KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 473

 31 Mart 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Necefli Editör!..


Sevgili Kahveciler,

Şu sıralar işlerin yoğunlaşması, bendeki gücün tükenmesi, matbaada mürekkebin bitmesi gibi ıvır zıvır nedenlerle bir süre yazılarıma ara vermek zorunda kalacağım. Üzülmeyin Kahve Molası aynen devam edecek. Ayırabildiğim tüm zamanı teknik düzenlemeler için kullanacağım. Bu konuda beni mazur göreceğinizi umarım. Bu durum 1 hafta 10 gün sürebilir. Ama fırsat buldukça meydanı boş bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz. Sizleri sevgili yazar arkadaşlarıma emanet ediyor ve huzurlarınızdan çekiliyorum. Kalın sağlıcakla...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Yalnızlık yıldızlarda…

Yalnızlığın karekökü olur mu?
Ne saçma diye düşündü genç adam.
Hem içinde hem de dışındayım.Yalnız olamayacak kadar kapkalabalığın içinde yapayalnız kalıvermişim. Yalnızlık bölünür mü, bölüşülür mü?
Bir yerlere karalamak istedi aklından geçenleri...

Soğuk odasında battaniyesine sarınıp kahvesini yudumlarken, başka yerlerde sayıca kalabalıklaşan arkadaşlarının seslerini özlemişti.
Özlemini de ekledi yalnızlığına. Bu soğuk Avrupa şehrinde birkaç metrekarelik bir yurt odasında yalnızlığı yudum yudum içmek. Tıpkı bir fincan kahve gibi...

Çalan telefon gecenin sessizliğini bozdu. Uzun merhabalardan sonra kısa cümlelerle devam etti sohbet. Sonra birden,
-Alıştım yalnızlığa dedi genç adam.
İçi cız etti karşı taraftaki kadının. Bu kısa cümle en hüzünlü şarkılar gibi yaraladı kadını.
Kendi yalnızlığım diye düşündü kadın.
Sonra yüzler geldi gözünün önüne. Soğuk kentlerdeki taş evlerin pencerelerinde, sahil kasabalarındaki menekşe açmıs balkonlarda dolaştı gözleri. Bir Anadolu köyünde yalnız bir ihtiyarın mavi gözleri, şehir metrosundaki paltolu yalnız kızın yüzüne değdi.
Herbiri kendi yalnızlıklarının çemberinde onlarca yüz geçti gözlerinin önünden.

-Boşver üzülme, yalnızlık en güzelidir dedi kadın. Teselli edecek başka cümle bulup kuramamıştı.
-Bazen çekilmiyor dedi genç adam.
Uzaklarda yağan yağmurları düşündü adam, sonra odasındaki pencereden geceye yağan karı seyretti.
Hiç yıldızsız gece düşlemedim diye düşündü adam. Beyaz geceye en yakışanıymış yıldızlar diye geçirdi içinden, lapa lapa yağan karın ardından.

-Yalnız olmak mı,yalnız kalmak mı en acısı? diye sordu adam kadına.
-Yalnızlık acıtmaz ki dedi kadın. O senin içindedir ve yalnızlığını neye göre yaşadığına bağlıdır. Bazen kalabalık bir arkadaş toplantısında düşer içine, bazen de ıssız bir gölde balık avlarken. Sana ikram edilen kahveyi yudumlarken, çevrende duyduğun gülüşmelere yabancılaşıverirsin birden.

-Evet simdi daha çok sevdim yalnızlığımı dedi adam.
-Çünkü o senin, O sensin dedi kadın.

Yalnızlığın rengi olur mu? Beyaz bir buluta ya da kırmızı bir güle denk düşer mi rengi?
Yalnızlığın kokusu var mıdır?Çiçek mi kokar yoksa acı baharat mı?
Yalnızlık dinlenir mi? Bir melodi olur mu yoksa gürültü gibi mi gelir kulağa?
-Yalnızlık en çok neyi hatırlatır? diye sordu adam.

Yağmurlu bir sonbahar günü geldi kadının gözünün önüne.

-Bir sonbahar dedi kadın.
-Yalnızlık yağmur mu? Yağmur kadar hüzünlü mü? diye sordu adam.

Kaldırıma düşen bir damla kadar tek olmak yağan yağmurlarda...

-Şimdi daha az yalnızım dedi adam.
-Yalnızlığın miktarı olur mu? Su gibi kana kana içilir mi? diye devam etti.

Gece soğuk,gece karlı,gece yalnız...
-Seslerimizle yalnızlıklarımızı çoğalttık dedi adam. Sonra ekledi, yalnız olmayı sevmeye başladım.
-Kalabalıklara da karışmalısın dedi kadın.

İçimizdeki yalnızlıklarımızı battaniye ile örtüp ısıtmak lazım arada diye düşündü adam. Sonra kendi battaniyesine biraz daha sıkı sarıldı.

-Şimdilik hosçakal dedi kadın.
Telefonu kapattılar. Ardından kendi yalnızlıklarına döndüler gecenin sessizliğinde.
Genç adam odasından çıkıp yurdun ortak kullanılan mutfağına doğru yöneldi. Yurt arkadaşlarından biri kendisine kahve hazırlıyordu.
-Sen de ister misin? diye sordu genç adama. Hem kahve içer hem de biraz laflarız diye devam etti arkadaşı.
-Simdi daha çok isterim dedi genç adam.

Kadın telefonu kapattıktan sonra kendi gökyüzüne baktı. Uzaklarda bir yıldız parlıyordu.
Yalnızlığımızı doya doya yaşamalıyız ...
Gece başka şehirlerde nice yalnız yüreklerin iç seslerine eşlik eden yıldızlara kucak açmıştı.
Ve uzaklarda bir şehirde, evlerin birinde çalan radyodaki kadın;
-Yalnızlığım yaşamak zorunda olduğum beraberliğim… diye şarkısını söylüyordu.

SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


   ALEVLER İÇİNDEKİ BEYAZ TÜY

Günlerdir her gözümü kapadığımda onları görüyorum... Süt beyazı elbiseler giymişler. Yüzlerinin ışıltısı göz kamaştırıcı güzellikte. Gözlerimi alan o büyülü ışıltının ardında, başlarını sarmış birer taç seçiyorum.

Taçlarının birazcık yana kaydığını fark edip, düzeltmek istiyorum. Parmaklarım yumuşak bir şeylere dokunuyor. Bebek teni yumuşaklığı gibi... Kuş tüyünden yapılmış olmalı bu taçlar. Altın sarısı ışıltılar barındıran beyaz tüylerden örülmüş... Evet, kuş tüyünden...

Ancak, alelade bir kuşun tüyü değil. Ne tüyü bunlar? Hiç böyle tüy görmedim. Hangi kuşun tüyü olabilir diye soruyorum kendime... Hangisi?

Sonra karnımda gezinen bir sancı hissediyorum...

Bu taçlar, Tanrısal ya da mistik bir şeyi simgeliyor diye düşünüyorum, ama çözemiyorum... Aklım tüylerin gizemine kilitleniyor sanki. O tüylerden bulmalı ve onlardan öreceğim taçları doğmamış çocuklarım için hazır etmeliyim...

.....

"Öyle tüyler, olsa olsa Zümrüt-ü Anka'nındır. Kubilay Han'ın bile arattırdığı ama yerine, bir palmiye yaprağına razı geldiği Anka'nın... Yüreğinin atışlarını dinle"... "Onu bulamazsın... Yüreğinin bembeyaz atımlarını hissederse, O seni bulur." diye mırıldanıyor bir ses. Arkama dönüyorum, kimseyi göremiyorum. Elimde birkaç sebze ile donakalıyorum Pazar yerinde.

.....

Yüreğimin tüm koyu renklerine ket vurmayı öğreniyorum. Gecelerin korkularına, yalnızlığına kaş çatmayı; gündüzlerin öfkelerine, yalanlarına, her sahteliğine dudak bükmeyi... Olanca gücümle iteliyorum benden uzaklara. Çocuklarıma yapacağım taçları düşlüyorum. Onu bulmalıyım...

Beyaz düşünmeyi öğrendikçe, diğer tonların korkusu, "ben" oluyorum.

.....

Her sabah, Kanle'nin kurak köylerini seyrediyorum Naju tepesinden. Ona yakın olmak arzusu çağırıyor beni her gün buraya.

.....

Artık yüreğimin beyaz atmayı öğrenemeyeceğini çaresizce kabullenmeye başladığım bir anda, hiç duymadığım bir şarkıyı, adeta ilahi bir sesin dillendirdiğini işitiyorum. Sırtımdan boşanan soğuk bir terle ayağa fırlıyorum. Her yöne dönüp bakınıyorum ve üstüme çöken bir gölge ile yere kapaklanıyorum. Başımı topraktan çekip göğe yöneltiyorum. Tanrım!
Otuz kuş büyüklüğünde, otuz renkli, süt beyazı gerdanının yukarısında mağrur bakışlarla beni izliyor... Anka Kuşu...

Yüreğim çılgınca çarpıyor. "Ne olur beyaz atmaya devam etsin!" diye yakarıyorum Tanrı'ya. 'Ne olur beyaz atmaya devam etsin!'...

Yanı başıma indiriyor ayaklarını. Yüzündeki gülümsemeye, heyecanımı yenme gayretiyle, gülümseme ile karşılık vermeye çalışıyorum.

"Sakin olmalısın" diyor bana, o büyülü sesiyle.
Vücudu rengarenk ve Tanrılara layık hint ipekleriyle kuşanmış gibi duruyor. Göz alıcı, heybetli, onurlu...
Kekeleyerek soruyorum:
"Gerdanından birkaç tüy verebilir misin bana?"
Tebessüm ediyor:
"Tüylerimin sana ne yarar sağlayacağını düşünüyorsun?"
Her iki gözümden birer damla yaş süzülüyor. Sesim kısılmış, yutkunuyorum önce...
"İki tane taç yapacağım, doğacak kızım ve oğlumun başları için"...



Kaşları çatılıyor.
Bakışlarını ufka yöneltip bir şeyler mırıldanıyor.
Aniden gözlerini gözlerime kilitliyor.
"Geceyi beyazla mı örteceksin?" diye soruyor,
Tam yanıtlayacakken devam ediyor :
"Hastalıklar, sıhhatin lekesi ise, kara da beyazın lekesi olur.
Benim beyaz gerdanımla hangi lekeyi temizleyeceksin?"

Tekrar yutkunarak cevap veriyorum:
"Çocuklarımın geleceğindeki lekeleri"
"Öyle eminim ki bundan... "

Önce incecik bacakları bükülüyor ve ardından devasa gövdesi usulca yere çöküyor. Bakışlarından birkaç tüy almama izin verdiğini anlıyorum.
Ayak parmaklarımın ucunda yükselip gerdanını okşuyorum önce. Ellerimdeki ince titreyişi yenmeye çalışıyorum. Avucumla birkaç tüyü kavrıyorum ve tüyler sanki kendilerini hediye ediyorlarmış gibi ellerimde kalıyorlar. Beyazlık üzerinde göz kırpan yıldızlar görür gibi oluyorum. Birden gövdesi hareketleniyor ve ayakları üzerinde doğrulup başını göğe çeviriyor. Gölgesi tekrar üzerimde beliriyor ve hızla küçülerek gözden yitiyor.

.....

Tüyleri, elbisemin içine gizliyorum. Karanlık basmadan evime varmak istiyorum. Hava kararmakta iken ılık bir rüzgar tozlandırıyor zemini.

Kentte savaş hala sürüyor. Dar bir sokakta kaba saba bir adamın iki küçük kız çocuğunu dövdüğünü görüyorum. Bir arka sokaktan bir kadın çığlığı geliyor. Tedirgin oluyorum... Adımlarımı iyice sıklaştırıyorum. Pazar alanına girdiğimde birkaç kişinin kovaladığı başka bir çocuk fark ediyorum. Elinde bir tavukla adamlardan kaçmaya çalışıyor.

Kentin uzaklarında evler hala yanıyor. Uğultulu patlamalar göğe doğru yükseliyor. Tanrım savaş hala devam ediyor... Yüreğimin atışlarını işitebiliyorum.

Görmeye hala alışamadığım görüntülerin eşliğinde evimin bahçesine ulaşıyorum. Evden birkaç çıra alıp bahçeye çıkıyorum tekrar.

Yine arkamdan birinin sesini işitiyorum. Bu ses; Pazar yerinde duyduğum ses. Arkamı dönüyorum, onunla göz göze geliyoruz... "Her şeyi biliyorum..." dercesine bir Fakir bana bakıyor...

Ona arkamı dönüp, elbisemin içine sıkıştırdığım tüyleri çıkarıyorum ve yere bırakıyorum. Ateşi yakmaya çalışıyorum. Rüzgar birkaç defa söndürüyor ateşi. Fakir'in siper olmasıyla cılız ateşi kuvvetlendirebiliyorum.

"Taç yapmaktan vaz mı geçtin?" diye soruyor. 'Doğmamış çocuklarına taçlar yapacaktın bu tüylerle... Biri kız diğeri erkek doğmamış iki çocuğuna, iki taç... Hani onların geleceklerindeki lekeleri temizleyecektin?'

Onun her düşüncemi okuduğundan emin oluyorum artık.
"Neden geldin buraya?" diye soruyorum, yanıtını bildiğim halde.
"Bütün çocukları taçlandırdığını görmek için..." diyor.

Ona gülümsüyorum... "Evet, bütün çocukları taçlandıracağım..."

Artık alevleri insan boyuna ulaşmış ateşi izliyoruz beraber, kentin dört bir yanından acı dolu bağırışları, yakarışları daha iyi duyabiliyoruz şimdi. Tüyleri alıyorum yerden.

"Senin yüreğin ne renk atıyor?" diye soruyorum.
Her yanı sökülmüş yeleğinin tek düğmesini gevşetip, kuşağını açıyor ve göğsünü gösteriyor bana.
Karanlığın içinden bir şey seçemiyorum önce, ateşten bir dal tutup meşale yapıyorum kendime. Yeleğin içi boş, bomboş!

Gülümsüyor bana...

Ellerim yine titreyerek tüyleri kavrıyorum ve ateşin tam göbeğine fırlatıveriyorum. Tüylerin siyahlaşmaya başladığını fark ediyorum. Eliyle beni biraz öteye itip, ateşin içine giriyor. Mum gibi eridiğini görüyorum. Hala gülümseyen dudaklarını seçebiliyorum. Alevler giderek güçleniyor. Başının yok oluşunu izliyorum. Önce büyük bir parıldama ile gözlerim kamaşıyor. Rüzgar, tüm kollarını toplayıp ateşin etrafında bir hortum oluşturuyor. Hortum renkten renge bürünmeye başlıyor. Giderek dönüş hızını artırıyor. Saçlarım havada uçuşuyor. Gözlerimi kısıp izliyorum bu ilahi seremoniyi...

Aniden sessiz ama büyük bir ışık patlaması içinde kalıyorum. Rüzgarın eşlik ettiği rengarenk ışık huzmeleri, önce bir tur atıyor etrafımda, ardından sözleşmiş gibi hepsi göğe yöneliyorlar. Aralarında beyaz tüyler içinde fakirin gülümsediğini görür gibi oluyorum. Gökyüzüne doğru yükselen yıldız kümeleri...

Sokağa çıkıp kısa bir süre onları takip etmeye çalışıyorum.

Rüzgar aniden kesiliyor. Kanle'nin üzerini yıldızlardan oluşmuş bir taç kaplıyor. Patlamalar, gürültüler sonlanıyor. Acı dolu haykırışlar yitip, gidiyor. Tam bir sessizlik hakim oluyor. Tanrım savaş bitiyor, Tanrım savaş bitiyor...

Herkesin sokaklara çıkıp rengarenk ışıldayan yıldızlara hayranlıkla baktıklarını görüyorum.

.....

Ayın parıltısını bir çift kanatın gölgelediğini görür gibi oluyorum. Bana göz kırptığını hissediyorum. İçimi saran sıcaklık beni ilk defa böylesine huzurla gülümsetiyor.

Kaf Dağının ardında mı, bilinmez. Dünyanın her döneminde sadece bir Anka Kuşu yaşarmış. Ancak içsel bir yolculuk sonrasında kanatlarını böylesine çırparmış... Ancak.....

.....

Ardımdan yine o sesi işitiyorum; "Unutma!" diyor. "Dünyanın bir yerleri hala yanıyor, bir yerlerde hala çocuklar ağlıyor, bir yerlerde hala çığlıklar yükseliyor.''... ''Bir yerlerde hala çocuklar ağlıyor!... "

Leyla Ayyıldız

Yukarı

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


Yaşamda anlam aramak

Bulunduğumuz coğrafyanın insanları için yazılanları düşünüyorum günlerdir.
Kimimiz uyarıların şiddetiyle orantılı bir tepki verirken kimimiz tümüyle sessiz kaldı.
Ama asıl ilginç olan, tepki veren ve vermeyenler olarak hepimizin ortak bir noktada buluşacak olmamız.
Yani çok uzun olmayan bir süre sonra her şeyi unutacağız.

Neden acaba?

Mevcut güdülenme teorilerine göre insan ya uyarılara tepki veren ya da dürtülerini boşaltan bir yaratıkmış.
Yaşamın böylesi salt iki bölümden oluştuğuna, doğrusu inanmak istemiyorum.
İnsan ayni zamanda yaşamın sorularına yanıt veren ve bu yolla yaşamın ona sunduğu anlamları gerçekleştirebilen bir yaratıktır.
Abraham Maslow’a göre anlam insan yaşamının temel düşüncesidir.
İnsanoğlunun yaşamında anlam ararken böylelikle bir yandan da kaygılarını ve mutluluk reçetelerini irdeler.
Birey güzel bir araba, ev ya da güzel bir yemek için canını vermez.
Ama aradığı anlamı bulabilmek için acı çeker, özveride bulunur ve hatta gerekirse bu uğurda canını bile feda edebilir.
Kimi birey yaşamında bir anlam için gönüllü ölümü seçerken bir başkası yaşamının anlamsızlığı için intihar etmektedir.
Dünya kabaca ikiye bölündü.
Aydınlanmayla refaha kavuşan bolluk içerisinde yüzen ilk gurup sosyoekonomik durumları düzeldiğinde her şeyin yolunda gideceğini ve mutlu olacaklarını zannediyordu.
Bugün onlar yaşamak için gerekli tüm araçlara sahipler ama yaşamak için bir anlamları yok.
İkinci büyük gurup ise yaşamak için gerekli araçlardan neredeyse tümüyle yoksun ama bundan kaynaklanan bir anlama sahip olduklarını sanıyorlar.
İlk gurup sahip oldukları şeyler için ölmeyi akıllarından bile geçirmezken ikinci gurup anlamları için gözünü bile kırpmadan ölümü seçebiliyor.
Dünyanın yarıdan çoğunun ilk sorunu açlık iken ikinci yarının refah ülkesi Avusturya Başbakanı Bruno Kreisky, vatandaşlarının en önemli ve acil sorununun yaşamın anlamsızlığı duygusu olduğunu söylemiş.
Kin ve nefret duyguları hiçbir sorunu çözmüyor.
Bunlar sadece sıradan tepkiler.
Hepimiz iyi insanların azınlık olduğuna ve hep azınlık olarak kalacaklarına dair köklü inançlara sahibiz.
Göründüğü kadarıyla işler kötüye gidiyor ama iyileştirmek için elimizden geleni yapmadığımız sürece her şey daha kötüye gidecek.
Ama tepkiler ve dürtülerimizle hiçbir yere varamayız.
Birbirimizi anlamaya çalışmak ve yaşamlarımız için bir anlam yaratmaya çalışmak hepimiz için iyi bir başlangıç gibi geliyor bana.

Çizgi roman kahramanı sevimli köpek Snoopy, kulübesinin üstünde yıldızlar altında düşünür.
-Yarın sabah saat sekizde kahvaltı yapacağım, dört saat sonra öğlen yemeğimi ve 6 saat sonra akşam yemeğimi yiyeceğim.
-Düzenli hayat ne kadar güzel bir şey !!!

Snoopy, elinde yemek çanağıyla içeri giren Charlie Brown’nı görünce şöyle bağırır “İşte anlam !!!”

Yaşamda düzen nedir ?
Yaşamın anlamı nedir ?
Anlamlı yaşam nasıl sürdürülür ?

Kemal Türkmen

Yukarı

 Kahvecigillerden : Fehmi Can Sağlam


Bensiz ve mutlu kal (Bölüm - I)

Ben böyle pahalı yerleri sevmem aslında...

Ama bu akşam neden bilmem giriverdim içeri. Önce şık giyinmiş insanlar çarptı gözüme. O soğuk yabancılık duygusu sardı yine vücudumu, ürperdim... Sonra garsonlar masamı gösterdiler, oturdum. Manzaram görülmeye değerdi doğrusu. Deniz kokusu geldi aniden burnuma. Elimdeki şarap kadehi rakının yerini tutmasa da, dostları hatırladım, rakı balık muhabbetlerini... Böyle bir manzara görmeyeyim hemen dalar gözlerim. Benim senaryolarım oynar yalnızlar sinemasının perdesinde. Bazen biri çıkagelir, uyandırır beni düşlerimden...

-Merhaba...

Hayal aleminden gerçek dünyaya dönüş zordur biraz, biraz da acı verici... Kural koyan durumundayken bir anda boyun eğen olursunuz. Ama nasıl anlatsam, siz de görmeliydiniz o sesin sahibini...

-Siz O'sunuz, değil mi? Ne zamandır tanışmak istiyordum sizinle...

Hayal mi gerçek mi bilemedim bir an... Sonra,

-Evet benim, diyebildim...
Tanıştık... Masama davet ettim. Oturdu.
-Yazılarınızı hep uzaktan takip ediyordum, sonunda tanışma fırsatı oldu.
-Ne tuhaf, dedim. Ben de sizi hep uzaktan izliyordum, beyaz perdenin önündeki koltuklardan...
Gülümsedi...

Kocaman yeşil gözleri, boynuna düşen kumral saçlarıyla göz kamaştırıcıydı. Masama güneş doğuvermişti bir anda. Yalnızlıktan bu kadar sıkıldığımı bilmiyordum doğrusu... Biraz daha kırmızı şarap istedik. Ve kadeh kaldırdık, her zaman yaptığım gibi sağlığa...

-Umut bizimle olsun...

Gülüşü yıllarca oturup izlenecek kadar güzeldi. Küçücük burnu ve inci dişleriyle bir an sanki bir süs eşyasıymış gibi geldi bana. Onu bir camekanın içinde hayal ettim. Karşısında sandalyeye oturmuş ben, asırlardır onu izliyorum. O an bu o kadar mümkün geldi ki bana, bilemezsiniz...

Sonra kendime kızdım yine... Yine tutamamıştım kendime verdiğim sözleri... O çok güçlü sandığım karakterim çoktan ölmüştü de, birlikte evime doğru yürürken cesedini çiğniyorduk...

Beni tanıyanlar bilirler, yürümeyi çok severim ben... Üstelik yanımda rüya gibi bir güzel varsa sahil boyunca bir yürüyüşün yerini ne tutabilir...

Serin havanın da yardımıyla yavaş yavaş bana sokulmaya başlamıştı bile... Kokusu annemi hatırlattı biraz, biraz da kayıp çocukluğumu. Yıllardır özlediklerimi... Dedim ya ölmüştüm çoktan, cesedimi çiğnemiştik birlikte. Şimdi de küçük bir cenaze töreni düzenleyecektik evimde. Sabah nasıl olsa çekip gidecekti; ama gitmeden belki bir dua okurdu başucumda... Oysa ben sokak sokak dolaşıp her köşe başına kayıp ilanı vererek aramıştım onu. Gördüğüm her duvara bilmeden onun resmini yapıştırmıştım...

Biraz daha şarap aldık köşedeki büfeden. O istemişti. Bence hiçbir şey tutamaz rakının yerini...
Merdivenleri çıkarken ne zaman gidecek diye düşünmeye başlamıştım bile. O da nasıl olsa dayanamayacaktı, sıkılacaktı bu yoğun romantizmden. Yıllarca, bunu yapan kimlerdi bilmiyorum, kadınların duygusal olduğu masalını anlatmışlardı bize. Oysa gerçekleri başkaları değil hayatın kendisi öğretiyordu. Ve gerçekler istisnasız acı vericiydi. Ya da bana öyle geliyordu belki, bilemiyorum... Ama ne kadar acı verse de kimseye güvenmemeyi öğrenmiştim...

Kapıyı açtım. Meraklı gözlerle dolaştı evin dört yanını. Kadınlar böyle işte, dağınıklımı görmeden içleri rahat etmez. Annem de böyleydi, her gün odamın dağınıklığından şikayet ederdi. Ama istisnasız her gün o dağınıklığı seyrederdi. Ve şu an nasıl anlatsam, evde kadın kokusu... Hiçbir kelimeye sığmaz, anlatılmaz...

Şarabın yanına biraz da çerez getirdim. Televizyonun karşısına kurulduk. Onu yıllardır tanıyor gibiydim. O bildik suskunluğum çökmüştü üzerime, o da pek konuşmuyordu ama. Kocaman ışıl ışıl gözleriyle bana bakıp gülümsüyordu. Aklımı başımdan almak için mi yapıyordu bilmiyorum, ama başarıyordu. Cesedimi çiğnemiştik çünkü birlikte... Sanki o da benim gibi sessizliğin sesini dinlemeyi öğrenmiş gibiydi. Düşünceler denizinde savrulur gibiydi. Olabilir mi dedim, bu gerçek olabilir mi?

-Çok gizemlisin...

İşte o an bütün büyü bozuluverdi. Hayatıma giren bütün kadınlar bu sözü söylemişler ve sonra beni bırakıp çok uzaklara gizem aramaya gitmişlerdi. O da diğerleri gibi beni değil, sustukça oluşturduğum gizemi sevecekti. Çünkü o da tüm kadınlar gibi gizem avcısıydı. Duygusal oldukları yalanına benzer şekilde yıllardır, ezildikleri yalanını da yutturmuşlardı bize. Hep birlikte acılarına üzülüyor, dertlerini, sıkıntılarını paylaşıyorduk. Kendi kederimize onlarınkini de ekliyorduk. Çünkü onlar eziliyordu. Çünkü onları biz eziyorduk. Suçluyduk... Omuzlarındaki tüm yükü biz devraldık. Hem de hiç şikayet etmeden, yadırgamadan yaptık bütün bunları. Ama bana gerçekleri öğreten yine hayat oldu... İstisnasız acı veren gerçekleri...

Ne olursa olsun kadınlardan nefret etmedim ama. Edemedim... Tüm yalanlarına rağmen sevmeye devam ettim. Çünkü sevmeden yapamam ben... Ne tuhaf, bunu bana söyleyen yine bir kadın olmuştu...

Onu da sevecektim. Ve her haliyle beğenecektim... Sevecektim ve makyajına karışmayacaktım... Sevecektim ve onu sınırlamayacaktım... Ve o bu yüzden beni sevmeyecekti. Çünkü onu sevecektim...

Düşüncelerimden sıyrılıp utangaç çocuklar gibi başımı öne eğdim, kızardım belki de bilemiyorum... Gözlerimi kadehime dikip gülümsedim sadece. Çünkü o an o kadehte annem gülümsüyordu... Kayıp çocukluğum kırmızı topuyla oynuyordu... Acısı hala içimde sızlayan ilk aşkım vardı o kadehte... Belki de bu yüzden şarabın o buruk tadına benziyordu aşk. Ve fazlası insanın aklını başından alıyor, bedeninden soyutluyordu.
Neden sonra, yeni fark etmiş gibi duvardaki yazılarıma göz gezdirmeye başladı. Okudu,okudu... Ve dudakları aralandı... O an ağzından bir demet ışık saçılacakmış gibi geldi bana...

-Kağıtlar dururken duvarlara yazmak niye?, diye sordu.

-Bir gün odama gelip, elinde şarap kadehiyle okuman için, dedim. Hepsi bu...

-Her şeye verecek bir cevabın var değil mi?, dedi gülümseyerek...

Sustum yine... Her şey tanıdık şekilde ilerliyordu. O bildik beğeni gözlerinden süzülmeye başlamıştı işte.
Her sözünün altında bir övgü yatıyordu. Nasıl göründüğüme hiç bakmıyor mu acaba diye düşündüm. Çok mu çirkindim yoksa? Aynaya bakmaya niyetlendim. Üşendim... Biraz da korktum aslında. Aynada göreceğimi beğenmemekten korktum. Öyle ya, hayatıma giren kadınlar beni değil suskunluğumu ve suskunluğumu bastıran yazılarımı sevdiklerine göre, aynaya bakmaya değmezdi doğrusu...

Her kadın gibi o da sıkılacaktı suskunluğumdan. Neden konuşmuyorsun diyecekti. Oysa ben konuşuyordum, hem de herkesten çok konuşuyordum. Ama onların yaptığı gibi değil, yazarak konuşuyordum ben...

Zamanla bu gizemin büyüsü kaybolacaktı. Konuşsana artık, konuş diyecekti. Ve ben en beceremediğim şekilde konuşmaya çalışacaktım. Sonunda yazmayı da bırakacaktım. Oysa yazmayınca ölüden farksız olurum ben.

Yazmasam ölürüm ben...

Fehmi Can Sağlam

Yukarı

 Kahvecigillerden : Erkan Ergen


Modern AŞKus Kuramı

Hemen hemen bütün bilimsel gelişmelerin temelinde insanın keskin zekası ve engellenemez merak yetisi vardır. Pek az sayıdaki adımın kökeninde ise, sakar bilim adamları ve deliler yatmaktadır. Ama onlar olmasaydı; sanırım bazı şeyler, günümüzdekinden biraz daha farklı olurdu. Fakat neticede bugün, buradayız. Her şey bildiğimiz gibi. Peki ya bilmediklerimiz? Ve daha zor bir soru, bilemediklerimiz?
İnsan zekası, her geçen gün, bulanık bir okyanusun derinliklerinden büyüleyici güzellikte inci taneleri çıkarıyor ve bizler, onları her defasında büyüyen bir hayranlıkla izliyor; daha coşkun alkışlarla kutluyoruz.
Ancak, orada çekip almaya gücümüzün yetmediği dev bir inci var ki; sadece onun siluetini izlemekle yetiniyor, onu güneşle buluşturacak sihirli ellerin derinliklere dalacağı günü sabırla bekliyoruz.
Atomları, hücreleri, yıldızları ve daha pek çok varlığın doğasını çözdük. Peki ya çözemediklerimiz ? Binlerce yıldır zihinleri kurcalayan ama hala net bir cevabın verilemediği, hoş ama kesinlikle garip bir kavramdan bahsediyoruz:
Aşk!
Hemen herkesin hayatı boyunca en az bir defa maruz kaldığı bu ilginç fenomenin gizemlerini keşfedebilecek miyiz?
Asırlar boyunca bir çok düşünür, bilim adamı ve aslına bakarsanız tüm insanlık, bu kavramı, belirsizlikler ülkesindeki mistik kafesinin içinden seyretmek durumunda kalmıştır.

Elimizdeki kayıtlara göre bu konuya ilk eğilen kişi, Sokrates olmuştur. Ancak bu onun yaşamı boyunca kendini kambur hissetmesine de neden olmuştur.

Zira, iyilik, sevgi, dostluk gibi nice kavramları, o görkemli zekasıyla kısa zamanda çözümleyip insanlık önüne her ayrıntısıyla dökebilen bu ünlü düşünür, aşkı incelemeyi de ihmal etmemiş, aylar süren bir savaştan sonra, Atina Devlet Tımarhanesi'ne kapatılmış psikoterapistinin ödediği kefalet ücretiyle şartlı tahliyesine karar verilmiştir. Nihayet, Sokrates, bu çalışmasını "Aşkus Diyaloğu" adıyla kaleme almış ama kaleme mürekkep koymadığını fark edememişti. Bir rivayete göre bu diyalog Sokrates ile Eros arasında gerçekleşmiştir.

Eros'un başı derttedir. Helen, Paris'e; Paris ise, güzel Afrodit'e aşıktır. Afrodit de Louis Alberto'yu deliler gibi sevmektedir. Tanrılar Tanrısı Zeus, aşk işlerinden sorumlu Tanrı Eros'u makamına çağırıp bir güzel azarlar ve bu karmaşayı çözmesi için ona sadece 72 saat süre verir. Eros, bu işi ancak Sokrates'le birlikte çözebileceğini düşünür ve özel güverciniyle ona bir mesaj yollar. İki gün sonra güvercin "Aradığınız kişinin adının önüne 2 rakamı getirildi. Daha sonra tekrar deneyiniz" şeklinde bir mesajla geri döner.
Eros, kalan sınırlı süresinde ne yapacağını kara kara düşündüğü bir sırada tesadüfen Sokrates'le karşılaşır. Gerçi Sokrates'in önce onu görmezlikten gelmesine biraz içerlemiştir ama arkasından koşarak yakalamaya da mecburdur.

Eros: Sokrat! Sokrat! Düşünürlerin efendisi!
Sokrates: Hey Eros! Nereden böyle Tanrıların en yakışıklısı ?
Eros: Sevgili Sokrates, seni görmeyi nasıl arzu ediyordum bilemezsin. Mesajıma bir yanıt geldi ama bir şey anlamadım. Neyse ki buradasın.
Sokrates: Olimpos'dan geliyorsun herhalde.
Eros: Olimpos'dan mı?
Sokrates: Evet.
Eros: Bunu da nereden çıkardın, Sokrates?
Sokrates: Maça gitmedin mi?
Eros: Maç mı? Ah evet nasıl da unutmuşum. Final bugündü değil mi?
Sokrates: Lanet olsun Eros! Nasıl kaçırırsın?
Eros: Sorma Sokrat, başımda öyle büyük bir bela var ki, uyku uyutmuyor bana.

Sokrates: (Umursamaz ve heyecanlı bir şekilde) Ne maçtı ama! Tanrılar arası ağır sıklet boks şampiyonu, Büyük Apollon! İki direkt yetti. Hem de üçüncü rauntta . Ulu Zeus bile şaştı bu işe.
Eros: Sevgili Sokrat, sana danışmak istediğim bir konu var.
Sokrates: (Aldırmaz) Hades'in suratını görmeliydin, Eros.
Eros: Sokrat, beni dinle lütfen. Helen, Paris, Afrodit ve ne idüğü belirsiz bir herif arasındaki aşk karesi başımda büyük bela. Zeus diyor ki...
Sokrates: (Eros'un sözünü keser) Şu güneşin parlayışına bir bak, aziz Eros. Bugün bambaşka bir gün. Ne kadar güçlü ve aydınlık.
Eros: Ne ilgisi var?
Sokrates: Güneş Tanrısı Apollon'un günü bugün!
Eros: (Sıkılır) Kahretsin Sokrat! İşitmiyor musun beni? Şu aşk meselesini çözmeliyim. Bunun için de aşkın nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilmeliyim. Lütfen yardım et!
Sokrates: Sen de bir Tanrısın ama...
Eros: (Lafa girer) İyi de durum bildiğin gibi değil. İşin başında ben ekonomiyi istemiştim. Zeus karşı çıktı. "Sen Afrodit'le çalışacaksın. İtiraz istemem!" dedi. Afrodit'in şimdiki hali malum. Sokrates: Onu söylemiyorum, Eros. Sen de bir Tanrısın ama... Şampiyonaya neden katılmadığını merak ediyorum.
Eros: (Sinirlenir) Ulu Zeus aşkına! Sana ne söylüyorum Sokrat! Yoksa yanlışlıkla bir yumruk da sen mi yedin?
Sokrates: O yumruğu görmeliydin. Müthişti. Müthiş.
Eros: Anlaşılan seninle bu meseleyi konuşamayacağız, Sokrat.
Sokrates: Dinle Eros. Önce sendeledi, sonra ikincisi geldi. Artık şansı kalmamıştı. Sağ ayağı yerden...
Eros: (Sokrates'ten uzaklaşarak) Seni bilge bir kişi sanırdım. Duyduğum o süslü sözler, senin gibi birkaç delinin zırvalarıymış meğer.
Sokrates: (Yüksek sesle) Bir dahaki maça birlikte gidelim. Biletler benden.
Eros: (Kendi kendine) Son şansım da oydu. Kala kala 9 saatim kalmış. İşim bitti. Tanrılığımı feshedip, kabine dışı bırakırlar. Bari uyduruk bir Tanrılık falan verseler.
Lanet olsun.
(Eros iyice uzaklaşır)
Sokrates: Gitti nihayet. Ah, zavallı Eros. İşi zor. Ulu Zeus adına hala belim ağrıyor. Aptal Herakles! Mesajın geri gelmesi en az dört günü bulur demişti. Neyse, eve gitmeliyim. Aşkmış! Yemezler.

Zavallı Eros, günlük ve alışılmış türden kelimelerin basit ve kolay anlaşılır olması gerektiği şeklinde hatalı bir sanıya sahipti. Oysa, daha yüzlerce yıl en yetkin filozoflar bile bu gizemli sözcüğe rağbet etme cesareti gösteremeyeceklerdi.

Hristiyanlığın ortaya çıkışı, Roma İmparatorluğu'nun yıkılması, kilisenin katı tutumu ve daha pek çok neden, felsefe ve bilimin ilerleyişine önemli ölçüde ket vurmuştu. Ta ki 17.yüzyıl'a kadar.

Ünlü Alman bilimcisi Johannes Kepler, Kopernik'in kuramından yola çıkarak "Aşkus" kavramı üzerindeki sis perdelerinden birini kaldırıyor ve dahice bir formülasyonla Klasik Aşkus Kuramı'nın kurucusu haline geliyordu.

Kepler, temel olarak Aşkus'un gelişigüzel bir karmaşadan daha ziyade, geometrik düzenin sıradan bir parçası olması gerektiğine inanıyordu.
Kepler'in Klasik Aşkus Kuramına göre "Merkezde çekim gücü yüksek bir kadın ve etrafında belirli eliptik yörüngelerde dönen irili ufaklı pek çok erkek vardır. Çekim etkisi daha fazla olan bir kadın bölgeye yaklaşmadıkça, bu irili ufaklı erkekler, yörüngelerinde düzenli olarak dönmeye devam ederler."
Bu, Klasik Aşkus Kuramı'nın 1.yasası olarak bilinir.
Kepler'in buluşu, bir anda tüm Avrupa'yı etkisi altına almıştı. Kısa zamanda hükümetler, buğday alım fiyatlarını düşürürken, Kilise'nin çevirdiği entrikalar sonucu Berlin ve Londra borsalarında da olumsuz gelişmeler yaşanmıştı. Zira kilise merkezde bir kadın değil, erkek olmasını istiyordu. Johannes Kepler, atının altına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu hayata veda etti. Bu büyük insanı alçakça şehit eden kişi yada kişiler yakalanamadı ama saldırıyı Dünya Balıkadamlar Örgütü'nün üstlendiği hemen herkesçe biliniyordu.

O yıllarda, İtalya'da yaşayan bir başka aşkolog, Kepler'in öldürülmesinden çok etkilenmiş ve bu kuramın gelişmesi yolunda çaba harcamaya yemin etmişti. Bu adamın adı, Galileo Galilei idi.
Sarkaçlarla oynamaktan sıkılmış olan Galilei, kendi geliştirdiği bir teleskopla aşkus fenomeninin karanlıkta ve uzakta kalan sırları üzerinde durdu.
Tabi zaman zaman da yıldız ve gezegenleri gözlemlemeyi ihmal etmedi. Ancak bütün bunlar uzun sürmeyecekti.
Zira, Kilisenin gözleri hayli zamandır Galilei'nin üzerindeydi ve uygun bir fırsatın çıkması için sabırsızlanıyorlardı. Roma savcılığı, Galilei'ye röntgencilik ve edebe aykırı hareket etmekten dava açmıştı.
Üstelik, evinde yapılan aramada cezerye yapımında kullanılan bol miktarda hammadde ve altı adet rus yapımı kaleşnikaşk marka preservatif bulunması, onun için durumu daha da güç hale getiriyordu.

Neyse ki, kilise Galilei'ye bir anlaşma önermişti: Savcı, delilleri görmezden gelecek, Galilei de hiç sırıtmadan Dünya'nın yuvarlak değil, düz olduğunu söyleyecekti. Galilei, anlaşmaya sadık kaldı ve dava düştü.
Mahkemeden sonra pek çok bilimci, onu döneklikle suçladı. Bazı Galilei hayranları buna çok içerlemişlerdi.
Tepki olarak, Roma meydanında posterlerini yaktılar. Yakanlar arasında Papa'nın da tebdil-i kıyafet halinde bulunduğu rivayet edilir.
Galilei'nin aşkus üzerine yaptığı çalışmalar günümüze kadar ulaşamamıştır. Ancak, Galilei'nin "Aşkus'un deney, matematiksel uslamlama ve radyolojik yöntemlerle izah edilebileceği" kuramı Isaac Newton'u çok heyecanlandırmıştı. Newton, bu kuramdan yola çıkarak, Klasik Aşkus Kuramının ikinci yasasını ortaya koyacaktı.
Aslına bakarsanız, Isaac Newton'un dürüst bir insan olmadığı yolunda pek çok görüş vardı. Kolay öfkelenen, itiraz tanımayan ve kinci bir kişilik yapısına sahipti.

Onun hakkında ününe gölge düşürebilecek kadar ilginç bilgilere sahibiz. Acaba ikinci yasayı ilk bulan Newton muydu, yoksa Leibniz mi ? Bu sorunun kesin yanıtını hala bilmiyoruz. İngiliz Kraliyet Akademisi'nin kayıtlarına göre Leibniz, eser hırsızlığı ile suçlanmış; ilk olma onuru, Isaac Newton'a verilmişti. Fakat bir başka hakikat vardı; bu karar alındığında Newton, İngiliz Kraliyet Akademisi'nin Başkanı, Leibniz'i yargılayan komitenin üyeleri ise tesadüfen Newton'un yakın arkadaşlarıydı. Bazı söylentilere göre önceki yıllarda komite üyesi Richard Woods, sık sık Düsseldorf'a Leibniz'i ziyarete gidiyor, kuru üzüm karşılığı aldığı bilgileri Newton'a iletiyordu. Leibniz'i kuru üzüme alıştıranların da Newton'un Düsseldorf'daki adamları olduğu düşünülüyordu.
Tabi bizler, bunların ne ölçüde doğru olduğunu bilemiyoruz. Şimdi ikinci yasanın keşfedildiği geceye gidelim.
(27.Haziran.1671, Sir Isaac Newton'un evi)
Newton: Kahretsin! Şu lanet denklemin bir şeyleri eksik.
Edward: Leibniz'den yeni bir haber var mı?
Newton: O keş, artık eskisi kadar iyi değil. Dozu ayarlayamadık galiba.
Edward: Senden korkulur dostum.
Newton: Biz sadece yardımlaşıyoruz. O kuru üzüm istiyor, ben de veriyorum. Ben başka şeyler istiyorum, o da veriyor. Olay bu.
Edward: Bir fark var, onu buna muhtaç eden sensin.

O sırada Richard içeri girer.
Richard: İyi akşamlar baylar.
Newton: Yüzün güldüğüne göre iyi haberler getirdin Dusseldorf'tan.
Richard: Sanırım iyi. Sen karar ver.
Edward: Kahve?
Richard: Lütfen, şekersiz.
Newton: Ne kahvesi şimdi? Leibniz neler söyledi?
Richard: Garip şeyler.
Newton: Ne?
Richard: (Derin bir nefes alır) Aşkus'un çekimden başka bir bileşeni daha olması gerektiğini söyledi. Şey gibi bir şey. Yani....Bir örnek vermişti...Bir Osmanlı mı ne. Neydi ki?
Newton: Kes saçmalamayı Richard!
Richard: Dur bakalım, acele etme.
Newton: Nasıl acele etmem. Dilimin ucunda bir şey var, ama bir türlü harfleri doğru yerlere oturtamıyorum. Sabrım kalmadı. Herifi uyandırırsak işimiz biter.
Edward: Kabahat sende.
Newton: Nedenmiş o?
Edward: Sen de diğer fizikçiler gibi ticaretle uğraşsana. O cüce Japon fizikçisi Takayasu, cep değirmeni yaptı, köşe oldu.
Newton: Kapa çeneni Edward. Aşkus kuramını tamamlamak zorundayım. O zaman Elizabeth benim olur. Anladın mı şapşal!
Edward: Susan daha hoş bence.
Newton: Susan mı? Belki. Ama onun adetleri düzenli değil. Nasıl hesap yapacağım? Sonra bir düzine çocuğu nasıl besleyeyim ben.
Edward: Düzensiz ha? Bunu bilmiyordum.
Newton: Gazete okumazsan karının ne haltlar yediğini de bilmezsin.
Edward: Karımın mı?
Newton: Şey...Ben aslında...
Edward: (Öfkeli halde) Söylesene kaçık!
Newton: Bırak yakamı. Söyleyeceğim.
Richard: Beyler, sakin olun.
Newton: Dünkü Paris Times'da bir haber vardı da...Şu köşe yazarı Montaigne yazmış. İşte burada.
Edward: Ver onu bana. (Sesli olarak okumaya başlar) ...Hayatta garip şeyler olması yadırganmalı. Çünkü ben hayatın genelde tuhaf olamayacağını düşünmüşümdür hep. Bayan Ann Crawford, yani İngiliz Kraliyet Akademisi üyesi Sir Edward Crawford'un eşi. Paris Hilton'da rezervasyon görevlisiyle basılınca ortalık karıştı.
Tanrım aşk, insana neler yaptırıyor. Birbirine ait bedenler, biraz uzak kaldı mı...
Richard: (Heyecanla) Tamam hatırladım!
Edward: Adi şıllık!
Newton: Ne hatırladın?
Richard: Bir Osmanlı düşünürü şöyle demiş.
Edward: Boşanacağım ondan!
Richard: Şöyleydi; "Her kim ki yarinden ayrı düşer, gider başka yar bulur. Her kim ki yarinden ayrı düşmez; böyle bir şansı da olmaz"
Newton: (Bağırarak) Buldum!
Edward: (Bağırarak) Sürtük!
Newton: (Bağırarak) Bu iş bitti!
Richard: Bağırmayın lan!
Edward: (Bağırarak) Ederim işinize!
Richard: (Bağırarak) Kapa çeneni Edward.
Newton: İkiniz de kapayın çenenizi. Çalışmam lazım. Beni yalnız bırakın. Toz olun.

Isaac Newton, o gece sabaha kadar bir ağacın dibinde oturup düşündü. Adli tıp raporuna göre, sabah 07:30 sıralarında Newton'un başına elma süsü verilmiş bir kiremit düşmüştü. Bu sayede bir kiremitle iki kuş vurulmuştu. Zira yapılan balistik incelemede, bu kiremitin daha önce de muhtelif suikastlarda kullanılmış olan kiremitlerle aynı elden atıldığı ortaya çıktı. Daha önemlisi ise, Isaac Newton, yediği bu darbe ile Klasik Aşkus Kuramının ikinci yasasına son şeklini vermişti. Hastanede yaptığı basın toplantısında keşfini şöyle açıklıyordu:
"Baylar, Hanımlar... Şunu gördüm ki; iki karşıt cins birbirlerini kütlelerinin çarpımı ile doğru, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak çekerler. Bu sebeple..Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur."

Newton, insanlık adına büyük bir buluş gerçekleştirmişti. Ama eksik bir buluş. Bu eksiği tamamlayacak kişi, 19.yüzyıl sonlarında İsviçre'nin Ulm kentinde doğacak olan bir adamdı: Albert Einstein.
Einstein'ın buluşu, modern çağın başlamasına da ön ayak olacak ve bu dahi adam, zeka ile eş anlamlı bir sembol haline gelecekti.
O bundan habersizce, kafasını meşgul eden tuhaf sorularla eğleniyor, fakat ne yazık ki yakın çevresince "Geri zekalı çocuk" diye anılıyordu. Ancak Albert, bunlara aldırmıyor, zihnindeki karmaşayı "Işık mı benden daha hızlı, yoksa ben mi Pizza Kulesi'nden daha eğriyim?" sorusuyla sık sık dile getiriyordu. Bir yandan da Klasik Aşkus Kuramı'nda bir terslik olduğunu düşünüyordu.

Yıllardır aradığı sihirli ışığın, kafasındaki çatlaklardan süzülüp beynini harekete geçirmesini sağlayan kişi, bunun farkında bile olmayan Bayan Müller idi. Sıcak bir temmuz akşamı, Albert, yufka ve rom almak üzere dışarı çıkacaktı ki kapıyı araladığında Bayan Müller ve uzatmalı sevgilisi Bay Schubert'in merdiven boşluğunda bağıra çağıra kavga ettiklerine şahit oldu.
Bay Schubert: Aptal kadın! Bıktım senden!
Bayan Müller: Bana mı aptal diyorsun sen! Neden hep bağsız ayakkabı giyiyorsun peki?
Bay Schubert: Nefret ediyorum senden! Başından beri Lulu'ya aşığım ben!
Bayan Müller: Defol evimden alçak! Git o kız kurusu ile ne halt edersen et! Bana olan 1300 Mark borcunu da hemen getir, yoksa silindir gibi ezerim seni!
Bay Schubert: (Merdivenlerden inerek) Filler unutmaz diyenler haklıymış!
Bayan Müller: (Ağlamaklı) Geber!
Einstein: (Kısık sesle) Aman Tanrım, Bay Schubert, Bayan Müller'i terk etti. Bayan Lulu'ya aşıkmış, ama bu çok tuhaf. Annemin dediğine göre Bayan Schubert 110 kg civarında oysa, bayan Lulu olsa olsa 55-60 kg falan.
Yoksa, Aman Tanrım!
Einstein'ın Annesi: (Bağırarak) Kör olası aptal çocuk! Sen hala burada mısın! Git bana içki al hemen!
Albert Einstein, güneş doğana kadar olağanüstü bir buluş yapacağından habersiz, içtenlikle, merakla, heyecanla çalıştı. Nihayet, günümüzde bile anlamakta güçlük çekilen Modern Aşkus Kuramı'nı, diğer adıyla Göreceli Aşkus Kuramı'nı ortaya attı. Birkaç ay sonra verdiği bir konferansta şöyle açıklıyordu kuramını:
"Eğer Newton tamamen haklı olsaydı, yüksek m kütleli kadınların, düşük m kütleli kadınlara göre daha çekici olması gerekirdi. Üstelik yüksek m kütleli kadınların mesafeyi artırdığı da bir gerçek! Daha öte bir sonuç ise, Özel Göreceli Aşkus Kuramından çıkıyor; ışık hızına yakın hızla hareket eden aşıklarda zamansal ve mekansal değişimler de dikkat çekici. Onlara göre zaman akışı değişime uğruyor; mekansa, rengarenk ve alışılmışın dışında bir görünüm kazanıyor"

Göreceli Aşkus Kuramı, bir yandan Einstein'a Nobel Romantizm Ödülünü kazandırmıştı bir yandan da şişman kadınların nefret ve teessüflerini.

Yazık ki Einstein'dan bu yana Aşkus Kuramı'nda önemli bir gelişme kaydedilmedi.
Teknolojinin süratli ve toplumların dejeneratif gelişimi, Aşkus kavramı üzerinde de bozucu etki yapmış olabilir. Milenyuma geldiğimizde, hemen hemen tüm kavramlar üzerindeki "Cüzdansal Oluşumlar" hakimiyeti, Aşkus'u da bünyesinde biraz eritmiş gibi görünüyor.
Acaba Aşkus üzerine çağlar boyunca yapılan çalışmalar, çağların insanlığı değişime uğratmasıyla işe yaramaz hale gelmiş olabilir mi ?
Eğer, güçlülerin kazanıp, zayıfların elendiği bir evrende yaşıyorsak, kimin güçlü, kimin zayıf olduğunu insanın değer yargıları mı, yoksa önyargıları mı belirliyor. Ya yargıların kökeninde ne yatıyor?
Sokrates'e bir e-mail attım, cevap bekliyorum.

Erkan Ergen

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi


<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.258 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Ellerim Nerede?

Hasan GezerBir elimde zifiri bir gece
Diğerinde dipsiz bir deniz
Biri, eritir her derdi
Diğerinde, hepsi, ten rengi

Zincirlenmiş şehrin zencileri
Bedenlerinde bereler
Dillerinde çile...
Bitmek bilmez
Şehrin izbe yerleri
Elem siner içime

İnciler, sirkede erimeseydi keşke

Kimi gider, kimi gelir
Kimi gider, gelmez
Gelip geçer mevsimler
Devrilir seneler

Hep engeller, engeller...
Her engele bir çentik;
Elde değersiz bir çetele...
Dilimde sitem;
Her yer deniz, nerede gece?

Ellerim, şimdi, nerede?

Hasan Gezer

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




İşte budur!...

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://secim.trt.net.tr
En sağlıklı, yorumsuz seçim sonuçlarına ulaşmak için güvenilir bir link.

http://www.glurt.org/
Hayata farklı bir pencereden bakanların buluştuğu noktalardan birisi daha. Bir çeşit hayatı zaplayanlar ve ciddiyetten uzak durmak isteyenler için tavsiye olunur.

http://www.raki.8k.com/
İşte ulusal içkimiz rakı için hazırlanmış amatör bir site. Ama rakı hakkında merak ettiğiniz epeyce şeye cevap bulabileceğiniz bir kaynak gibi görünüyor.

http://www.ezoterizm.8m.com/
İnsanlık ilk zeka pırıltılarını göstermeye başladığı günden bugüne kadar hep nereden geldiğini, nereye gideceğini ve kim olduğunu sorguladı. Bazı kişiler bu kutsal yanıtları bulduğunu zannetti... Hayatın gizemini çözmeye uğraşanların ve bilgilerini paylaşanlar için.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Cubes v3.0 [3.2M] W9x/2k/XP FREE
http://www.harishsave.com/
Hani eskiden bir oyuncak vardı. Kare parçalardan oluşan bir resmi, varolan tek bir boşluğu kullanarak sıraya dizip resmi tamamlamamız gerekirdi. Özellikle yolculuklarda epeyce işimize yaramıştı. İşte o oyunun web versiyonu. Özleyenler için.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040331.asp
ISSN: 1303-8923
31 Mart 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri