KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 479

 8 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Necefli Maşrapa huzurlarınızda!..


Merhabalar,

Bugece gene dükkanı erken açıp erken kapatmak zorundayım. Neden, niçin yok. 'HAYIR' var, hayır var. Şans var, kısmet var. Kıbrıs Rum'larının başı 'HAYIR' deyin dedi halkına. Bizimkiler her işte bir hayır vardır diyerek zil takıp oynadılar. Tek kurşunda 5 kuş yarabbi. Kısmetin böylesi ancak ılımlı İslam Kolası tüketende olur. Yok yok uzatmıyacağım. Dedim ya erken gelip erken gidiyorum. Kısmetse yarın daha uzun beraber oluruz. Kalın sağlıcakla.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Arap olayım ben de kahveciyim... : Beyhan Duffey


Feride'nin Hamilelik Günleri...

... Sazan son yıllarda balıktan öte, her şeye kolayca atlayan ve aptallığı simgeleyen insanlar için kullanılmaya başladı. Balık olarak sazan omnivor beslenmesine uygun davranışları yanında, üreme dönemlerindeki aşırı yumurta depolaması ve bunları uygun ortamlara bırakabilme çabaları anındaki zayıflığı nedeniyle adeta aptallaşmaktadır. Üreme periyoduna giren bütün canlılarda buna benzer davranışlar görebiliriz... (bkz. Z.YILDIRIM -Pastoral Efemer-" Üreme " KM, 24.02.04)

Herhangi Bir Günün Akşamı :
-Muhsiiiiin..... Muhsiin... Hadi ayol geç kalıyoruz. Bu adamın hazırlanmak için saatler harcaması beni deli ediyor. Ben bile kadın halimle, makyajımdı, saçımdı, kaşımdı derken daha çabuk hazırlanıyorum. Boşanırsak mahkemeye delil olaraktan sunacağım bu ayrıntıyı da.
-Nereye geç kalıyoruz Feride ?
-Hani bugün yemeğe gitmiyor muyuz ? Ayhanlar saat tam yedide restorantta olacaklar.
-Ferideee.... Attırma benim kafamın tasını, bugün günlerden Salı ?. Yemek için cuma akşamına sözleştik.
-Ayyy... öylee miiii ? !.. Özür dilerim hayatım. Bir an günleri karıştırdım. İnsan çalışmayınca günleri de takip edemiyor vallahi... Hadi öyleyse oturup televizyon izleyelim birlikte.

Bambaşka Bir Günün Sabahı :
-Alooooo..... Duygu sen misin ? Aaa...Sezen. Merhaba canım. Telefon defterimde parmağım Duygu'nun ismi üzerinde kalmış da bir an seni o sandım. Pardon. Hasan amca çıktı mı hastaneden ?Ay biliyorum birden dilim dolaştı, İsmail amca diyecektim. O mu kim ? Anla işte canım, baban çıktı mı hastaneden ? Oh, oh.. Pek sevindim. Başınız sağ olsun. Ayyyy.... Çok özür dilerim, geçmiş olsun diyecektim sekerim. Çok özür dilerim. Umarım iyidir baban. Allah sağlık, sıhhat versin.... Tabii, tabii söylerim canım. Çok özür dilerim tekrar. Görüşelim canım görüşelim.. Hoşçakal.

Sonraki Günlerden Bir Gün :
Yine kapıcıdır. Şu adama yüz kere söyledim. Hamileyim. Geceleri uyku sorunu çekiyorum, gündüzleri uyuyorum zile basma diye. Bir şey lazım olursa ben seni ararım kapıcı dairenden dedim, dinletemedim. Yetti artık. Yesin de zılgıtı, görsün gününü.

....
-Aaaa... Günaydın kızlar. Sabah sabah, hayrola.
-Aşkolsun. Bugün altın günümüz Feroş. Sıra sende. Yoksa unuttun mu ?
-Tamamen aklımdan çıkmış. Gelecek hafta değil miydi benim sıram ? ! ..

Tam Tamına Perşembe :
Sigaranızı söndürür müsünüz beyefendi ? Görüyorsunuz ki hamileyim. Üstelik hamile olmasam bile, böyle fosur fosur sigara içmeye hakkınız yok takside. . Ağzınızın içinden söylenmeyi bırakın da söndürün şu mereti. Medeniyetten nasibini almamış insanlar böyle amme hizmeti görürlerse olacağı budur. Avrupa Birliği falan hak getire bize. Daha kırk fırın ekmek yememiz lazım bizim AB'ye girebilmek için. Dur, dur. Aksi adam. Söylediğim adresi geçtin. Şimdi ben bu halimle nasıl yürüyerek bu yolu tekrar döneceğim ? Saygı kalmamış kimsede. Bunları da şoför diye trafiğe salmıyorlar mı ? Aa.. dur, paramın üstünü vermedin hain şoför. Nereye gidiyorsun ? Kalleş. Plakanı alabilmiş olsaydım gösterirdim ben sana gününü. Şu yolların haline bak, tükürük, balgam dolu. Sallandıracaksın bir ikisini meydanda gör bak hart hurt tükürüyorlar mı bir daha sokaklara. Üçüncü kattı değil mi ? Neden kimse cevap vermiyor acaba. Randevum da tam dokuz buçuktaydı. Saatim mi yanlış ? Kardeş saat kaç acaba ? O da doğru. Jinekolog Müslüm Gürbıyık. Çalışma günleri Pazartesi- Çarşamba. Sabah dokuz, öğleden sonra dört. Ne yanlışlık var anlayamadım. İşte randevu aldığım saat ve tarihte buradayım. Bu doktorlar da çok saygısız canım. Burunları bir karış havada. Neden ? Neden olacak okumuş da doktor olmuşlar ya, küçük dağları onlar yaratmışlar. Doktor olmuşsun ama saygılı olmayı öğrenememişsin ne yazar. Bir saatlik yoldan hem de taksiyle geliyorum. Kimin umurunda ? Taksi parası cebinden mi çıkıyor sanki sayın Gürbıyık ? Dur şu manavın çırağına sorayım, belki o bilir. Ah.. öyle miii ? Bugün perşembe demek. Günleri karıştırmış olmalıyım. Sağol canım. Taksiii , taksii.... Ayol bu az önce beni buraya getiren şoför değil mi ? Tesadüfe bak.

Çok Önemli Bir Gün :
Çerkes tavuğu, yeşil salata, türlü, pirinç pilavı, pilaki.... Daha ne olsun. Kayınpeder rakıcıdır, Muhsin'de iki tek atar. Burnu kırılasıca kaynana yine burun kıvırır bunca hazırlığa ama onu memnun etmek mümkün mü ? Vallahi ter tırnağımdan çıktı bütün gün hazırlık yapmaktan. Temizlik, ütü cabası. Bu hamile halimle yaptığım bunca işle kimseye yaranamıyorum bile. Nankör kadın. Elinden gelse kendi evine de temizliğe çağıracak. Ayrı ev tuttular da biraz rahat ettik. Hıh.. n'oldu ? On beş dakika öteye taşındılar. Azıcık uzanacak bile olsam hissediyor kadın, iki dakika kıçımı kırıp oturmama izin yok. Dur akşam şunun tabağına pirinçten ayıkladığım taslardan koyayım da görsün gününü... Ayy .. heyecanlandım valla... Ben sana bu akşam gösteririm hınzır kaynana.... Eyvaaahhh ! ! ! Keki fırında unuttuk. Gördün mü başıma geleni ? Kaynanaya tuzak hazırlarken... Telefon da tam çalacak zamanı buldu. Alo, alooo.. Hah Muhsin sen misin ? Sesini alamadım da birden. Kek yanmış. Ne keki mi ? Ayol babanları yemeğe davet etmiştik bu akşam, unuttun mu yoksa ? Neeeee..... ? Biz mi onlara davetliyiz.... Ayyyy...... özür dilerim hayatım, ben yanlış anlamış olmalıyım...Tamam sen gelmeden hazırlanmış olurum hayatım !..

Bir Kara Cumartesi :
Hamileliğin verdiği bir ağırlık var üzerimde ama bazı sabahlar çok dinç uyanıyorum. Kendimi o zaman çok iyi hissediyorum. Kuş gibi havalanasım geliyor. Ne güzel bir sabah. Dışarısı bembeyaz. Kar bütün gece yağmış olmalı. Muhsin şimdi omletin kokusuna uyanır. Ne çok da sever omleti ? Adamcağıza uzun süredir kahvaltı hazırlamıyorum. Aç gidiyor okula zavallıcık. Hiç şikayet de etmiyor benim yakışıklı kocam. Şu hamilelik aklımı da, düzenimi de, alışkanlıklarımı da alt üst etti. Ee... saat kaç oldu bu adam hala uyanmadı. Okula geç kalacak. Bi koşu uyandırmalı...

U-hhhuuu...u-huu. Bana kuş beyinli, balık beyinli karıcııım, sazanııım dedi. U-huuu... Bugün günlerden cumartesiymiş ? !...

Pazar :
Ellerinizden öperim kayınvalideciğim. Yok ,yok. Yaramaz bi durum yok. Feride de çok iyi. Ben de onu soracaktım. Sabah uyandığımda yatakta yoktu da. Evet... Her şey yolunda. Yok yok, doğum haftaya pazartesi. Evet, sezeryan olacak. Feride, bu sabah size geldi mi diyecektim... Telaşlanmayınız anneciğim, bakkala kadar indi sanırsam. Hoşçakalın, hürmetler efendim. Ben sizi sonra ararım... Anne... Feride yok. Yok bilmiyorum. Gitmiş. Bana haber vermeden nereye gider sabahın bu saatinde ? Tamam anne, başlama yine... O benim karım. Evet anne... Haklısın. Hadi hoşçakal... Sezen sen misin ? Feride yok. Evet, bilmiyorum, gitmiş... Haber alırsan hemen beni ara. Hoşçakal.
...
-Alo.
-İyi günler efendim. Feride Aklıkıt'ın eşi misiniz ?
-Evet, buyrun.
-.......... Hastanesi. Eşiniz hastanemizde efendim. Bu sabah çok erken bir saatte geldiler. Yarın doğuma alınacaklarmış. Ama bizim hastane kayıtlarında böyle bir hasta görünmüyor. Sanırım yanlış geldiler. Size haber verelim istedik.
-........Hastanesi mi ? Ama doğum orada olmayacak ki ! ! !
-Biliyoruz efendim. Ama bu sabah gelip yatmak için ısrar ettiler kendileri. Biz de çaresiz, kabul ettik.
-Ama doğum haftaya !..
-Günü unutmaktan korkmuş erken gelmek istemiş, üstelik de bugünü Pazartesi sanıyor efendim. İsminizi ve telefon numaranızı da bir süre hatırlayamadığından size daha erken haber veremedik. Gelip eşinizi alırsanız hastanemizden iyi olur efendim. İyi günler.
.... ! ! ? ?

Sevgili Suna ve minik kızı Esma Duru'ya sevgiyle...

Beyhan DUFFEY - Cidde / Suudi Arabistan
duffey@kahveciyiz.biz

Yukarı

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


ANNE...

Dört harfli bu kelime, bir çok insanda olduğu gibi benimde sükunet dolu yüreğimde çok derin anlamlar gizlemektedir. Anne, annem, anneciğim...

Yaşamın farklı basamaklarında, yüz yüze geldiğim bir çok olumsuz gelişme ve sonuçlu olaylarda sabırlı davranıp, üzüntümü dışa vurmadan, oldukça dik bir duruş sergiledim. Çünkü son zamanlarda alaycı bir hüviyete konumuna sokulmaya çalışılan Anadolu değerleriyle yetişmiştim. Çünkü, kol kırılır, yen içinde kalırdı; çünkü serde erkeklik vardı. Ama bir gün, tüm değerlerin bittiği bir konuma sürüklendim, kayboldum gittim.

Doğduğum ve ilk gençlik dönemimi tamamladığım şehrimden en azından oniki saat uzaklıkta bir mesafede, Diyarbakır'daydım. Doktora tezimin yazım aşamasındaydım ve bir çok şeyin ters gittiği bir dönemi yaşıyordum. Bir cumartesiydi ve işte öylesine bir gündü. Tezimin başındaydım, zaman zaman sıkılınca camın kenarına gelip dışarıda bahara dönmüş dallara bakıyordum. Küçük pilli radyomun sesi, daktilo sesleri arasına karışıp gidiyordu. Birden Zeki Müren'in o büyülü şarkısı çalmaya başladı. Melodiye hafif bir ıslıkla eşlik ediyordum. Sözler dökülmeye başladı ve ben sustum. Bir duayı, ilahi bir olayı izler gibi oldum. Sonra şarkının o gizemli nakaratı başladığında, hızla kendimi yüzükoyun yatağıma attığımı hatırlıyorum. Şarkı ilerledikçe, daha bir tempo kazanan göz yaşlarım yastık çarşafımı yıkıyorlardı sanki. Durduramadığım ve tanıyamadığım boğuk bir ses harmonisi boğazımı yırtarcasına ilerliyor ve şarkının her nakaratında daha bir tanımsız hal alıyordu. "Annem, annem, anneciğim...". Tüm vücudumda kopan bu fırtına bir saatten fazla sürdü sanırım. Radyoda program bile değişmişti sanırım ama hiç duymuyordum. Aklım hala o büyülü sözlere takılıp kalmış, boğuk hıçkırıklarla sürüyordu çöküşüm. "Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık; Üşüdüm üstümü örtsene annem; anne, annem, anneciğim"...

Anne ne hoş bir kelime, masmavi bir gökte bembeyaz bir bulutu sembolize ediyor sanki. Fırından çıkmış bir ekmeği; taze toprak kokusunu; pamuk şekerini; meltemleri; ıssız bir koyu; sessiz bir ilkbahar şafağını; ince yağan bir yağmuru; ağustos yıldızlarını; yemyeşil dağları; okyanusları gizliyor içerisinde. Okuduğum kadarıyla güneşin doğduğu ülke anlamına gelen Anatolia, bu toprağın çocuklarının gönlünde ve dillerinde o en güzel canlı " anne" adıyla bütünleyivermiş "Anadolu" ismini almıştır. Bu toprağın insanlarınca anlatılan anne konulu yüzlerce öykü vardır. Abartılı olsa da; taşıdığı anlam nedeniyle bu trajik öykülerden birinde, sevdiği kız ile annesi arasında halen bir gençten söz edilir. Karasevda ile bağlı olan gence, kız arkadaşı beraberliklerin koşulu olarak annesinin kalbini getirmesini istemiştir. İstemiştir de tutkulu gencimiz, çok sevdiği kızın dileğinin yerine getirmiştir. Delikanlı elinde kanlar içinde kalp olduğu halde sevdiğine doğru koşarken, bir şeye takılıp tökezleyip yere düşerken " Ah anam" demiştir de kalp dile gelmiştir. "Ne oldu yavrum?" Hayal ötesi bu öykü, annelerin çocuklarına karşı ne kadar derin hisler taşıdıklarını gösteren uydurma bir mizansen de olabilir. Ama Anadolu insanı için anne kelimesinin dolu anlamını vurgulamaktadır.

Hayvanlar aleminden de böylesi bir olayı okuyunca, tatlı bir şaşkınlık çöktü üstüme. Bu sefer hayvan kahramanlarımız örümcekler. Hani 4 çift yürüme bacağı olan, ipeksi ağlarıyla yuvalar kuran, kolayca her yere tırmanabilen, en olmadık yerlere bile ayaklarını uzatarak, taşınabilen örümcekler.

Özel bilgisi olanlar bilirler örümceklerin dişileri büyük, erkekleri küçük yapılıdır. Ağlarla ördüğü yuvasına giren her canlıyı yiyen örümceklerin çoğu türünde dişiler erkeklerini bile yemektedirler. Bu nedenle çiftleşmeye giden erkeklerin beraberlerinde ölü bir hayvanı götürdüklerine dair bilgiler vardır. Dişi örümcek gelen hediyeyi yerken erkek çiftleşmeye çalışmaktadır. Şayet hediye hızlı bir şekilde tüketirse yada yiyecek azsa, dişi hemen erkeği yemek listesine dahil etmekten geri kalmaz. "Karadul" olarak bilinen ve ülkemizde de yayılış gösteren tür bireyleri bu isimlerini muhtemelen bu tür bir olaya bağlı olarak aldığını sanıyorum.

Kahramanımız, işte bu saldırgan, yırtıcılıkta sınır tanımayan, hatta erkeğini bile yiyen iri cüsseli dişi örümcek. Partner olarak ne kadar güvensiz olsa bile, bir anne olarak akıllara durgunluk veren dişi örümcekler...

Yapılan bir çalışmada, Yengeç örümcek (Diaea ergandros) adlı bir tür yavrularının annelerini yedikleri saptanmıştır.

Anne örümcek, bir anda 40 yumurta yumurtladıktan sonra üreme kabiliyetini yitirmektedir. Yavrular, okaliptüs yaprakları arasında, güvenli bir şekilde, bahar ortasında veya yazın başlangıcında yumurtadan çıkarlar. Sıcak yaz günlerinde anne, kendi ağırlığının 10 katı büyüklüğüne kadar böcekleri yakalar. Bu böcekler yavrularının bitiremeyeceği kadar büyük olduğu için her zaman artan parçalar olur. Anne örümcek, bu artan parçaları yiyerek semirir. Bu arada yumurtalığında bulunan döllenmemiş yumurtaların içinde besin maddeleri depolanır. Anne, adeta canlı bir buzdolabı haline gelerek bu yumurtaları muhafaza eder. Hava soğuyup yenilenebilecek böceklerin sayısı azaldığı zaman, bu yumurtaların içindeki besleyici maddeler bir nevi yedek besin deposu yerine geçerek, annenin kan dolaşımına karışır. Yavru örümcekler acıktıkça 'buzdolabı'na hücum ederler; karşı koymadan bekleyen annenin bacak eklemlerinden, besleyici kanını emerler. Araştırıcı bu davranışı, memelilerde yavruların annelerinin sütünü emmesine benzetmektedir. Farklı olarak, yavru örümcekler, annelerinin vücudundaki bütün kanı emmektedirler. Birkaç ay içinde anne o kadar zayıf düşer ki hemen hemen hiç hareket edemeyecek hale gelir. Zaten dışarıda beslenecek böcek vs. de bulamayan dişi örümceğin kanındaki besin maddeleri de tükenmeye yüz tutarken yavrular, annelerine bir avmışçasına saldırırlar. Zehirlerini ve sindirim sistemlerinden salgılanan parçalayıcı enzimlerini enjekte ederek, onu tamamen yerler.

Araştırıcı şu gerçeği de tespit etmiştir: yavru örümcekler, annelerini sonbahardan önce yediklerinden, artık yiyecekleri kalmadığı için kışı geçirmek için birbirlerini yemeye başlamaktadırlar. Anne ne kadar uzun müddet hayatta kalırsa o kadar çok yavrusu da canlı kalabilmektedir!

Anne, annem, annecikler...

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Şair Kahveci : Filiz Mercanköşk


ECE AJANDASI 1994

Bu ne nostaljik bir duyumsayıştır. Siyah kapağı eskimekten mi, tozlanmaktan mı griye çalar olmuş ajandamı, okşadım yüreğimdeki tüm sevgiyle. Elimin altında, sıcacık bir şey vardı hoşgeldin diyen. Sevgiyle buyur eden. Altın sarısı baskı harfleri, uzun süredir görüşemediğim bir dostumun, tüm coşkusu ve samimiyetiyle elimi sıkan parmaklarıydı adeta. Gözlerimin taaa içine bakarak, huzur vaad ederek; "Ben aynıyım, değişmedim" diyordu. Hani tanıdığımız biri konuşmasa da anlarız ya ne dediğini. Öylece kaldı elim avuçlarında. Sıkıca, uzunca bir tokalaşmaydı. Gözlerim buğuluydu birazdan ağlayacakmışçasına. Deli kız sen de... Öyle çeşmeler, musluklar istemem der gibi sırtımı pış pışladı. Bu bir teskindi biliyorum. "Haydi bakalım, yolculuk zamanı dedi" ve başladık anıları gezmeye...

Sezen'in İstanbul Hatırası şarkısını dinler gibiydim. Belki Markis, belki Pola... Seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla... Ajandam bir gün onu bulacağımı, anımsayacağımı biliyor olmalıydı. Bu nedenle olacak, zamanı seyretmeyi değil, saklamayı yeğlemişti benim için. Hem de bozmadan, aslının aynı olarak. Oysa ben, sen, o, bizler.... O zamanlardan ne kadarımızla varız?

Kapağı kaldırdım. Sarı post-it kağıda karakalemle yapılmış üç ayrı resim görüyorum. Kalpler, yıldızlar, çiçekler. Kalplerin içinde huzurlu ve mutlu sevgili yüzleri. O huzuru kokladım. Huzur koklanır mı? Eğer burnunuza buğulu, güzel ve özlediğiniz bir koku geliyorsa, evet koklanır. İlk sayfada özenle yazılmış bir sözcük. "Sevgilerimle".... ve bir tarih. "../../1995"... Bu defter hediyeydi bana. O zamanın çocuksu sevincini duydum yeniden.

Bir kaç yaprak ilerliyorum. Aramaktan bunaldığımda ilaç gibi gelen işimin, ilk eğitim notlarıyla karşılaşıyorum. Nasıl özenli, düzenli tutmuşum, görülmeye değer. Gurur duydum kendimle. İşimi önemsediğim gün gibi aşikar. Hatta bir keresinde müsvedde kağıtlarını temize çekerken, parmaklarım kopacaktı neredeyse. Tam o sayfadayım işte. Ah o azimli, hevesli, amatör ruhum. Ara ara böyle bir heveslilik, düzenlilik geliyor üzerime, sonra rüzgar gibi geçip gidiyor. Nerede kolayca ve severek temize geçmeler, nerede...? Komik olan, bunu yapmayı istediğimde bir terapist edasıyla kendimi telkin ederek başarmaya çalışmam. Yoksa acı olan mı demeliyim?

Hafızamın unuttuğu olaylar, tarihleriyle karşımdalar. Bir gülümsüyor, bir hüzünleniyorum.
Binbir surat etti bu defter beni:) Kimler geldiii, kimler geçtiiii.... Telefon numaraları kaydetmişim.
Görüşebildiklerim içlerinde sadece bir kısmı. Lise dönemlerime ait bir telefon numaramız, babamın isminin karşısında. Oysa artık babam yok bile... Sadece bir kez konuştuğum, zaman içerisinde unuttuğum insanların isim, adres ve numaraları. Bir kez ama tadı olan muhabbetlerdi. Hep söylemişimdir, dost muhabbetlerinden tatlı ne var dünyada. Göztepe'de eğitim vermeye gittiğim bir okulun öğretmenlerinin, eski işyerimin motorcularına varana kadar herkesin, lise arkadaşlarımın telefonları... Ayrılırken verilen sözler ayrılmayacağız olur hep... Vefalı oldum sanıyorum çoğundan. Ta ki sadece tek taraflı gösterilen gayretten yorulana değin. Vakit bulamıyorumları anlamazdım. Şimdi anlıyorum, vakit bulmayanlardan olmamaya çalışarak.

Kurutulmuş güller, askıda kalmış, askıdan indirilmiş, tedavülden kalkmış hikayeler. Yarımıyla, tamıyla... Boynu bükük, başı dik güller... bu ne tezat... Hasta olduğumda arkadaşımın masama bıraktığı eğri büğrü kağıttaki geçmiş olsun mesajı. Kıyamadım atmaya, durdu yıllarca. Doğduğunda hastaneye görmeye gitmiştim. Kucağıma aldığımda kalbimin içine ılık ve tatlı bir şeyler akmıştı. İşte o zaman onu hep seveceğimi anlamıştım. Hep sevdim de. Biraz büyüyüp ayaklandığında çektirmiştik Semih'le bu fotoğrafı... Gün gelip de ayrılacağımızı hayal bile etmiyordum. Çok uzak değil bana aslında, sorun onu görmememi gerektiren şekilde akan hayatın ta kendisi... İlk zamanlarda beni sevdiklerimden koparacak bu şey bıçak gibi saplanırdı bağrıma, acıtırdı, çok çok acıtırdı. Bakamazdım fotOğrafa. Zamanla onardım kendimi... Hayatın yüzlerine hassaslığımı sarıp sarmalamaya çalıştım. Biraz oldu, biraz olmadı. Artık bu resme bakarken acıyı değil, sevgiyi görmeyi biliyorum. En azından bu güzel.

Arkadaşlarımdan birinin yazdığı not. "Çok gülen, kalbi iyiliklerle, güzelliklerle dolu arkadaşıma. Seni böyle neşeli görenler, hele bu gümbür gümgür kahkahalarını duyanlar, bir anda sulara sellere karışırcasına ağlayabildiğini bilmezler. Güçlü ve mutlu görünen yüzünün altında; derin, hassas ve duygusal kalbin atmakta. Sende beni hayrete düşüren ne biliyor musun? Hiç biri diğerini kamufle etmek için değil. Her ikisi de sensin, ikisi de senin gerçeğin. Bu zıtlarla çatışmadan, barışık yaşayıp giden ender ve güzel insanlardan biri olarak kalacaksın dağarcığımda." Teşekkürler arkadaşım, teşekkürler. Her zaman gözlem kabiliyetine ve güzel anlatımına hayran kalmışımdır.

Bakıyorum da tek bir yer yok diyebilirim kahkahalarımı bırakmadığım. Benim, herkesin bir tarihi var. Bu ajanda, kayıtlı tarihimin ufak bir kısmı.. Görüyorum ki zamanla insan değişiyor. Ne o zamanki insanız, ne de sadece şu anki. Bir bütünüz kendi içinde parçaları olan. Bir bütünüz biz, her yerde ve herkeste parçalarını bırakan. Ve bir bütünüz başkalarından parçalar taşıyan. Bir gün kahkahalarımı toplamaya çıkacağım. Kendimi tamamladığımda, miras bırakacağım geleceğe... Bir ajanda ile...

Filiz Mercanköşk

Yukarı

Okay İmrek

 BAYKUŞ : Okay İmrek


   SEGMENT

Karanlık çok yakın bir zamanda bileğini kesti dedik ve aynı zamanda siz buna karşı sadece toptan,kılıçtan ve tüfekten oluşmuyorsunuz dedik.Sanırım anlatamadık. Vücudunuzda azot, magnezyum, çinko ve demir gibi bir çok elementi barındırıyorsunuz ve sahip olduğunuz bu elementler toprakta da mevcut. Bunun temelinde ise sönmüş yıldızların olması size ne olduğunuz konusunda mecazi bir gönderme de yapabilir sanıyordum. Çünkü aldığınız her nefesin temelinde aslında bu enerji vardır. Yaşam enerjisi...

Sizler %71 temiz su,%18 karbon,%4 azot,%2 kalsiyum,%2 fosfor,%1 potasyum,%0,5 kükürt,%0,5 sodyum,%0,4 klor ve kalan yüzdelik kesimde ise oligo elementlerden; demir, magnezyum, çinko, manganez, bakır, iyot, nikel, brom, flor, silisyum, kobalt, aliminyum, molibden, vanadyum, kurşun, kalay, titan ve bordan oluşuyorsunuz. Sadece birkaç kişi beni sahte Peygamberlikle suçlayacak diye moronca konuşmak zorunda değilim. (işimi dahi bilmeyen insanların kaç kitap okuduğumla ilgili yorum yapma hatasına düşmesini affetmek zorunda da) Dahası bu dili de pek iyi konuşamıyorum. Bu nedenle makalelerimi 6 yaş seviyesi için yazmıyorum ve biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum. Bu elementler anatominiz gereği bedeninizin her kısmını sarmaktadır. Öyleyse bu bilimsel veriler bazılarına bir kına etkisi uyandıracaktır. Yakınız...

Sizler varoluş gereği bir şüphe mekanizmasıyla kodlandınız, insan şüpheciliği ; DNA yapısının-bedeninin en uğrak köşelerine kadar programlanmış ve önceden belirli bir yönde kodlanmış bir sunumudur. Bu sunum sizin bir sonraki hamlenizde dahi zihninizin oluşumunda temel olduğundan etkili, bunun yanı sıra bir nevi kadercilik diye yakıştırmada bulunabileceğiniz gerçekçilikte üfürükçü olarak suçlayacağınız bazı düşünürlerin gerçeğinin mutlak bir gerçeğe yaklaşmış olabileceği ihtimali gerçeğinden kaçışınız ve önyargınızla birlikte belki de bu nedenle mutlak gerçeğe asla yaklaşamayacağınızın nedenidir. Bu beynin algı yapısında belirsiz bir etki uyandırır. Ama sonuçları "neden" değil "nasıl" oluşturacağından, içlerinizden bazıları kendi nedenlerinin kurbanları,nasılları aydınlık bir günde tartanlar ise sonuçların oluşturucuları olacaklardır. Onlar bilim, felsefe, din veya herhangi bir konuda ne konuşmaktan,ne düşünmekten,ne de hayal etmekten kaçarlar. Tek ortak amaçları ise kaynağa ulaşmaktır. Ben onlara "öğretmen" sıfatı yakıştırıyorum.Siz ise bana hangi sıfatı yakıştırırsanız ben oyum. Ancak gördüğünüz düşündüğünüzü yansıtır, algıladığınız ise algınızın kapasitesini...

Sonuç olarak bazılarınız bu kodları tam olarak hiç tanımlayamayarak öleceğini bildiğinden dolayı polülist,materyalist ve kendini modern göstermeye uğraşan bir yaklaşımla posmodern bir sistemler duvarı oluşturarak ,ulaşamadığı ciğere önce ateş tükürerek onu pişirecek, sonra bizim gibi gecesini gündüzüne katan insanların emeklerini sömürerek ise pirimini ve tirajını yükselttiğini zannedecektir.. Siz bu savaşı bırakın Peygamberlerimizi, öldürerek tarihe geçirdiğimiz öğretmenlerimizde dahi görüyorsunuz. O yüzden beni sahteclikle suçlayacak insanlar,once kendi gerçeklerini bulsun ve aynadaki zıtlarıyla yüzleşsinler.Çünkü benim için Engizisyondan öteye gidemezler. Gerçeği dinlemenin yolu şüphe duymak da olsa, gerçeği yerden yere vurmak kendini reddetmekten başka birşey değildir. Ben ise sırf bir başkası beğenecek diye makalelerimi değiştirmeyeceğim, çünkü hayatım boyunca bir tek kendime isyan etmedim, edemem de. Ben neysem oyum ve bunu reddedem. Ben kendime ihanet etmem. Dahası bilginin sorumluluğunu taşıyorum ve bunu paylaşmak benim için bir sorumluluktan da öte bir misyondur. Tüm makalelerim asıl amacının bu olduğu gibi. Bilgiyi ve hissiyeti paylaşmak...

Evet sizler elementlerin kodlanmasından başka bir şekilde dünyaya getirilmediniz. Bunun inkarı benliğin inkarından başka birşey değildir ve sizi siz yapan bu elementlerden demirin dahi doğada belirlenmiş orandan eksik olma etkisi vücud ve hormonların dağılışı ile ilgili olarak bir yan etkide bulunabilir. Bu da üfürükten teyyare bir zamazingo değil, zamanın, deneyimlerin, birikimlerin ve gözlemlerin sonucudur.

Son sözü Tanrı'nın sözlerinden alıntı yaparak söylemek istiyorum ve O'nu analım istiyorum.

"Bazılarınız beni duyacak,bazılarınız ise beni hiç duyamayacaklardır.Bazılarınız duyacak ama işitemeyeceklerdir."

Herşeye de inansanız,hiçbirşeye de,sadece bildikleriniz ya da gördüklerinize de, deney ve kanıt olarak bildiklerinizle, herbirinizi bazılarınıza yeteri kadar sabırlı olamasamda, gördüğünüz gibi sözcükleriyle karanlığa savaş açmış basit bir savaşçıdan başka birşey değilim ben. Bunu söylerken de gülümsüyorum, milyarlarca sayıya ulaşmasa da okuduğum kitaplar burada okumakla sayamadığım kitaplar için bir sayı verip bazılarını da utandırmak niyetinde de değilim.Bu onların yaşına yakışır. Dahası bilginin sadece ilkel bir bilgi aktarımı olan kitaplarla olamayacağını da eklemek istiyorum. Ancak bunun çok daha ötesinde birşeyi çok iyi biliyorum. Ne olduğumu ve bunu asla bir kitabın bana anlatamayacağını... Olumsuz bir geribildirim de olsa yapıcı eleştiri yapan herkesi tenzih ederim. Ama keşke bu kadar basite indirgemeyen insanlar da çıksaydı bu gazetede anlatılanları, ben anladıklarını görseydim ve benim için daha da önemli bulduğum konulara da geçebilmenin huzurunu yaşasaydım.

Teşekkür ediyorum,
Lütfen sevgiyle kalın.
Ve hoşçakalın,

Okay İmrek

Yukarı

 Seyir Defteri : Ömer Karayılan


GURBET

Bir gurbet , bir şehre ancak bu kadar yakışabilir.

Hayatımın içinde dönüşsüz bir yol gibi akan,asfalt karası gözlerin.

Seni hangi cümleye eklesem / hangi cümleyi sana iliştirsem, sen hep o cümlenin yerlisi oluyorsun. Benim yüreğimse işgal altında bir vatan. Senin asfaltından önce orada yemyeşil çayırlar vardı.

Ellerim ellerinde,beyaz bir masa örtüsündeki leke gibi duruyordu, bundandır belki ayrılığımız. Ama leke olmadan masa örtüsü de bir anlamla bütünleşmiyordu. Aykırıydık, bundandı belli ki birbirimize ihtiyacımız. Benim lekem senin beyazlığını ortaya koyuyordu, senin beyazlığın ağartıyordu lekemi. Ben beyaz bir leke olamazdım sen yoksan.

Biz gece ve yıldızlar gibiydik.

"Yıldızlar karanlıkta parlar."

'Gün doğunca nereye gider yıldızlar ?' Yeryüzünün en eski sorusudur bu. Ömrümün ikindisinde gökyüzüne bakıyor ve bu soruya verecek karşılık bulamıyorum.

Seni hangi şehirde bulsam, gurbet orada başlıyor…

Ömer Karayılan

Yukarı

 Oğlum ve Ben : Burcu Künteci


YAĞMUR

Yatak odasına koyduğum masanın başındayım. Çocuk içeride babaannesiyle oturuyor. Tütsümü yakmışım. Yağmur damlaları cama "tıp tıp" vuruyor. Bir yandan yağmurun sesini dinliyorum bir yandan bir şeyler yazıyorum.
Çayım elimin altında. Derken bir ses...

- Anne ders çalışıyorsun?
- Evet oğlum.
- Ben çalışcam.
- Hayır oğlum.
- Onlar benim defterlerim elleme lütfen!

Ben kalkıp defterlerimi kurtarırken oğlum masanın başına geçip oradakileri keşfediyor. Biraz sandalye kavgası yapıyoruz.onu karga tulumba sandalyeden indirip dikkatini başka yöne çekiyorum:

- Bak oğlum yağmur yağıyor. Yağmurun sesini dinleyelim.

Tıp tıp tıp tıp.....

- Anne bu ne?
- Yağmurun sesi yavrum, camdan bakalım mı?

Dışarıyı daha iyi görebilmek için ışığı kapatıyorum. Perdeyi açıyorum. Yağmur cama "tıp tıp" diye vururken iyiydi ama ışığı kapatıp perdeyi açınca görüyorum ki dışarıda fırtına var. Yağmur, rüzgar, gök gürültüsü, şimşek...

- Anne korkcam! (yani- anne korkuyorum)
- Korkma annecim. Çiçekler çok susamış yağmur onların susuzluğunu gidermek için yağıyor.

Bu arada gök gürlüyor, şimşek çakıyor.

- Anne bu ne?
- Annecim, bulutlar resim çekiyorlar ve aralarında konuşuyorlar. Onların sesi bize gümbürtü olarak geliyor.
- Anne korkcam!
- Ben yanındayım annecim.

Bir yandan oğlumu teselli ederken bir yandan da rüzgarın şiddetiyle içeri giren yağmuru engellemek için toz bezlerini yerleştiriyorum camın önüne. Bana oldukça romantik gelen yağmur 2.5 yaşındaki oğlumu fazlasıyla korkutuyor. Defterleri kurtarayım derken çocuğu korkunun ellerine teslim ediyorum. Bu tür dahice (!) dikkat çekme yöntemlerine son verip doğru düzgün bir şeyler bulmam gerek.

Oğlumu kucağıma alıyorum. Bana sarılıyor. Televizyon açık olduğundan ne yağmurun sesinin ne de gök gürültüsünün duyulduğu oturma odasına gidiyoruz. Perdeler de sıkı sıkıya örtülü, şimşekler de ulaşamaz. Onu babasının yanına bırakıp, rüzgarla salınan ağaçları görmek ve derin düşüncelere dalmak için yatak odasına dönüyorum.

A.Burcu Künteci

Yukarı

 Kahvecigillerden : Celal Kılıç


YOLU UZUN BU HAYATIN

Semazenler aldı götürdü sazımızı.Veysel’in yüzünü bile göremeden hem de. Tek bildiğimiz Veysel’ce sadık dostun ihanet etmediği…Yine Veysel’e. Sivas’ın yollarından gitmekte kimin haddine.
Lal’lik en ağır yenilgimiz bu aralar.
Ne vokal yapar olduk hayata, ne de hayatın ritmine savruk bir tütsü yollayabiliyoruz.Öylesine işte… yaşıyoruz, yaşamanın hangi tonunda ya da hangi katında olduğumuzu sorgulamadan…
Yorulmakla ağarıyoruz…geçen zamana uzatılacak bir eyvallahımız bile yok son perde de..

Zevahiri kurtarmak tek telaşımız, gülistanın bülbülleri göçeli kanatlarında rüveydanın esamesi yok. Giden mi Mesut? kalan mı Bahtiyar! Galiptir belki bu yolda mağlup.
Hayat zinhar kadar katı.Alaca bir senkronun iki tarafı keskin bıçak misali kangren edişine direnmek olmasa, ölür mü insan sahiden?

Ağır bir gavur aksanıyla hemhal oluyoruz birbirimizle. Anlamak kimin haddine, uğraşı yalnızca deşarj çabası. O giden nat’ı yazılası ya! Yazanı kalem arar mürekkep kasesine.

Gün kadar ağır, gece de.

Aslı Keremini unutmuş, Ferhat dağlarda yorgun, Ferhat dağlarda kaybolmuş.

Ayın, ve Şin harfleri yüzüme antik bir geçmiş akıtıyor.

"Sevgili" diyor yutkunuyorum. Harfleri mi kaybetmişim, yoksa harfler mi bana küskün, sızlanıyorum sağanağın altında. Vakit oysa akşama uzak şimdiden, sessizlik arkadaşlığıma ihanet etmiş, bakirelerin çığlıkları vadiden bana yankılanıyor.

Ben seni mi arıyorum geçmişin arasında. Yoksa sen benden habersiz hala o postun üzerinde uzanakalası. Sesinde çıkmıyor ya.

Babil'de Hünkarlarla birlikte bir çilingir sofrası kurmak ta var ya kaderde.

Kaderin patika ve dikenli tellerinin arasından yürüyerek.

Ab-ı hayatı kana kana içerek gelmişime, geçmişime, yedi ceddime rahmet okuyorum sessizce.

Nemrutun tepesinde alacakaranlık bir güneşle arkadaş, birde şahmaran yamacımın dibinde.

Bisikletin tekerleği de döner, pedala basarsan şayet.

Döngüdür hayat işte, hayat böyle ince ve çetrefil bir oyundur.

Günümü hatırladım dün akşam.
Dünümü günümle arşınladım.
Yazdım, yazamadığım kadar tenha.
Yazım yazılan kadar suskun.
Susuyorum, yazamadan.

Yazıyorum konuşamadan.

Celal Kılıç

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Galata

Galata'dan aşağı savrulmaya karar vermişken, köprüde balık tutanları da seyredeyim dedim. Ekonomik gerekçelerle olta sallayanlardan, bu işi dinlenmek için yaptıklarını anlatanlara kadar, pek ısınamadığım bir olaydır balık tutmak. Elimin pek pratik olduğu söylenmez, bu nedenle ince ayrıntılar isteyen - yemini takmaktan , oltayı sağa sola batırmadan suya sallayabilmeye kadar - bu meşakkatli hobi bende son zamanlarda 'var mıdır ki acaba bir özelliği' gibi bir merak uyandırmaya başladı. Öyle ya, insanın doğa karşısındaki onu alt etme mücadelesi desem, yemi atıp, bir canlının bunu yutmasını beklemenin pek bir mücadele olmadığını düşünüyorum. Dinlence desem, akvaryumun bile nispeten daha dinlendirici olduğu söylenir. Bütün bu karışık sorularla, köprünün üzerinde ağır ağır yol alıyordum. Havanın güneşli olması , sadece balık tutma activitesini kalabalıklaştırmamış, kendi ekonomisini de yaratmıştı. Olta malzemeleri satanlar, köfte ekmek yapanlar, saat satan siyahlar, kadınlar, çocuklar, pazar yerini andırıyordu köprü.

Aslında hiçte fena olmayacağını düşünmeye başlamıştım burada zaman geçirmenin. Bir arkadaşımı yanıma alabilirsem eğer hem şu doğa insan mücadelesinde yerimin neresi olduğunu bilirim, hem belki "selam my friend" diye başlayan cümlenin ardından ucuza bir saat falan kapatabilirim, en iyisi de ufak büyük hiç farketmez akşama balık yemiş oluruz. Benim için balık tutma olayı hem ekonomik hemde eğlenceli bir hal almaya başlamıştı. Bu arada işe niyetlendik ya, balıkçıların kovalarına göz atmaya başladık, ortalama ganimet ne civarda diye. Kimi kovalarda adını sanını hiç bilemediğim değişik balık türleri yüzerken, bazılarında ise benim için meşhur bir balık, istavrit bulunuyordu. Kendine ne kadar güveniyorsa, biri bidon getirmişti balıkları koymak için. Tutacaksan böyle tutmalısın diye düşünürken, büyük yoğurt kovalarının birinin içinde beni birkaç saniyeliğine afallatan sahneyle karşılaştım. Küçük bir balık, kovanın içinde tek canlı olarak yüzüyordu. Altında ise onlarca ölü balık suyun dibine çökmüş ve bir toplu mezar havası yaratıyorlardı. Bir an balığın eğer bilinci varsa kendini çok korkunç hissedeceğini düşündüm. Düşünsenize bilinç sahibi bir balık, ölüler üstünde ufacık bir kova içinde dönüp dönüp aynı manzara ile karşılaşıyordu. Balık hafızası ile ilgili bildiklerimi hatırlamaya çalıştım, unutuyor olmaları durumu dahada vahim bir hale getiriyordu ki, her seferinde ölü balıklarla karşılaşmak nasıl bir şok uyandırırdı acaba.

Eğer ki bu garip hezeyanı atlatırsam bir ara balık tutmaya niyetleneceğim. Ve sanırım tek gerekçem ekonomik olacak.

Cemgil Yerlikaya

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.305 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


Gri Kelimeler

Hasan GezerDerlenmiş, gri kelimeler
Seslileri sessiz, sessizleri belirsiz
Eğreti, renksiz tepkiler,
Kederler, neşeler nedensiz
Silik kişilikler
Söylevler kimliksiz

Firarda, kor bakışlar
Yorgun düşmüş, sevdalar
Vurgun yemiş, umutlar
Ülkü, mahzun, kristal bir fanusta
Balyoz gibi iner durur, beyinlere, fikir sancısı
Ne kadar uzak, gönüllerde beklenen ihtilal?

Derlenmiş, gri kelimeler
Seslileri sessiz, sessizleri belirsiz
Heceler yetersiz, şiir mecalsiz....

Hasan Gezer

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Yaz gelse de kafayı kessek!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


DİA GÖSTERİSİ

"Serpil Yıldız'ın "Küba'dan İzlenimler" adlı dia gösterisi ve Cüneyt Göksu ile beraber söyleşisini

13 Nisan 2004 tarihinde Saat 19:30`da;
Fotografevi-Koç Allianz Sanat Galerisinde izleyebilirsiniz...

FOTOĞRAFEVİ
Tütüncü Çıkmazi No:4 Beyoğlu-İSTANBUL
Tel : 0 212 249 02 02 - 251 05 66
Web : http://www.fotografevi.com
E-mail : fotografevi@fotografevi.com

Küba'daki günlerimizi merak eden arkadaşlarımızla, belirtilen yer ve zamanda birlikte olabilmeyi diliyoruz.

Sevgilerimizle,
Serpil & Cüneyt



Önemli Not: Dia Gösterisi öncesi gezi izlenimlerini hatırlamak isterseniz Sevgili Cüneyt'in yazı dizisini mutlaka okuyun. Söyleşiye fransız kalmazsınız:-))

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan



http://www.istfest.org/film

http://www.istfest.org/film/cizelge/
10-25 Nisan tarihleri arasında 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali var. Bu konuda geniş bilgiye ulaşabileceğiniz adresler. Hepinize iyi seyirler.

http://www.program.arsivi.com
...Program Arşivi sitemizde yer alan progamların tamamı shareware, freeware veya trialware'dir. Program Arşivi, sitesinde bulunan üçüncü parti firmalara ait yazılımların kurulumu ve kullanımı ile ilgili sorumluluk kabul etmez ve teknik destek vermeyi taahhüt etmez...

http://www.biltek.tubitak.gov.tr/
Beyninizin alabildiği kadar bilgi için tıklayınız. ...Güneş benzeri yıldızların, beyaz cüce haline gelmeden önce uzaya saçtıkları katmanlar, çoğunlukla hidrojen ve az miktarda da yıldızın evrimi sırasında merkezde ya da yakınlarında sentezlenip dışarıya sızmış olan daha ağır bazı elementler. Bunlar, tahmin ettiğiniz gibi zaman içinde yıldız kuluçkalıkları olarak görülebilecek dev gaz ve toz bulutlarına karışıyor ve oluşan yeni...

http://www.fotografevi.com/
...Fotografevi; doğayı, insanı ve yaşamı fotoğraf perspektifinde yorumlamak ve anlatmak isteyenlere rehber olmuş bir kurumdur. Fotografevi, çeşitli fotograf, sinema ve gezi etkinlikleri düzenlemek amacıyla 1989 yılında M. Faruk Akbaş tarafından Kadıköy'de kuruldu. Çalışmalarını 1992 yılından bu yana İstanbul'un sanat merkezi Beyoğlu'ndaki üç katlı binasında sürdürmektedir... Siz şimdilik web sayfası ile idare ediverin.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


ECleaner v2.02 [446k] W9x/2k/XP FREE
http://ftp.pcworld.com/pub/new/internet/e_mail/clean202.zip
Gelen mailleri bir başkasına göndere göndere sonunda ne hale geldiğini biliyorsunuz. Tırnaklar, parantezler maili okunmaz hale getiriyor. Bunları temizleyip akça pakça bir başkasına iletmekte epeyce zahmetli oluyor. Ama artık değil. Bu programı çalıştırıyor, içine kargacık burgacık mail metnini yapıştırıyor sonra "Temizle" diyorsunuz. Gerekeni layıkıyla yapıyor. Size de temiz metni kopyalayıp mail programınıza yapıştırmak kalıyor. Mutlaka kullanın olur mu?

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040408.asp
ISSN: 1303-8923
8 Nisan 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri