KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 472

 30 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Sağolduk!..


Merhabalar,

Gene birileri beni kandırmaya çalışıyor. Efendim AKP başarılı değilmiş. Beklentisi %55-60 mış ala ala %42 almış. Yemezler. Bunun adı Türk siyasi hayatında başarıdır. Oylarını birbuçuk yılda 8 puan artırıp kaleleri(!) yıkmış bir parti başarılıdır bu tartışılmaz. Peki ne tartışılır? Göz önünde olmayan, dikkat çekmeyen ama mutlaka dokunulması gerekenler tartışılır ve bunu tartışmaya bundan sonrada devam edeceğiz. Tıpkı çatırdayan CHP gibi. Dün ilk heyecanla Baykal'ı günah keçisi ilan ettik. Büyük yüzdeyle doğrudur. Ama gene ilk heyecanla gözden kaçırdığımız noktalar var. Ne yazık ki Türkiye sağ sol dengesini yitirmiş, seksene yirmi gibi bir fark oluşmuştur. Ve sağ söylemle sol söylem içiçe geçmiş, kavram kargaşası yaratılmıştır. Dolayısıyla yeni bir söylem geliştiremediği sürece CHP'nin başında kim olsa başarısız olması kaçınılmazdır. Tez elden baştan ayağa bir yeni yapılanmaya ihtiyaç vardır. Ne acıdır ki 17 ayda meclis içi muhalefet düşmüş muhalefet meclis dışına çıkmıştır. Bunu görmezden gelmeye olanak yoktur. Bunu farklı konumlandıranlar özürlüdür.

Pazar akşamı seçim sonuçlarını televizyonda oradan oraya zıplayarak seyrederken bir durum dikkatimi çekti. Seçimlere katılan yirmi partiden 19'unun ismi her kanalda aynı olmasına rağmen bir partinin ki farklı telaffuz ediliyordu. Hangisi bildiniz herhalde. AKePe, AK Parti, Adalet ve Kalkınma Partisi. TRT ve Show AK Parti'yi kullanırken diğerleri AKePe dediler. Ancak bazıları da AKePe yazıp AK Parti diye okudular. Vallahi kalbimde bir kötülük yok. sadece dikkatimi çekti. Belki başkalarının da dikkatini çekmiştir diye şeyettimdi.

Şimdi size bir tüyo vereceğim iyi dinleyin. Kahve Molası hafta sonunda korsan yayına geçiyor. Ya da bir başka deyişle yavruluyor. Cuma'yı bekleyin. Sıkı durun mahallenin delileri geliyor. Ayrıca, 17 Nisan yemeğimizin detayları belirmeye başladı. Tam belli olduğunda detayları sizlerle paylaşacağım. Haydi siz de gelin, birlikte felekten bir gece çalıp 3. yaşımıza güle oynaya girelim. Katılacağınızı bildiren küçük bir eposta yeterlidir, duyurulur.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Ayşenur Güven

 Noktasız : Ayşenur Güven


   Bir Tuhaf Senaryo

Kuş uçuşu bakarım yine, medeniyetin özenle çizilmiş yollarına. Birbirlerine kavuştuklarında nasıl da mükemmel kareler, dikdörtgenler, trapezler oluşturduklarına ! Tarlalar... Santim yola taşmayan tarlalar... İnanılmaz bir ahenkle sıralanmış evler, bahçeleri... Herşey kusursuz ve bir o kadar soğuk, hareketsiz, cansız ve yavan görünür.

Kalın gri bulutların kapladığı gökyüzü... Uçağım yükselince pırıl pırıl güneşle karşılaşırım.
- Aaaaaa, sen vardın di mi ? Unutmuşum ! Epeydir görünmüyorsun. Arayıp sormadan da olmaz ki ! Bir "ce" desen arada, yeter be gülüm. Özlettin valla kendini...

Bu tarafı bembeyaz bulutların ! Griler insanoğlunun, beyazlar kuşların mıdır ? Doya doya depresyona girsinler aşağıdakiler diye mi özenle karartılmıştır gökyüzü ? Kapasam gözlerimi uzansam yumuk yumuk beyazlar arasında, üç saat... Sabırsızım... Sabret işte... İki sene, üç ay beklemişsin, bir kaç güncük kalmış, ne ki ? Beni ve kızımı İstanbul'a getirecek uçağın biletlerini elimde tuttuğum andan beridir, zaman durdu... Geçmiyor... İlerlemiyor... Akmıyor...
- Hadisene gülüm, hadisene canım, hadi be, hadi artık ! Biz karı kısmı bile böyle nazlı olmuyoruz, sana ne oluyor bilemedim ki ! Şimdi naz yapıyorsun ya, tatilimi ben farkına bile varamadan "şak" diye de geçirirsin sen kesin. Böyle nankörsün sen, böyle hainsin !

Uçağım alçalırken, önce denizdeki tankerleri saymaya çalışırım, sonra balıkçı teknelerini... Dürüp büküp fırlatılıp atılmış gibi duran yapılara bakıp iç çekerim.
- Gözünü sevdiğim İstanbul, nasıl da eziyet etmişler sana !
İstanbul'u ilk kez gören turistin hayretle açılan gözlerinde ilk intibayı okurum.
- Aşağıda bir kaos yaşanılıyor olmalı.

Yalan da değildir ya hani... Nefret edilesi ama tapınılası, yaşanılası ve yaşanılmıyorsa artık, buram buram özlenesi bir kaos ! Kavuşmak derken... Onca zamandan sonra görmenin verdiği anlık şaşkınlık dinince, sarılmak SIMSIKI, bırakmamak. Bırakmak istememek. Yanlarında olmamı istediklerinde çaresizliğimi, yanımda olmalarını istediğimde yalnızlığımı hissettiğim, var olduklarını iki kelimeyle okuyup, artık dokunamadığım insanlar. Hayatımın değil, benim bir parçam olanlar. Sarılmak... Sıcaklıklarını, seslerini, bakışlarını, gülüşlerini, hareket edişlerini, konuşmalarını hatırlamak. Zamanın değiştirdiklerini fark etmek. Saçının beyazlamış tek teline nasıl içerlediğini, hayatın ne kadar da güzel olduğunu düşünerek dinlemek. Dokunmak, dokunmak, dokunmak sürekli. İnsanlar nefeslerinin yakında tükeneceğini bildikleri diğerlerine böylesi SIK dokunurlar, bir de kısa süreli gördüklerine. Ya peki şehre kavuşmak ! İnsan insanı kucaklar da şehri neden kucaklamasın ? Koca şehre nasıl kavuşulur ?... Bir ayin, bir milli bayramın o bildik gösterileri, sürekli başa sarılıp tekrar tekrar seyredilen bir film... Hep aynı senaryo, hep aynı güzargah, hep aynı adımlar. Güneşli bir sabah başlar, şehr-i güzel İstanbul'a kavuşma senaryosu...

Bir türlü alışamadığım Etiler'de çevireceğim taksi, beni Beşiktaş'a, iskeleye götürür. Konusu trafik problemi olan bir sohbet açmak adetimdir. Her taksi şöförünün bu probleme bir çözümü vardır. Çoğu teoriler gerçekleştirilmeleri imkansız oldukları için sevimli, bıkkınlıkla üretildikleri için insancıldır. Yol boyunca, bu sohbeti bir çok yolcuyla yapıyor olmanın alışkanlığıyla, ezbere bildiği replikleri, gerekli yerlerde sesini yükselterek, gerekli yerlerde alçaltarak tekrar edecek, coştukca coşacak, kızdıkça kızacak şöförü dinlerim. Beşiktaş iskelesinden jetonumu alırken, Kadıköy vapuru her zamanki gibi yeni kalkmış gitmektedir. Beklemem gerekir. Olsun ! Keyfim yerinde ya, beklerim. Bir sonrakini, iki sonrakini bile beklerim ! Etrafım öğrenci doludur. İmrenirim. Tekrar başlamak ! Yok, pek yemez gözüm... Sadece mümkün olsa, o tatlı sorumsuzluğu yeniden yaşamak isterim. Vakit geçirmek için balık ekmek satan tekneleri teftiş ederim. Bütün iskele kızarmakta olan balık kokar. Motorculardan birinin çırağı dikkatimi çekmeye, cazip olmaya çalışır...
- Kadıköy, Kadıköy, Kadıköy, hemen kalkıyoooooo !

Kalksın, benim acelem yok. Benim senaryomda senin motorunun yeri yok ! Vapur gelir, iskeleyi sallaya sallaya yanaşır. Soğuk da olsa, üst kata, dışarı çıkarım. Güneşin içimi ısıtacak ışınlarının düşeceği yerin hesabını yapıp yerleşirim. Yavaş yavaş yol alırken vapurum, hissettiğim sadece huzur olabilir. Gözlerim görebilecegi en uzak noktaları arar, arkamda bırakmış olduklarımı seyrederim. Hava deniz deniz kokar... Huzur ve hüzün birbirine karışır. Derken sabırsızlıkla beklediğim an, tanımadık ama o bildik yüz... Sanki bütün büfelerde hep aynı adam çalışır, elinde tepsi kalkar, gelir. Belli belirsiz işaret ederim. Sadece bakışlarını yakalayıp hafifçe başımı eğmem kafidir. Görür, gelir, bir ince belli verir. Bir şeker daha isterim, tabağa bırakır gider. Elimi yaktığı halde beline SIMSIKI sarılırım. Çayımı yudumlarken, birilerinin martılara simit verişini seyrederim. Martılar... Bizi diğer yakaya kadar takip edecek olan martılar ! Görünmeyen bir iple ( misina olmalı ) havada asılıymış gibi duran martılar !!!

Kadıköy iskelesi... Konservatuar binasının önünden hüzünle geçerim. Bir zamanlar kapıda kimse soru sormaz, içeri girer, kat kat gezer, her kapının ardından gelen ahenkli yada ahenksiz ezgileri dinler, bu bambaşka dünyanın insanlarının arasında gezmiş olmanın sarhoşluğuyla, büyülenmiş, çıkar, güne devam ederdim. Artık sadece önünden hüzünle geçebilmeme izin verilen bu binaya dönüp, renginin ne kadar da tuhaf olduğuna bir kez daha karar veririm. Hiç durmadan alfabe öğreten Atatürk heykelinin ilerisinden, ışıklardan karşıya geçer, çarşıya girerim. Giyisiler, ayakkabılar, gözlükler, ucuz kozmetik satan dükkanlar, yere yığılmış kitaplar, incik boncuk dolu tezgahlar, bangır bangır çalan müzik, herkesin ezbere bildiği benim tanımadığım yüzlerin afişleri, ..., akıp giden insan seli. Esas istediğim, her sokakta, unuttuğumu sandığım kokuları, renkleri, şekilleri hatırlamaktır. Çünkü medeniyetin steril dünyasında kokulara yer yoktur, renkler birbirinin aynıdır ve şekiller vakumlu ambalajların içinde kaybolmuştur. Bazı kasapların kapısında, akvaryuma benzeyen camekanların içinde, görmeye bir türlü alışamadığım, kızarmış koyun, kuzu kelleleri, etrafa zoraki sırıtırlar. Sebze ve meyveler, özenle yerleştirildikleri tezgahlardan, aç gözlerime "ısır beni" diye bağırırlar.

Balıkçıların önüne gelince uzunca bir mola veririm. Tahta teşhir tepsilerinden, şıpır şıpır sular damlar. Arada, biri gelir, elindeki küçük bir plastik kapla balıkları sular, gider. Sanki birden dirilip çırpınsınlar ister. Ellerin büyük bir çabuklukla kullandıkları bıçakları seyrederim. Sahi bu mevsimde hangi balık yenir ? Babam bilir ya böyle şeyleri, o da hepten susanlardandır artık. Başımın çaresine bakmam gerekir. Bir türlü seçemediğim, seçemeyeceğim balıkların arasından, biraz kırgın ve ellerim boş ayrılırım. Arkamdaki çocuk sesi beni bir müddet "limon, limon" diye seslenerek takip edecektir.
- Balık yok, marulu, limonu n'apiim ?
- Al işte be abla yaaa, beş tane limon "şu" kadar... Yedi tanesini "bu" kadara veriim abla !
Beş tane limon satan birileri hep olmuştur olacaktır. Karpuzla peşimizde koşacak değiller ya !

Peynir kokularına, zeytin kokuları, kesilen pastırma kokuları ve az ötedeki turşucunun ardına kadar açık kapısından kaçıp yanıma gelen turşu turşu, salça salça kokular karışır. Baharatçıların önünden derin nefesler alarak geçer, börekçilerin dönen börek tepsili vitrinlerini, şerbetleri içinde tembel tembel yüzen baklavaları seyrede ede saatçilerin köşesine gelirim. Hala durur mu bilmem ya, bu köşede bir amca durur. Öyle çekingen ilişir ki o köşeye, genelde görünmez olur. Parasını isterken utanır sanki. Nereden emeklidir ki yetmeyen maaşı ona şu sepeti taşıttırır ? Midye dolmalarını yapan hanımıdır. Kafam kadar büyüklerini değil daha ufakça olanlarını seçer. Göze de güzel görünsünler ister. Bir kadının elinin değdiği bellidir.
Karabiberini biraz fazla tutar ya, bol limonla nasıl da tatlı gider...

Biraz daha ilerleyince iç gıcıklayıcı kokular beni ekmek fırınına çekecektir... Fabrikalarda el değmeden pişen ekmeklerin, pastanelerde satıldığı dünyada, ekmek kokusunu bilmez insanlar. Sıcak olabileceklerini tahmin edemezler. Ekmeklerini seçer seçmez özel bir aletle yarım santim kalınlığında dilimlettirmeye alışmışlardiı, kopara kopara yemeği bilmezler... Bitmeyen bir kavga, fırınında hep bir hareket, hep bir bereket... Sıcağa alışmış eller fırından yeni çıkmış ekmeği torbaya koyup bana uzatırlar.. Çıtır çıtır, sıcacık !... Elimle koparıp ucun ucun yemeğe başlayacağım ekmek, uzun müddet ısısını koruyacak ve beni bütün yol boyunca kendisiyle haşır neşir olmaya itecektir. Geri dönüp bir tane daha almalı, yada iyisi mi Mercan'a gidip bir şeyler atıştırmalı ! Yoksa şu az ileride, peynirli gözleme mi ?

Eskicilerin kaldırıma yığdıkları kıvır zıvırları inceleyerek, vitrinlere göz atarak, nelerin değişip, nelerin değişmediğinin listesini çıkararak, ara sokaklardan Moda'ya doğru sindire sindire yürürüm. Sütunlu binaların altından geçerken yine aynı burukluk kaplar içimi. Oldum olası karanlık, oldum olası karamsar binalar. İçlerinde hep mutsuz insanların yaşadığını hayal ederim. Eczaneler, bankalar, pastaneler, kırtasiyeler,.. Herşey yerli yerinde durmakta mıdır ? Dersleri kırıp gelmiş üniformalı öğrenciler, üniformasız diğerleri, ilk kez buluşmuş acemi sevgililer, Ali Usta'nın dondurması için sıraya girmiş beklerler.
- Sen de yaşlandın be Ali abi ! Beni hatırlar da mı selamlarsın, yoksa çok mu ısrarlı bakarım ?

Sabahları, özellikle bahar sabahları, bütün sokak, evlerin içlerine kadar, şeker şeker "pişen külah" kokar, içimi tuhaf bir mutluluk kaplardı. Artık kokmuyor dediler. Aslı var mıdır ?

Tam şurada, senelerce, düşecek bir diş gibi sallanmış kaldırım taşı vardı. Hala sallanır mı ? Biraz ileride ışıklarını söndürtmeden ayrılamadığımız, tatlı sohbet mekanı, "Kırıntı". Bitişiğindeki dükkandan bir vakitler, çekirdek, sakız alırdık, kavrulmuş leblebi kokardı bu binanın ayakları. Tam yanında "Kort apartmanı". Önünden geçerken, kafamı kaldırır bakarım anılarım kadar eskimiş cephesine, acısıyla tatlısıyla iki kata sıkışıp kalmış olduklarını görmek bir kez daha canımı acıtır.

Arkama dönmemeye çalışarak çay bahçesine yürürüm. Yanımdan bir çocuk, arsız arsız bağırarak geçer. Merak ederim... Bundan yaklaşık onbeş yıl evvel, yanımdan bir hışımla geçerken, burnunu siyah t-shirt'üme silip kaçan münasebetsiz çocuğa ne olmuştur ? Hala var mıdır ? Ne yapar ? Ne eder ? Bir gün üzerinde siyah bir gömlek karşıma çıksın isterim. O da ömrünün sonuna kadar, beni, onu hatırladığım gibi hatırlasın isterim. Çay bahçesinin, denizi seyreden masalarından birini seçerim. Hiç gülmeyen garson yanımdan hızla geçip gider. Seslenirim...
"Bir çay alabilir miyim lütfen ?"

Senelerdir hep aynı adam mı çalışır burada ? Yoksa işe alınmanın şartı asla gülmemek midir ? Her zaman olduğu gibi, beni duymamış, yada beni unutmuş olduğuna kesin karar verdiğim bir an, çay bardağını önüme bırakır gider. Sandalyeme yayılırım, ayaklarımı bir diğer sandalyeye uzatırım ve denize dalarken gözlerim, bilirim artık eve döndüğümü...

Veli'yi deli eden mevsimi senelik izin olarak kullanmanın cezası, aşık olurum yine ben... Taşa, toprağa, yağmura, üzerime sıçrayan çamura, taşları langır lungur oynayan kaldırımlara, ödümü patlatan yokuşlara, daracık sokaklara, kıvrım kıvrım yollara, uçan kuşa, uyuklayan pis kediye, kasapların önünde ciğer bekleyen diğerlerine, gece uluyan sokak köpeklerine, balıkçı teknelerine, sisli sabahlarda gemilerin tankerlerin konserlerine, batan güneşe, doğan aya, uyumakta zorlanan şehre, boğaza, denize, dalgalara, köpüklere, ışıl ışıl dükkanlara, bağrış çağrış pazarlara, pasajlara, seyyar satıcılara, hayal satan milli piyangoculara, simitçilere, aç gözümü doyuramayan meze sofralarına, komşu masada hakkını vererek göbek atanlara, gecenin bir vakti hala açık manavın renkli tezgahlarına, kuaförün boş koltuklarına, trafik lambalarından evvel yeşili haber veren kornalara, dokunsam yıkılacakmış gibi duran ahşap evlere, sürekli bir yerlere yürüyen insanlara, bir çiftin peşine elinde olmayan nedenlerle takılmış küçük kız kardeşe, kumaş ayakkabımı boyamakta ısrarlı görünen boyacıya...

Eskisiyle yenisiyle bu şehri İstanbul yapan her şeye... Bir kez daha...

Ayşenur Güven
Belçika

Yukarı

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   1500 yıllık yürüyüş!

Geçen hafta sizlerle paylaştığım "Ulusal Kişilik ve Küreselleşme" başlıklı, Sosyolog Sayın Doğan Ergun'un kimi değerlendirmelerinin işlendiği yazım bana, Türklerin 1 500 yıllık belki de daha uzun bir döneme yayılan kültür mozayiğinin, belki de kişiliğinin satırbaşı kimi izlerinin sürüldüğü bir sanat etkinliğini anımsattı.

Sayın Talat Halman, özgün şekliyle sanatçı Yıldız Kenter'le birlikte icra ettikleri bir güzel çalışmayı, benim iki yıl önce izlediğim yorumunda "Çağlar Boyu Türk Sanatları" başlığıyla tak başına gerçekleştirmişti. Görüntülü olan bu sunudan benim dağarcığımda kalanları kağıdae karalayıp arşivimde saklamıştım. Kahve Molası'na 'verilmeyen' bu 'akılda kalanları' şimdi birbirini izleyen iki ayrı yazı ile aktarmak istedim. Böylelikle kişilik ve kültür değerlendirmelerine küçük bir katkı yapılmış olacağını düşünürüm.

Halman'ın kısa biyografisi okunup sahneye davet edildiginde, her zaman ki gibi bir selamlama ve tesekkür faslının başlayacağını sandım. Oysa öyle olmadı. Talat Halman Yunus Emre'den dizelerle başladı, hem Türklerin, hem de onların kültür yürüyüşünün binlerce yıllık izlerini sürmeye.

"Bir kez gönül yaktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil"

Talat Halman, karartılmış salonda slaytlar eşliğinde, neredeyse nefes almadan ama olağanüstü etkileyici bir konuşma tonuyla tam bir saatlik sunuş yaptı. Gökturk'lerden, Uygur'lardan başlayıp, sözlü edebiyatın en güzel örneklerini Dede Korkut'larla verip, 1072'de Yusuf Has Hacip'in "Kutadgu Bilig" iyle soluklandı. Bu eserde, hükumdarlara adalet ve dürüst idare üzerine verilen öğütlerden şu asağıdakine ne buyrulur?

"Ozing asgi kolma, budun asgi kol

Budun asgi icre, ozing asgi ol."

Yani şunu der Has Hacip.

"Kendi çıkarını kollama, halkın çıkarını gözet

Kendi çıkarını ulusun çıkarı içinde gör."

11. yuzyılda Selçuklularla sürdü resital. 20 yüzyılda estetiğin büyük isimlerinden Bernard Berenson'dan alıntılara sıra geldi. " Şu Selçuklu Mimarisi, bir mucize! O kadar zarif ki, öyle bir tasarım gücü var ki, öyle narin ve incelikli ki. Fransız gotiginden bu yana bildiğim herşeyden üstün."

13. yüzyıla ayak bastık. Nasrettin Hoca'nın çağıdır bu. Talat Halman'ın "Geciken adalet, adalet değildir" başlığıyla aktardığı şu Nasreddin Hoca anektodu nasıl unutulabilir?

Hoca yolda yürürken serserinin biri yüzüne okkalı bir tokat patlatmış durup dururken. Hoca'nın kavuğu bir yana, kendi diğer yana devrilmiş. Ahali her ikisini de Kadının huzuruna çıkarmışlar. Kadı dinlemiş ve serseriyi bu hareketinden dolayı, Hoca'ya bir altın vermesini kararlaştırmış. Adamın kulağı kesik tabi, üzerimde para yok, evden getireyim deyip sıvışmış. Hoca durumu anlamış, Kadıya da söylemiş ama dinletememiş. Aradan iki saat geçmiş, kalkıp gidecek, Kadı izin vermemiş, 'Hayır bekliyeceksin.' demiş. Dört saat geçmiş gelen giden yok.. Altı saat sonra Hoca, Kadının yüzüne okkalı bir tokat vurup "Gelirse, altını sen alırsın" deyip, ayrılmış.

Bu cağ kuşkusuz, Hacı Bektaş Veli'nin de yüzyılı. Bektaşiliğin kurucusu, ilham kaynağı.

"Bilimle gidilmeyen yol karanlıktır."

"Gönul ekersen, gönül biçersin. Sen sen ol, kimsenin gönlünü yıkma sakın."

"Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu."

Bunlar Hacı Bektaş'ın bugüne kadar unutulmak bir yana anlamları daha fazla öne çıkmış sözlerinden bazıları. 13. yüzyılda tasavvufda altın çağını yaşıyor. Moğolların, Haclıların saldırıları sürüp giderken, Mevlana, insanlık sevgisinin, anlayış ve hoşgörünün ülkülerini dile getiriyor.

"Ne düşünürsen savaşa dair, ben ondan uzağım, çok çok uzaklardayım.

Ne düşünürsen aşka dair, ben işte oyum, yalnızca oyum, tümden oyum ben."

Bir başkası...

"Gel, gel yine, her neysen, kimsen, yine gel;

Kafirsen, ateş ve putseversen, yine gel.

Girmez ki umutsuzluk dergahımıza

Yüz tövbeni bozsan bile gel, sen yine gel."

Derken Osmanlı dönemi. Halman, tarihimizde övünülecek ne varsa, eksiksiz gögsünü gere gere övündü, elestirilecek hemen her şeyi de-kuşkusuz sunu çerçevesinde- saklamadan, keskin bir ironi ve günümüze koşutluklar kurarak aktardı.

Derler ki Fatih Sultan Mehmet altı dil bilirdi. Türkce ve Farsça şiirler yazardı. Kimi zaman, barış özlemini dile getirip, savaşı kınardı dizeleri.

"Cun ecel sulh ettirir, ahir nizai kaldırır:

Pes, nedir dünya icin bu kuru gavgadan murad?"

Bugün daha rahat anlaşılacak biçimiyle şunu der Sultan.

"Ecel, barışı getirir, çatışmaları kaldırır sonunda.

Yeter, nedir dünya için bu kuru kavgaların amacı?"

Fatih, "Bu kuru kavgalar" deyip, 17 ülkeyi ezecek, 200 kenti ele geçirecektir.

(Devamı var!)

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden: Ayfer Arman


İÇİMDEKİ MED-CEZİR

Ohhh be!.. Bitti işte, rahatladım.
Bitmesi gerekiyordu ve bitti, hepsi bu.
Evliydi zaten neye varırdı ki sonu? Bir hiçlige yürüyorduk elele. İki kadın, bir adam.Birincinin haberi yok ikinciden, ikinci birinciyi bilmenin sancısında.
İyi oldu iyi... Hayatlarına girivermiştim apansızın. Ne suçu vardı o kadının? Kocasını sevmekten başka.
Ya benim suçum neydi, aynı adamı sevmekten başka?
Utanmasam birde haklı çıkarıcam kendimi ayıp yahu.
Sahi suç mu sevmek?
Adam evli be kızım, elbette suç. Kes artık!..
Vicdanım da keser sesini umarım, günlerdir yedi başımın etini.
Bırak. Bırak. Bırak...
Rahatladın mı? Bıraktım işte.
Ama neden acıyor içim böyle? Bir yanım huzurlu, diğer yanım karalar bağlamış yaslı. Deliriyor muyum ne? Off ne kadar havasız oldu bu oda. BOĞULUYORUM....
Arar mı acaba?
Yok aramaz. Gururludur, bitti dedin ve aramaz asla.
Ama ya ararsa?
Saçmalama kızım!.. Karar verdin bitirdin, ararsa ne olacak sanki?
KEŞKE ARASA....
Ne olacak ararsa peki?
Sadece bir kez daha duymak istedim sesini, yani sadece o kadar.
Ne kadar oldu bitireli, zaman durdu sanki. Of!.. saçmalıyorum...
Kabahat bende ama, hiç sormadım ki evli olup olmadığını. Belki de alacağım cevaptan korkmuşumdur kimbilir. Ama oda birşey söylemedi ki, belki oda kaybetmekten korkmuştur..
Ne zaman anlamıştım sahi, evli olduğunu?
Hatırladım.. İlk beraber olduğumuzda kazağını çıkarttığında, boynunda sallanan kolyenin ucunda farketmiştim o nikah halkasını. ANLAMIŞTIM... Bir oda iki insan, sevgiyle bakan gözler, anlamıştım ve susmuştum... Çok ama çok geçti dönmek için.
Ne yapıyordur şimdi? Hastaydı veda ederken düzelmişmidir acaba?
Ya sana ne bee!.. Seni ne ilgilendiriyor artık, nasılsa nasıl.
Dayanılmaz oldu bu sancı içim acıyor. Fırtınalar kopuyor bedenimde boğuluyorum..
Hay Allah, nereden başladı bu ağlama krizi? Ne oluyor bana anlamadım ki.
İyice saçmalamaya başladım artık. Kocaman kadınım yahu, ne bu böyle genç kız tripleri yuh bee..
Uyumalı.. Evet, evet uyumalı. Bırakıp kendini uykunun kollarına unutmaya çalışmalı. Yarın yeni bir gün ve belki unuturum herşeyi.

Ayfer Arman

Yukarı

 Kahvecigillerden : Abdullah Şengörenoğlu


YABANCILAŞTIĞIMIN RESMİDİR

Bayram geçeli epeyce oldu ama ben yazmak için yeni zaman bulabildim. Bayramda düşünmüştüm "Nerede o eski bayramlar !" sözünü işittikçe… Neden böyle düşünür oldu insanlar demiştim… Yazının iskeletini de oluşturmuştum kafamda. Aradan Zaman geçti, düşündüğümü anlatamamak kaygısıyla yazmaya başladım; ama umarım ifade edebilirim düşündüklerimi.

"Aynı nehire iki kez giremezsiniz " demiş Heraklitos değişimi anlatmak için.
Bunu "Aynı bayramı iki kez yaşayamazsınız" şeklinde de ifade edebiliriz. Değişmeyen tek şey değişim, yaşamı da sürekli değiştiriyor. Son otuz yıldır Dünya o kadar hızlı bir değişim süreci içinde ki, içinde bulunduğumuz dönem bile birden fazla sıfatla anılmakta. Öyle ki; "kimilerine göre enformasyon, kimilerine göre postmodern, kimilerine göreyse kitle iletişim çağında bulunuyoruz."

Ancak dönemi hangi biçimde ifade ederseniz edin , üzerinde durulması gereken; her günün bir önceki günden farklı olduğu ve her yeni günün yeni kategoriler ile algılandığıdır. Gelişen teknoloji, dünyayı algılama şeklimizde ciddi değişikliklere neden oluyor. " insanın bilincini oluşturan içinde yaşadığı maddi yaşam koşulları" ise "bugün bizi kuşatan yaşam belirliyor bilincimizi"

Eskiden, bayramlara birkaç gün kala, postanelerin önlerinde kurulan tezgahlardan uzun uzun kartpostal seçerdik sevdiklerimize yollamak için. Onlara, onları anlamlandırdığımıza uygun kartlar seçerdik. Uzaktaki bir dosta yaşadığımız şehirden bir görünümü uygun görürken, sevgilimize kalpli, güllü kartpostallar…

Artık öylemi ! bayram sabahı saldırıyoruz telefonlara, yoldaysak cep telefonu ya da bir e-mail yetiyor, postacılara da yaramadı bu teknoloji. Bayramlarda kapıyı çaldıklarında "bayramda bile görev yapmanın keyfiyle" zarfları uzatırken ellerine sıkıştırılan küçük bir bahşişi utangaç biri tavırla alıp defalarca "iyi bayramlar " dileyerek uzaklaşırlardı. Artık bayram kutlamaları "Bak postacı geliyor" çocuk şarkılarının öznesi postacıların , dolayımından , elektronik iletişim araçlarının dolayımına çağ atlamış durumda.

Hegel "insanın özünün gerçek temeli her bireyin, her kuşağın kendinden önce bulduğu üretim güçlerinin, …ve sosyal ilişki formlarının toplamıdır" diyor. Hayata ilk gözlerimizi açtığımızdaki ilişkiler ile bugün yaşadığımız ilişkiler arasındaki fark eski bayramlar ile bugünkü bayramlar arasındaki farka karşılık düşmektedir. Bu süreci neresinden yakalamış olursanız olun geriye dönük anımsadığınız hiçbir şeyi bir kez daha yaşama şansına sahip değiliz. Çocukluğumuzda babalarımızdan isteklerimizle, çocuklarımızın bizden istekleri hiç ama hiç benzemiyor.

Ne kadar, "nerede eski bayramlar" desek de, teknolojiyi kullanarak dünyayı dönüştürme çabalarımıza karşı ödediğimiz bedel olacaktır, eski bayramları yaşayamamak.
Teknolojiyi kullanarak, dönüşüme uğratmak, aynı zamanda da, yeni tanımlar üretmeyi ve bu tanımlara uygun yaşam tarzını oluşturmayı zorunlu kılıyor. Üretilen , her yeni tarz yaşam biçimi ile toplumsal yapı arasında da bir neden-sonuç ilişkisi oluşuyor. Dolayısıyla bu durum toplumsal yapı üzerinde belli değişikliklerin ortaya çıkmasını gerekçelendiriyor. Giderek çağdaş gelişim düzeyine uygun olarak düzenlenen toplumsal yaşamda bireyler kendilerini, 'kendileri olarak' değil, toplumsal rollerine ve etkinlik alanlarına göre tanımlar hale geliyor. Yani tanımlanmış bir 'ben'in toplumla ilişkilenmesi sürecinde insanlar arası ilişkinin "şeyler" arasındaki ilişkiye dönüşmesi "yabancılaşma" yı getiriyor. Yabancılaşmayı toplumsal olanla bireysel olan arasında bir denge kurma uğraşı olarak da değerlendirdiğimizde giderek daha soyut ilişki biçimlerine dayalı toplumsal organizasyonlarda yaşamamız kaçınılmaz oluyor.

* Oldukça uzun bir süre geçti bayramın üstünden ama ben yoğunluktan ancak ve kopuk kopuk zamanları birbirine ekleyerek oluşturmaya çalıştım yazıyı . Neredeyse bir sonraki bayram gelecekti biraz daha acele etmeseydim. Acele etmemden dolayı anlatamama hatası yapmamış olmayı dilerim.

Abdullah Şengörenoğlu

Yukarı

 Kahvecigillerden : Zeycan Irmak


ANEKTOD

-sevgili O.Atay anısına-

yazının tarihçesi silinmiş mitolojimden.
Kusmak istiyorum ifratazatımı insanlığa.
Beceremiyorum. Yapabildiğim, en fazla
kan tadında kırmızı şarap damacanlarında boğulmak...
anlamsızlığım yeryüzümü kaplamış,
görebildiğim düşler kâbusa soyunmuş.
Söyle, bu mudur sevgi dolu bir yüreğin ödeyeceği bedel?
Bu mudur aşka soyunmanın parametresel karşılığı?
Manen ve madden uzlaşamadığım bu dünyanın,
bu ülkenin parçası olarak da yaşamak istemiyorum !
NEYİM BEN? KİMİM BEN???

Orantılarım tutmuyor birbirini. Uzuvlarım kopuyor
bedenimden, çürüyorum, dökülüyorum, kuruyorum...
"sen mutluluğun resmini çizebilir misin?" diyen ey nâzım!
doğrul kabrinden, yattığın yerde sızlamasın iliklerin !
doğrul! Gör ki nasıl bir dünyaya açmışım gözlerimi !
sevdalarım yarım, bedenim yarım, kanım damarımda
tıkanmış...

hangi doğrunun bileşkesiydim ki, nasıl bir
bilinçle yaşamışım bu güne değin?
Tüm doğrularımı alt üst eden kahpe dölü
insanlarla, et yığınına hapsedilmişim. Söyle !
söyle, ben şimdi kimim?
Katrankarası, zifir siyah her yanım.
Gecem mi var, günüm mü belli değil.
Karnımı; beynimi kutsanmış suya bandırarak ve
çimdik çimdik koparıp doyurabiliyorum ancak.
Ne tapındığım deli sevdam kalmış geriye,
ne sen. Ben bile bana yabancı düşmüşüm
niceleyin. Vazgeçemediklerimin ayak tırnaklarına
bile tutunamayacak kadar acizim.

Bir göç bu... "Tehlikeli Oyunlar"da kayıp dünyaları yansıtan adam
Bir oyunun içinde kaybolmaktan korkuyordu.
Korktuğu oldu.
Bir kendinden göçüş bu... pılı pırtı toplanmadan,
Dökülüp saçılarak, dağılarak parçalarım, göçüyorum...
Kendimden...
Kendimi arıyorum : fail-i meçhul ! neredeyim ben?...

(biraz senin cinayetinim ben; biraz da beni ben katlettim - SIR -!!! )

Yoğun bakım ünitesindeki kablo ve
hortumlarda unuttum duygularımı.
Çoktan karışıp gitmişlerdir tıbbi atık depolarının
kadavra yalnızlıklarına.
Ben çocukluğumu, ben insanlığımı,
ben ne çok yanımı yitirdim.
"Ay Çocuk" yardım et bana !...
Ay çocuk, alice, alexsander, çok uzaklarda...
bilmediğim dağ yamaçlarında, insan kalabalığında,
bir yerlerde işte, ne bileyim...
ama sen, sen... sen onlardan daha da uzaksın bana...
varsın öyle olsun, umurumda değil !

sergüzeşt bir geçmişin küllerini savurdum ortalığa.
Ta en başa döndük ece görüyor musun? Ta en başa...
Ramak kalmıştı ananın karnına yerleşmeye de,
kemikleşmiş yüreğin sığmadı, uğraştın olmadı,
fazla serpilmiştin o zamandan bu zamana...
neyse işte, dedim ya döndük işte...
"ben kimim?" sorusuna...

yeniden yapılanmanın vakti zamanı gelmiş
ama hazır değilsin. Zamanlama hatası !..
tıpkı doğum an'ın gibi...
(sen bu dünyaya doğmakla başlıbaşına hataydın ya... neyse...)

köpükler saçıyor artık içimdeki canavarın ağzı.
Kimsenin suçu yok biliyorum.
Bu bir adaptasyon vak'ası...
Sanrılı, şizofreni, yaşama ve yaşadıklarına tüm isyanı...

Dilim, şap yutmuşcasına küçük dilime yapışmış.
Konuşmak, arz talep meselesi.
Susmak, gönül koymak diye algılanır karşı tarafta.
Sen; yalnızlığımın yegâne ikametgâhı...
Tek varisi...

Beynim, parçalanmak adına çatlatma
çabasında kafatasımı.
Imgelemimde boş yer yok !...
Bütün biletler karaborsa satıldı !...
Hiçbir ağrı kesici fayda etmiyor, verdikleri
onca sakinleştirici uyuma eylemini gerçekleştirmiyor.
Direct damara mı enjekte etmeli -belki işe yarar-?

Tır şoförü olmak isterdim çocukken.
Bana bir TIR çarptı,
Bütün iç organlarım açık pazarda, satışta şimdi...

Beynime şarap-nel değil, şarapkanı kaçtı...
Kusmak istiyorum ifrazatımı...

Artık konuşamıyorum ben !...
Dedim ya, Duygularım;
Tıbbi Atık Depo'sunda, Kadavralarla dans ediyor...

Yine de elim kalem tutabilme çabasında...
AN - LA - SA - NA ! ! !....

Sen mi bunca yabancıydın bana?
Yoksa ben mi görmüyordum gerçeği ?
(gerçek ne ki? An - lat - sa - na ! )

istemiyorum !
al dostluğunu, koy cebine, sende dursun
belki ileride ihtiyacı olanın eline tutuşturursun ...

Zeycan Irmak

Yukarı

 Kahveci Şovalye : Kubilay Hersek


İnanılmayacak Kadar Gerçek Hayaller...( 2 )

30/12/2002 Bakü- İstanbul

Saat 10:00 ... Çoktan uyanmışım...Beni alıp götürecek ve eve ulaştıracak uçağa kavuşmamı sağlayacak aracı beklemeye başlamışım çoktan... Odanın kapısını çalıp " kahvaltı hazır" diye yerel lehçesinde seslenen kominin çağrılarına aldırmadan, aç karnına içtiğim sigaranın haddi hesabı yok.... Kafama koymuşum, ah bir toprağıma dönsem... Ah anama, kardeşlerime bir kavuşsam... Ah o boğazda; demli rakının bardakta bıraktığı koyuluğu, kaldırdığım kadehlerin ardında bırakarak rakı dublelerini bir bir yuvarlayabilsem...

Elimde emzik gibi duran sigarayı küllükte hınçla söndürüyorum... Allah'ım, en sonunda dönüyorum evime ve artık kafama koyduğum kararları uygulayacak ve bu "kahramanlık" oyunundan vazgeçeceğim. Öyle ya! Hem yeni kahramanlara yol açmalı, hem de artık yılan hikayesine dönen gelecek planlarına... Artık, dostlarımın yaşadığı hayata entegre olmalıyım. Çoğu evlendi. İlker, Şenol, Zafer, Mutlu hatta Hakan galiba Kürşat' la ben kaldım bekar. Dostlarımı özledim... Bir kemancı gecesi yapsak ne güzel olurdu eski günlerdeki gibi... Hep beraber... Sarhoş olduktan sonra hep bir ağızdan bağırsaydık " yine aşınca çayın suyu boyunu... göz göze durup bakınca göreceğiz, neyiz ve neeeerelerdeyiz ..." yaşlandık biz ya... Neyse, yılbaşı nasıl olsa. Bir program olur mutlaka...

Beni buralara kadar savuran nedenler, her hafızamın boş kalışında zırt diye geçi veriyor gözümün önünden. Geçmeli de zaten. Öyle ya, inanmış olmanın yüzeye vuruşu bu "zırt diye geçiş"...
Telefon çalıyor, aracım gelmiş, aşağıda beni bekliyormuş. Yeni bir hayata başlamanın vasıtası gelmiş kısacası... Sırt çantamı kontrol ediyorum. Her şey tamam. Sol kolumun iç tarafında, pazımın tam yan tarafında, ince bir zarın altında duran küçük kapsülü sağ elimin işaret parmağı ile yokluyorum. Allah'ım, kullandırmamayı nasip ettin ya, şükürler olsun... Karşıda kolona çakılmış boy aynasında yüzüme bakıyorum; "yaşlanmışsın koçum, saçlarına ak düşmese de, sakallarının altından belli olan yüz hatların derinleşmiş."
Hayat be! Hayat yeniden başlayacak birkaç saat sonra...

Hava alanında, sanki takip edildiğim hissine kapılıyorum. Ama, yok diyorum kendi kendime sonra. "Bu sadece, stresin yarattığı yalancı bir his. " Gerçek bile olsa serin kanlılığımı kaybetmemeliyim. Uçaktaki yerimi belirlemek için hava yolu şirketinin bankosuna doğru yürüyorum. Allah'ım sanki ağır çekimde geçiriyorum bu dakikaları, nefes alışımı duymak zorunda mıyım?
...
Uçağın sağ tarafında, cam kenarındayım. Yanımda 18 yaşlarında bir genç onun yanında da 35- 36 yaşlarında, şakaklarına beyazlar hayli fazlaca inmiş, iri kıyım bir adam var. Bakımsız sakalları kadayıf gibi olmuş ama çok seyrekler. Hafiften gözleri çekik. Orta Asyalı ama Türk kökenli olduğu kanısına varıp, şüpheli gözle bakıyorum adama. Hayırlısıyla şu yolculuk bir bitse... Aprona indikten sonra, artık korkulacak, tedirgin olunacak bir şey yok. Onca stresin yanında en güzel olan şey: İşte tüm alımıyla gelen bir hostes. Hayatımda yaptığım onca uçak yolculuğunda hiç böyle çıtı pıtı bir güzel, böyle alımlı ve bakımlı bir hostes görmemiştim. İçimden diğer tüm hosteslerden özür dilemek geliyor hakikaten. Diğerlerini tenzih etmek gerek her şeyden önce vesselam...
" Ne isterdiniz" diye soruyor. Saatin kaç olduğu yada günün ne zamanında olduğumuz hiç önemli değil. Önemli olan stresi atmak... " viski" diyorum. "sek olsun lütfen." Plastik bir bardağa tek buz koyarak dolduruyor bardağı yarısına kadar. Bardak dolarken aklıma gelen tek şey; tek seferde tümünü bitirip kafamı sağ tarafa devirip uykuya dalmak. Bir an önce kendimi Yeşilköy'de bulmak istiyorum. Biliyorum bizim çocuklar orada olacak patronla birlikte...Her şey bitecek artık sonsuza dek. Bir daha bu hisleri yaşamayacağım çünkü istifamı vereceğim -her ne kadar kabul edilmeyeceğini bilsem de... -

Saat kaç hatırlamıyorum. Gözlerimi, fren sesiyle gelen sarsılmayla açtım. Kemer tutmuş beni. Bu sadece uçağın tekerlerinin yere değdiği an. Biraz sert olsa gerek. Camdan dışarıya bakıyorum. Pist yapmış uçak ilerledikçe yavaşlıyor. Ben uyurken, kemeri ya yanımdaki çocuk yada hostes takmış olmalı. Ağzımda bir ekşime. Sanırım bu içtiğim viskiden kaynaklanıyor, midemde de bir ekşime var. Neyse vatan toprağına geldik ya, ölsek de gözler yumuk gideriz.

Uçak tamamen durduğunda, artık insanlar eşyalarını toparlamaya başlamıştı. Yanımdaki koltuklar tamamen boşaldığında ayağa kalkıp, kabin bagajına yerleştirdiğim sırt çantamı aldım. İçinden, sarı zarfı ve plastik bir kabın içinde muhafaza ettiğim küçük Video Kamera kasetini çıkarttım. Artık çıkış kapısına doğru yönelip merdivenleri inerek toprağa ayak basma zamanı gelmişti, koridorda ilerlemeye başladım. O sırada o güzel hostesin bana doğru ilerlediğini gördüm. Yanıma yaklaştığında durdu ve elini uzattı. Gözlerimin içine bakarak " vatan toprağı, ana bağrıdır" dedi. Tereddüt etmeden vermem gerekenleri verdim. Şaşkındım ama şaşırmanın ne kadar sıradan ve dikkate alınmaması gerektiğini de öğrenmiştim "öğreti zamanlarında"...

Hava alanından çıkarken üzerimdeki pek çok yükün kalktığını, kuş gibi hafiflediğimi hissettim. Bunu laf olsun diye yazmıyorum, hakikaten böyleydi. Artık, çocukken kurup da uygulama fırsatı bulamadığım ve bundan sonra uygulama imkanı bulabileceğim her şeyi yapma zamanıydı. Yapabilme fırsatıydı. Bir taksi çevirdim ve semtimi söyledim. Dalmışım o sıra. Gözlerimi açtığımda Ali Sami Yen stadının yanından geçiyorduk. Köprüyü görecektim. Ne tuhaf bir his di bu. Köprüden süzülen takside, kafamı sağ tarafa devirmiş kız kulesiyle göz göze gelmiştim. Hayallerimle de... Garip bir şey ama onca yoğun isteğin yanında o yapıya bakarken ilk aklıma gelen şey vurdumduymaz bir halde aşık olmaktı. Günlerce susuz kalan birinin bunu fark etmesi gibi kıvrandırıcıydı. Aşka nasılda susamışım. Ama bugüne dek hep uzak diyarlarda yaşamıştık aşk ile...Nasıl susatmış bu ayrılık beni...

Gözlerimi kapadım ve artık taksi şoförü "ağabey! Artık adresi tarif etsen" deyinceye kadar da açmadım. Evimin bulunduğu sitenin girişine geldiğimde artık derin ama çok derin bir nefes almanın zamanı gelmişti....
...
Kapıya doğru uzandım ve zile bastım. Kapıyı ilk açacak olanın kim olacağını merak ederek heyecanlandım. İçim pır pır ediyordu. Allah'ım sana şükürler olsun ki evimdeyim...
...
(Devamı, nefes aldığım ve klavyeyi önüme alabildiğim sürece var...)

(İş bu hikaye, yukarıdaki tarihte kaleme alınmaya başlanmış ve hissedilen rahatlıktan ötürü yayınlanmasına şimdi karar verilmiştir. Bu hikaye, "Günümüz" zamanında son bulan bir hikayedir. Kişiler, mekanlar yada adı geçebileceği düşünülen kurumların tümü ama tümü benim ve sizlerin hayal yeteneğinizle sınırlıdır ve dahi hayaldir...İş bu hikayenin yazımı aşamasında; edebi yada manzum kurallar gözetilmeden tek düzen ve hissedilen edebiyat kullanılmıştır ve kullanılacaktır da. Bu nedenle yapılacak imla ve edebi hatalara karşı söz edilecek eleştiriler konusunda sizleri uyarırım. Zira edebi kaygım, yazım aşamasında sadece imlaya dikkat etme çabasına yoğunlaşmak sınırında olmuştur. Olamamıştıksa da eleştiriler baş üstünedir.)

Kubilay Hersek
kubilay@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Dost Meclisi


Dizilerdeki Kanser Sömürüsüne Hayır Deme Zamanı

Bugün sizlerle, şiddetle kınadığım bir konuyu paylaşmak istiyorum. Son zamanlarda "rayting" adına dizilerde senaryolara konu olan bir moda oluştu farkında mısınız bilmiyorum?

Hemen hemen her dizide başgösteren bu demagoji , Kanser hastalığı.

Zar zor vakit ayırarak hatta bazen oğlumu erken uyutarak seyrettiğim bir kaç diziye tam konsantre olmuşken ve aman ne kadar kaliteli bir yapım, ne kadar akıcı bir senaryo derken karşıma hemen bir kanser hastası çıkarıveriyorlar. Bu ne demek oluyor anlamıyorum. Bizler zaten bu hastalıkla mücadele vermek adına oldukça çaba harcıyoruz ve benim gibi de çok fazla insan olduğuna inanıyorum, fakat duyarsız dizi yapımcıları sanırım bu hassasiyetten yoksunlar. Nasıl oluyor da, insanların morallerini bozmaya bu kadar cüret ediyorlar. Bu hastalığı dizilerde konu olarak gündeme getirip, rayting almaya çalışıyorlar ama ne yazık ki bu hastalığa yakalanmış kişilerin ruhsal durumlarını göz ardı ediyorlar. Bu kadar düşüncesiz, duyarsız ve aptal bir toplum haline dönüştürerek yanlış bir populist politika uyguluyorlar.

Yeter artık diyorum ve her seferinde bu hassasiyetimi ilgili yayın kurumlarına yazı yazarak iletiyorum. Lütfen bu konuda hassasiyetinizi kaybetmeyin ve konu hakkında duyarlı olun.

Kahve keyfiniz bol olsun,

Ayşe H. EREM

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


aşka dair üçleme

I - dağların ıtırı

bir düşte çıktık içimizdeki yokuşları
uçurtmalar ekip kederimize
ellerimizde nar bereketi

dağların ıtırıydı üzerimizde
bahar yorgunluğu
terimiz akarken köklerine

geceyi resimlerdi sesin
-mışlı zaman masal dilince
sevdalarda han duvarıydık

II - özlem

özlemin kaç halini söylesem
yüzünde gezinir ellerim
kum tükenir saatimde

ne zaman o anlamlı sessizliği
kilitlesek gözlerimize
bir meltemde batık kalırız

III - o kent

seni tanıdığım kentte
çürümüş bir halatın ucunda / iskelede
sesin bekliyor beni

çöreklenende kapımıza açaray
bağ makası bileklerimizde
budanalım aşka

işportaya düşmeden
yaşadık ve yenildik aşka
küskünlüğümüz yok kendimizle

-şimdi o kent- yüzümüz gibi eskir bizimle...

Emre Gümüşdoğan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Haydee bre pehlivanlar!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://secim.trt.net.tr
En sağlıklı, yorumsuz seçim sonuçlarına ulaşmak için güvenilir bir link.

http://www.polibo.com/ada_1024.htm
Polisan tarafından çocuklara yönelik hazırlanan zevkli ve eğlenceli bir web sayfası. Çocuğunuzun üye olmasını sağlayarak aktivitelerden faydalandırabilirsiniz.

http://www.pokedede.com/
Çocuklar için hazırlanan bir diğer web sayfası daha. Pokedede çocuklar ve ebeveynleri için eğitim şart diyen bir site. "...Web sitemizin amacı, ailelere pokemon hakkında bilgi vererek; onları çocuklar ile bu konuda konuşabilmelerini sağlayarak yakınlaşmalarına yardımcı olmak..." diyerek fikirlerini bizlerle paylaşıyorlar.

http://www.azeri.org
Azerbeycan ve Azeriler hakkında merak ettiğiniz birçok konu için başvuru kaynağınız ...The population of the Republic of Azerbaijan (Northern Azerbaijan) is estimated at 7.5 million. In addition, there are approximately 25-30 million Azerbaijanis living in Iran (Southern Azerbaijan). In 1920, when the Soviets came into power, Northern and Southern Azerbaijan became isolated from each other...

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


KeyTweak v1.12 [160k] Win2k/XP FREE
http://webpages.charter.net/krumsick
Klavyede Insert, Caps Lock, ve Scroll Lock tuşlarını hiç kullanıyor musunuz? Belki Caps Lock. Bunun gibi hiç elinizin gitmediği tuşlara değişik görevler yüklemek ister misiniz? Tek tuşla hesap makinesine ulaşmak yada tek tuşla Internet Explorer'ı açmak gibi... Cevaplarınız evetse bu programı yükleyip keyfine varın. Bilgisayardan az biraz anlayanlar için:-))

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040330.asp
ISSN: 1303-8923
30 Mart 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri