağalar 300-350, filler 70-90, atlar 40-45, sığırlar 20-25, köpekler ve keçiler 12-15, tavşanlar 5-7, sıçanlar 3, tavuklar, ördekler 20, atmacalar, puhular ve papağanlar 60-100, sazanlardan bazıları 60-80, yayınbalığı 100, karıncaların kraliçesi 12-30 sene yaşadıkları halde eklembacaklıların ömürleri genellikle günle ölçülür. Hatta Efemerler (=birgünsinekleri) son deri değiştirmeden sonra ancak birkaç saat, en fazla bir gün yaşar. Bir efemer için o gün ne kadar özeldir, kim bilir. Kendinden sonra yaşam bulacak yumurtaları, özenle tek tek bırakır. Belki bir annenin mağrurluğuyla tek tek öperek , yumurtanın içinden çıkacak kurtçuk yavrularına yaşam dileklerini sunar. Gün kararınca sessiz sedasız yere düşer. Rüzgar bir yerlere savurur cansız bedenini ve sabah bir kuşun gagası, yeni bir kimyasal döngüye başlangıç oluşturur.
Her canlı için mutlak sona geçmeden, son çembere "yaşlanmaya" bir bakalım. Gerontoloji yaşlanmanın nedenini araştıran bilim dalıdır. Bilinenlere göre yaşlanan bireylerde, yapısal ve ruhsal birçok bozukluk ve zayıflama ortaya çıkmaktadır. Bu belirtileri inceleyen bilim dalı ise "Simptomatoloji"dir. Uzmanlara göre yaşlanma olayı, doğumda hatta doğumdan önce başlar ve belirli bir zamanın sonunda hızlanır. Örneğin 75 yaşındaki bir erkek, 30 yaşında sahip olduğu tat alma tomurcuklarının %64'ünü, böbrek glomeruluslarının %44'ünü, omurilikteki aksonlarının %37'sini yitirmektedir. Sinir impulsları %10yavaşlar; beyine gjden kan %20 azalır; böbreklerin süzme kapasitesi %31; akciğer]erin canlı kapasitesi ise %45 civarında azalır. Memeli hayvanların beyin hücrelerinde, protein sentezi için gerekli olan RNA miktarı azalır. Dolaysısıyla sentezlenen protein azalır. Niçin ilerleyen yaşlarda biraz daha az dikkatli, daha fazla unutkan, alıngan ve güçsüz olduğumuzun yanıtıdır bütün bunlar elbet.
Yaşlanmaya kısa bir göz atışı yaptıktan sonra "ölüm"e bakalım. Aslında, yaşlı vücutların ölümü bir seçilmedir. Çünkü bozulmuş vücuttan meydana gelecek döller, savaşma gücünü büyük ölçüde yitirmiş, güçsüz bireyler olacaktır, ikincisi, ölümle, işe yaramayan vücut ortadan kalkarken, kendisinden sonra gelecek döllere hem yer hem de daha iyi beslenme olanakları sağlanmış olacaktır. Ayrıca evrimde, çeşit değişiminin (dallanmanın) meydana gelmesi bu yolla olacaktır, insan vücudunda bazı hücreler sürekli üreme yeteneklerini korudukları halde (deri, kan, kırmızı kemik iliği ve spermatogonia hücreleri), bazı hücreler (yumurtalıkların oositleri, sinir hücreleri vs.) embriyonal gelişimin sonunda üreme yeteneklerini yitirir. Bu hücreler, bireyin yaşı ilerledikçe ölecek; fakat yerlerine bir daha yenilen konulamayacaktır. Yedi yaşındaki bir köpeğin, küçük beyin hücrelerinin 1/3'ü dejenere olur. insanda yaş ilerledikçe belleğin ve öğrenme yeteneğinin kaybolması, bu sinir hücrelerinin yavaş yavaş ölmesinden ve metabolizma artıklarının hücrelerde birikmesinden ileri gelmektedir. Buna karşılık bağ doku hücreleri (kuşlarda ve memelilerde) ve özellikle böceklerin ergin plakalarından alınan hücreler, epidermis hücreleri, uygun bir ortama ekildiğinde ya da yenilenen doku kültüründe senelerce yaşayabilir. Bu koşullarda dahi zaman zaman yaşlanmaya gittikleri görülür, ölüm sırasında, bireyin bazı hücreleri bir süre daha yaşamaya devam eder; hatta birkaç gün yaşayabilir (bazı epidermis hücreleri, ses telleri, böbrek kanallarındaki bazı hücreler). En erken ölen hücreler sinir hücreleridir. Kuramsal olarak 3 dakika oksijensiz kalan beyin hücrelerinin hepsi ölür. Fakat yapılan denemelerde, 10 saniye sonra elektriksel işlevlerinin tümüyle yitirildiği görülür. Sonuç olarak, ölüm, hücrelerin tek taraflı ve dönüşsüz değişimidir diye tanımlanabilir. Yaşam uzunluğu ise omurgalılarda kemiğin tam oluştuğu sene (insanda 20) ile 6'nın, omurgasızlarda ise gelişim süresinin 1 -6 ile çarpılmasıyla bulunur.
Yaşamda ilginç ölüm şekilleri görülmektedir. Bunlardan ilki Katostrofal ölümdür ve özellikle ömründe bir defa çiftleşen ve bir defa üreyen bir çok hayvanda görülmektedir. Aslında ne kadar ilginç olurdu değimli, şehrin işlek caddelerindeki dev reklam panolarında güzel bir kızın büyük puntolarla "Önümüzdeki ay terk-i dünya edecek 1930 yılı mart ayında doğanlar; en kaliteli ikametgah yerleri, kıyafetleri çok ucuz fiyatlarla sizi bekliyor" şeklinde duyuru yapması ve toplu cenaze törenlerinin düzenlenmesi. Ama hayır, şu anki durumumuz daha uygun bugünkü medeniyetimize, çünkü çıkarlarını her şeyin öncesinde gören insan oğlu bu tür bir ölüm sırlaması durumunda ne tür işler çevirirdi, bir düşündüm de korktum.
Katastrofallarda ölüm, erkeklerde, çiftleştikten sonra, dişilerde ise yumurta ya da yavru bıraktıktan sonra meydana gelir, örnek olarak Halkalısolucanlar, böceklerde, örümceklerde, yılanbalığı gibi bazı balıklar. Fakat bazı hayvanlarda, çoğalma birçok kere tekrarlanabilir. Bu nedenle yaşlanma belirli bir zaman aralığına yayılmıştır, insanda olduğu gibi. Aynı türdeki canlılar için ömür uzunluğuna birçok faktör etki etmektedir. En başta somatik mutasyonlar büyük rol oynar. Meydana gelen kromozom değişmeleri ve nokta mutasyonları, protein yapımını sekteye uğratır. Fakat ölümü hazırlayıcı en önemli etken, metabolizma sonucu meydana gelen artık maddelerin (yağ ve boşaltım maddeleri gibi) hücrelerin içerisine dönüşsüz bir şekilde yığılmasıdır. Oysa yaşam her zaman sürekli bir değişimdir. Değişim yaşamın temel dinamiğini oluşturmaktadır.
Yazının sonuna geldik. Ancak sevgili S. Demirel'in "Acil Kapısı"'nda süzülen olayların bende yansıması olarak başlayan ve daralan çemberlere yüklediğim yazının sonunu bağlamakta zorluk çekiyorum. Oysa ne kadar kolaydı son cümleler "Genç kız, soğuk bir şubat gününde büyük bir gürültüyle giden trenin arkasından el sallarken, kalbindeki sevginin onu ısıttığını biliyor ve gülümsüyordu…" Adam, piposunu yakıp bir nefes çekti ve dumanını üfürdü, dışarıdan bahar sesleri geliyordu …." gibi. Ben ne yazmalıyım.
En iyisi daralan çember alanımızda, ölüme inat bir gün daha fazla yaşamanın yollarını aramalıyız temennisini yazayım. Ve sevgiyi dünyamızdan, gülümsemeyi dudaklarımızdan, iyiliği ve güzelliği çevremizden hiç mi hiç eksik etmeyelim
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek HERKES BAKSIN DALGASINA |
|
Hayatı 'çakmış' yazarınız, gene yaşama dair çok mühim trikler verecek size... Dikkatlice okuyun! Sonra "Ay herkes okumuş, bi ben kalmışım okumayan" felan diye dövünmeyesiniz!
İnsanoğlunun en büyük saflığı nedir biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz, gene benden duyacaksınız tabii.
Efendim insanoğlunun en büyük saflığı, tek gerçeğin 'şimdiki zaman' olduğu gerçeğini bilmesine rağmen, yaşamını bu gerçek doğrultusunda yaşayamamasıdır.
Lafa gelince, ortalık 'gününü yaşayan'lardan geçilmiyordur ama uygulamada hiç de öyle değildir durumlar. Kimisi geçmişe takılıp kalmıştır, kimisi de gelecek kaygısı yüzünden şimdiki zamanı es geçmektedir.
(Hooop hoop! Okumayı kesmeyin, devam edin! Yazı bittiğinde bana minnettar kalacaksınız!)
Şimdiki zaman uçucudur, kaygandır, hatta risklidir.. Henüz idrakine varılmamış olandır.. Somut verileri eksiktir.. Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidendir. (Halbuki gözlerinizi kırpmasanız, hem zaman geçip gitmez, hem de hayata dair daha fazla şey görürsünüz. İnsanoğlunun Saflığı No: 2.)
Yukarıdaki paragrafta saydığım gerekçeler sebebiyle, şimdiki zaman pek ciddiye alınmaz.
Geçmişte, yaşanmış somut olaylar; gelecekte ise hedefler ve idealler vardır. Hal böyle olunca, geçmiş veya gelecek daha çok önemsenir. Eldeki veriler, şimdiki zamana oranla daha sağlammış gibi gelir insana. Bu yüzden, kimisi geçmişe takılıp ha bire nostalji yaşar (bu modellerin indinde eski plaklar, eski fotoğraflar, eski anılar, eski sanatçılar, eski insanlar hep daha kalitelidir); kimisi de hiç durmadan geleceğini şekillendirmek üzere programlamıştır kendini (bu modeller de hedeften hedefe koşup, kendi Matrix'ini kurma formülleri arar durur).
Şimdiki zamansa, anılar (geçmiş) ve hayaller (gelecek) arasında hiç olup gider...
Bana kalırsa denklem şöyledir:
Geçmiş, yaşanmış ve bitmiş olandır; bitiktir.
Gelecek, belirsiz ve sanal olandır; yitiktir. (Ne kadar yaşayacağımızın garantisi yok değil mi?)
Şimdiki zaman ise, gerçeğin ta kendisidir.
* * *
Bakın mesela şimdiki zaman'ın ek'i bile ("yor") daha karizmatiktir. Geçmiş zaman o kadar karaktersizdir ki 2 ek'le ancak kendini ifade edebilmektedir: "di"li ve "miş"li geçmiş.. Peeh!
Peki gelecek zaman ek'ine ne demeli: "cek-cak", çok banal. Oysa şimdiki zaman eki tektir ve melodiktir: "yooooor..."
* * *
Peki kadınlar neden kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanırlar bilir misiniz? Çünkü komik adam, şimdiki zamanın keyifli geçmesini sağlar. Komik adam kısa bir süre de olsa, rakiplerini bertaraf edip kadınların ilgisini çeker.
Komik adamlar için acı olansa şudur: saltanatları kısa sürer! Çünkü 'kadın kısmısı' şimdiki zamanı iplemez ve geleceğini garanti altına alacak olan adamı seçer. Yani cüzdanı kabarık, sıkıcı, uyuz ve ciddi adamı.. Komik adamı birkaç saat kullanır ve elinin tersiyle itiverir. Sonra da sıkıcı ama geleceği parlak adamın kollarına bırakır kendini.
Eveeeeeet, gelecek ceptedir ve garanti altına alınmıştır ama aynı gelecek sıkıcıdır. Olsun varsın!
İşte bu yüzden Cem Yılmaz, evde kalmış bir komik adam olarak yaşlanacaktır. Gösterilerinde bütün kadınların hayranlığını kazanacak ama gösteri bittiğinde: "Ay bu maymun be, bundan koca olmaz" diye bir köşeye bırakılacak, fantaziler bir sonraki gösteriye kadar askıya alınacaktır.
(Tamam, bu önemli bilgiyi aldığınız için bana müteşekkirsiniz, biliyorum. Eksik olmayayım, değil mi?)
* * *
Neyse, pragmatik yaklaşımı bir kenara bırakıp konunun özüne dönelim...
Geçmiş, nostalji kurumunun çalışması için gereklidir. Anılar, geçmişte var olduğumuzun kanıtıdır. Özellikle belli bir yaşı geçen insanlar "Hey gidi günler, heyy" diye geçmişi yadetmekten büyük keyif alır.
Oysa en önemli anılarınızın tamamını hatırlamanız ve gözden geçirmeniz beş dakikanızı alır. Hatta tüm yaşantınızı gözden geçirmeniz bile yarım saatlik iştir.
30 yaşında olduğunuzu varsayarsak, 30 yıllık bir geçmiş yarım saate sığacak kadar kısadır. Çünkü, her şey gibi anılar da ya unutulmuştur, ya da belleğin süzgecinden geçerken bir çeşit otosansüre uğramıştır.
Gelecek biraz daha karmaşıktır. Ölümün varlığı ve her an kapıyı çalabileceği gerçeği bir yana, bütün öngörüler yanılır. Düşünün, Hitler akıbetini bilseydi savaşa girer miydi? Sanmıyorum.
Hitler'in bütün öngörüleri ve planları savaştan galip çıkacağı doğrultusundaydı. Hitler yanıldı. Tamam tarihe adını yazdırdı ve bir döneme damgasını vurdu, ama sanıyorum adının tarih sayfalarında bu şekilde geçmesini istemezdi.
Geçmiş, bitmiş olansa; gelecek de muğlak olansa, elimizde şimdiki zamandan başka gerçeklik yok demektir. Zira şimdiki zaman, birebir yaşanıyor olandır. Şimdiki zamanda, olayların canlı ve kanlı şahidisinizdir. Şu anda, hemen şimdi yaşanan birşeyler vardır; etkiler ve tepkileri vardır. Üstelik müdahale etme şansınız da vardır. Oysa geçmişe ve geleceğe müdahale etme şansınız yoktur. (En azından zaman makinesi icat edilene kadar.)
Elbette şimdiki zamanın gerçek olması demek, onun hakkında yanılmayacağımız anlamına gelmez. Şimdi yaşanıyor olandan kuşku duymamız, endişeye kapılmamız, gurur duymamız, beklentiye girmemiz yanıltıcıdır. Zira az önce de belirttiğim gibi, gelecek konusundaki tahminler genellikle yanlıştır ya da en azından uydurmadır. Bunun için de, şimdi yaşanıyor olanın nelere gebe olduğu konusunda fikir yürütmek budalalıktır. Ancak atabilirsiniz.. Tutar ya da tutmaz.. Gelecek, öyle birşeydir işte.
Durum buyken, 'nasihat' denen nane de gereksiz bir tatlandırıcıdır.
"Sakın öyle yapma, yoksa başına şöyle işler gelir..."
"Nereden biliyorsun baba?! Müneccim pisliği mi yedin sen?"
Bırakın, herkes dalgasına baksın. Bırakın, herkes kendi şimdiki zamanını yaşasın. Sahi saat kaç?
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
TARHANA TARTAR
Aşk dediğin, bir yabancı dil öğrenmek aslında.
Defalarca aşık oldum ve milyonlarca yabancı dili öğrendim ben bu cihanda.
Ve daha bir o kadar yabancı dil var öğrenecek etraflarımda.
Arsız sanmayın beni sakın.
Yabancı dil öğrenme merakımdan olsa olsa.
Çincesine Arapça, Arapçasına Latince, Latincesine Türkçe, Türkçesine Yunanca, Yunancasına Sanskritçe, Sanskritçesine içimizce hangi ölü dillerde katıldığımızı bir düşleyin.
Aşk dediğin, her seferinde bir yabancı dili öğrenmek aslında.
Kafanı gözünü ona buna vura çarpa.
Parçalaya parçalaya.
Aşk dediğin, sözlüklerden ifade kapmaca değil.
Aşk dediğin, kendi lisanında bir duruş hiç değil.
Aşk dediğin, beni bana katan.
Aşk dediğin, seni sana uzak kılan.
Aşk dediğin, serbest nizamı bir ömür boyu kaskatı bırakan.
Aşk dediğin, hep acemi hayatlara mahkumiyete kalemler kıran.
Aşk dediğin, hepimize dokunan.
Aşk dediğin, tekimize dokunmasa bile sana bana derin nefesler aldıran.
Aşk dediğin, elbette var.
Aşk dediğin, insanları insanlıklarına mahkum bırakan.
Aşk dediğin, bir yabancı dili öğrenmek aslında.
Bir yabancı dil bir insan.
Aşk dediğin, varoluşunun tek kanıtı.
Aşk dediğin...
Dünyanın en güzel adem ile kadınına...
En kırmızı elmayı sunmak aslında.
Aşk dediğin, akıllara ziyan.
Aşk dediğin...
Daha ne düşünüyorsun?
Sana da bana da bu dünyaya her seferinde bir yeni varış aslında.
Aşk dediğin, tarhananın mayası.
Aşk dediğin, tarhana tartar boğazımı yırtar.
Aşk dediğin, baklava kardeş gel beni kurtar.
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Celal Kılıç |
GÜNSEL EVHAMLAR
Sabahın ritmik takıntıları ilişti yine yüzüme. Ve salvolarıyla kendime geldiğimde çoktan güneş başımdan aşağıya dikiz ışınlarıyla kendinin zorakiliğine davet ediyordu.
Amak-ı Hayal ne demekti yani, yani yazanının işimi yoktu da böyle bir işgüzarlığa kendini pelesenk etmişti, derdi ne idi.
En nihayetinde bakkalcı çırağı sütün taze olduğuyla ilgili bir basın açıklaması yapacaktı az sonra...ve kaşarları ve sucukları hijyenik olmadığı için, kendini ifşa eden bir kısım medyayı toplantısına çağırmayacaktı, kelimesini de hazırlamıştı "Malabadi grubunun muhabirlerinden olanlara extin şarabı yok".
Ama her şeye rağmen Belarus başkentinden kalkan otobüs Türkiye’ye getireceği fahişelerle övünüyordu, şoförü kışın alışkanlığıyla baharda bile yanında votkasını taşıyordu ve dikiz aynasıyla geçeceği yolların stabilize olmasını geçtik ten sonra seyrediyordu. Bilmem kaç milyon dolarlık ithalat niyetine ihracattı onlar ve Türk insanının kuzey bölgelerinde piyasada çok tutulan değerli antikalardı. Ve o kadınlar Türk insanı için aslında mübarek birer günahtı.
Güneşle birlikte asılan suratlara renk gelmeye başlamıştı oysa, "öğlenden sonra yapacaklarım var" diyebiliyordu insanlığın İstanbul şubesi muharrirleri. Ancak sütünü taze diye kabul ettirmesinin yanında CE belgesine eşdeğer hijyenik gıda beyannamesine uyarlaması gerekecekti Ayşe teyzenin mamulünü. Oysa elinde bir bakracı birde süzgeci vardı. Ama Gunther Verhugen sırıtıyordu bıyık altından Ayşe teyzenin temsilcisi her gittiğinde konseyine. Alırsam namerdimi yeni besteletmişti Demokratik Hristiyan Merkel'e. Ve kendi adına da "alırız inşistavroz" riyakarlığında.
Ama bir yazar için İstanbul'la övünmek zül’dü, ona sorulduğunda esas övünülmesi gereken, İstanbul'u tam göbeğinden denizin deşmesiydi, gerisi Orhan Pamuk'a havale edilmesi gereken teferruatik bilgilerdi.
Gün bitimine ramak kala ne olacaktı bugün, gelen yazın ayak sesleriydi belki, gelen baharın ta kendisiydi, gelen bir kısım medyanın bakkalcı çırağına tehditkar bir tümleç eksikliydi.
Güneşli bir gün kadardı gelen, ve bir otobüs dolusu Belarus'lu turist vizesiyle indiler otobüslerinden Karaköy piyasasına inat bir işveyle.
Celal Kılıç
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Serpil Yüzlü |
BEKLE, GELİYORUM
Neredeyim ben? Kim getirdi beni buraya? Neden geldim? Duymuyor musunuz beni, cevap verin. Ne zamandan beri buradayım?
Daha az önce burada, yanımdalardı oysa. Nereye kayboldular böyle birdenbire? Neden bir başıma bırakıp gittiler beni?
İşte oradalar... Buldum onları... Usulca yaklaşıyorum yanlarına... Kızım henüz bebek. Yeni doğmuş olmalı. Yatakta yatan, solgun yüzlü, hüzünlü kadın da ben olmalıyım. Nasıl da bitkin görünüyorum. Bunalmışım... Bu devamlı ağlayan minik yavru... Bu ağrılar... Etrafımda pervane gibi dönen bu adam... Hepsinden kaçıp kurtulmak istiyorum. Alın şu çocuğu yanımdan! Bu adamı da çıkartın odadan! Yalnız kalmak istiyorum ben!
Gittiler... Yalnız kaldım... Her taraf karanlık... Sonra birden aydınlanıyor her yer. Kızımla kocam sevinçle boynuma sarılıyorlar. Ellerinde hediye paketleri... Ne oluyor, ne var? Bu süsler, bu hazırlıklar da neyin nesi? Kızımın şen sesi yankılanıyor kulaklarımda. Doğumgünümmüş bugün! Bugün benim günümmüş! Ona bakıp tebessüm ediyorum. Zavallı yavrum benim! Zavallı, masum yavrum! Hakikatleri bilseydi, yine böyle sever miydi annesini?
Kızımın zoruyla pastanın üzerindeki mumları üflüyorum. Bir nefeste... Sonra pastayı kesiyorum. Dilim dilim dağıtıyorum. Bana aldıkları hediyeleri açıyorum. Kurulu bir saat gibi... Teklemeden...
Oysa içimden hiçbirini yapmak gelmiyor. Burada olmak, mutluymuş gibi davranmak, bu ailenin bir parçası olmak... Hiçbirini istemiyorum... Buraya ait hissetmiyorum kendimi...
Nefesim daralıyor. Çarpıntım var... Kocamla birlikte doktorun muayenehanesindeyiz. Rahatsızlığım ciddiymiş. Sigarayı bırakmalı, perhiz yapmalı, aşırı heyecanlanmalardan, üzüntülerden kaçınmalıymışım. Mümkün mü! Kocam teşekkür ediyor doktora. Ben hiç konuşmuyorum. Ama üzüntüden değil! Sadece kızım için endişeliyim, o kadar. Onu biraz daha büyütebilsem!
İşte kızım! Zarif, narin bir genç kız olmuş. Onu orada, diplomasını alırken görmek, ne büyük mutluluk! Kocamın gözleri pırıl pırıl parlıyor. Deli gibi alkışlıyor kızımızı. Kızım tıpkı babasına benziyor. Onun gibi saf, şeffaf, hassas... Bense kapalı bir kutuyum. Üzeri tozlanmış, içi örümceklenmiş kapalı bir kutu...
Kutu gibi tabutu... Orada, musalla taşında duruyor öylece. İçinde onun olduğuna inanmak öyle zor ki... Kızım katıla katıla ağlıyor. Gözleri kan çanağına dönmüş ağlamaktan. Bense ağlayamıyorum. Ağlamak istiyorum ama yapamıyorum. Boğazımda koca bir yumru var sadece... Düğüm düğüm... Katmer katmer...
"Hastamız nasıl?"
"Vücut ısısı normale döndü doktor bey."
"Kan basıncı ve kalp atışları?"
"Biraz yüksek."
"Akciğer grafisi çektirdiniz mi?"
"Evet doktor bey, hazır."
"Tamam. İzlemeye devam edin."
İşte yine kalabalık içindeyim. Ilık bir bahar akşamı... Lâciverte boyanmış bir gökyüzü... Loş ışıklarla aydınlatılmış bir havuzbaşı... Şık masalar... Hoş giyimli insanlar... Ve hafif bir müzik...
Üzerimde leylak rengi bir elbise... Lavanta kokuları içinde yürüyorum... Onu bekliyorum... İçim kıpır kıpır... Her geçen dakikayı sayıyorum. Bir, beş, on... Geldiği ânı düşlüyorum. Duruşunu, yürüyüşünü, kalabalık içinde beni arayan gözlerini tasavvur ediyorum. Sonra birden kendime geliyorum. Ne yapıyorum ben? Bu telaş, bu heyecan niye?
Belli etmemeye çalışıyorum onu beklediğimi. Dinlermiş gibi yapıyorum yanımdakileri... Hatta konuşurmuş gibi. Ama aslında hiçbiri ilgilendirmiyor beni. Tek düşündüğüm o. Nerede olduğu, ne yaptığı, neden hâlâ gelmediği... Onun yokluğuna aldırmadan gülüp konuşmaları yüreğime dokunuyor. Kızıyorum hepsine içimden...
Ona da kızıyorum. Beni böyle kanadı kırık bir kuş gibi, öksüz evlât gibi ortada bıraktığı için... Zaman ilerliyor... Endişelenmeye başlıyorum. Başına bir şey mi geldi acaba? Kriz mi geçirdi yine? Hayır! Böyle kötü şeyler düşünmemeliyim. Mutlaka önemli bir işi çıkmıştır. Ya da uyuyup kalmıştır her zamanki gibi. Belki de trafiğe takılmıştır.
Birden bir ses duyuyorum. Onun sesini... Gerçek mi bu? Hakikaten onun sesi mi? İşte sahibine kavuşan gözlerim... Nicedir aradığını bulmuş olmaktan memnun ve mesut kalbim... Yüreğimdeki fırtınalar yerini tatlı bir bahar rüzgârına bırakıyor. Burnuma yasemin, hanımeli, ıhlamur kokuları geliyor. Güneş ışınlarının kıpır kıpır oynaştığı uçsuz bucaksız maviliklere yelken açıyorum. Öyle mesudum ki...
Fakat ona bir türlü yaklaşamıyorum. O ise, onu aklına bile getirmeyen insanlarla konuşup gülmeye devam ediyor. Onu merak eden, yolunu gözetleyen bir tek benim halbuki. Neden o insanlarla vakit kaybediyor? Neden benim yanıma gelmiyor?
"Anneciğim! Duyuyor musun beni? Lütfen duyuyorsan bir işaret ver!"
"Sakin ol hayatım! Annen yoğun bakımda, biliyorsun. Henüz bu tür tepkiler verebilmesi imkânsız."
"Eşiniz doğru söylüyor bayan. Sizi duyamaz... "
Hasta... Çok hasta... Kriz geçiriyor ara sıra... Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide gidip geliyor... Bunu çok önceden öğrendim ben... Tesadüfen...
İşte şimdi bana kendisi anlatıyor hastalığını... Bilmiyormuş gibi yapıyorum. Hiç haberim yokmuş gibi... Ama bunu ondan duymak... O zeytin karası gözlerine bakmak... Dudaklarının kenarına yerleşiveren o buruk tebessümde, yılgınlığı, kırılmışlığı okumak... Buna dayanamıyorum. Hançerler saplanıyor yüreğime... Lime lime parçalanıyor içim... Kanıyor... Kavruluyor...
"Ritm bozukluğu başladı Doktor Bey!"
"Kan basıncı?"
"Yüksek."
"Kalp atışları?"
"Giderek artıyor."
"Drenaj miktarı?"
"Ortalama 300 cc.nin üzerinde."
"Erken dönem komplikasyonu... "
Ona dair herşeyi, en basit, en sıradan şeyleri bile öylesine önemsiyorum ki... Bunu biliyor... Onunla ilgilenmemi seviyor... Bunu hiç dile getirmedi ama anlıyorum ben... Hiç kimse benim sevdiğim kadar sevmiyor onu... Hiçbiri gerçekten ilgilenmiyor... Ama yine de onlar kadar kıymet vermiyor bana... Onlara verdiklerini benden esirgiyor... Bilerek yapıyor, biliyorum... Ne olursa olsun, ondan asla vazgeçmeyeceğimi biliyor... Ben her zaman onun yanındayım... Elinin altındayım...
Kimi zaman kendimi onun annesi gibi hissediyorum... Nasıl ki, anneler evlâtlarının her hatalarını, her yanlışlarını bağışlar, onlardan asla vazgeçemezlerse, ben de ona karşı öyleyim... O benim, her daim korunması ve kollanması gereken çocuğum...
"Acele edin!"
Ayrılmamız gerektiğini söylüyor. Sanki basit, sıradan birşeyden bahseder gibi... Neden? Ne oldu? Nereden çıktı bu ayrılık meselesi birdenbire? Aklıma ilk gelen hastalığı, hatta ölümü oluyor. Eğer bunları bahane edecek olursa... Hayır! Kabul etmiyorum! Bırakmayacağım onu... Onun için herşeyi göze aldım ben... Kriz anlarını... Hastahanenin ilâç kokulu, loş koridorlarını... Uykusuz, uzun geceleri... Hepsini... Hatta ölümünü bile... Bunu telaffuz etmek bile çok zor ama... Buna da hazırım... Nefes aldığım sürece... Nefes aldığı sürece... Yanında olacağım...
İşte ayrılık gerekçesini açıklıyor... İnanamıyorum... Gerçek olamaz bu! Bu kadar basit ve ilkel bir neden olamaz! Olmamalı!
"Derhal ameliyathaneyi hazırlayın!"
Nefesim daralıyor. Kalbimdeki ağrının şiddeti giderek artıyor. Dayanamayacağımı hissediyorum. Ve o anda zeytin karası gözlerini görüyorum. 'Gidiyorum' diyor, 'benimle gel'. Duyduklarıma inanamıyorum. Gerçek mi bu? Neden şimdi? Neden bunca yıl sonra?
Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kararsızım... Anlıyor bakışlarımdan... Mahzunlaşıyor... Gözlerinde grinin binbir tonu... Yüzünde kara gölgeler... Nefes almakta zorlanıyor sanki... Bulanık bir bulut kümesinin arkasında kaybolurken, sesi titreyerek 'lütfen gel benimle' diyor. Vazgeçmiyor olmasına seviniyorum. Ama gitmiyorum... 'Benim bir ailem var, onları bırakıp gelemem' diyorum.
Arkasına bakarak uzaklaşıyor. Artık dönmeyeceğini biliyorum. Vicdanım rahat, beynim sükût halinde... Ancak kalbimle yüreğime söz geçirmek kâbil değil...
"Çabuk olun! Hastayı kaybetmek üzereyiz."
Giderek uzaklaşıyor. Onu bir daha kaybetmeye tahammülüm yok. 'BEKLE!' diyorum, 'GELECEĞİM SENİNLE...'
Serpil Yüzlü
Yukarı
|
Fotoğraf: Şeref Bilgi
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır. |
Yukarı
|
Bu Zamanlar
Sokaklar dönüp duruyor bu zamanlar
Az sayıda evi yanan ışıklar var
Bu gecemden sen sıyrılırken
Güvercinlere ne diyebilirim
Uzaksın...
Sabahı edebilmek koynunun miski olmadan imkansız mı
Peki engeller bize nedir ki
Sen cevap verebilir misin
Buralardan kaçmak bu zamanlar
Buralardan sevebilmek bu zamanlar
Üç tekerlekli bisiklet gibi kolay olmalı düşlerimi sürmek
Sokaklar dönüp duruyor
Neye bağlanacak aramızdaki teller
Geleceğim sen misin diyor tereddütlerin
Duvarların arkasında titrediğini söylüyorsun
Avucum toz toprak tam karşımdasın
Yumruklarım sıkılı kainata benim olacak mısın?
Yüreğin serpilmiş arpa tanesi bu zamanlar
Melekler and içiyor tek olduğuma
And içiyor aramıza giren karanlık sonsuzluğa
Gülebilmek suskun savaş siperleri
Sevebilmek bir güvercinin kanadı
Dudakların bir şarkıyı ağırlıyor
Benim olmayı arzulayarak belki de
Mutluluk ellerimizi tutacak diye
Seni seviyorum bu zamanlar
Ahmet Öztürk
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://secim.trt.net.tr
En sağlıklı, yorumsuz seçim sonuçlarına ulaşmak için güvenilir bir link.
http://www.polibo.com/ada_1024.htm
Polisan tarafından çocuklara yönelik hazırlanan zevkli ve eğlenceli bir web sayfası. Çocuğunuzun üye olmasını sağlayarak aktivitelerden faydalandırabilirsiniz.
http://www.pokedede.com/
Çocuklar için hazırlanan bir diğer web sayfası daha. Pokedede çocuklar ve ebeveynleri için eğitim şart diyen bir site. "...Web sitemizin amacı, ailelere pokemon hakkında bilgi vererek; onları çocuklar ile bu konuda konuşabilmelerini sağlayarak yakınlaşmalarına yardımcı olmak..." diyerek fikirlerini bizlerle paylaşıyorlar.
http://www.azeri.org
Azerbeycan ve Azeriler hakkında merak ettiğiniz birçok konu için başvuru kaynağınız ...The population of the Republic of Azerbaijan (Northern Azerbaijan) is estimated at 7.5 million. In addition, there are approximately 25-30 million Azerbaijanis living in Iran (Southern Azerbaijan). In 1920, when the Soviets came into power, Northern and Southern Azerbaijan became isolated from each other...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
QuickStart v1.8.1 [890K] Win9x/2k/XP FREE
http://www.digiarch.org/quickstart.html
Hoş bir hızlı başlatım programı. Benzerlerinin aksine hızlı algılama ve başlatma özelliğine sahip. Belirlediğiniz anahtar kelimeleri derhal tanıyarak size programı açıyor. Deneyin seveceksiniz.
Yukarı
|
|
|