|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 478 |
7 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Merhabalar,
İşimiz var, 1 hafta 10 gün sürecek, yazı yazamayacağız kusura bakmayın diye ağlamıştık geçen hafta. Gelin görün ki meşguliyet devam ettiği halde bir iki satır karalamaktan alıkoyamıyorum kendimi. Neden? Çünkü, birileri beni dürtüyor, rahat vermiyor, huzursuz ediyor. Sonra benim mide üstü bezlerim(!?) ifrazata başlıyor. Asit parmak uçlarıma gelince de klavye tıkırdamaya başlıyor. Eskiden böyle değildim. Mideye varmadan ağız seviyesinde haykırır işi hallederdim. Bunun nedenini tabiki hiç merak etmedim ama dün gazeteleri okuyunca kafamda bir şimşek çaktı. Aslında herşey benim midemde olup bitiyor. Nasıl mı?
Hepimizin malumu, hükümetimizin sayın başı, mümtaz insan, büyük tüccar RTE, cikletten kolaya, yoğurttan yağa herşeyi dağıtıyor. Dağıttıklarından pekçoğu ben gibi pisboğazların midesinde öğütülüyor. Varan 1.
İstanbul'da yaşayıp Saray Muhallebicisinde menemen, tavuklu pilav, su muhallebisi yemeyeniniz var mıdır? Sanmam. Okullu olduğumuz dönemlerde kıt bütçeyle geçiştirdiğimiz öğünlerin yegane kurtarıcısı değilmiydi bu saraylar? Hele o üstü çikolata soslu spesiyalitesi, Saray Muhallebisi. Hımmm... Profiterolden sonra ikinci tercihim. Peki, bu muhallebicilerin sahibi kim? Yeni büyükşehir belediye reisimiz Topbaş'ımız değil mi? Kendisi olanlarla yetinmeyip herköşebaşına bir saray kurmaya da niyetliymiş. Elleri dert görmesin, açsın kazansın. Açsın bol bol muhallebi yiyelim. Yiyorum da. Buyrun Varan 2.
Ilımlı İslam Cumhuriyeti ilan edilişimizin 3.gündönümünde, arap ellerinde umduklarını bulamayan İslami kola üreticilerinin akınına uğramışız. İçtiğimiz kolalar yetmemiş şimdi Zam Zam Kolamız, Mecca Kolamız da olacakmış. Hani bir zamanlar arap ellerinde yayınlanan garklayan pepsi reklamı pek meşhurdu. Taklit eder eder gülerdik. Bekleyin yenileri bizim televizyonlarda yakında boy gösterecek. Mesela, ''Cuma namazından çıkan sarıklı cübbeli amca elindeki ZamZam Cola kutusunu şırrak diye açacak, bir eliyle kafasını arkadan tutup diğer eliyle kutuyu başına dikecek. Birkaç yudumdan sonra kameraya bakacak ''Ğark Elhamdülillah Zemzem Kola'' diyecek. Yeni kolamız şimdilik Kristal Kolanın tesislerini kullanacakmış. Acaba sahipleri kim? Dağıtımını kim yapacak? Bileniniz var mı? Ben bilmiyorum ama tahmin ediyorum. Sanki siz etmiyorsunuz!.. İşte Varan 3.
Şimdi bu üç tane varanı toplayınca ne oluyor? Benim mide altüst oluyor. İfrazat artıyor. Asit parmaklara parmaklar klavyeye derken olanlar oluyor. Biraz uzattım galiba ama n'apalım tek uzatan ben değilim ki... Bu yaştan sonra başımı bağlayıp Emine Hanım gibi 1 yılda 10 TCDD ihalesi de alamam. O zaman ben de konuşurum, yazarım arkadaş. Nereye kadar? Gittiği yere kadar, gittiği yere!...
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
|
AKIL OYUNLARI : Prof. Dr. Nevzat Tarhan EVLİLİK BAŞKALAŞIM MI, DEĞİŞİM Mİ? |
|
Bir aşk macerası:
Dünya güzeli bir gelin, soylu bir prens, peri masalındaki gibi bir evlilik, genç hanım soylu prense gönülden bağlı ve onu mutlu etmeye istekli. Kusursuz ve çok güzel iki erkek çocukları olur. Evliliğin 11. yılında mutsuz olduklarını söylerler ve evlilik biter. Bu aşk macerası ve mükemmel bir aile tablosu; Prenses Di, Prens Charles idi.
Batıda ve refah toplumlarında boşanmalar artmıştı. Evliliklerin yarısı boşanma ile sonlanıyor ve çocuklar bu ortamda büyümek zorunda kalıyorlardı.
Demek ki evlilik sanıldığı kadar kolay değilmiş! Peki geçmiş asırlarda yaşanan evliliklerle bağlar niye daha güçlüydü? Aşklar böyle hüsranlarla sonlanmıyordu. İnsanlar birbirlerine katlanıyorlar mıydı? İnsanlık tarihinde boşanma bugün ki kadar hiç artmamıştı.
Modernizm neden aile bağlarını yok etti? Bu sorular hep birer sosyo psikolojik araştırma konuları ancak şu gerçek tekrar keşfedildi. "Evreni bir arada tutan ve döndüren güç sevgiymiş ama sevgi, aşk iyi ilişkinin sebebi değil sonucuymuş.'
"Bilinçli Evlilik, Bilinçli Ebeveynlik " olarak özetleyeceğimiz hayatı en iyi şekilde yürütmek, en doğru kararları vermek,sonuçta mutlu ve başarılı olmak, " Ben yerine Biz " olabilmeyi başarmak. Böyle bir başarı yolunda çeşitli sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu sorunlara iyi ve doğru çözümler üretebilmek için donanıma sahip olmak gerekir. " Makul Çözüm " olarak özetlediğimiz bu TV atölye çalışmasını bir çeşit " Work shop " diyebilirsiniz, sizle yazılı olarak paylaşacağız, ancak önce bilinçli yaşam için genel bilgiler vermekte yarar var.
Bilinçli Evlilik:
Evlilik genelde romantik bir ilişki ile başlar ve giderek güç mücadelesine dönüşür. Kişilikler çatışır, tarafların birisi hep verir,şiddet ortaya çıkabilir. Sonuçta ruh sağlıkları zarar görür.En çok bedeli de çocuklar öder. Aile dışından sorunu çözmek için yapılan müdahaleler sorunu daha çok büyütebilir. Eğer taraflar akıllıysa veya şanslıysa yaşadıklarını kazanım haline dönüştürürler ve bağlılık gelişir.
Çocukluk dönemlerinde, ebeveynimizle birlikteyken içselleştirdiğimiz hayat senaryoları, düşünce ve davranış kalıpları vardır. Eşimiz ve çocuklarımızla beraberken bu içselleştirdiğimiz tecrübeleri bilinç dışı olarak yaşarız ve tepki veririz. Eğer kendimizi tanıyorsak ileri yıllarda çocukluğumuzda yazdığımız hayat senaryolarını ve içselleştirdiğimiz tecrübeleri yeniden yazabiliriz. Bu değişimi başarabilirsek hayat yolculuğunda gemimizi sağlıklı şekilde götürmüş oluruz.Bunun evliliğe yatırım yapmak gerekir ve başarılı evlilikler hep emek verilmiş evlilklerdir.
Başkalaşım değil Değişim :
İlk şart " öz bilinç "tir. Kişinin kendisini tanımasıdır, güçlü yönlerini, zayıf yönlerini, olumlu - olumsuz yönlerini, yeteneklerini, farklılıklarını bilen kişi doğru kararlar verebilecektir. Kişi kendi duygusal özgeçmişini biliyorsa veya ailesi ile etkileşim biçiminin farkında ise daha güçlü ve donanımlı olacaktır. Olaylara ben merkezli tepkiler yerine ilişki merkezli tepkiler verebilmek için birlikte yaşamayı öğrenmek gerekir. Birlikte yaşamayı öğrenmek çoğu zaman alışılmadık ve zor bir durumdur. Düşünce katılığı olan yani inatçı kişilerde bu durum daha zorlaşır. Bilinçli ilişki için ilk şart inatçılığı terk etmektir. Bunun için değişimi talep eden birey olması gerekir.
Bir bina düşününüz taşıyıcı sistemi kolon ve kirişleri %30 - 40'ını oluşturur, geri kalan %60 - 70'lik kısım sıva, boya tesisattır. %60 - 70'lik kısmı binanın iskeletini bozmadan değişecektir. İşte kişiliğimiz de bina gibidir. Binanın temel mimari karatkterini değiştirmeden yani başkalaştırmadan onu sürekli yenileyebiliriz. Kimliğimiz "Reframe " edemeyiz ama "Restore " edebiliriz. Bunun için, tek şart istemektir. İkinci şart bilmek , üçüncüsü ise çabalamaktır.
Aslında değişim değil gelişim demektir. Felsefede bir söz vardır. " Evrende değişmeyen tek şey değişimdir. " Bu insan içinde geçerlidir.
Kendimizi ve yakınlarımızı gerçek yönleri ile görüp tanıyabilmek, yanlışa düşmekten kaçınma ve kendimizi daha sağlıklı şekilde gerçekleştirmiş oluruz.
Orkestra gibi olmak:
Bilinçli birlikteliğin ödülü genelde kendi içerisindedir. İlk ödül içimizde hissettiğimiz uyumdur. Aynı orkestrada olanlar; uyumlu olmanın aynı müzik ahenginde titreşmek olduğunu bilirler. Bir orkestrada hiçbir enstrüman diğerlerinden üstün değildir.Hepsi birbirini tamamlar.Her biri orijinaldir, benzersizdir. Bunun için hiç kimse diğerinden üstün değildir. Ama kendisini geliştirmiş kişi daha ilerdedir. Şunu bilmek gerekir; bilinçli evlilik özel yetenek gerektirmez özel çaba gerektirir. Öğrenmek isteyen herkes bir müzik aletini çalabilir, mutlu ve başarılı çalmak için uyumun güzelliğini tatmak gerekir.Yaşamın zenginliğini, her gün yeni bir güzelliğini tatmak için aynı müzik ahenginde titreşmeyi amaçlamak gerekir. Evrende titreşen ve sallanan müziksel bir enerji değil mi? Evrende ki ahenge uymak insanın çıkarına değil mi? Varoluşa uygun davranmak insanın yararına değil mi? Kuşlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, böcekler, sinekler, çiçekler hepsi evrenle aynı müzik ahenginde titreşiyorlar ancak insanın küçük iradesi evrendeki düzene kafa tutuyor sonuçta da mutsuzluk olarak bedelini ödüyor.
İyi eş, iyi anne, baba olmak hayatımızda öncelikli bir yere sahip olmalı. İyi ev hanımı, iyi iş adamı olmak yeterli değildir. Sorunlarla karşılaştığımız zaman suçlamalarda bulunmak yerine ihtiyacımız olan bilgiyi edindikten sonra değiştirilebilir olanı düzeltmek eksiklerimizi tamamlamak ve kendimizi gerçekleştirmek bizim elimizdedir.
Özbilinç oluşumu:
Kişisel içgörü veya öz bilinç insana has bir yetidir. Kendini gerçekçi ve doğru biçimde tanımak duygularının farkına varmak olarak da tanımlanabilir. Bilinçli olmak yani farkındalık; güçlü bir duygu ancak mükemmellikten çok uzak bir karamdır. Geliştirilmesi ve üzerinde çok çalışılması gerekir.
Öz bilince sahip olmak için bilinç dışını ve bilinç altını fark etmek gerekir. Bilinç altı beynin bir bölümündeki zihinsel içeriktir. Beynimiz çocukluk tecrübelerimizle ve duygusal yaşantılarımızla programlanmıştır. Bu programların %60 - 70'ini değiştirme gücüne sahibiz. Bunun için istememiz gerekir. İstedikten sonra bilinç altına yazılmış programlarını değiştirmenin yolunu öğrenmeliyiz. Bu alışkanlıkları değiştirmek olduğu için zor bir süreçtir. Kişiliğimizin bir parçası haline gelmiş yanlış programlarımızı iyileştirmek demektir.
Kişiliğimizin bize zarar veren ve bize hizmet etmeyen bir yönünü değiştirmek bilgisayar programı yazmak gibi bilgi ve donanım ve çaba gerektirir. Eğer biz beynimizi kendimiz programlamazsak dış uyaranlar bizi programlar. İnsanın kendisini programlaması zaman zaman sancılı bir süreçtir ama hayatta iyi ve güzel şeyler hep emek karşılığı verilmektedir.
Psikolojik dinamiği anlamak:
Bir yakınımızın " sen her zaman böyle yapıyorsun , ben ne zaman böyle yapsam, sen her zaman şöyle davranıyorsun" demesi farkındalık bilinci oluşması için bir uyarıdır. Alışılmış tepkimizi sorgulamak için bir fırsattır.
Bir fikir bizi sinirlendiriyorsa o fikre ihtiyacımız var demektir. Bilinç altında belki bir çocukluk yaramıza dokunmuştur. Kendimizi tanımak için bir fırsat daha yakalamış oluruz.
Birisini çok sevmişsek arka planını anlamaya çalışmak önemlidir. Eş ve arkadaş seçiminde çocukken problem yaşadığı ebeveyne benzeme derecesi önemli rol oynar. Anne - babasına benzeyen bir eşle karşılaştığında ebeveynin hiç yapmadığı ölçüde onun ihtiyacını karşılama beklentisi olabilir.
En önemli psikolojik ihtiyaç olan sevgi ihtiyacını karşılayacak kişi onun dostu, arkadaşı, sevgilisi olacaktır. İnsan doğuştan öncelikle kendisini eşsiz eğilimindedir. Kendisini eşsiz ve benzersiz görme eğilimindedir. Bu eğilimi destekleyen değerler sevilir, desteklenmeyen değerlerden kaçınılır. Hiç kimse aynı beyne ve kişiliğe sahip olmadığına göre çatışma başlayacaktır.
Duygusal olgunluk:
Evlenmeden önce tarafların her ikisinin de yeterli duygusal olgunlukta olduğunu söylemek doğru olmaz. Sağlam ve nitelikli ilişki gelişirken hatalar yapılır. Karşılıklı olarak birbirlerinin psikolojik ihtiyaçlarını anlamaya çalışırlar.Yaşanan sorunun nedenini, niteliğini tepkinin zaman ve zeminini ölçü ve şiddetini çoğu zaman kestiremeyiz. Kasıtlı olsun veya olmasın karşımızdakini psikolojik olarak yaralarız. Azarlayarak, eleştirerek, bağımsızlaşma girişimini engelleyerek, kızmasına izin vermeyerek ruhunda hasarlar oluştururuz.
Karşılanmamış ihtiyaçlarımızı haksız yere eşimizden bekleriz. Sorunlar arasında kaygı verici bağlantılar kurarız. Ben merkezci yani bilinçsiz ilişki sorunun büyümesine neden olur. Kendisi üzerine düşmeyen benmerkezci bireyler ilişki sorunlarını yoğun yaşarlar.
Nevzat Tarhan
ntarhan@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Ucundan Kenarından : Özlem Özdemir Söz Tohumdur.... |
|
Çok uzun zaman önce iki kır çiçeği aşık olmuşlar birbirlerine. Her bahar açıp, güneşe, bahara ve birbirlerine kavuşmanın verdiği sevinçle yaşamışlar sevgilerini. Fakat, bir bahar başlangıcı, bu çiçeklerden biri diğerine ''Biz kış mevsiminde, herkesin soğuktan kaçtığı, karlı günlerde açalım ki, bütün doğa bize ait olsun, baş başa kalalım.'' demiş. Biri açmak için kışın gelmesini ve karın yağmasını beklerken, diğeri o bahar açmış. Ve sevgilisini yarı yolda bırakmış. İşte o gün bugündür, karda açan ve sevgilisini bekleyen çiçeğe Kardelen, sevgilisini yarı yolda bırakan çiçeğe de Hercai denmiş.
Tohuma benzer söz, rast gele savrulur ama kök salar, sürgün verir, yer eder.........
Şu karşıdaki ayçiçeği tarlası atılan küçücük bir taneden büyüyen sadece bir tek tohumun ürünü. Duyduğum güven dolu, verimli sözler yaptı bu tarlayı. Kendimi güçlü hissetmemi sağlayan sözler büyüdü, boy verdi tohumlar, kucak dolusu ayçiçekleri oldu. Onları topladım tekrar ektim, bin katını verdi, işte bu kocaman ayçiçeği tarlası oluştu. Hepsinin yüzü güneşe dönük, hepsi sapasağlam ayakta.
Şu kokulu fesleğenler, şımartıldığım sözlerin ürünü. Özü gibi şımarık. Ne hüneri varsa anında sergileyen. Elini hafifçe değmen yeter, sevip sevmemen önemli değil. Alırsın hemen kokusunu. Yeter sadece okşaman saçlarını. Sadece yeşil bir yapraktan ummadığın bir koku alırsın.
Şu saçlarımın arasında biten papatya, söylenip, kafana takma denilenler. Söylemekle olmuyor işte takıldılar kafama yer ettiler. Neyse ki ömrü kısa, bedeni zayıf, bir süre sonra düşecek saçlarımın arasından.
Bazı sözler var Hercai, zamansız atılan, zamansız büyüyen. Kısa bir süre gözüme, gönlüme gülen, ama Hercai. Hemen solan, arkası gelmeyen. Hercai misali yalan. Hercai misali aldatan, yarı yolda bırakan. Kimi ise sağlam kardelen gibi. Kardelen misali sözünün eri. Açan kardelenler zor günlerimde duyduğum sağlam sözlerin ürünü. Buz kesmişken açıp, içimi ısıtan.
Şu küçük ama sağlam limon ağacının kökleri öyle derinde ve öyle güçlü ki. Çiçeklerinin kokusu öyle rahatlatıcı ve öyle ferah. Bunlar da bir tek tohumun ürünü, bu ağaç bu çiçekler en serin sözlerinin ürünü. Ne yapacağımı bilemezken, çaresizlik içindeyken duyduğum rahatlatıcı sözler büyüdü, kök saldı. Yaprakları, dalları, çiçekleri içimi ferahlatan, limon kokan bu ağaç oldu. En derine ektim bunları hiç yıkılmasın hep rahatlatsın beni diye.
Şu boynu bükük sümbüller, kırıldığım sözlerinin ürünü. Ekip de unutulan, verip de tutulmayan sözlerin. Arkasından ne yapılsa nafile, atılmış tohum, büyümüş bir kere. Filizlenmiş bir umutla, göstermiş başını çiçek açmış, boy vermiş, tutulmamış. Umudunu kesmiş, bükmüş boynunu.
Uçsuz bucaksız şu gelincik tarlası, sadece seyirlik. Sadece uzaktan bakmak için, laf olsun diye söylenenlerden oldu bu tarla. Ömrü gelincik ömrü olanlar. Sadece seyirlik, elini değdiğinde büyüsü bozulan. Uzaktan yaşadığım gizli aşkımın sözleri, elimi değdim büyüsü bozuldu. Sandığım kadar sağlam değilmiş.
Açan kırmızı güller, kırmızı değil, kıpkırmızı. En sevdiğim renk. Aklımı başımdan alan sözlerin, kıpkırmızı yaşadığım sevdaların sözleri. Görüntü büyüleyici, ama kimisi kokuyor, kiminin hiç kokusu yok.
Şu pembe, beyaz açan sarmaşık gülleri, sarmış bütün vücudumu. Şımarmış açmış her yerde, kokusu da kendi de baştan çıkarıcı. İşte bunlar da bir ekilip bin çiçek verenler. Kökü bir tane ama her yer çiçek, sevildikçe çoğalan, eksildikçe yerine yenisi gelen. Bunlar sevildiğimi, özel olduğumu hissettiren sözlerden büyüdü. Sarıldı göğüs kafesime, hapsetti yüreğimi.
Şu elimde tuttuğum tohumları henüz atmadım, duydum ama atmadım. Bunlar en değerlileri, duyup da inanmak istediklerim, o yüzden korkuyorum tutmamasından. O yüzden nadasa bıraktım kendimi, sonra kendim ekeceğim dilediğimi.
Özlem Özdemir
oozdemir@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Bahara kiraz açmalı...
Güneşin alnıma değişi ile avuçlarımın içindeki bebek kokusunun bahara karıştığını fark ettim.
Bahar kokusu...
Bahçemize bahar gelmişti.
Bugün güneş baharı getirmişti. Rüzgarda savrulan çamaşırların kır çiçeği kokusu bir yanda da küçük bir bebeğin saçlarındaki süt kokusu.
Papatyalardan taçlar yapmak zamanı şimdi.
Beyaz bembeyaz
Güneşin artık iç ısıtan ılık dokunuşlarından gözlerimi kaldırıp karşıma baktığımda heyecanım katlandı.
Bahar kiraz ağaçlarında...
Bahar benim bahçemde.
Ve ardından yine böylesi buram buram bir bahar günü elektronik posta kutumda bulduğum fotoğrafları hatırladım.
Tam da evimizin bahçesinde çiçekleri yeni açmaya başlamış kiraz ağacına bakarken.
Dil kursundan arkadaşım olan Junko baharı selamlamak adına kendi çektiği kiraz ağacı fotoğraflarını göndermişti iki yıl önce. Bembeyaz çiçekleri ile yeni gelen baharın tazeliğini müjdeliyordu. Ardına ekleyecek fazla söze gerek duymamıştı.
Bembeyaz bir bahar dileğiyle...
Bugün bir gazeteden öğrendim, nihayet Japonya'da kiraz ağaçları çiçek açmış. Junko eğer memleketindeyse kiraz ağaçlarının gölgesinde oturmuştur şimdi. Elinde fotoğraf makinesi yeni açan kiraz ağaçlarının çiçeklerinin her ayrıntısını yakalamaya çalışıyordur. Tıpkı yaşam gibi. Yaşama katıldığı gibi bahara katılacaktır. Onu tanıdığımda emekliliğinin tadını çıkarıyordu. Ülke ülke gezip, en az altı ay kalıp oranın dilini öğrenmeye çalışıyordu. Bir bahar mevsiminde de buralara düşmüştü yolu. Güney Fransa'nın bence en güzel şehirlerinden biri olan Nice'de çakışmıştı yollarımız. Kendine özgü tavırları ve ağırbaşlılığı ile hemen fark ediliyordu. Kurs boyunca yaptığımız konuşmalar da bir gün yolunu benim memleketime de düşürmek istediğini söylemişti. Ben de ona elimde olan bilgileri ve bazı kitapları götürmüştüm. Böylesi yakın ilgi önceleri biraz tuhaf gelmiş olmalıydı. Ben de her zaman mesafeli ama kalıcı bir arkadaşımın olacağını hissetmiştim.
En son ülkesinden çok uzaklarda yeni hayatların keşfindeydi. Güney Afrika'ya düşürmüştü yolunu. Yılbaşında kendisine gönderdiğim karta cevap olarak yolladığı kısacık mektupta seneye Türkiye'ye gideceğinden bahsediyordu. Keşke ben de orada olabilseymişim...
Bakalım belki bir Nisan günü birlikte benim ülkemdeki kiraz ağaçlarının gölgesinde kutlarız baharın gelişini. Açan kirazları yemek için ise beklemeli...
Tıpkı yaşam gibi önce çiçekleri açacak sonra meyveleri.
Şimdi içimde bir bebek sevinci, bir bebeğin kokusu bahara karışıyor.
Havalar ısınınca o ağaçlardan en kırmızı kirazları kulağına küpe yapmak için koparacak bir yerlere sakladığım küçük kız çocuğu...
Ben de fotoğraflasam, benim kiraz ağacımın açan çiçeklerinin kokusu Junko'ya ulaşır mı?
Kimbilir belki de aynı düşü görmüşüzdür.
Aynı bahar, aynı koku, aynı beyazlık...
Karşımda çiçekleri yeni yeni açmaya başlayan bir kiraz ağacı.
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
fa sol LA : Leyla Ay GECENİN KIYISINDA ÇIĞLIKLARIM |
|
Gecenin siyahı yorganım,
Gelme...
.....
Şu duvar dibinde, dizlerini karnına doğru çekip oturan, titreyen kadını oradan kaldırın. Dağınık saçları ve acınası durumuna aldırmayın. Kollarına rüzgar girsin ve onu kent dışına götürsün. O lanetli biri!
.....
Gecenin sesinde hıçkırıklarım,
Gelme...
.....
Tüm karşı gelmelerine, yakarışlarına aldırmayın. Sizlerden merhamet dileyip ağlamaya kalkarsa, yağmura söyleyin yağsın ve ona acıyacak olanlar için göz yaşlarını gizlesin.
.....
Gecenin kollarında sancılarım,
Gelme...
.....
Onun, yaşamınıza hiç girmediğini farz edin... Gözlerine hiç bakmadığınızı... Sizinle hiç konuşmadığını, dokunmadığını... Ondan kalan her cümlenin üzerini, bir daha okunmayacak şekilde karalayın. Size anlattıklarını bir daha düşünmeyin. Sayıkladıklarını bir daha asla konuşmayın.
.....
Gecenin tırnaklarında acılarım,
Gelme...
......
Ona benzeyenlerden uzak durun. Akıp giden yaşamınıza çelme takılmasına izin vermeyin. Sizi sersemletmesine, başka anlamlarla yaşamınızın bulanmasına müsaade etmeyin. Dokunduklarına bir daha dokunmayın. Ondan kalan tüm izleri yaşamlarınızdan temizleyin.
.....
Gecenin kıyısında çığlıklarım,
Gelme...
.....
Ona benzer gözler görürseniz başınızı çevirin. Sözlerine benzer sözler işitirseniz kulaklarınızı kapatın, yüzüne benzer yüzler görürseniz kapınızı kapatın.
.....
Gecenin ayazında yaralarım,
Gelme...
.....
Kokusunu fırtına alıp, çok uzaklara götürsün. Ondan tek bir iz kalmasın...
......
Gecenin koynunda bedenim,
Gelme...
.....
Ta ki, laneti bu kentin semalarından uzaklaşıncaya dek!
.....
Gelme!
Tüm gülüşlerin kalleşti.
LA
Yukarı
|
|
DÜMEN : Sinem Ayla İTİRAFTAN DA ÖTE... |
|
"Acının da tıpkı mutluluk gibi bir lezzeti var..."
Canlarım benim... Bu ilk karşılaşmamız ama aşığım size aşık... Aşık...
Biliyor musunuz?.. Daha bitli ve sümüğü hiç kurumayan bir kız çocuğuyken büyüyünce ne olmak istediğim sorulduğunda "yazar olmak" derdim hemen. Kimse aldırmazdı verdiğim cevaba. Doktor, avukat, mühendis olacağım, demiyordum ki.... Sermayesi sözcükler olan ve yoktan var eden kıytırıktan bir meslek işte!
Çok çalıştım yazar olmak için... Çok... Ne çok yara aldım... Ne çok ağladım... Ama olamadım bir türlü. On iki yaşındayken el yazımla kadınlarla ilgili bir şeyler yazdım önce. Bittiğinde sanki beni havada kapacaklarmış gibi yayınevinin yolunu tuttum. Adamlar hiç itiraz etmeden çalışmamı kabul ettikler. Akşam farelerin cirit attığı evimize büyük bir sevinçle geldim. İçim içime sığmıyordu. Ama gece aniden uyandım... Ya yazdıklarımı çalarlarsa!!! Ya kendi adlarına bastırırlarsa! Kaybederlerse!..
Anlayacağınız geceyi zor tükettim. Sabah sekizde dayandım yayınevinin kapısına. Bekle... Bekle.... Ne gelen var ne giden... Saat on bire doğru birileri göründü. Hemen attım önlerine kendimi; çalışmamı geri istedim. Gülerek verdiler. Oradan noterin yolunu tutamadım çünkü cebimde yol param bile yoktu. Aradan yedi ay geçti; ben serpilip güçlendim. Çalışmamı da çalınırsa çalınsın, yenisini yazarım düşüncesiyle sekiz nüsha fotokopi çektirip Ankara'daki tüm yayıncılara dağıtmaya karar verdim. Verdim vermesine de... Bu kez de el yazısıyla yazmam sorun oldu. Bugün git, yarın daktiloda yazıp getir dediler... Keyfimden el yazısıyla vermemiştim oysa; daktilom yoktu. Bu ilk maceram başlamadan sona erdi bu yüzden.
Yıllar sonra uzun soluklu bir öykü yazdım. Kimseye okutamadım. Ne yapsam derken, bir yerlerden dolar buldum. Doları bozdurup, kitaplarını beğendiğim yayınevlerinden birinin kapısını çaldım. Parayı görünce basmaya karar verdiler kitabımı... Tıpkı para ile kaset çıkarmak gibi... Aylarca basılmasını bekledim. Bir sabah basıldı haberi geldi ama dağıtıma çıkması günler sonra oldu. Dağıtıma çıkmasıyla iş bitse..... Kitapçılar en görünmez yerlere koyuyorlardı benim çocuğu... Zaten kapağı ve kağıdı çok kötüydü. Kitabın dışının içinden daha önemli olduğunu o gün anladım. Delirecek gibiydim... Borç para ile kitap bastırmışım... Kitapevleri raflarına bile koymuyor, koyan da en arkalarda bir yerlere atıyordu...
Vazgeçtim mi sanıyorsunuz? Hayır... Kendi kitabımı kitapçılara sormaya başladım önce. Tanımıyordu hiç birisi beni. Onlara diyordum ki... Bana şu kitap lazım... Yok öyle bir kitap deyip, yolluyorlardı gerisin geri. Tekrar gidiyordum... Tekrar... Israrlarım karşısında yavaş yavaş getirtmeye başladılar... Önceden getirtenler de biraz daha görünen yerlere koydular fukarayı. Ama çok az getirtiyorlardı; 2 tane... Üstelik ellerindeki bitmeden üçüncünün siparişini vermiyorlardı.
Başka çareler aramaya başladım... Ve ne yaptım biliyor musunuz? Kendi kitaplarımı satın almaya başladım. Kitaplarımı kitapçılardan satın alıp, hastanede, postanede satıyordum... Neden mi bunu yapıyordum? Gururdan... Beş para etmez, dolandırıcı yayıncım kitabı satmadı demesin diye... Hayatında tek bir kitap okumamış bazı kitapevi sahiplerine karşı küçük düşmeyeyim diye... Yaşamı ve kendimi anlamak için... Duymak, görmek, yeniden yaratmak... Okurla buluşmak ve çoğalmak...
Her gün sabah yedide kalkıp, okulu asıp kitabımı sattım ben... Kitapçılardan satın alıp...
Pişman mıyım? Yo... Mutlu olmayı öğrenmek için başka çarem yoktu ki!!!
Sinem Ayla
sinemayla@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Misafir Kahveci : Onur Toprak |
Sanata Ve Medya'ya Dair
Eğer sesiniz güzel değilse sanatçı olamazsınız.....!
Tamamen bir kandırmaca(Eğer Türkiye'de yaşıyorsanız.)
Türkiye'de son 10 yıldır ne kadar çok sanatçı var hiç dikkatinizi çekti mi?Bu sanatçılar her gün bizlerle.Önemli gecelerde,balolarda,devlet davetlerinde,televizyonlarda..... 90'lı yıllarda özel kanallar dönemi ile başlayan bu serüven,eğitimini tamamlamamış,okuma yazma oranı düşük,çoğunluğunu cahil ve bilinçsiz bir toplumun oluşturduğu Türkiye'nin ve bu topluma kendi çıkarları doğrultusunda istediğini veren,toplumu yönlendiren medyanın serüveni.Şüphesiz bu serüven sonucu eskiden yıkılmış olan imparatorlukların yerine,büyük medya imparatorlukları kuruluyor.Ve bu imparatorluklardan herkes korkuyor,çünkü büyük medya patronları istedikleri kişiyi mükemmelleştirip bir ilah yapabileceği gibi,istediğini de alçaltıp rezil edebilir.Üstelik bunun o kişinin zengin,soylu fakir,hırsız hatta katil olması bile bir şeyi değiştirmez.
Hal böyleyken İmparatorluklarda büyümede sınır tanımaz.
90'lı yılların ortalarında devletin içinde bulunduğu karışık ortam(gerçi hala öyle) halkın dikkatini devlette ve dünyada yaşanan gelişmelere, ister istemez çekiyordu.İşte bu dönemde halkın dikkatini başka yönlere çekmek gerekmekte ve yeni gündemler yaratmak gerekmekteydi.Belki de budur Televole Kültürü'nün doğuşu..!
O döneme kadar halkı oyalayan ve günlük sıkıntılarından kurtaran en temel olgu futboldu.Bu yıllarda ilk önce futbol ve magazin birlikte şırınga edildi topluma.Kimse bunun farkında değildi;fakat herkes bu ikiliyi damarlarında hissetti.Kimisi Avrupalılaşma aşamasında yeni bir yol kat edildiğini düşündü,kimisi de hayatta TRT'den daha farklı tat veren yayınların ne kadar yararlı olduğunu....Bu programlar insanlara istediklerini,hatta daha da fazlasını veriyordu.Erkek öğrenciler futbolculara,kız öğrenciler mankenlere,alt tabaka acılarla yoğrulmuş varoş delikanlılarına,aileler de magazin dünyasının aşk çıkmazlarına kitlenmişti.Artık Televoleler izleyici rekorları kırıyor,insanlar mankenleri ve futbolcuları izliyor,onlarla yatıp onlarla kalkıyor ve onların yaşadıkları mükemmel gibi gösterilen hayata özeniyordu.
Sonuç: Hedef on ikiden vurulmuştu, halk artık farklı noktalara yöneliyor,
Bilinçsizce, kişileri konuşuyordu, bu gelişmelerin getirdiği bir başka sonuç ise özel kanallarla rekabet edemeyen TRT'nin çöküşü idi.
Neden TRT bu gelişmelere ayak uydurmuyordu,yöneticiler çok mu beceriksizdi.Hayır TRT para kazanmaya yönelik kurulmuş bir kanal değildi.Onun tek amacı insanlara kaliteli ve nitelikli programlar verebilmekti. Babam anlatıyor,eskiden TRT'li dönemde akşam prime time saatlerinde ailecek tenis maçları izlerlermiş. Başka bir ilginç gelişme ise,Sarı Zeybek Belgeselinde Cumhuriyetin ilk yıllarında önemli gece ve davetlerde çeşitli dans yarışmaların yapıldığını insanların sanat müziği ve tango ile eğlendiğini,çalınan halk türküleri ve sanat musikisi eserlerine,sadece bu günlerde görev almak için yetişen sanatçıların yorumlar kattığını anlatıyor.
Tabi ki gelişen zaman ve geçen günlerde her şeyin aynı kalması beklenemez; ama dönemin şartları ve gelişmeleri doğrultusunda, dejenere olmadan gelişmeler takip edilebilir.
İşte 90'lı yıllarda başlayan bu Televole Kültürü akımı,ilerleyen yıllarda kendini artık spor ile de değil sadece magazinsel malzemelerle beslemeye başladı. Halk devlet bakanlarını, hatta başbakanlarını değil de mankenlerin sevgililerinden tutun,şarkıcıların çocuklarına kadar tanır oldu.
Öyle ki her gün televizyona çıkan bu insanların hayatları tüm gençlerin yaşamak istediği hayatlar olmuştu. Bu yüzden ünü ve şöhreti yakalamak isteyen gençler evlerinden kaçtı, gençler futbolcu olmak için birbirleriyle yarışmaya başladı,kısa yoldan köşeyi dönmek isteyen binlerce insanımız yanlış yollara saptı. Düşünsenize! Neden okumalıydı ki?
Okuyup ta ne olacaktı, sabit ücrete tabii bir öğretmen mi? memur mu?
Asla.....o her şeyi yapabilecek bir gençti ve dünyanın nimetlerinden o da yararlanacaktı, hıh televizyondakilerden neyi eksikti, o arabalara oda binebilirdi, üstelik çok ta yakışırdı......
Böylece toplumda bir yozlaşma başladı. Gerçekten akıllı ve entelektüel birikime sahip olan insanların çoğu bu mikrobun damarlarına kadar yayılmasını engelledi; ama bu insanlar çok az sayıda idi.
Ama her şey amacına ulaşmıştı medya kazanıyor, halk uyuyor, hükümetler ise daha rahat davranıyordu.
Halk çocuklarına ''YA TOPÇU; YA POPÇU OLSUN'' diyordu. Aslında haksızda değildi. Ekonomik yönden bunalmış olan bu insanlar çocuklarının da televizyondakiler gibi olmasını istemekteydi.
Bu sırada medyada da rekabet başlamıştı açılan her yeni kanal diğerinin izleyicisini kapmak için daha değişik programlar sunmaya başladı.Bu sayede kanallar, Avrupa ve Amerika kökenli gençlik dizilerini,başka kıtaların tv,sinema ve pop starlarını da Türkiye'ye tanıttı,aslında fena da olmadı.Artık Türkiye dünyayı tanıyan bir ülke idi; ama ülke bu globalleşme evresini özümseyemediği ve doğrudan dayatma ile kısa bir sürede tanıdığı için gençlerin bi bölümü Amerikan,İngiliz...vs gençleri gibi olmayı istemeye, onlar gibi hareket etmeye,giyinmeye başladı, adet, töre ve kültürden uzaklaşmaya, sadece televizyondan tanıdıklarını sandıkları başka kültürlere benzemeye çalışıyorlardı. Bu da toplumda kutuplaşmalara yol açmaya başlamıştı.
Artık toplumda Anadolu'nun bağrından koptuğunu söyleyen ve ağıtlar atarak türküler söylemeye başlayan gençler, varoş olarak kabul edilen ve hayatları sıkıntılı ve zor olan insanların ilahları olmaya başlarken,Avrupa'yı örnek alan ve kendilerini pop star ya da rock star olarak tanımlayan gençlerde, daha rahat ve refah içerisinde yaşayan gençlerin ilgi merkezi olmaya başlamıştı.
Ve bu starlar Televole kültürü içerisinde kendilerine yer buldular. Çünkü onları bu kültürün kendisi yaratmıştı.Ve bu starlar yetişmekte olan gençliğin kendini ifade edebilmesi, tarzını ve kimliğini bulabilmesi için gereken seçeneklerdendi; medyaya da sadece her kesime göre seçenekler sunmak, her kesimi meşgul etmek ve herkesi etkilemek kalıyordu...
Televole kültüründe kendine yer edinmek, hem çok kolay,hem de çok zordu. Bunun için şöyle bir zihniyet doğdu.Amaca ulaşana kadar her yol mubah.Amaç ise bir star olabilmek. Eğer yolun sonunda star olabilirseniz daha önce yapmış olduğunuz tüm yanlışlar, tüm hatalar otomatik olarak affediliyor, medya sizi evlat ediniyor ve sizi birer hanımefendi, birer beyefendi yapıyordu. Artık yapmış olduğunuz küçük aşk kaçamakları bile sıradan bir haber haline gelirken, toplumun alt tabakasında size özenen gençlerin yapacakları benzer hareketler aile facialara yol açıyordu.
Derken 2000'li yılların başlarında, insanların çoğu bu rüyadan uyanmaya başladı; fakat hala ünlü olma ve kısa yoldan şöhreti yakalama cazip bir seçenekti. İşte bu dönemde zamanında izlenme rekorları kıran ve gündemi işgal eden bu programlara ilgi azalmaya başladı. Bu konuda önce bocalayan medya, kendini ayakta tutmak ve görevini yerine getirmek için yeni doktrinler geliştirmeliydi....VEEEEEE
Bu dönemde de yardımlarına Avrupa ve Amerikan televizyonları yetişti(her zaman olduğu gibi) halk bu sefer daha önce görmedikleri tarzdaki yarışmalarla ve aile dizileriyle tanışmaya başlamıştı. Senaryosu tamamen yabancılara ait olan bu dizilerde ünlü oyuncu, manken, türkücü, şarkıcı....... (medya maymunları) oynarken, yarışmalarda ise başrolleri halktan sıradan insanlar teşkil ediyordu.
Bu yarışmalar insanın merak,ilgi,röntgencilik gibi dürtülerine hitab ediyor ve insanlara yine değişik tatlar vermeyi hedefliyordu. Böylece Televizyona olan ilgi yine canlandı.Yarışmacıların,her tarafı kameralarla dolu bir evde daha önce tanımadıkları insanlarla yaşamaları istendi,ünlü olma ve ödülleri kazanma isteğindeki insanlarda bu yarışmalara katıldı.Zaman zaman birbirlerini ile kavga eden,argo ya açık ,ahlaki değerlerimize ters olduğu söylenen bu programlar kısa bir süre sonra 24 saat kesintisiz izlenmeye başladı.Artık halk dünya ve ülke ile ilgisini tamamen koparmıştı.Ve birbirlerine yarışmalardaki insanların tarafı olarak bakıyor,birbirlerini ona göre değerlendiriyordu... Bu tarz programların türevleri de gündemi uzun süre işgal etti ve haberlerde flash haber olarak verilmeye başladı.
Daha sonraki adım ise daha da ilginçti,hatta ilginç ötesi.......
Bu sefer yarışmacılardan evlenmeleri isteniyordu. İki ay içerisinde birbirlerine aşık olan yarışmacılar, halk oyları ile seçiliyor ve evlendiriliyordu...Peki bu aile kurumuna yapılan bir haksızlık değil mi,
Birkaç aşama sonra çocuk yapmaları mı istenecek............
Üstelik bu yarışmalarda konuşulan,tartışılan konular tamamen boş konulardı.Kişiler arasında geçen olaylar tamamen kavga, dedikodu ve karalamadan ibaretti. İnsanlar 3 gün önce aşık olduğunu söylediği bir kişiye 3 gün sonra seni aldatırdım diyebiliyorsa bu programları izleyen gençlerden ve çocuklardan nasıl bir terbiye beklenebilir....
Bitmedi! bir sonraki aşama da ise unutulan ve korsan kasetler nedeniyle verimsizleşen müzik sektörünün umudu olan,ülkenin en iyi pop yıldızını seçmekti. İşte tüm Türkiye, ülke tarihinde görülmemiş izlenme rekorlarını kıracak olan bir programla daha tanışıyordu.
Böylece magazin programlarına yeni starlar giriyor,halk onları konuşuyor, ayrıca insanlar her zaman olduğu gibi o insanlarla kendilerini özdeşleştiriyorlardı. Yani medya yine başarmıştı. Halkın ilgisini yine üzerinde toparlamış ve görevini yapmıştı.
Ama yine düşündürücü konular var. Bu yarışmada kriterlerin müzik olması gerekirken,yarışmacıların özel hayatları onların kriterleri olmaya başlamıştı.Medya yine kendi kahramanlarını yaratmıştı.Kiminin evlenip boşandığı,kiminin özürlü olduğu,kiminin yabancı olduğu, kiminin katil ve yetin olduğu, kiminin yakışıklılığı ile kendine hayran çevresi oluşturduğu kimininse
-Sesimden başka hiçbir şeyim yok,ben normalim, acaba küçükken tecavüze mi uğramalıydım yada adam mı öldürmeliydim, diye haykırdığı 13 kahramanı vardı artık medyanın.Yine malzemenin çeşitliliği,her kesime yakın olmanın temel kuralıydı ve medya bunu da uygulamıştı....
Geçmişleri seslerinin önüne geçen bu yarışmacılar,artık sesleri ve şarkıları ile değil yaşadıkları ile derece alıyorlardı.
Mesela 1. olmak için jüri ile kavga etmek ya da eskiden yaşanmış olan bir trajediyi anlatmak yeterli idi.Türk İnsanı için onun sesi değil yaşadığı acılar kıstastı artık .
Öyle ki bir yarışmacı.
- Ben mutlu ve normal bir hayat geçirdim.Hiçbir problemim yoktu;ama ille de sıkıntı ve acı istiyorsanız.Ben kalp hastasıyım.deme gereği duymuştu.Çünkü oyunun kuralı buydu...
Peki sanatçı olmak bu kadar kolay mı.................?
Biz bu insanlara sanatçı dersek, Barış Manço'lara, Sezen Aksu'lara, müzik için hayatını notalara adamış Münir Nurettin Selçuk'lara, akademide ve konservatuarlarda kafa patlatan müzisyenlere küfür etmiş olmaz mıyız? Tıpkı oyuncular yerine film ve dizilerde oynattığımız manken, türkücü......vs isimlere sinema artisti derken, yıllarını sinema ve sahne sanatlarına adamış olan sanatçılara yaptığımız gibi.
Ya da eline her fırça alana ressam, her yorum yapana eleştirmen her kalem tutana yazar dediğimiz gibi.....
Onur Toprak
Yukarı
|
Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu |
Merhaba,
Sizlerle ilk olarak Fransız divalarından Dalida'nın en güzel şarkılarından derlenen "Forever"ı ardından Fatih Akın'ın sinema sektöründe yankı uyandıran filmi "Duvara Karşı"yı ve son olarak Mehmet Yaşin ile başka ülkelere gitmek isteyenler için "Uzakname"yi paylaşacağım.
Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.
FOREVER / DALİDA :
70'lerin Fransız chansonlarına aşina kulakların hatırlayacağı yıldızlardan Fransız asıllı Mısır'lı şarkıcı Dalida, Fransız kültürünün o yıllarda Türkiye'deki etkinliğinden dolayı ülkemizde de çok sevilen şarkıcılardan biridir. Şarkılarının bazılarının Türkçe'ye aranje edilmiş olması onu bize aşina kılmıştır. Bunlardan en önemlisiyse "Parole, Parole"dir. Ajda Pekkan'ın "Palavra" olarak yorumladığı parçayı Dalida, Alain Delon ile birlikte söylemekteydi. Bu şarkıyı son olarak Fransızca versiyonu ile Candan Erçetin'den "Chante Hier Pour Aujourhui"de dinlemiştik. Ancak şarkının orijinalini dinlemek insana başka bir keyif veriyor doğrusu.
Dalida'nın öne çıkan parçalarından biri de "Salma Ya Salama"dır. Ülkemizde de büyük beğeniyle karşılanmış ve Türkçe'ye aranje edilmiştir. Albümde yer alan diğer önemli çalışma ise 50'lerden kalma bir "Histoire de un Amor"un Fransız aranjesi "Histoire d'un Amour". Bu şarkı da özellikle Türkiye'deki Dalida sevenlerin kalbinde özel yeri olan bir yapıttır. Bu şarkının Türkçe aranjmanı ise son olarak Yaşar'ın "Sevdiğim Şarkılar" albümünde "Benim Bütün Rüyalarım Seninle" olarak yer alan aslında Sezen Cumhur Önal'ın sözlerin yazdığı ve Ertan Anapa'dan dinlediğimiz "Benim Bütün Dualarım Seninle"dir. Albüm de öne çıkan diğer parçalar ise "Il venait d'avoir 18 ans", "Fini la comedie" ve "Come prima".
Son konserini Aspendos'ta veren ve 1987'de intihar eden bu Fransız divasını tekrar dinlemek isteyenler için bu albüm kaçırılmaz.
DUVARA KARŞI (GEGEN DIE WAND) :
Kültür her toplumun zaman içerisinde ürettiği bir meyvedir. Onun içinde toplumun özlemlerini, hayallerini, umutlarını, yaşama biçimini yani o topluluğa dair ne varsa her şeyi buluruz. Ancak insanlar çeşitli nedenlerden dolayı başka bir ülkeye göç ederler ve sonuçta karşılaştıkları kültür farklılıkları içinde bazen ezilirler. Ne de olsa bazı toplumlar kendi içlerinde daha açık ve gelişime hazırken bazıları ise daha kapalı ve durağandır. İşte böyle bir kültür çatışmasının izlerini süren "Duvara Karşı" kültürler arası tabu ve norm farklarına değiniyor.
Sibel, Almanya'da doğup büyümüş olan ve Türkiye'de "Almancı" diye tabir edilen bir ailenin kızıdır. Genç kızın sosyal çevresi ile ailesi büyük bir paradoks oluşturmaktadır. Aile muhafazakâr olarak tabir edebileceğimiz bir Türk ailesiyken kızın yaşadığı ortam özgürlüğü geniş bir yerdir. Sibel Almanya'daki yaşıtları gibi verilen her özgürlüğü sonuna kadar yaşamak ister. Ancak ailesi bu tür davranışlarına izin vermez. Bunun üzerine genç kız baskılara dayanamaz ve bileklerini keserek intihar eder. Ancak hayattan kurtulmak isteyen tek kişi Sibel değildir. Karısını kaybeden ve arabasını duvara sürerek intihar etmeye çalışan Cahit de yaşama nedeninin kalmadığına inanmaktadır. Bu ikili hastanede karşılaşırlar ve Sibel'in aklına bir fikir gelir. Eğer Cahit ile göstermelik bir nikâh kıyarsa hem ailesinin baskısından kurtulacaktır hem de özgür bir yaşama yelken açacaktır. Kaybedecek başka şeyi olmayan Cahit, Sibel'in ısrarları üzerine evlenmeyi kabul eder. Bu sayede genç kadın ailesine bir Türk damat da getirmiş olur. Ancak bir süre sonra Cahit ve Sibel arasında bir etkilenme olacak ve bu onları tutku dolu bir ilişkiye götürecektir.
"Duvara Karşı" ülkemizde her ne kadar başrol oyuncusu Sibel Kekilli'nin geçmişte yaptığı bazı filmlerle gündeme oturmuş olsa da aslında çok farklı iki kültürü biraraya getiren multikültürel bir film. Akın, Anadolu topraklarının biraz acı hikayelerini, arabeskini, Batı Avrupa'dan sınırsız özgürlük anlayışını, Alman punkunu alıyor ve ortaya böylesi güzel bir film çıkartıyor. Filmde yönetmen üç bakış açısını yansıtmaya çalışıyor: Alman-Alman, Alman-Türk ve Türk.
Pek çok yönetmenin sevdiği, uğuru olarak gördüğü ve her filminde oynattığı oyuncusu vardır. Buna örnek olarak Tarantino'nun Uma Thurman'ını ya da Özpetek'in Serra Yılmaz'ını verebiliriz. İşte bunlara bir tane daha ekliyoruz. Fatih Akın'ın İdil Üner'ini. Son filminde Akın İdil Üner'in daha çok sesinden faydalanıyor ve geleneksel Türk müziği parçaları yorumlatıyor.
Son olarak "Temmuzda" filmi sinemalarımızda gösterilen Fatih Akın, "Duvara Karşı" filmiyle 54. Berlin Film Festivali'nin yarışma bölümündeki 23 film arasından sıyrılarak Altın Ayı'yı almaya hak kazandı. Aslında bu bir Türk filminin ilk "Altın Ayı" alışı değil. 1964'te Metin Erksan 'ın yönettiği "Sussuz Yaz" ile Türkiye bu ödüle sahip olmuştu. Ancak Almanlar 1986 yılından beri kendi ülkelerinde yapılan bu festivalde ödül alamamanın acısını yaşıyorlardı. İşte Akın buna bir son veriyor ve Türk-Alman kültürünü çok güzel harmanladığı film ile Altın Ayı'yı kazanıyor. Ayrıca film festival kapsamında eleştirmenlerce verilen FIPRESCI ödülüne de sahip oldu.
UZAKNAME / MEHMET YAŞİN :
Uzaklar herkes için çekici olmuştur. Ancak özellikle şehir hayatını monoton yaşayanların içinde daha da bir kuvvetlidir bu tutku. Yaşadığı çemberi kırıp daha önce hiç gitmediği belki de gidemeyeceğine inandığı yerlere gitme tutkusu. Belki de bu bir sürelik dinlenme isteğidir. Özel hayata çok da fazla vakit bırakmayan iş hayatından bir nefeslik de olsun kurtulmak için.
Herkesin gitmek istediği yerlerde farklı farklıdır. Kimisi kutuplar, çöller gibi macera katkılı, az keşfedilmiş yerleri görmek isterken kimiyse dinlenebilecekleri bir ortam aralar kendilerine. Bazıları da gitmek isterler ancak gidecek cesaretleri yoktur. İşte bu kitap herkesin ihtiyacını karşılamaya yönelik yazılmış adeta.
Hürriyet'teki köşesiyle bizleri her hafta gitmediğimiz yerlere götüren Mehmet Yaşin "Gezgin" köşesinin ardından yaşadıklarını "Uzakname"de derliyor. Kutuplardan çöllere, şehirlerin caddelerinden arka sokaklarına hatta birahanelerine kadar pek çok ayrıntı gizli satır aralarında.
Eğer evinin rahatlığında dünyayı uzman bir gezgin, Mehmet Yaşin ile birlikte birkaç saat de olsun gezmek isteyenlerdenseniz bu kitap sizin için kaçırılmaz.
http://www.kmarsiv.com/cafe.asp
serdar@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
KAHROLASI XX KROMOZOMU
Hayatın rengini bilirsin de nedense parlaklığıyla değil puslu görürsün
Söylenenlerin hepsini dinlersin de işine geleni algılarsın
Arkadaşlarını sorgulamadan kabullenir onun tercihi diyebilirsin ama sevdiceğine özgürlük vermezsin
Korunmak kollanmak kıskanılmak istersin
Ama sınırları sen çizmelisin
Fazlası verildimi sıkılır kaçarsın
Üreme içgüdüsü her iki cinse verilmiş olsa da sen annelik içgüdülerini öne çıkarırsın
Acı çekmeye bayılırsın çünkü acıdan kaçmanın yollarını yok sayarsın
Hiç bir şeyi hafife almaz her şeyi sorgular araştırır öğrendiklerinle mutsuz olursun ama asla merakından kurtulamazsın
Basit yaşamaya alışamaz zoru zorlar başarısızlıklarınla yıkılırsın
İşini seversin ama annelik güdülerinin önüne geçiremezsin
Sevdiceğine bile hep annelik yapmak istersin
Karşılıksız verir ama hesap sorarsın
Terk edilir terk edersin ama içinde hiç bırakmazsın
Diğer hemcinslerinle çok iyi anlaşır ama ölesiye kıskanırsın
Yaşlanmaktan korkar ama kendine vakit ayırmazsın
Sana hep tebessümü hatırlatan insanlara hayran olur ama nasıl yapabildiklerini anlamaya çalışmazsın
Gereksiz şeyleri düşünür önemli şeyleri es geçersin
Her ayrılıkta yıkılır yeni birliktelikte yapılırsın
Yinede yıkımların izlerini bırakamazsın
Evet bende bunları yapıyorum diyorsan sakın üzülme genetik yapı bozukluğun var senin y kromozomun unutulmuş
Müge Demirbilek
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.305 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
Yolcu
İhanetler, birer çıban;
Yalnızlık, tuz biber, yaşama...
Umut, sirke olmuş;
Şaraba dönmesinden korkulan...
Gecelerin koynu sığınak;
Karanlıklar, gizlenilecek tek mekan
Gün ağarırsa, yayılacak şaşılası ne varsa...
Öfke dalga dalga, sarmış her anı
Hüzünler çavlan, çağlayan
Eski ile vasıflanmış, mahreme dair tüm kelimeler;
Yok artık, halvet zamanı
Gitmek ile kalmak arası, bir yol;
Gittiğin yol, çok
Vardığın yer, yok
Bir garip yolculuk
Yolcu yolunda gerek...
Hasan Gezer
Yukarı
|
Durdurun len arabayıııı!...
Yukarı
|
DİA GÖSTERİSİ
"Serpil Yıldız'ın "Küba'dan İzlenimler" adlı dia gösterisi ve Cüneyt Göksu ile beraber söyleşisini
13 Nisan 2004 tarihinde Saat 19:30`da;
Fotografevi-Koç Allianz Sanat Galerisinde izleyebilirsiniz...
FOTOĞRAFEVİ
Tütüncü Çıkmazi No:4 Beyoğlu-İSTANBUL
Tel : 0 212 249 02 02 - 251 05 66
Web : http://www.fotografevi.com
E-mail : fotografevi@fotografevi.com
Küba'daki günlerimizi merak eden arkadaşlarımızla, belirtilen yer ve zamanda birlikte olabilmeyi diliyoruz.
Sevgilerimizle,
Serpil & Cüneyt
Önemli Not: Dia Gösterisi öncesi gezi izlenimlerini hatırlamak isterseniz Sevgili Cüneyt'in yazı dizisini mutlaka okuyun. Söyleşiye fransız kalmazsınız:-))
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://marketing.lvcva.com/Fireworks/default.htm
Bu kısayolu tıklıyorsunuz, karşınıza çok hoş bir şehir manzarası geliyor. Manzarayı bozan tek şey, üst taraftaki tamamen karanlık gökyüzü. Siz mouse'unuz ile karanlık gökyüzünde, dilediğiniz noktalara tıklıyorsunuz ve eğlence başlıyor.
http://www.program.arsivi.com
...Program Arşivi sitemizde yer alan progamların tamamı shareware, freeware veya trialware'dir. Program Arşivi, sitesinde bulunan üçüncü parti firmalara ait yazılımların kurulumu ve kullanımı ile ilgili sorumluluk kabul etmez ve teknik destek vermeyi taahhüt etmez...
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/ Beyninizin alabildiği kadar bilgi için tıklayınız. ...Güneş benzeri yıldızların, beyaz cüce haline gelmeden önce uzaya saçtıkları katmanlar, çoğunlukla hidrojen ve az miktarda da yıldızın evrimi sırasında merkezde ya da yakınlarında sentezlenip dışarıya sızmış olan daha ağır bazı elementler. Bunlar, tahmin ettiğiniz gibi zaman içinde yıldız kuluçkalıkları olarak görülebilecek dev gaz ve toz bulutlarına karışıyor ve oluşan yeni...
http://www.fotografevi.com/
...Fotografevi; doğayı, insanı ve yaşamı fotoğraf perspektifinde yorumlamak ve anlatmak isteyenlere rehber olmuş bir kurumdur. Fotografevi, çeşitli fotograf, sinema ve gezi etkinlikleri düzenlemek amacıyla 1989 yılında M. Faruk Akbaş tarafından Kadıköy'de kuruldu. Çalışmalarını 1992 yılından bu yana İstanbul'un sanat merkezi Beyoğlu'ndaki üç katlı binasında sürdürmektedir... Siz şimdilik web sayfası ile idare ediverin.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Cubes v3.0 [3.2M] W9x/2k/XP FREE
http://www.harishsave.com/
Hani eskiden bir oyuncak vardı. Kare parçalardan oluşan bir resmi, varolan tek bir boşluğu kullanarak sıraya dizip resmi tamamlamamız gerekirdi. Özellikle yolculuklarda epeyce işimize yaramıştı. İşte o oyunun web versiyonu. Özleyenler için.
Yukarı
|
|
|