|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 476 |
Fincanın İçindekiler - 5 Nisan 2004 - |
|
Editör'den : Gaf mı? Ne gafı? |
İyi haftalar,
Cumartesi günü gazetelerde manşetlere çıkan haberi görünce bir tuhaf oldum. Abimiz velinimetimizin koca dışişleri bakanı beni ne gözle gördüğünü ayan beyan açık etti ya, ne yapacağımı şaşırdım. Hep dilimizde olan bir söylemi bir koca yabancıdan duyunca üzüleyim mi sevineyim mi karar veremedim. Adam gaf yapmış öyle mi? Bırakın bu deve kuşu hallerini. ABD'nin gözünde Pakistan'la bir tutulacak, İran'ın kenarından dönmüş bir İslam Cumhuriyetiyiz işte. 80 yıllık Cumhuriyetimizin 40 yılını biliyorum ve ben Türk-İslam-Cumhuriyet kelimelerini yanyana ilk defa görüyorum. Kaygımız hep vardı hala var ve bunu buradan defalarca söyledik söylemeye de devam edeceğiz. Bu lafları duyup Atatürk'ü andığınızda da adınız Atatürk sömürücüsüne çıkıyor. Yok arkadaşım, kazın ayağı öyle değil. Benim başımda Ukrayna'da fahri doktor ilan edilirken türban takan kızlarının okuma özgürlüğü elinden alındı diye memleketini elin adamına şikayet eden bir başbakan olduğu sürece kimbilir daha ne laflar işiteceğiz. Ne var bunda diyen milyonlarca insan var biliyorum ama ben onlardan değilim. Yüzde 95'i müslüman olan bir güzel memleketin müslüman vatandaşı olmak başka, yuları kaptırdığın büyük abinin seni İslam ve Cumhuriyet sentezinin örneği olarak görmesi ve göstermesi başka.
Yıllardır Batı'da Laik Atatürkçü yapısıyla örnek gösterilen memleketim artık 'Müslüman Demokrat' 'Ilımlı İslam' gibi tanımlamalara maruz kaldıysa yazıklar olsun onu bu hale getirenlere. Burada defalarca damardan azar azar acıtmadan zerkedilen zihniyetten dem vurup yöneticilerimizi eleştirdiğimizde epeyce tokat da yemiştik. Güllük gülistanlık ekonomiden, düşen enflasyondan, yükselen değerlerden bahsedip bizi susmaya davet etmişlerdi. Seçim sonuçları da onları haklı çıkarınca sesimiz kesildi. Ama şimdi farklı. Bu artık bizim bir iç meselemiz değil. Artık bir karar vermeliyiz. Doğu-Batı sentezini anca sindirmişken karşımıza çıkan bu İslam-Demokrasi-Cumhuriyet sentezini, sizi bilmem ama, benim kabul etmem olanaksız. Eğer yeni imajımız buysa gün gelir birileri Laikliğin tanımını da yeniden yapmaya kalkar, ki esas amaç budur, ve o gün artık çok geç olur. Eğer bu imajla beni AB'ye alacaklarını sanıyorsanız, Allah size akıl fikir versin. Ben bu imajı kendime, memleketime, çocuklarıma, geleceğime, geleceğimize yakıştıramıyorum, ya siz?
Bir kocaman hiç başarı haberi de İsviçre'den geldi. En kahraman Rıdvan olarak anılan başbakanımız vurdu masaya aldı ne istiyorsak. Sıra vermeye geldi. Onu da 24 Nisan'da KKTC halkına bırakıp bir alicenaplık örneği gösterdiler maşallah. Hükümet ve medya sağolsunlar bir kalemde silip attılar Denktaş'ı. AB uğruna karışlarca toprağı verme pahasına sildiler adamı, helal olsun. Rum tarafı külliyen ananın pilavını reddedip çöp tenekesine atarken, onun karşılığı olan Türk adam 'Hayır' dedi diye istenmeyen adam ilan edilip yok sayılıyor. Başarı dedikleri de biz imzalarız dedik onlar imzalamadı söylemi. Bütün planlar Rum tarafının refarandumda hayır demesi üzerine kurulu. Çünkü her iki tarafında beğeneceği karşılıklı kaşık çalabileceği bir yemek olmaktan uzak bu pilav. Ve gitgide bir sorunlar yumağı oluyor. Yıllardır işin içinde olan adamların bile farklı yorumladığı 9.000 sayfalık planın kaderi sıradan vatandaşa kalmış durumda. 30 yıldır evi bildiği topraklardan ayrılacak 60.000 tane Türk ile, işsiz güçsüz, kapağı karşıya atmaktan başka yolu olmayan vatandaş bu kararı verecek. Ve biz adamcağızların tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanıyor olacağız. 'Evet de yoksa emdiğin sütü burnundan getiririm.' diyen bir anavatanın çocuğu olmaktan da utanıyorum arkadaş. Daha yirmi gün var. Bu köprünün altından çok sular akacağa benzer, bekleyelim görelim...
Yukarıdakiler ciddi mevzulardı. Hafta sonu bir de gayriciddi ama beni derinden yaralayan(!) bir olay oldu, durun ondan da bahsedeyim. Son bir haftadır bir 'Yalın' efsanesi dolaşıyor etrafta biliyorsunuz. Yalın aşağı zalim yukarı, her köşebaşında o. Ben de fırsat bulup çocuğu hiç dinlememişim daha doğrusu öyle sanıyorum. Yoğun reklama dayanamayıp Cumartesi CD'sini aldım. Koydum dinliyorum, daha ilk nameleri duyar duymaz kıpkırmızı oldum. İyiyle kötüyü ayırt ettiği tecrübelerle sabit olan kulağım bu kez bana öyle bir oyun oynamış ki şaşarsınız. Bu dangalaklığımı söylemezsem çatlarım. Efendim ben bu Zalim şarkısını özellikle sabahları arabada radyodan dinler ve her seferinde 'Helal olsun kadına, gene güzel bir albüm yapmış. Hemen alayım, diğerleri de güzeldir mutlaka.' derdim. Yani ben o çocuğu 2 hafta kadar Candan Erçetin diye dinlemişim iyi mi? Yok böyle birşey yahu. Ama şimdi ben dedikten sona özellikle giriş ve nakarat kısımlarını Candan söylüyormuş gibi dinleyin, belki aranızdan birkaç kişi bana hakverir. N'olur verin olur mu? Çocuğun sesi biraz ince Candan'ın sesi de hafif yukarıda olunca karıştırmışız işte n'olacak. Ama harika bir albüm. Zalim çok güzel ama diğer şarkılarda alıp götürüyor insanı. Fıkır fıkır şarkıların tümünde ayrılık teması olduğunu anlayınca insan biraz garipsiyor ama olsun. Demek ki 23 yaşında ki bu gencin de sulandığı yerde buralar. Varsın olsun. 'Sonsuz Ol' diye bir şarkı var ki en az Zalim kadar güzel söz ve müziği var. Ben bu yeni nesil şarkıcılara bayılıyorum. Bakın daha sırada Türkstar, Popstar var. Sakın ola unuttum sanmayın sadece bu sefer yerim dar. Gelecek sefere onlardan da söz ederiz bolca. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım |
DEĞİŞİM
Bir soruyla başlayalım "Niçin insanoğlu bu dünyada çok uzun bir süredir yaşıyor olmasına ve kurduğu ve sürekli yükselttiği medeniyetinde fiziksel görünümünde doğal ve ikincil değişimler sağlamış olmasına rağmen; niçin hala iç dünyası değişmeden kalabilmiştir ya da daha olumsuz bir mecraya sürüklenmiştir ?"
Ünlü Alman yazarı Thomas Mann'ın bir Hint efsanesinden esinli öyküsü "Değişen Kafalar"da harika kalçalı Sita'nın iki erkek sevgilisi vardır. Birisi yumuşak ve hantal vücutlu bilge Brahman Sridaman, diğeri ise daha az kültürlü ama incecik vücutlu ve çevik Nanda. Sita ister ki, Sridaman kafalı ama Nanda vücutlu tek bir sevgilisi olsun. Dileği gerçekleşir. Ama gel zaman git zaman, eski hamam eski kafatas… Bilge Sridaman'ın çevik vücudu yumuşar, hantallaşır; Nanda ise hantal vücuttan bir atlet çıkarır. Mann'a göre ruhun vücuda girmesi tekleşmeyi; tekleşme farklılaşmayı; farklılık kıyaslamayı; kıyaslama huzursuzluğu; huzursuzluk hayret; hayret hayranlığı; hayranlık ta değişme isteğini doğurur. Kendini güzel sananlar narsisitleşir; çirkin görenler ise fiziksel görünümlerini değiştirirler (burada özellikle estetik ameliyat ile vb. kelimelerini bilerek kullanmadım. Çünkü insanların fiziksel görünümlerini değiştirme operasyonlarının sanatsal ve kültürel bir kelime olan "estetik" ile başlayan bir kelime gurubu ile tanımlanmasına şiddetle karşıyım. Bu ara estetik konusunda sevgili Mimarımız Leyla Ayyıldız'dan yetkin bir yazı bekliyoruz). Ama asla değiştirmeyi düşünmedikleri, ya da değiştiremedikleri kafalarıdır, son derece insani öznel iç yapılarıdır, egolarıdır.
Bugünün orta halli bir ailesinin gardorubu bile, yüzyıl öncesinin pek çok asilzadesine dudak uçuklatacak cinstendir. Yenilenler ve tüketilenler bazında ise eminiz ki çok zengin sofralarının çeşitliliğine, mütevazı yaşam süren aileler bile sahiptir. Görünüşte çok şey değişti. Bayanlar incecik, alımlı; erkekler sportif ölçülü, pekte çalımlı oldular. Jöleleri, ray-ban gözlükleri, mustangları, bir asgari ücrete yakın spor ayakkabıları, IBM'leri, Rolex'leri ve dahasını yazmamıza gerek kaldı mı ki; bunlar ve bunlar gibiler artık yaşamımızın temel gereksinimleri oldu. Daha on yaşını yeni tamamlamış çocuklarda yarım milyarlık telefonlar, bir o kadar pahalı giyecekler, oyuncaklar vb . Şüphesiz bunlar hep değişen ve daha uygar görünüm kazanan fiziksel değişimlerimizle örtüşen gelişmeler. Hiç birine karşı değilim, hatta isterim ki tüm insanlar bu güzelliklere sahip olabilsinler. İnsanoğlunun fiziksel yapısı ve görünümündeki gelişmelere ayırdığım bu paragrafı ve listeyi çok çok uzatabiliriz. Denilebilir ki insanoğlunu dış görünümü ile ilgili içyüz atmış dereceyi aşan değişimler oluşmuştur. Hatta bu değişimlerin üstlerinde yer alan, bir anlamda kendimizin yarattığı silikonlu narsisistlerimize dur diyecek yere onları kahramanlaştırıp, onlara bağımlı bir yaşam kurmağı yeğlemişiz.
Peki insan oğlunun iç dünyasındaki değişimlerin ölçüsü ne kadardır ? En vahşi özelliklerimizle kavga ve öldürme hisleri ile başlayalım. İlk atalarımızın avcılıkla beslendiğinden hareketle, bu günün insanları bu davranışlarını bütünüyle terk etmiş midir ? Bu günlerde yaşadığımız karlı günlerde dinmeyen silah sesleri, yürekleri sızlatacak cinstendir. Çünkü soğuğa ve açlığa ayak direyen yabani hayvanların yaşamlarını ortaya koyarak sergiledikleri umutsuzluk yüklü çabalar, mertliğimizi çoktan bozan çok gelişmiş silahlarca kolayca bitirilmektedir. Bü tür çabalara özünde beslenme amacı taşımaktadır dan hareketle son verelim, peki insanın kendi türünden olanları öldürmesine ne demeli ? Daha kısa süre öncesi ülkemizde esen ve birçok yuvayı yıkan terör dalgası; Ortadoğu'da; uzak doğuda yaşananlarda ölen, yok edilen aslında insanın kendisi değil midir ? Sanat ve estetikte ulaşılan post modern düzeyin tacını herhalde nükleer silahlarımız oluşturmaktadır. Üstelik ikibinli yılların ilk çeyreğine ulaştığımız bir dönemde. Besinlerini avcılıkla sağladığını düşündüğümüz vahşi atalarımızla karşılaştırırsak gerçek vahşi kimdir ? Bu konudaki iç dünyamız ne kadar değişmiştir ? Bütün bunları iç güdülere yıkmak olayı daha da çözümsüz kılmaktan öteye gitmeyecek küçük kaçışlardır.
Çünkü diyerek, iç güdülerin daha etken olduğu, yaşamın bir başka öğeleri olan hayvanlar alemine bir bakalım, onlarda da bu tür çabalar türlerarası ve türiçi olarak incelenebilir. Türler arası kavgalarda av avcı ilişkisi temel noktadır. Ancak bu kavga ve avlanma av olan canlının kökünü kurutma şeklinde asla olmaz. Avcı besleneceği kadar bir av bulduktan sonra onunla yetinmektedir. Bir anlamda tür içi kavga yaşamın doğal dengeleyicisi, kontrol edicisi olarak çok önemli bir işleve sahiptir. Üç dört yıl öncesinde Ege Denizi ile bağlantılı akarsulara yılan balığı elverlerinin girişi ve olgunların göçünü belirleme araştırması sırasında kelli felli bir adamın "hoca siz bunu biliyorsunuz, bana göç tarihini söyleyin ve yerini gösterin; birlikte bir gece tümünü kaldıralım size yarı hisse vereyim" teklifi karşısında şoke olmuştuk. Adamı Manavgatlı bir arkadaşın elinden zor almıştık. Tüm yasaklara rağmen balıktan dönen teknelere, ıstakoz sepetlerindeki yavrulara, kara avcılarını torbalarına bir bakın. Bu tanımlamaz davranışları sadece kendi soydaşlarımızla özdeşlemeyelim. En büyük kuş katliamlarını başta İtalyanlar ve Fransızlar yapmaktadırlar. Hatta bu konuda hizmet veren bir avcılık kanalı dahi bulunmaktadır, hemde dünyanın en zarif ve kültürlü insanları olarak bizler yutturulan Fransızlara ait. İngilizlerin sürek avlarını bilmeyenimiz yok gibidir. Hayvanlara tür içi kavgalar ise genel olarak hiyerarşi, üreme ve territoryum kavgaları olarak yoğunlaşır ama bunlarda çoğunlukla bizim kavgalarımızla karşılaştırılmayacak kadar masumdurlar. Çoğunlukla karşılıklı bağırtılarla, yani ağız dalaşı şeklinde gerçekleşmektedir. Çok çok nadir görülen şiddetli kavgalar çok kere çok hafif yaralamalardan öteye geçmez. Tür içi öldürme olayına hemen hiç rastlayamazsınız. Oysa modern insanoğlunun kendi türü içindeki katliamlara hepimiz her gün tanık olmaktayız. Kazıklı Voyvoda'lar, Stalin'ler, Hitler'ler bizim aramızdan çıkmadı mı ? Sinyal vermeden geçen şoförün az ileride karnı deşilebilir. Tavuğuna kışt denilen komşunun intikamı bütün köyün dahil olduğu katliamlı bir kan davasına dönüşebilir. Geçen yıllarda keçisine tecavüz etmekle suçladığı genci öldüren adam neredeyse kitlesel bir kavgaya yol açmamış mıydı ?
Sadece kavga davranışlarına kısaca örnekler bazında baktığımız bu yazıyı diğer davranışlarımızı da içine alarak genişletmeye çalışsak sanırım ciltler dolusu bir kitap olacaktır. Kazanma, lider olma, sahip olma, üstün olma, önde olma hırslarımız ve bunlar için neler yapabildiklerimizi ya da yapabileceklerimizi masanın üzerine çıkarırsak ne kadar ürkütücü manzaralar ortaya çıkardı.
Peki sizce iç dünyamızın kat ettiği iyiye, güzele, doğruya doğru değişim yolunun kaçıncı kilometresindeyiz dersiniz ?
Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Rengarenk: Tuba Çiçek BU MAÇI KİM ALIR? |
|
Kadın - erkek polemiği, Fenerbahçe - Galatasaray polemiği gibidir. Her zaman çok prim yapar, her zaman reytingi yüksektir. Zira bu dörtlü birbirleriyle oyna(ş)madan da, kavga etmeden de duramazlar.
Fenerbahçe veya Galatasaray.. herhangi birinin olmadığı bir futbol ligi düşünün! Ligin hiçbir heyecanı kalmazdı değil mi?
Hatta diğer takımların figüran oldukları ve bu yüzden boşuna para harcadıkları esprisiyle, ligin iki takıma düşürülmesini önerenlerin sayısı da az değildir, hatırlatırım.
Tıpkı Fenerbahçe ile Galatasaray gibi, kadın ve erkek de birbirlerinin hem düşmanı hem de vazgeçilmezidir. En azından doğa bunu söylüyor.
Doğa bunu söylüyor söylemesine de, bakalım 'delikanlı' taraftar ne diyor?
Önce yazının girizgahını cepte tutarak, denklemdeki dört parametreyi (kadın, erkek, Galatasaray, Fenerbahçe) ikişerli ikişerli birbirleriyle eşleştirmek durumundayım müsaadenizle.
Bir kısmınız: "Ne yani bizim takım ve taraftarlarına 'karı gibi' demek mi istiyorsun?" diye döner bıçağıyla üzerime yürümeyi hayal etse de, takımların performansı ve taraftarlarının niteliğinden yola çıkarak aşağıdaki eşleştirmenin kaçınılmaz olduğunu söylemek zorundayım.
Fenerbahçe = Kadın
Galatasaray = Erkek
Biliyorum hiç de adil değil! Sizin elinizde döner bıçağı var ama klavye de benim elimde. Eh artık stadın dışında görüşürüz!
* * *
Aynen Fenerbahçe ya da Galatasaray fanatikleri gibi, kadın - erkek polemiklerinin de fanatikleri vardır.
Fanatik taraftarlar, asla maçtan zevk almazlar. Maç boyunca küfreder, galibiyeti de mağlubiyeti de zehredip, kana bularlar. Bu cinsler, mümkünse karşı takımın semtine bile uğramazlar.
Karı milleti mi? Aman abi uzak dursun!
Erkek milleti mi? Topunun da Allah cezasını versin!
Bunlar muhtemelen doğuştan itibaren karşı takımın 'öcü' ve hayattaki en büyük düşman olduğu dolduruşuyla yetiştirilmişlerdir. Üstüne bir de mağlubiyet aldıkları bir maça çıkmışlar ya da izleyici olarak katılmışlarsa, sittin sene karşı takıma empati ve sempati yapamazlar.
Fenerbahçeli iseler (=kadın) asla bir Galatasaraylı ile, Galatasaraylı iseler (=erkek) asla bir Fenerli ile arkadaş olamazlar. Sadece fikstür gereği maça çıkarlar ve birbirleriyle fazla muhatap olmazlar.
Diyelim ki hasbelkader bir dost meclisinde buluştular, iki dakika sonra ortalık savaş alanına döner.
- Ulan siz Fenerliler var yaaa... Hepiniz böylesiniz işte. Ancak çeneniz çalışır. Bol bol alışveriş yapar, pahalı oyuncular alırsınız. Düşünmeden para harcarsınız. Üstelik hiçbir uluslararası başarınız da yoktur. Ömrünüz dedikodu ve vıdı vıdı ile geçer. Hakemleri satın almadan tek bir maç kazanamazsınız. Sırtınızdan köteği, karnınızdan bebeği eksik etmemeli sizin!..
- Ay ne küstah şeysin sen öyle! Peki ya siz Galatasaraylılara ne demeli? Ne çabuk unuttunuz yediğiniz 6 golü? Uluslararası başarınız var da ne oluyor sanki? Siz dışarıda çalışırken biz içerde boş mu oturuyoruz? Biz de size gol atmaya harcıyoruz bütün enerjimizi. Dışarıda delikanlı geçinirsiniz, eve gelince bize yenilirsiniz. Real Madrid'i yenmiş olabilirsiniz ama biz de sizi yendik naber.! Vır vır vır, dır dır dır...
Hayır bir maçla ömür geçmiyor ki! Sezon içinde bir sürü maç yapılıyor. Hem artık bilimsel olarak da ispat edildi ki: 'Ne kadar çok maç, o kadar uzun hayat..'
Birbirinizi doğramaya ne gerek var? Bir maçta sen orgazm olursun, rövanşında karşı taraf..
Gerçi istatistiki olarak, Galatasaraylılar totalde her zaman daha fazla gol atıyor ama bunun da bir takım sosyolojik, fizyolojik, psikolojik sebepleri var yani. Eh, haklarını yemeyelim, hatunlar da iyi orgazm taklidi yapıyorlar Allah için!
Nazar etmeyin Fenerliler! Daha fazla idman yapın, siz de daha fazla gol atın!
* * *
Fanatiklerin yanı sıra, bir de makul taraftarlar vardır. Zevk için maç izler, fairplay'i gözetirler. Onlar gerçekten spor olsun diye takım tutar, spor olsun diye maç izler, spor olsun diye sevişirler. Karşı taraf galip geldiğinde tebrik eder, kendileri galip geldiğinde de efendiliği elden bırakmazlar.
Tabii bir de dönekler vardır. Mesela Galatasaraylı iken bir de bakmışsınız Fenerbahçeli olmuş. Bunlara genellikle -futbol erkeklerin ilgi alanına girdiği için- 'ibne' ya da 'top' denir. Ama bence UEFA kupasından sonra lezbiyen olanların sayısı da az değildir hani!
Söz yenilgiden açılmışken bir de tüyo vereyim size: Bir Fenerli, bir Galatasaraylıyı deli gibi takdir etse ve sevse bile bunu asla itiraf etmez. Edemez. Fenerliler yenilgiye doymaz, yenilgiden garip bir haz duyarlar!..
Neyse, Ali Şen çıkıp "Eksik eteğin biri Fenere dil uzatıyor, yönetim uyuyor mu?" diye açıklama yapmadan, yönetim istifa etmeden ve Daum'un görevine son verilmeden mesajımızı verip, stadı boşaltalım en iyisi.
* * *
Fenerbahçe ve Galatasaray bir yana, bir kadının bir erkeğe yenilmesi ve teslim olması için illa ki bir bahanesi olmalıdır. Bu bahane erkeğin aşkı ve yakarışından başka bir şey değildir elbette.
(Bu tespitime burun kıvıranlar! "Aman Hatunlar Duymasın" ve "Kadınlar ve Gerçekler" yazılarıma tıklayın ve hala ikna olmuyorsanız en yakın psikiyatra bavurun.)
Kadınlar bayılırlar: Sanki boş bulunmuş gibi, bir acemilik etmiş gibi davranmaya.. 'Aslanlar gibi namusumu ve gururumu savundum, hafiflik etmedim' demeye ve sonradan da: "Ay şekerim herif öyle bi aşıktı ki, çok üstüme geldi, sonunda dayanamadım" diye yelkenleri indirmeye..
Bir kadın bir erkeğe deli gibi aşık olsa bile, önce epeyce bir süründürmeden asla teslim olmaz.
Bir erkeğin aşkına yenilmek, bir kadının en büyük zaferidir!
Evet, yanlış okumadınız. Böyle bir yenilgiyi zafer olarak algılar kadın. Çünkü, kendini bir hediye gibi teslim etmeye ayar olmuştur. Eh erkek de bu hediyeyi hak etmek için, bayağı bir efor sarf etmelidir hani!..
Eee ne diyorduk?
Re re re! Ra ra ra! Gassaray Gassaray Cim Bom Bom!..
Tuba ÇİÇEK tuba@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
ÖLÜMLERDEN EN GÜZELİNİ BEĞENDİM
Ben, günlerden bir gün, öleceğim, biliyorum.
Siz de.
Siz, günlerden bir gün, öleceksiniz, biliyorsunuz.
Ben de.
Bilmeyenin küpesine tüküreyim.
Ben günlerden bir gün öleceğim.
Bu hayata daha bir sürü sorumluluğum varken ben öleceğim.
Bu hayata daha bir sürü sorumluluğunuz varken siz öleceksiniz.
Beni öbür hayata geçirenin bu hayata daha bir sürü edeceği varken, ben öleceğim.
Sizi öbür hayata geçirenin bu hayata daha bir sürü edeceği varken, siz öleceksiniz.
Bu iyi midir, yoksa kötü mü, bilemem.
Siz de.
İstesem de istemesem de.
İsteseniz de istemeseniz de.
Ki, ben istemediğimi biliyorum.
Sizin de.
En çok ki, isteyip istemediğimi bilmediğimi biliyorum.
Sizin de.
Ben morfin istemiyorum ölürken.
Çünkü, ölürken bile bu hayata karşı bir sürü sorumluluğum var.
Sizin de.
Ben ölürken hayat da morfin almasın istiyorum.
Siz hayatsanız eğer, sizin de.
Çünkü, bu hayatın bana karşı ben ölürken bile bir sürü sorumluluğu var.
Size de.
Ben ölürken etrafımda beni şarkı söyleyerek uğurlayanlar görmek istiyorum.
Sizi de.
Ben ölürken ateş üstünden atlamalarımı "öteki" dünyaya bu ilk yolculuğumda uçan halı eylemek istiyorum.
Sizinkileri de.
Ben ölürken gelecek olan baharları başıma çivisi çiçek açmış başyastığı etmek istiyorum.
Sizinkine de.
Ben ölürken geçmiş bütün ölümleri yeni doğuşlara rehber etmek istiyorum.
Sizinkine de.
Ben ölürken elveda demek istemiyorum.
Size de.
Ben ölürken...
"Afrika dahil"* olsun istiyorum.
Size de.
Ben ölürken "bir demet yasemen"* bulunsun elimde istiyorum.
Sizin de.
Ölemeyeceğiz uzun lafın kısası, anladınız mı?
Ben de, siz de.
İstesem de istemesem de.
İsteseniz de istemeseniz de.
Yarabbim, sana mı kaldı yine?
O halde, baştan alalım!
Ölmeye bir kala kalakalsak da...
Bir zahmet, aklımızı başımıza toplayıp şu fani dünyayı baştan acayip başımıza göre yeniden yaratıp, her bir taraf için morfinsiz ölümlere yatalım.
"Herşey daha güzel olacak", biliyorum.
Siz de.
Ama...
Emin değilim.
Sahi, siz emin misiniz?
Ben değilim.
Bu kıyıda bunca heba olan yıldıza rağmen nasıl emin olunabilirse, işte tam da o kadar emin değilim.
Ölümlerden en güzelini beğendim.
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Not Defteri : Hasan Kaya Kırılmalar |
|
Bazen bir söze, bazen bir bakışa veya bir davranışa kırılırız. Yüreğimiz o an bir al vere düşer. Ne diyeceğimizi ne yapacağımızı bilemeyiz.
Bu durumu hepimiz hayatımızda en az bir kere olsun yaşamışızdır.
Bizi böyle çaresiz kılan ne diyeceğimizi bilmez eden duyduğumuz söz, karşılaştığımız davranış yada bize karşı alınan tavır mıdır ?
Yoksa bunun kimden bize yöneltildiği midir ?
Diyelim hakkımızda bizim beklemediğimiz ve/veya hak etmediğimize inandığımız bir söz duyduk. Kırıldığımızı söyleme gereği duyup üzerinde konuşmayı becerebilirsek tümcemiz genelde şöyle başlar.
“Benim için söylediğin o söz beni çok kırdı.”
Bu tümce aslında çok açık.
Kırılmamıza neden olan söylenmiş bir söz var. Ancak bu sözün kendisi mi yoksa onun kimin tarafından söylendiği mi önemli orası pek açık değil. Bunu anlamak için bu sözün bizimle hiç ilgisi olmayan biri tarafından söylendiğini varsaydığımızda, sözün değil ama bu sözü söyleyenin önemi kendiliğinden öne çıkıyor.
Bu durumda yaşadığımız bir kırgınlık varsa, kırgınlığı bize yaşatanın mutlaka bize yakın birisi olması gerekiyor. En azından kırıldığımız kişi ile ilişkilerimizin olduğu ve bu ilişkinin belli bir düzeyde iyi olduğunu söyleyebiliriz.
Nazımız sevdiklerimize geçer. Beklentilerimiz sevdiklerimizden, bize yakın olanlardandır. Kırgınlıkları da genellikle sevdiklerimizle yaşarız.
Peki kırılganlığımızı açıklamak olası yeni kırılganlıkları yaşamayı engeller mi, kırılganlığımızı açıklamanın gereği ve önemi nedir ?
Bir görüşe göre kırılganlığımızı açıklamak ve bunu kırılganlığı yaşadığımız kişi ile konuşmak bizi zorda bırakabilir. Kırılganlığımızı açıklamak, bir diğer yanıyla bizim yaralanabileceğimizi göstermesi anlamında karşımızdakine zayıf yanımızı göstermek olmakta.
Bundan dolayı genelde kırılganlık saklanır, üstü örtülür ve yaşanmamış gibi yapılır. Ya da yollar hiç bir sebep gösterilmeden ayrılır ve ilişki kopar.
Diğer bir görüşe göre ise: Kırılganlığımızı açıklamak bizi güçlendirir. Bu açıklama bir yanıyla haksızlıkları kabul etmeyeceğimiz yönünde bir mesaj içerdiği oranda, bizi bir daha kıracak sözlerin olay ve olguların yaşanmasının da önüne geçer.
Hepimiz yaşadığımız kırılmalardan çok iyi biliyoruz ki, kırılganlığımız, kırılmalarımıza neden olan olay, olgu veya söz, genelde bir yanlış anlamadan yaşanmıştır. Bunu göz önüne aldığımızda, yaşadığımız kırılganlığı konuşmanın önemli olduğu ortaya çıkmakta.
Kırılmalarımızdan söz etmek, kırıldığımız kişi ve olguyu açıklamak olası yeni haksızlıkların önüne geçecektir. Ayrıca; ilişkide olduğumuz kişilerle hangi temelde ve nereye kadar bir ilişki içinde olmak istediğimizi de belirleyeceğidir.
Çünkü kırılmalarımızdan söz ederken, ilişkide nerede durduğumuzu da belirlemiş oluyoruz. İlişkinin sınırlarının belirlenmesi olarak da kabul edebileceğimiz bu durum ilişkiye güç katar. Bizi güçlendirdiği oranda ilişkiyi de güçlendirir.
Bir diğer yanı ile, ilişkide olduğumuz ve bizim için değerli olan veya bize yakın duran kişiye bir şans daha vermektir bu...
Burada hemen bir noktanın altını çizerek belirtmekte yarar var. O da: her algılamamızı kendimiz iyice irdelemeden veya her olay ve sözden kırılarak bir "kılma" nedeni oluşturmaktan ve bunu sorunmuş gibi tartışmaktan da kaçmak gerekir.
Yaşadığımız bir çok kırılganlığı konuşmadan da çözmek olanaklı. Çünkü; bazen kırılganlıklarımıza neden olan şeyler bizden, o anki ruh halimizden de kaynaklanıyor olabiliyor. Bu türden kırılganlıkları kendi içimizde çözme şansımız var ve olmalıdır da.
Çok sıkça kırılganlıklar yaşıyor ve yaşadıklarımızı kısmen kendi içimizde çözemiyorsak kendimizi gözden geçirmek pek yanlış olmaz.
İnsanın yaşadığı kırılmalar ruhunda izler bırakır. Yaşamını, yarınını etkiler. Ancak; insanın dostlarıyla yaşadığı kırılmalar gül dalının onarılmaz kırılması da değildir.
Hasan Kaya
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Serpil Yüzlü |
BİR RÜYANIN TECELLİSİ
"Alo! Ben ... beyle görüşmek istemiştim. Daha önce de aramıştım."
"....."
"Yok mu? Öğleden sonra mı gelecek? "
"......"
"Tamam o halde. İsmim mi? Önemli değil, ben sonra yine ararım. İyi günler."
Yok işte hâlâ gelmemiş. Zaten çocuğun işi gücü var, bir de oturup beni mi bekleyecek! Kimbilir hangi işin peşinde! Acaba gidip şu iş yerinde mi beklesem? Dur bakayım adres şurada olacaktı. Florya mıydı orası? İyi ama ben orayı hiç bilmiyorum ki! Ya bulamazsam? Hadi buldum diyelim, ya gelmezse? En iyisi hiç gitmemek. Ne işim var Florya'larda falan! İstanbul'a geldiğimi bilmiyor mu sanki! O arasın beni. Nasıl olsa sekreter iletir aradığımı. İletir mi acaba? Ya unutursa! En iyisi akşama doğru tekrar aramak. Hatırlatmış olurum hiç olmazsa. Offf, off! Onun yüzünden şu düştüğüm hâllere bak!!
Fabrikada görmüştüm onu ilk. Mısır püskülünü andıran, önleri hafif seyrelmiş, uzun saçları; kısa, deri ceketi; elinde sigarasıyla, ansızın dalıvermişti içeriye. Yuvarlanır gibi... Selâm kelâm etmeden doğruca ustanın başına gitmişti. Benim, ustanın ne yaptığına odaklanmış beynim, bir an idrâk edememişti bu münasebetsizin kim olduğunu. Sonra hâl ve tavırlarından, bahsi geçen mühendis olabileceği gelmişti aklıma. Ben karşımda eli yüzü düzgün, yaşını başını almış, efendi birini beklerken, bu züppe kılıklı çocuk mu mühendisti? Hayır canım, bu çocuk her kimse, hiç de mektep medrese görmüş birine benzemiyordu. Olsa olsa ustabaşı, kalfa ya da ne bileyim çırak mırak olmalıydı. Böyle mühendis mi olurdu?
Bir yandan kendimce yorumlar yapıp, birbiri ardısıra ihtimalleri sıralarken, bir yandan da kafasını kaldırıp bana bakmasını beklemiştim. Oysa o, montajı yapılan cihazdan ve kablolardan ayıramamıştı gözlerini. Odada kendilerinin haricinde biri olduğunu farketmemişti bile. Belki de farketmişti de umursamamıştı.
Benim de sabır taşım çatlamıştı en sonunda. Bir fırsatını bulup kendimi tanıtmıştım. O da buna karşılık, yüzüme bile bakmadan elini uzatmıştı ukâla bir tavırla. Öyle kızmıştım ki, o anda okkalı bir şamar patlatmak gelmişti içimden.
İşte böyle tanışmıştık onunla.
"Dikkat etsene kardeşim! Az daha ezilecektin!"
"Affedersiniz!.."
Daha tanışıklığımızın ilk zamanlarında, trenin son vagonunda olduğumu söylemişti bana. Saf saf yüzüne bakmıştım, ne demek istiyor diye. Ona göre çalışabileceğim son yerdi bu fabrika. Fabrikadan da, kasabadan da bir an evvel ayrılmalıydım. Bu konuda öylesine ısrarcıydı ki. Sanki ona fikrini soran vardı. İnsan ilk tanıştığı birine böyle şeyler söyler miydi hiç! Üstelik de işe yeni girmiş birine... Bundan âlâ heves kırmak mı olurdu! Hadi tanışma nezaketsizliğini mazûr görmüştüm, ama bu patavatsızlığı affedilecek türden değildi.
"Abla! Mendil alır mısın? N'olur abla! Beşi bi milyon.."
"Tamam, ver bakalım."
Sonrasında, bana iş bulma meselesi çıkmıştı ortaya. İstanbul'da, onun yanında... Sanki ondan iş bulmasını isteyen vardı! Reddetmiştim..Çekinmiştim.. Bu reddedişin, onu da reddetmek anlamına geldiğini nereden bilecektim!
"Bir kahve daha alır mısınız efendim?"
"Ben mi? Bana mı dediniz? Elbette ya, bana dediniz. Affedersiniz, biraz dalmışım da. Kahve mi demiştiniz? Tabii ya, kahve. Hayır, kahve istemiyorum. Hesap lütfen, ben hesabı alayım."
Nasıl da hızla geçivermiş zaman. Bir kez daha aramalıyım. Bu çocuğa kalırsa görüşeceğimiz falan yok! Nerelerde iş kovalıyor bilmem ki! Eeee, adamı durup dururken yurt dışına göndermezler tabii. Böyle çalıştırırlar işte! İstersen çalışma!
Değişti mi acaba? İki buçuk ay oldu görüşmeyeli. Değişmek için pek uzun bir süre sayılmaz aslında ama, belli mi olur? Hem, kılık kıyafet yönünden değişmişse, pek de fena olmaz hani!
Beni nasıl bulacak acaba? Niye böyle aylak aylak dolaşıyorum ki sanki! Biraz hazırlık yapmalıyım. Şöyle üstüme başıma çeki düzen vermeli, saçımı başımı toplamalıyım mesela. Ama önce aramalıyım onu.
Acaba gelmiş midir? İnşallah gelmiştir artık. Sekreterle yeterince yüz göz olduk gün boyu. Israrla adımı söylemeyişime pek bozuldu galiba. Aman canım, bozulursa bozulsun. Her arayanın adını bilmek zorunda mı! Hem ne ukâla şeydi öyle! Sanırsın ki sekreteri değil de karısı. Hele o dil kırması yok mu!
İşte çeviriyorum numaraları... Çalıyor... Sekreter hattın ucunda... Bütün bir gün boyunca tekrarlamaktan neredeyse ezberlediğim sözcükleri sıralıyorum bir bir... Ondan da aynı sözleri duymayı bekliyorum. Ama, hayır! Beni ona bağladığını söylüyor. Hatta bekleteceği için özür bile diliyor. Meğer ne nazik, ne kibar bir kızmış bu yahu! Üstelik dil kırdığı falan da yok. Hakkında çok yanılmışım, çook!
Bir süre bekliyorum. Ve işte onun sesi... Yorgun, huzursuz bir ses... Umursamıyorum. Ona ulaşamadığım onca arama girişiminden sonra, onunla bir hattın iki ucunda olmak bile öyle güzel ki...
Akşam buluşacağız. Hemen misafirhaneye gidip hazırlanmalıyım. Önce ılık bir banyo... Ardından saçlarıma şöyle kuaförleri imrendirecek maharette bir fön... Hafif bir makyaj... Ve kıyafet... Evet ama ne giyeceğim ben? Hay Allah! Bunca zaman niye düşünmedim bunu? İnsan sevdiği adamla buluşmayı ister de, üzerine ne giyeceğini planlamaz mı hiç! Ne büyük tedbirsizlik! Şimdi yeni bir tane alacak vakit olmadığına göre... Bir düşüneyim... Neler getirmiştim ben buraya? Hımmm... Tamam, buldum, şu yeni aldığım, bana çok yakışan askılı elbisemi giyeyim. Ona uygun ayakkabım da var... Çantam da... Oldu işte! Panik yapmaya gerek yokmuş. Şimdi geriye tek bir şey kalıyor. O da misafirhaneye bir an evvel gidebilmek...
***
İşte hazırım! Şu parfümü de sıktım mı tamamdır! Dur bakayım saat kaç olmuş. Altıya çeyrek var.. Artık çıkmalıyım. Ancak yetişirim.
Kalbim delice çarpıyor. Yanaklarımın alev alev yandığını hissediyorum. Acaba gelmiş midir? Yok canım, gelmiş olamaz. Henüz buluşma zamanına var. Artık yavaşlasam iyi olacak. Hem bu kadar heyecanlanmaya da gerek yok! Bildiğim, tanıdığım insan...
Evet, tahmin ettiğim gibi. Gelmemiş... Olsun, ben beklerim. Hem gelmediği daha iyi. Bu arada ben de toparlanırım biraz.
Şuradaki delikanlılar bana mı bakıyorlar ne! Hey! Siz! Oradakiler! Farkında mısınız bilmem ama, ben birini bekliyorum. Hem de bir erkeği... Bu çocuk da nerede kaldı bilmem ki! Bir an evvel gelse de, şu serserilere günlerini gösterse!
Şu gelen o mu yoksa? Değilmiş. Nasıl da elim ayağım boşaldı birden. Şimdiden böyle olursam, onu görünce ne yapacağım kimbilir! Sakin olmalıyım. Nedir bu heyecan canım! Gören de Richard Gere'la falan buluşacağımı sanır! Belki de öbür tarafta bekliyordur. En iyisi şu anıtı bir turlamak... Hem böyle sap gibi dikilmekten iyidir. Biraz zaman geçirmiş olurum.
"Birini bekliyorsunuz sanırım küçük hanım!"
"Sen... Sen nereden çıktın böyle?"
Hay Allah! Ben de her yanı kolaçan ettiğimi sanıyordum aklım sıra. Onu uzaktan görmenin güzelliğini yaşayamadan, yıldırım gibi düşüverdi önüme. Hem gerektiği kadar heyecanlanamadım da...
Kısa bir merhabalaşmanın ardından, 'gel benimle' diyor. Arkamızdan kovalayan varmış gibi yürümeye başlıyoruz. Arabayı park yasağı olan bir yere çektiği için acele ediyor. Arabayla geldiğini öğrenince memnun oluyorum. Bir yandan beni nereye götüreceğinin hesabını yaparken, diğer yandan da ona yetişmeye çalışıyorum.
Nihayet arabanın olduğu yere geliyoruz. Ben öne doğru adım attığım anda, orada birinin oturduğunu farkediyorum. Hiç bozuntuya vermeden arkaya geçiyorum. Bu da kim böyle? Bu kız da nereden çıktı şimdi? Arabaya binince, aynı şirkette çalışan bayan mühendis olduğunu anlıyorum. Kısa bir merhabalaşmanın ardından araba hareket ediyor. Bu kızın burada, onun yanında ne işi olabilir ki! Herhalde bir iş gereği birliktelerdi. Sonra da kızı evine yahut dilediği bir yere bırakmak için arabaya aldı. Benimle buluşacağı için zaman kaybetmek istemedi tabii. Muhakkak bu kızı az sonra müsait bir yerde indirecekti ve biz yalnız kalacaktık. Kafamda oluşturduğum bu senaryoya öylesine inanmak istiyordum ki, başka bir ihtimali aklıma dahi getirmiyordum. Ama yine de bir kurt içimi kemirmeye başlamıştı gizliden. Rüyam gelmişti aklıma.
Aynı şu anda olduğu gibi arabanın arka koltuğunda oturuyordum. Ve önde de, o ve karısı... Yok canım, daha neler! O bir rüyaydı. Hiç gerçek olmasına ihtimal var mıydı! Hem benim rüyamdaki kadın böyle değildi ki! Kızıl saçlı, zayıf, alımlıydı. Oysa bu kız kumral, tombul, gözlüklü ve bakımsızdı. Tek özelliği, ağzının iyi lâf yapmasıydı, o kadar. Herhalde tek başına bu, bir erkeği etkilemek için yeterli olamazdı! Yoksa olabilir miydi? Hayır, hayır! Bu kız onun tipi hiç değildi.
Yolculuk boyunca yaptıkları iş hakkındaki tek tük konuşmalara pek katılmadım. Ben hâlâ umudumu yitirmiyor, kızın ineceği ânı bekliyordum. Beklediğim olmadı ne yazık ki. Arabayı bir otoparka çekip indik. Bana nereye gitmek istediğimi sordular. Kızdaki bu ev sahibi edâları da ne demek oluyordu şimdi! Sanki bunca yolu, onu görmek için gelmiştim! Olacak iş değil! İnsan haddini bilir canım birazcık! Başka işin gücün yokmuş gibi, sen kalk peşimize takıl, bir de sıkılmadan ev sahibi ayaklarına yat. Ama onda kabahat yoktu. Kabahat, ona bu fırsatı verendeydi. Ne demeye onu yanında getiriyordu ki sanki! Benimle başbaşa bir akşam geçirmeyi istemiyordu anlaşılan. Fena halde canım sıkılmıştı. Ama belli etmemeye çalıştım.
Yürümeye başladık. Ben gerideydim. Onlar önümdelerdi. İşte ne olduysa o anda oldu. Kızla elele tutuştular. Beynimden vurulmuşa döndüm. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Hem ne zaman, nasıl başlamıştı? Yüreğime kızgın bir demir parçası değdirilmiş gibiydi. Bakışlarım ellerine kilitlenmiş vaziyette, ne kadar zaman onları takip ettim hatırlamıyorum. Beni unutmuş görünüyorlardı. Neşe içinde konuşarak yürüyorlar, arkalarına bile bakmıyorlardı. O an o kız gözümde öyle yüceldi ve ben kendi nazarımda öyle ufaldım ki... O beğenmediğim, o hafife aldığım kız, benim yapamadığımı yapmıştı. Benim kâhrımdan ölecek gibi olduğum, bir sefil gibi onları izlediğim şu dakikada, o, onun ellerinin ılıklığını hissederek, ona sokularak nasıl da şen kahkahalar savuruyordu. Sicim gibi yaşlar süzüldü yanaklarıma. Kaderime, talihime isyan ettim. Avazım çıktığı kadar bağırmak, önüme geleni yıkmak, gökyüzündeki şu iç karartıcı günbatımı kızıllığını parçalamak istiyordum.
Takâtim kalmamıştı. Adım atamayacak haldeydim. Onları takip etme gücünü kendimde bulamıyor, nefes alamayacak gibi oluyordum. Benimle ilgilenmemelerine içerlesem de, beni bu hâlde görmediklerine memnundum. Evet, bu yıkılmış, perişan hâlimi asla görmemelilerdi.
Nihayet bir yerde durdular. Nereye gideceğimize karar verme zamanıydı. Bana döndüler. O anda onları bir arada görmeye daha fazla tahammül edemeyeceğimi anladım. Ayrıldım yanlarından. Onlarla birlikte olmayacaktım. Olamazdım. Nicedir tutmaktan helâk olduğum, boğazımdaki o yumru büyük bir gürültüyle gözlerimden boşandı. Aktı, aktı... Tâ ki tek bir damla kalıncaya dek... Tâ ki bu acımasız, bu sahte hayatta yaşadıklarımızın, rüyadan farksız olduğunu anlayıncaya dek...
Serpil Yüzlü
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.295 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Böyle Demir Almayacaktın Şehrimize
hani bırakacak ve gidecektin o leylim yollarda
böyle demir almayacaktın şehrime
o boğulduğun çocukluğumuzun nehrine
sen
gençliğimin gençliği
anı defterim
bir kuple acıklı şarkım benim
şimdi hüseyni biraz hüdavendigar
dolaşıyorum eski istanbul sokaklarını
eski aşkları, solmuş arnavut kaldırımlarını
çiğneyip geçiyorum yalnız gölgemle
boyunduruklu mısralar neye yarar bilmiyorum
ama sen yok olmaya yüz tutan
yok olmamış sevdaların kadınısın
kimliğin yanı başımda hayatı süzüşünde yazılı
yazman başucumda
çekmeceme uzanmış boyluboyunca naftalinli
ilkbaharı yaşamadım senle
hep sonbahar...
ve sen
ve sensizlik
ve seninlik
vakit sıcağın soğuğu kucakladığı
güneşin, inadına yeşili beslediği
inadına sevdalara çiçekler yetiştirdiği vakit
saçını topluyorsun salına salına
yaş var on
rivayetler onbir
o uzun saçların uzuyordu çocuk yüreğime
sarmal dolanıyordu salkım saçak
anadoluda başladık
sen ve seven
sevilen ve ben
yani biz
istanbul yollarında aşka takıldık
bilemezdik son duraktı bu durak
taşı toprağı altın şehir
oldu taşı toprağı aşık şehir
sultanahmetin geniş yer taşlarında
yürümek ve özgürlüğü işte böyle birşeymiş
diyerek tenefüs etmek
benim için ne demek
özgürlük için ne demek
sultanahmet için ne demek biliyor musun?
biz okulu bitirmedik
okul bizi bitirdi deruni
geri döndük uzatmalıda olsa
öğretmeniz artık
küçük talebelerim... herbiri ben
herbiri sen ve uzun saçların
hala ben sana aşık....
hayallerin vardı, seni sevdiğimi bilmeden
'memleketimde pişmeliyim pişeceksem' diyordun
sonrası hayatın sana hazırladığı
en olmazın bile
'olur' deyince olduğu bir gelecekti
senin dünyan, senin doğruların
ve gidecektin umarsız leylim yollarda
o dünyada olmak için
doğrularını yanlışta olsa yaşamak için
yaşamayı hiç bildim
hiçi sensizlik
her hafta sonu çocukluğum diyerek
çocukluğunun seni çağırdığı yere gittin
azrailin sana şiir okuduğu
o uzun saçlarını ilk gördüğüm yere gittin
ne eve sen döndün ne de herşeyim
hani bırakacak ve gidecektin o leylim yollarda
yazmanı nehirde süzülürken
seni mezarda büzülürken mi bulacaktım
böyle demir almayacaktın şehrimize
dayanamıyorum
geliyorum yanına... nehrimize
Ahmet Öztürk
Yukarı
|
Benden genişler de varmış yahu!...
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.animationfactory.com/
Web sayfaları veya sunumlarda kullanabileceğiniz yüzlerce değişik animasyonu arşivinde bulunduran sağlam bir web sitesi. ...Easy to use animations to decorate your email, web pages, and PowerPoint™ presentations. Click on a category to the left to browse our 3,000 free animated GIF samples...
http://turkbonsai.tripod.com/20.htm
...Bonsai yetiştirmeye başlarken yapılması gereken ilk şey sonuçta nasıl bir bonsai istediğinize karar vermektir. Ağacın doğal halindeki büyüklüğü, şekli, yaprak boyutları, yetiştirme zorluğu gibi etkenler, bu konulardaki tecrübelerinize göre öncelikli olarak düşünmeniz gerekenlerdir...
http://www.xasiork.org/yarisma/xk.asp?idyazar=137
...Sirklerde çalınan o garip müziği duyuyordu. Neşeli bir şarkı gibi görünen ama aslında hüzünlü olan, acı veren müziği dinlemiyor da içine çekiyordu sanki. Mavi ve kırmızı renkli çadır hemen hemen 100 metre gerideydi ve dolunayın parlak ışığında doğaüstü bir yanı vardı. Sık çalılar, gecenin tuhaf kokuları, baykuşların huuu sesleri ve inleyen, can çekişen zavallı bir orman yaratığını çağrıştıran o acı müzik her yanını kuşatmıştı. Derin bir nefes alarak sırtını sirke döndü...
http://www.gulmece.com/
...Aşırı kiloları nedeni ile kadınlardan yana hiç şansı olmayan adamın karşısına çıkan melek üç istekte bulunmasını istemiş. Adam da isteklerini sıralamış: "Kilolarımdan kurtulayım, incecik olayım, kuş gibi hafif olayım, kadınlara çok yakın olayım" Melek: "Derhal" demiş ve adamı kanatlı orkid şekline sokuvermiş...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://www.wheresjames.com/index.php?page=startupmgr
Bana en çok sorulardan biri de, windows açılışında otomatik olarak devreye giren programların nasıl denetleceğidir. Normal olarak registry kayıtlarına girilerek yapılan bu değişiklikleri kolaylaştıran güzel bir program buldum sonunda. En güzel yanı, başlangıç programlarını tamamen silmek yerine disable etmenize olanak vermesi. Böylece istediğiniz zaman tekrar devreye alarak işinize devam edebiliyorsunuz. Çok program yükleyenlere sistemi hızlandırabilmeleri açısından şiddetle tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|