KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 482

 13 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Türk Belafonte!..


Merhabalar,

Bugün popstar ve müzikten konuşalım istiyorum. Yalnız bunlara geçmeden önce beni çok rahatsız eden bir tavra dikkat çekmeyi de bir vazife belliyorum. RTE, Denktaş'ı bir sağ aparkatla Dünya aleme rezil etti. Muz cumhuriyetinin cumhurbaşkanı bile olsanız bir başka devletin başbakanından hakkettiğiniz saygıyı görmeyi dilersiniz. Oysa daha son birbuçuk yıldır devleti temsil eden bir başbakan kalkıp yılların Cumhurbaşkanını, ki bu adam tüm dünyada birtek bizim tanıdığımız bir devleti temsil ediyor, itin kıçına sokup çıkarıyor. Onu rezil etmekle kalmıyor, kendisini memlekete davet edip dinleyen sivil toplum kuruluşlarını da yerden yere vuruyor. Bu nasıl bir izandır anlamak mümkün değil. Bu ilk değil son olmayacağına da iddiaya girerim. Daha kendinin saygı göstermediği bir devlete diğerlerinin saygı duymasını bekleyecek kadar şaşkın ya da çaresiz olmalı sayın başbakan. Bu tür konularda konuştummu hep aynı cümleyle bitiriyorum laflarımı. Gene diyelim isterseniz. Kırk kere söylersek belki gerçekleşir. ''Allah akıl fikir versin!''

Harry Belafonte-Selçuk DemirelliSırada popstar var. Bölünüp çoğaldıktan sonra yapılan format değişikliğiyle birbirinden ayrılan 2 yarışmayı da can gözüyle ve kulağıyla izliyorum. Türkstar ve Popstar son hızla gidiyor. Her ikisi de bir öncekinden daha iyi seslere sahip. Popstarın bir ses yarışmasına dönüşmesinden sonra şu anda çıkıp konser verebilecek nitelikte sesler bulunmuş. Her iki yarışmadan da yıldızlar çıkacağı ortada. Ancak popstarın bir yıldızı var ki, onu ayrı değerlendirmek gerek. İçimizde gizli kalan arabesk yanımı okşadığı içinmidir, yoksa gerçekten bir yıldız mıdır bilmem ama Müslüm babayı andıran ses rengiyle, Harry Belafonte'ye benzeyen fiziğiyle ve muhteşem yorumuyla gerçek bir yetenek. Belafonte'ye olan benzerliği şaşırtıcı. İnanmazsanız sizler için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan hazırladığım şu resme bir bakın. Adamı dinlemeyene birşey ifade etmeyebilir söylediklerim ama dinleyenlerle aynı duyguları paylaşacağımdan eminim. Önyargılarınızı bir kenara koyun sonra Selçuk Demirelli'yi dinleyin. Gerçekten muhteşem. Uzak ara şampiyon olacağa benzer.

Aramıza katılımlar sürüyor. Hemen hergün yeni bir yazarla tanışıyorsunuz. Bugün de bir fotoğraf sanatçısı katılıyor aramıza. Vahşi Doğa Fotoğrafçısı Sevgili Süha Derbent bundan böyle fotoğrafları ve yazılarıyla bizlerle olacak.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

Cumhur Aydın

 Ankara'dan : Cumhur Aydın


   Ben Anka'ydım konuşuldum.

14 Mart 1941'de Bergama'da doğdum. Çocukluğum ve ilk gençliğim İzmir Karşıyaka'da geçti. İlk, ortaokul ve lise öğrenimini hep Karşıyaka'da yaptım. Lise sonrası Ankara'ya geldim. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü'nden 1971 yılında mezun oldum.

Sanatla yakınlaşmam, lise yıllarındaki şiirlerimi bir yana bırakacak olursak önce resimle oldu. Hatta 1967 yılında Ankara Fransız Kültür Derneği'nde Çetin Sipahi ile birlikte ilk resim sergimi açtım. Daha sonra Orhan Taylan'la Sinematek Derneği'nde, Devlet Güzel Sanatlar Galeri'sinde resimlerimi sergiledim.

1979'a kadar Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde çalıştım. Aynı yıl Bingöl Lisesi Felsefe Öğretmenliği'ne atandım. Eğitmenliğimin yanında, artık şiir asıl uğraş alanım olmuştu. Sekiz yıl Bingöl'de, izleyen üç yılda Karaman Lisesi'nde öğretmenlik yaptım. Şiirlerimden bazı dizeleri paylaşmak isterim. Bunlardan ilki, 1978'de basılan 'Yerleşik Yabancı'dan, olsun.

"Ben eğilmem gündüz ama,
Geceleri kanatırım kendimi.
.........
Ben birini sevdiğim zaman,
Göğünü durmadan genişletir.
Ama herkes rahattır kozasının içinde,
O sevgi artık kimsesizdir.

Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli;
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli."


İki kez evlendim. İlk eşim Füsun Akatlı'dan Zeynep isimli bir kızım oldu. 1982'de basılan 'Küçük Tragedyalar'i, Zeynep'e ithaf etmiştim. Bu seçkiden Öndeyiş'i anımsıyorum şimdi.

"Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar!

Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular"


Dostlarımı, arkadaşlarımı çok önemsedim. Hangisinin adını söylesem şimdi. Birini atlarım diye çekinirim. Nusret Hızır Hocam, Edip Cansever dostum ilk aklıma gelenler. Öğretmenliği çok sevmeme karşın, daha fazla şiirle birarada olmak için 1990'da emekliye ayrılıp, yeniden Ankara'ya taşındım. Bingöl, Karaman, tüm Anadolu, orada yaşayan bizim insanlarımız kimi dizelerime yansımıştır muhakkak.

"Toprağın da vardır bir kişiliği
Her insanın nasıl bir iklimi varsa.
Bir toprağı anlatmak değil mi ki,
Bir insanı anlatmaktır biraz da."


Edebiyat, şiirler. Değişik dönemlerde basılan şiirlerim, yıllar sonra 'Bir Acıya Kiracı' adıyla 'Bütün Şiirleri' başlığında toplanmış. Çok sevindim. Bu kitaba adını veren şiirimin bazı dizeleri şöyleydi.

"Sen yarım kalmış bir aşkın
Kaçınılmaz sürgünü,
Katlanan göğsündeki kayaya.
Sen orda şimdi bir hüznü köpürt,
Ben bir çocuğa su vereyim burda.
Ben ki kiracıyım bir acıya."


Ankara'ya tekrar yerleşmemin üzerinden üç yıl geçmişti. 1993 Temmuz'unun başında Pir Sultan Abdal Kültür Şenlikleri için bazı yazar, sanatçı dostlarla Sivas'a gittik. Etkinlikler sürerken 2 Temmuz günü kaldığımız Madımak Oteli, 'şeriat istiyoruz' diye seslenen gruplar tarafından kuşatıldı. "Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak" diye bağırıyorlardı. Saatlerce otelin içinde ilgililere ulaşmaya ve küçük barikatlar kurarak kendimizi korumaya çalıştık. Her geçen saatte kalabalık daha da arttı. Sonunda oteli ateşe verdiler.

36 arkadaşım o gün yakılarak katledildi. Ben ağır yaralı kurtulmuşum. Bir hafta sonra, 9 Temmuz günü öldüm. Dönemin Başbakanı "Sevindiricidir ki olaylar halka yayılmadı." şeklinde konuşmuş. Bizi yakanlardan yakalanabilenler, yıllardır yargılanıyorlarmış. Önce 'örgütsüz' oldukları savlanmış, yıllar sonra bugünlerde affedilmeleri için bu kezde 'örgütlüydük' diyorlarmış.

Öldürüldüğümde 52 yaşındaydım. Bilmem neden, çok yaşamayacağımı, ancak 10 kadar kitabım olabileceğini düşünmüştüm. Kızım Zeynep, o sıralar küçücüktü. Şimdi büyümüş. On yıl sonra, bana bir armağan kitap hazırlamış. 'Gölgesi Yıldız Dolu' adını koymuşlar, 'Birini Bulurum' şiirimin dizelerinden.

"Gölgesi yıldız dolu,
Gecesi peşinde
Ve renkli donanma fişeği
Işıkla dolduran
Bir çocuğun oyuncak sepetini,
Rüzgarı tarazlanmış birini.
..................
Biri mutlaka vardır
Zonguldak'ta, Sivas'ta,
Yakında ya da uzakta,
Binlerce baca arasında
Dumanı lekesiz biri.
Ama ben anlaşılan
Biraz karıştırıyorum kendimi."


Bana, biliyorum Zeynep'e de en çok 'unutulmuş olmamız, unutturulmak istenmemiz' koyuyor. Toplumun belleğinin olmamasının, on yılda ülkeyi nereye getirdiğini sizler yaşıyorsunuz. Bu kayıtsızlıkla, nelerin yaşanacağını da yine sizler göreceksiniz.

2003'te Fazıl Say benim için bir orotoryo bestelemiş. İcra sırasında arka planda bazı görüntülerinde akması planlanmış. Elbet Sivas'ta yakılarak öldürüldüğüm için, otelin yangın içindeki hali de birkaç saniye yer alıyormuş. Yetkililer "Acıların yeniden yaşanmaması için" bu görüntülerin çıkartılmasını istemişler ve istedikleri yerine getirilmiş. Kimse bununla da ilgilenmemiş, hatta bazı köşe yazarları yetkilileri haklı bile bulmuşlar.

Ne ülkemin geleceği ne bizlerin yaşama hakkının elinden alınmış olması çoğunluğu ilgilendirmemiş. Farklı bir çağda yaşadığımı, 'bir acıya kiracı' olduğumu biliyordum. Ancak çağımın bu kadar 'ileri' gideceğini belki hiç düşünmemiştim.

"Kimi zaman çocuğum
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar."


Biliyorum Zeynep ve ailem hiçbir zaman öç peşinde olmadılar. Ancak bu acıların bir daha yaşanmaması; yaşanmayacak ortamların yaratılması, uğraş verilmesi ve 'Sivas'ın unutulmaması' ile bağlantılı. Bana gelince... Bakın ölümümden üç yıl önce neler yazmışım.

"Ömrümce kendimi hep sözde buldum;
Söz cehennemdi yanıp kavruldum.
Yeniden doğdum kendi külümden,
Ben Anka'ydım konuşuldum."

Birkaç satır ya da bir kırık ezgi. Bizlerden geriye kalanlar olduğunu biliyorum. Bir avuçta olsa ananlar ve yaşatanlar. Yaşatacaklar? Yine kendi satırlarımla veda etmek isterim.

"Üzülme Altıok Metin, hüzünlerle geçen tarazlanmış ömrüne
Sen yoğun sis içinde sesi duyulan, uzak çandın bir zaman."


• 'Bir Acıya Kiracı', Bütün Şiirleri; Metin Altıok, YKY Yayınları
• 'Gölgesi Yıldız Dolu', Zeynep Altıok, Dünya Yayınları.

Cumhur
cumhur@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahve Kokusu : Merve Şahin


Bambaşka

Bu başka türlü birşey. Bir daha öznesi ya da yüklemi olmak istemediğim bir cümle. En son ona yazmiştim ayrılmamızın günler öncesinde ... "Belki de Gülü Kurumasını Beklemeden Çöpe Atmalı" demiştim... Sonra başlamıştı herşey. Azar azar sökülmüştü içindekiler. Blöf müydü yaptığım ? Yoo hayır. Beni tanıyan herkes bilir kelime oyunlarını sevmediğimi. Öyle bir anda çıkmıştı kalemimden. Bir başkasına saçma gelir belki ? Ben mutlu değilsem o da olmasın. Azapların en büyüğünü o yaşasın. Ama uymaz bana böylesi. Kurumadan gülü çöpe atmak çok başka bambaşka ... Hani sevdalısın ya güle o daha üzülmesin dökülmesin diye vazgeçiyorsun onu görmekten. Ne kadar sapını kesersen kes, suyunu aspirinlerle besle biliyorsun büyümeyeceğini. Hatta öleceğini. Onu görememek pahasına yaparsın tüm bunları ... Çok uzun zaman once gecen bir replik var hafızamda şimdi ... Silinmedi, silinmez belli ..

Karanlık bir oda ... Kadife perdeler sıkı sıkıya kapalı ... Günün hangi saatiydi, aylardan neydi bilmiyorum ... Kesif bir sigara dumanı yanında kahve kokusu seyirciydi olanlara. Ki sevmem kahveyi, sigarayi. Demek cok ihtiyacım vardi ... Gözleri, elleri, yüreği yaşla dolmuş bir kadınla adam ... Kadın adama ağlıyor, adam olanlara ...

- Çok zor bunları söylemek. Çabaladım ama yapamıyorum.

Adam gözyaşlarini öper kadının. Kadın ilk kez haz duymaz o öpüşten çok başkadır o öpüşün hissettirdikleri. Gömmüştür hislerini içine, en derine ...

- Anlıyorum der kadın. Bakma sen benim ağlamama bilirsin ben herşeye ağlarim...

- Yapma der adam ne olur üzülme. İnan seni çok sevdim ...

- Eğer başka bir ten mutlu edecekse tenini onunla mutlu olman için dua edecek kadar çok seviyorum seni der kadın.

Oturduğu koltuktan kalkar. Adama son kez sarılır kokusunu silinmemecesine içine çeker iyi ol der ve evden çıkıp gider ... O adam rüyalarından eksik olmaz kadının... Hala bazı günler sokakta aylak aylak dolaşırken, duş alırken, uykunun en tatlı yerinde ya da burnunu cama yaslamış ağlarken koku gelir burnuna. İyi ol der icinden en çok benim icin iyi ol ...

Merve Şahin

Yukarı

 Kahvecigillerden: Ayfer Arman


FİRDEVS

Yavaşça kalktı oturduğu koltuktan, ağır adımlarla yürüdü. Her geçen gün salondan odasına giden yol, uzuyordu sanki. Saat onbire yaklaşmış, neredeyse kimseler kalmamıştı salonda. Erken yatıyorlardı zaten çoğu yaşlılar. Gülümsedi "yaşlılar" diye söylendi kendi kendine, sanki gençmişcesine. Beş yıldır bu huzurevinde kalıyordu. Önceleri zor gelen evsizlik duygusu, zamanla yerini alışmışlığa bırakmıştı. Sıkıca ensesinde topuz yaptığı beyaz saçları, zarif bedenine giydiği tayyörü içinde hala hoş bir havası vardı. Görene "Cami yıkılmış, mihrap yerinde kalmış" dedirten cinsten bir kadındı Firdevs. Yılların getirdiği alışkanlıklarını burada da bırakmamış, daima derli toplu bir görünüm sergilemişti bu beş yıl içerisinde. Yüzündeki çizgiler geçmişin anılarını yansıtırken, bakışlarındaki parlaklık zekasını ortaya koyardı sanki.

Odasına girip ses çıkartmaktan korkarcasına dikkatle kapattı kapıyı. İçinde anlam veremediği bir heyecan vardı sabahtan beri. Dolabına yürüdü ağır adımlarla.. Az sonra geceliğinin üzerine giydiği sabahlığıyla, odasında yatağına çapraz bir biçimde yerleştirilmiş cam önündeki tek koltuğunda oturuyordu. Huzurevi çam agaçları içerisinde yüksekçe bir tepeye inşa edilmişti. Camdan bakıldığında aşağılarda şehrin ışıkları görünüyordu, iç geçirdi Firdevs hüzünle. Komidine uzanıp çekmeceden albümleri çıkartıp bakmaya başladı.

Adnan bey... On yılını mutluluk ve saadetle geçirdiği büyük ve tek aşk'ı. Resmini görmek bile kalbinin çarpmasına neden oluyordu Firdevs'in. Ne kadar genç ölmüştü sahi Adnan.. Otuzbeş yaşına girdiği gün bir araba girivermişti aralarına ve bir ömür sürecek acı ve hasretin ilk gününü yaşamıştı Firdevs. Adnan öldü dediklerinde, içindeki acının şiddetinden aglıyamamış öylece çaresiz kıvranmıştı saatler boyu. Sonrasında Adnan'sız bir yaşam başlamıştı Firdevs için. Uzun ve mutsuz..Çocukları olmamıştı, başını kaldırıp camdan uzaklara baktı "keşke bir çocuğumuz olsaydı Adnan" diye söylendi kendi kendine. Sustu tekrar albüme verdi dikkatini. Şimdi bir çoğu yaşamayan dostları ayrı, ayrı sayfalardan gülümsüyordu kendisine. Hüzünlü bir gülüş belirdi dudaklarında, ne çok özlemişti onları..

Geçmişte yaşanan toplantılar geldi aklına. Simsiyah dalga dalga omuzlarına dökülen saçlarıyla Adnan'ın kollarında dans eder düşledi kendisini, içi burkuldu. Bir sayfa daha çevirdi albümden. Çetin... Tek kardeşinin yadigarı, olmayan çocuğunun yerine koyup şefkatle büyüttüğü Çetin. Son konuşmaları canlandı bir anda gözlerinin önünde.
-Böyle zor oluyor teyze, anla beni!...
-Huzurevine gitmek istemiyorum Çetin.
-Sık sık ziyarete geliriz inan, böylesi daha iyi olacak.
-Karın değil mi?
-Evet.. Anla ne olur, bizimde bir hayatımız var.
-Peki!..

Ve asla gelmemişti Çetin. Bir kedi yavrusu gibi oraya bırakmıştı kendisini ve gitmiş, gelmemişti bir daha.. Birden yıllarca akmamak için direnen göz yaşları, habersiz aniden dökülüverdi yanaklarına. Aceleyle albümün ilk sayfasına geri döndü. Yanağından süzülen bir damla yaş, oradan gülümseyerek bakan Adnan'ın resminin üzerine damladı.
-Canım..
-Adnan, sen misin? Geldin ha sonunda geldin öyle mi?
-Evet canım. Hem bak yalnız da değilim..
Şaşkınlıkla baktı Firdevs.. Öldüğünü sandığı tüm dostları doluşmuştu odaya. Birden ışıl ışıl oldu oda, uzattı Adnan elini ayağa kalktı Firdevs. Simsiyah saçları döküldü omuzlarına, büyülü bir müziğin eşliğinde bıraktı kendini Adnan'ın kollarına..

Ertesi sabah odasına giren hemşire, koltukta oturur buldu Firdevs'in cansız vücudunu. Sanki gençleşmiş gibiydi yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle öylece oturan cansız beden....

"Sevdiklerimiz arkalarından yas tutmamızdan değil, sağlıklarında gerekli sevgi ve ilgiyi gördüklerinde mutlu olurlar"

Ayfer Arman

Yukarı

 Misafir Kahveci : Hasan Genç


ÇEVRE DİYE DİYE

Güzelim ülkem her şeyin en güzeline layıktır. Ancak insanlarımız bu güzelim ülkemizin doğal kaynaklarını tahrip etmekte bir sakınca görmemektedir. Oysa yapılan araştırmalarda Avrupa kıtasında toplam 12000 civarında bitki türü bulunmaktadır. Sadece bizim ülkemizde bu sayı 9000 civarındadır.Neredeyse Avrupa kıtasındaki kadar bitki türümüz var. Bu bitki türlerinin oluşturduğu topluluklarda yaşayan bir o kadar da hayvan türü bulunmaktadır.

Günümüzde ülkemizdeki çevrecilik anlayışı gönüllülerin kontrolündeki sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülen çalışmalar ve bu alanla ilgili kamu kuruluşlarının çalışmalarıdır. Devlet geleneğinde reklam yapmak olmadığından sivil toplum örgütleri ön plana çıkmaktadır. Oysa şu soruyu kendimize sormalıyız "gönüllülerin sevk ve idaresindeki çevrecilik mi etkilidir? Yoksa uzmanların sevk ve idaresindeki çevrecilik mi? " Ben ikincisini tercih edenlerdenim.

Burada şunu iyi anlamamız gerekmektedir. Çevrecilik bir sevdadır. Ancak bu konuda yetersiz donanıma sahip bir çalışma başarıya ulaşamaz. Ekosistem içerisindeki çeşitli tür topluluklarının birbirleriyle olan ilişkileri iyi bilinmelidir ki çalışmalar başarıya ulaşabilsin. Çünkü her bitki ve hayvanın habitatları farklı olabilmektedir. Bir ağaçlandırma kampanyası düzenlenirken yeterince araştırma yapılmalıdır. Örneğin toprak analizi, bitkilerin yetişebileceği rakımlar, coğrafi bölgeler vb. dikkate alınmalıdır.

Günümüzde ağaçlandırma yapılırken birden çok türlerin kullanılması yapılan ağaçlandırma sahasında tür çeşitliliğini de o ölçüde arttıracaktır. Monokültür bir ağaçlandırmanın zararını daha sonraki nesiller çekmektedir. Bunu önlemek için karışık tür ağaçlandırma yapılmalıdır. Düşünün ki tek türde yapılan ağaçlandırmada o ağaçların yangın, fırtına, orman zararları ve diğer afetlere karşı dayanıklılıkları da aynı olacağından bütün emekler boşa gitmektedir. Bu tip çalışmalara dikkat edilmezse Rize'de meydana gelen sel felaketi gibi felaketler yaşanabilir. Örneğin 1 m3 orman toprağı yaklaşık 200 litre suyu tutabilmektedir. Rize ve çevresinde bundan birkaç yıl önce meydana gelen sel felaketinde Türkiye'nin en fazla yağış alan bölgesinde kökleri oldukça güçlü olan ağaçların kesilip yerlerine daha kısa köklü çay dikimi felaketin oluşum nedenlerinden biri sayılabilir. Bir başka örnekte Karadeniz'in her tarafında yetişen fındıklıklar gibi plansız yapılan dikimlerdir. Bu olumsuz etkenler sonucu buralardaki nehir ve dereler yıllardır toprakları denize taşımaktadır. 1 cm kalınlığında toprağın oluşması yüzyıllar alacağından ne kadar acı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünmeliyiz.

Her şeyin para olmadığını bilerek doğal dengeyi bozmayacak şekilde çalışmalar yapmalıyız. Para ve canlıları önem sırasına göre dizersek insan, bitkiler, hayvanlar ve para olması gerekirken ülkemizde bazı kişilerin bunu para, hayvanlar, insan, bitkiler gibi düşündüklerini hissetmekteyim. Bu, durumun ne kadar vahim olduğunu anlatmaktadır. Oysa güneş ışığı enerjisini kimyasal bağ enerjisine dönüştüren tek canlı grubu yeşil bitkilerdir. Bitkiler hayvanlara; yiyecek, yaşama alanı vb. gibi yararlar sağlamaktadır. Bizler bitkileri korumayıp sadece hayvanlara yönelirsek, sadece onları korursak ototrof (kendi besinini üreten) canlıların olmadığı yerde heterotrof (besinlerini hazır olarak alan) canlıların bulunmasının hayal olduğunu unutmamalıyız.

Ülkemizdeki ağaçlandırma kampanyalarında var olan ormanların genişletilmesi için orman kenarlarında ağaçlandırma yapmak en uygun olanıdır. Bu şekilde ormanlık alanların azalmasını durdurabiliriz. Çünkü, o alanlar kıraç alanlara göre bitkilerin yetişmesi bakımından çok elverişlidir. Yapılan araştırmalara göre bundan 10000 yıl önce Anadolu'muzun % 72 si ormandı, bugün ise ormanlık alan %22 civarındadır. Demek ki ağaç yetişmeyen bölgemiz yokmuş. Geçenlerde TV de Suudi Arabistan'ın Mekke kentini gördüğümde kendimizden utandım. Elin oğlu o iklimde şehri ağaçlarla donatmış oysa benim ülkemin özellikle İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ağaçsız. Bu durum ülkemizdeki duyarsızlığın en güzel örneğidir.

Ağaçlandırma konusunda oldukça kolay çözüm önerilerim var. Bunları sizlerle paylaşmak istiyorum. Örneğin ülkemiz insanı düğünlerde, eğlencelerde oldukça gösterişe meraklıdır. Her yerleşim biriminde ağaçlandırma alanları tespit edilip; bu eğlencelerde israf edilecek paraların çok az bir miktarıyla o etkinlikleri düzenleyenlerin adına ağaç dikilebilir. Ayrıca, ağaç dikim kampanyalarında fidan yetiştiricilerinin bu kampanyalardan oldukça iyi gelirler elde ettiği düşünülmektedir. Oysa Orman Bakanlığımızın fidanlıkları tercih edilirse hem devletimiz kazanır, hem de israftan kaçınmış oluruz.

Bunların yanı sıra ülkemizde güzelim milli parklarımızı, tabiatı koruma alanlarımızı da özenle korumalıyız. Bu koruma da ekonomik yön değil de biyolojik çeşitliliğin korunması ön plana çıkarılmalıdır. Bu da ancak bilinçlendirmeyle mümkündür. Geçen yıl Muğla Fethiye Günlüklü bölgesine gittiğimde orada yetişen Liquidambar orientalis ( Günlük= Sığla ağacı) alanının piknik ve kamp alanı olarak kullanılmakta olduğunu gördüm. Oysa bu bitki Relikt (jeolojik devirlerden itibaren yeryüzünde varlığını sürdüren) bir bitki olup, son derece önemlidir. Oraya bunun önemini bilmeyen insanlar gelerek çadır kampı kuruyorlar ve ağaçlara oldukça zarar vermektedirler. O gün 738'inci çadırın kurulduğunu görmüştüm. Çok şaşırmıştım. Gerekli yerlere e-mail yazmama rağmen hiçbir cevap alamadım. Sadece girişte ödenen ücret bu ağaçlara verilen zararı önleyebilecek mi? Yorum sizlerin. İşte yine paranın ön planda olduğunu gösteren çarpıcı bir örnek.

Çevre bilincimizi geliştirelim, çevreci anlayış kimsenin tekelinde olmamalıdır. Kendisiyle barışık olan herkesi çevreciliğe davet ediyorum. Gelecek günlerde kovuklarında sincapların oynaştığı, dallarında kuşların yuva yaptığı, kuş cıvıltılarının ruhumuzu dinlendirdiği ağaçların altında oturmak dileklerimle.

Hasan Genç

Yukarı

 Kahvecigillerden : Zeycan Irmak


kırık bir gün

sevgili günlük...

kırık bir gün... içimde hiçbir şey yok... bugün ayrılık günlerimden biri..mart'ın 24'ü... eskiden çetele tutardım, ya şimdi? öyle kalabalıklaşmışlar ki, hangi birinin çeteresini tutmalı? eğer hepsi için yas tutmaya kalksam her gün karalar bağlamam lazım gerekmez miydi? ya da her ayın bir günü... (ne alakası var ya, duygusal bi yazı yazmaya çalışıyoruz şurda. duyan da, elimden kaçanla uçan kurtuluyor sanacak.. çok kızdım sana şimdi Suuuu!* hııııı!!! ...)

peki yukarıdaki paragrafı açalım biraz...çocukluk ve ilk gençlik sevdalarımı da düşünerek yazdım o satırları... bir de sekiz yıllık evlilik ve aynı adamla yaşanan ayrılık dönemeçlerini o an aklımdan hesaplamaya çalışarak yazdım.. üç yıl önce haziran'ın 16 veya 17'sinde bir valiz eşyayla, çıkılan yoldan dönüş biletimi almayı unutmam nedeniyle dönememem ve ardından resmi olarak şubat'ın 7'sinde onbir yıllık emeğimi kaleşnikofla eski kocam ünvanına nail etmem...(evet, emektir, onca yıla yayılıyorsa bir birlitelik en çok, özveriyle o günlere kadar gelebilmiştir). ardından, geçen yıl bugün koca bir aşk (bana göreydi aşkın kocamanlığı, nitekim ilk defa aşkı yaşıyordum ve dolu doluydu), yandı-bitti-kül oldu. kafan karıştı biliyorum, hiç karışmasın. tarih bazen insanın gerçeğini yanıltıyor. ya da insan tarihin gerçeğiyle oyun oynuyor...

neyse, konuya balık hafızayla değil, balıklama girelim. parmağımızı tükürükleyip gözümüze götürelim. çocukken evcilik oynarken yapardık bunu, bazen de annem azarladığında ve ağlamayı beceremediğim anlarda tükürüğüme başvururdum. ya da bahçedeki çeşmeden bir damla suyu parmağıma damlatır göz pınarlarıma yerleştirirdim. daha o günlerden meraklıydım roller yapmaya, sonra kendimi unutup rolümü kendim sanmaya... şimdi de öyle mi yapmalı?

bu gün benim büyük aşkımdan ayrılmamın yıldönümü. (evlilik başka bir şey kumrucuğum**, aşk başka... evlilik bitebilir ama aşk devam eder bazen...) hatırlıyor musun, sende bu aylarda büyük bir bahar temizliği yapmış, geçmişten bugüne ne kaldıysa toplayıp toplayıp atmıştın. ben bu temizliği senin gibi bir sene beklemek yerine -bir nevi sana özenerekten- aşkımdan vazgeçmemin hemen akabinde gerçekleştirmiştim. -çünkü hala içimde bir ümit vardı ve o ümit başkasının imzasıyla son buldu-

sonrasında ne çok şey yaşadık seninle... ne buhranlı saatler, benim panikataklarım, benim depresif hallerim, yani kısaca benim hastalıklı ruhumu tedavi için didinip durmuştun sen. geceyarısı telefonlarımla uyandırmıştım seni, sabaha karşı mesajlarıma yanıtlar vermiştin. bu son üç yıl/on aylık dönem hayatımdan ne çok şeyi çalıp götürmüştü ama yerine ne güzel bir dost, can kardeş ve sevginin hasını bırakmıştı bana... tüm boşluklar çabucanak doluverdi seninle... dostum, tek sırdaşım, dayanağım... artık günlüğümü bile tutmaz olmuştum. sen vardın, hergün sana yazıyor, günde on kez telefonla konuşuyordum. diğer arkadaşlarım bu duruma fazlasıyla alınmaya başlamışlardı "hiç aramıyorsun nerelerdesin?" ... kaçamak cevaplar "çok yoğunum şekerim, akşam eve gidince aklıma geliyosun, sonra da uyuyup kalıyorum" yalanlarıyla kırmamaya özen göstererek uyutuyordum bende onları. (ne ayıp bi şeydi yaptığım, sonra onlara da zaman ayırabilmeyi öğrendim.)

sabah ofise gelip, ajandımı açtığımda fark ettim bu günü... "kırık bir gün olacak" dedim ama yapamıyacağım galiba... alçıya alınmış tüm duygular kaynaşmış bile, bir yıl uzun bir süreymiş... unutamam sanıyordum ama unutmuşum farkında olmadan. unutmak kolay olduğu için değil, tek taraflı yaşanan bir aşk; gerçek bir aşk değilmiş. ben yaşadım, ben yaşattım, karşılığını bulamadı bir türlü... duygularım havada kaldı hep... aşkımı hiç acımadan çarmıha geren bir adam. onun için unutmuşum bende... yoksa, kolay olsa, Ferhat dağları deler miydi aşkı uğruna?... Tahir ile Zühre olur muydu? onca sevda masalı anlatılır mıydı yüzyıllardır? biz bir masal olamayacak kadar yalnızmışız... yani ben... O zaten duyarsızmış, O zaten kendi derdindeymiş... neyse, ölünün arkasından konuşmak iyi değildir. ne yaşandıysa yaşandı ve yine de herşeye rağmen güzeldi... duygusuz değilim, yaşadıklarımı inkar edecek hiç değilim. ama bu akşam onun için bir kez daha içip içip ağlayacak duygu-sal'ına sahip değilim. hayata bambaşka karelerden bakıyorum. yaşamın ne kadar güzel olduğunu ve illa hayatında birinin olması gerekmediğini; insanın tek başına da mutlu olmanın formüllerini bulduğunu, aynaya baktığında gülümseyebildiğini ve kendini daha da fazla sevdiğini farkındayım, hepsi bu. bazen özgüvenin bu denli sağlam olması, sana dışarıdan bakan gözleri ürkütebiliyor. yalnız bir kadınsın ve yaşadığın onca sıkıntıya çevrendeki insanların bır kısmı şahit olmuş, bir kısmı da öyle veya böyle duymuş. sen, emin adımlarla yürüdüğün vakit veya bir konuşma esnasında kahkahalarla gülerken, insanlar neye güldüklerini unutup başlarını sana çevirebiliyorlarsa bu senin suçun olmuyor ki. toplumun önyargısı ve toplumun "kendine güvenen insanı" yadsımasından kaynaklanıyor. kompleksleriyle, hatalarıyla, güzelliği ve ya özürlü yanlarıyla dalga geçebiliyorsa bir insan "kafadan sakat" nazarlarıyla karşılaşıyor. bu benim hatam değil, şeffaf yaşıyorum, hep de öyleydim. mutluysam mutluluğumu, canım yanıyorsa gözyaşlarımı paylaşıyorum... ama bu, önüme gelene derdimi anlatıyorum demek de değil ki, ya da herkes herşeyimi bilsin... "özel hayat" tanımlamasını neyle kamufle edeceğiz o zaman?

canım kumru...

bu satırları sana yazıyorum... her zamanki gibi... şu an evde ders çalışıyorsun. ya da kahvaltı ediyorsun, henüz gün yeni başladı, sabah saatleri... bense yarım bıraktığım ve ertelediğim onca şeye sahip çıkmaya çalışıyorum işte. akşam eve gittiğimde senin yaptığını yapıp ders çalışıcağım. yaşıma başıma bakmadan yarım bıraktığım yerden okumaya kararlıyım. denedik tiyatrocu olamadık, çok uğraştık yazar da olamadık, bari okulu bitirelim de okumuş anne olalım.

karar verdim... bu gün "kırık bir gün" olmayacak! herhangi bir gün olacak! yani, şimdi söz vermiyeyim ama öyle olması için aşırı bir çaba sarf etmeyeceğim. sadece takvimler, yazışmalara attığım tarihler dünden farklı, çağrışımlar yaratmayacak. ha bir gün eksik, ha bir gün fazla... zaman geçiyor ya, ona bakalım biz. doğumgünleri hariç hiçbir özel günün kutlanması taraftarı değildim ki zaten. nerden çıkartmışlar canım, yok efendim evlilik yıldönümü, sevgililer günü, bilmem ne, bilmem ne günü... bak bende onlara özenip ayrılık günlerimi kutlamaya kalkıyorum. Geçmiş geeeeç-miş işte! yarın daha gelmedi... Geeel-e-ceeeek... eee?... bugün bugündür... demek ki ne yapacakmışız; tozlu defterleri, hatıra fotoğraflarını gözümüzün önünden kaldıracakmışız... tüm acımtırak günlere bu günden koca bir NANİİİKKK işareti çekecekmişiz....

sevgili günlüğüm, yani kumru'm...

sözlerimi Peyami Safa'nın günümün anlam ve önemini belirten bir sözüyle bitirmek istiyorum : Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.

*su : arkadaşların bana taktıkları bir lakap...
**kumru : benim bir nevi iç sesim, bir diğeri de çok içimde benimle yaşayan, kızım, kardeşim, dostum.

Zeycan Irmak

Yukarı

 Flora : Itır Doğan


NEDİR MUTLULUK

Sizlerle geçen yaz bizzat yaşadığım bir olayı paylaşmak istedim, hayatım boyunca dimağımdan silemeyeceğim, hep hatırlayacağım ve hatırladıkça kendi kendime hep sorular soracağım bir anı bu...

Tez çalışmam için, yüksek rakımlarda yetişen bazı bitkileri bulmak maksadıyla, 5 kişiden oluşan çalışma ekibiyle yola çıkmıştık. En yakın yerleşim birimi olan kasabadan epeyce uzaklaşmış, yakınında bulunan bir dağa doğru tırmanışa geçmiştik. Çok uzun ve yorucu bir yürüyüşten sonra, 2500 lü rakımlarda bulunan bir yaylaya ulaşmıştık.

Orada karşılaştım o sevimli aileyle, bir dağın tepesinde yani. Derme çatma kurdukları bir çadırda yaşayarak ve hayvancılık yaparak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlardı, medeniyetten ve her türlü imkandan noksan bir vaziyette. Elektrik ve suları yoktu. Su alabilmek için bile yaklaşık 2-3 saatlik bir yolculuk yapmaları gerekiyordu. Ayda bir köyden yiyecek ve ihtiyaç malzemeleri geliyordu.

Adam nerden baksanız kırklı yaşlarında, kadınsa otuzlu yaşlarını yaşıyor olmalıydı, iki tane kızları vardı birbirinden sevimli, biri on yaşlarında,diğeriyse beş. Yurdum insanı ne kadar saf ve temiz...Bizlerle ekmeklerini paylaşmış, o sıcak yaz gününde buz gibi ayranlarıyla içimizi az da olsa serinletmişlerdi. Hepsi de öyle ürkek ve çekingendi ki. Sonra biraz sohbet etme imkanı buldum onlarla. Kaçarak evlenmişlerdi, kadının babası razı olmamıştı bir çobanla evlenmesine, zaten nüfus cüzdanı da yoktu kadının. Çocukları sordum hemen, maalesef onların da nüfusa kayıtlı olmadığını öğrendim.Yurdumuzda yaşayan, fakat vatandaşımız olmayan bir aileydi onlar. Kimse bilmiyordu onları,kimsenin haberi yoktu onlardan. Her insana okuma hakkı verilmesine inanan ve savunan ben, ellerinde yaşama hakkı bile olmayan bu aciz ve zavallı insanları görünce gerçekten çok üzülmüş ve etkilenmiştim.

Sonra kadınla konuştuk uzun uzun. Ona sordum;
-Hayatından memnun musun diye ve ekledim ve yer ne içersiniz burada, nasıl yaşarsınız?
Nüfus cüzdanlarını olması gerektiğinden ve kızlarını okutması gerektiğinden bahsettim ona.
Kadın gülümseyen mutlu gözlerle baktı bana, sonra ;
-Kendi yağımızla kavrulup giderik biz burada, kimseye muhtaçlığımız yoktur.
-Ben erimi severim, o da beni sever dedi
-Peki ya canınız sıkılmıyor mu hiç burada?
-Yok, sıkılmayık biz,vakit geçirir gideriz.
-Ya hasta falan olunca ne yapıyorsunuz?
-Şükür Allah'ımıza hiç hasta falan olmadık şimdiye kadar.
- Biz memnunuk halımızdan.diye de ekledi

Şaşırmış afallamıştım doğrusu, kadını her ne kadar konuşturmaya uğraşsam da ağzından memnuniyetsizlikle ilgili en ufak bir ibare duymamıştım. Hallerinden memnundular, ve kesinlikle herhangi bir yardım talebinde falan da bulunmadılar. Çantamda her araziye çıkışta mutlaka yiyecek bir şeyler taşırım. Hayatımda ilk kez bir şekerin ve de çikolatanın bir çocuğu ne kadar sevindirebileceğini görmüş oldum belki de oradan ayrılırken.

Önce köye ardından şehre gelmiştik, aklım o ailede ve çocuklarda kalmıştı. Biz evlerimizde lüks ve bol imkanlar içersinde yaşarken, dağın başında yaşam mücadelesi vermeye çalışan o insanlar aklıma geldikçe hala gözlerim dolar. Yaşam her zaman herkese aynı imkanlar sunmuyor, peki ya neydi o insanları bizden farklı kılan, biz pek çok şeye sahipken ve değerini bilmezken, orda hayatlarından memnun olan ve hallerine şükreden bu aileyi görünce anladığım ve kafama dank eden ne oldu biliyor musunuz?

Evet bir çok şeye sahibiz ben ve bir çoğumuz onlara göre,ama onların da sahip oldukları bir şey var biz de olmayan.Ne mi ? Tabi ki MUTLULUK...Bazen o kadar kapılıp kalıyoruz ki yaşamın bizi boğan düzenine, kaçımız becerebiliyor gerçekten mutlu olabilmeyi,elimizdekilerle yetinebilmeyi...

O gün bugündür düşünmüşümdür hep, belki bir çoğunuz bana katılmayacak ama; sanırım ne kadar çok şeye sahip olursak, mutlu olabilme ihtimalimiz de o kadar azalıyor inanın. Ya para diyeceksiniz yine çoğunuz içinden,inanın dostlarım onların yaşadığı yerde cüzdanımda bulunan paranın geçmediğini kendi gözlerimle gördüm.

Bazen yoğun iş temposundan bunaldığım,hayattan sıkıldığım,bunaldığım anlar olur. Önce odamda asılı duran o ailenin kızlarının resmine bakarım. Hani bazen kaçıp gitmek isteriz ya bizi kimsenin tanımadığı bir yerlere. Sizleri bilmem ama ben en çok "alıp başımı gideceğim dağlara" derim, asla gidemeyecek olacağımı bilsem de.

Mutluluk dağlar kadar uzak değilmiş aslında, biz uzaklaştırıyormuşuz onu kendimizden. Aslında o hiç sanmadığımız kadar yakınımızda, ama galiba onu görmek için sırla kaplanmış bir cama bakmak yerine, sırsız bir cama bakmalıyız...

Itır Doğan

Yukarı

 Kahvecigillerden : Serpil Yüzlü


PARMAK HESABI

Merdivenin trabzanlarından tutunarak güçlükle çıktı basamakları yaşlı kadın. Merdiven başına varınca soluklandı, sanki bir süredir tutuyormuş gibi koyverdi nefesini. Sonra yavaş yavaş ilerledi koridorda. Hafif kamburlaşmış sırtını doğrultmaya çalışarak salona doğru yürüdü.

Aklı, odasında bıraktığı, hasta kocasındaydı. O mel'un hastalık, iyiden iyiye zayıflatmış, bitkin düşürmüştü adamcağızı.

Yaşlı kadın derin bir iç geçirerek salonun uç tarafındaki hasır koltuğa ilişti. Kocasının istirahate çekildiği şu saatlerde, o da biraz dinlenecekti. Arkasına yaslandı. Başını hafifçe geriye atıp, bu sessiz, sakin ortamın kucağına bıraktı kendini...

Bir müddet hiçbir şey düşünmeden seyretti etrafını. Zemindeki kaplamayı, tavanı, boş duvarları, köşedeki mum çiçeğinin iri yapraklarını... Huzurevinin bu sade dinlenme salonuna öylesine baktı bir müddet. Sonra bakışları giderek uzaklaştı.

Huzurevinde kıyılan nikâhlarını hatırladı yaşlı kadın. Hâkî rengi döpiyesini giymişti o gün. Uçları lüleli kırlaşmış saçlarını itinayla ensesinde toplamıştı.

Sermet Bey, nikâhtan evvel yanına gelerek, alnına sıcacık bir buse kondurmuş, sonra da bir tutam mine çiçeğini, kendi eliyle yakasına iliştirmişti. Bahar kokulu mavi mine çiçekleri, yüreklerinde açan binlerce kır çiçeğinin tercümanı olmuştu sessizce...

Evliliğe ilk adımı attığı, 'evet' dediği ânı düşündü yaşlı kadın. Bir fısıltı halinde dudaklarından dökülen o sözcük ile, bir erkeğe ait olmanın, onun tarafından sevilmenin, onun nazarında herkesten ziyade kıymetli olmanın hazzını yaşamıştı. Gecikmiş bir saadetin yüreğine düşürdüğü sevda damlaları, göz pınarlarından yanaklarına doğru süzülüvermişti usulca.

Yaşlı kadın usulca okşadı alyansını. Tıpkı nadide bir çiçeğe, yahut narin, kırılgan bir eşyaya dokunurcasına yavaşça gezdirdi parmaklarını üzerinde. Bu alyans Sermet beyle aralarındaki bağın yegâne nişanesiydi. Alyansa her baktığında Sermet beyi görür gibi oluyor, ondan bir parçayı yanında taşımaktan hazzediyordu.

Bir de, saadetlerinin üzerine, bir kara gölge gibi konuveren o mel'un hastalık olmasaydı...

"Ne o Latif'anım'cım! Dalıp gitmişsin yine."

Latife hanım daldığı derinliklerden sıyrılıverdi bu sözlerle. Gözlerini sabitlediği noktadan ayırıp, sesin geldiği yöne çevirdi başını. Hikmet hanımın gülümseyerek kendine doğru geldiğini gördü.

Hikmet hanım ağır adımlarla yaklaştı. Latife hanımın yanındaki koltuğa oturup, derinden bir 'huh' çekti.

"N'aptın Latif'anım'cım, nasılsın?"

Latife hanım belli belirsiz tebessüm etti. 'İyiyim' demekle yetindi sadece.

"Sermet bey nasıl oldu?"
"......"
"Bunca zamandır düzelme yok demek!"

Latife hanımın solgun dudakları aralandı.

"Yok!"

Bakışları yerdeydi. Hissiz, cansız bir ruh imiş gibi öylece kıpırdamadan kaldı bir müddet.

Hikmet hanım, bu bahsin üzerine giderek mevzuu uzatmak istemedi. Bir yandan Latife hanımın bembeyaz bir mermer katılığındaki çehresine bakıp hislerini tercümeye çabalarken, bir yandan da dost elleriyle ellerini kavrayıp avuçlarının içine aldı.

Latife hanım, genellikle uysal ve kendi halinde bir insandı. Buna mukabil gençliğinde evlenememiş olmak, ruhunda derin bir iz bırakmış, duyduğu eziklik ve yarımlık hissi, yaşını aldıkça garip bir çocuksuluğa dönüşmüştü.

Yaşlı kadın nihayet kımıldadı. Ellerini kavrayan dost ellere mukabele yaptıktan sonra, kurşunî bakışlarını yerden kaldırdı. Hikmet hanımın munis, müşfik bir edayla dalgalanan yüzüne bakarak konuşmaya başladı.

"Yıllar evvel geçirdiğim kazayı anlatmış mıydım size?"

Kimbilir kaçıncı defadır anlattığı hikâyesini yeniden anlatmaya hazırlanıyordu belli ki. Hikmet hanım itiraz etmedi. İlk defa dinliyormuş gibi ilgili ve meraklı göründü.

"Henüz pek küçüktüm o vakitler... Yedi, belki de sekiz yaşında... Panayıra götürmüştü babam beni. Panayırı bilirsiniz. Salıncaklar, dönme dolaplar, çalgıcılar... Sonra renk renk balonlar, kâğıt helvalar, şekerlemeler..."

Yaşlı kadının gözlerinde, çocuklara has safiyane pırıltılar vardı. Yüzü renkten renge giriyor, sanki biraz ötede bir panayır kuruluvermiş de, oraya gidecekmiş gibi için için seviniyordu.

Âniden durgunlaştı. Yüzüne acı hatıraların gölgesi düştü.

"İşte o panayır yerinde oldu herşey... Birdenbire..."

Eliyle aksayan bacağını tuttu.

"O kazadan geriye kalan, bir tek bu sakat bacak oldu."

Bir suçluya bakarmış gibi bakıyordu bacağına.

"Bu sakat bacağım yüzünden hiç kimse istemedi beni... Hiç kimse sevmedi... Mahalledeki o pasaklı Hacer bile evlendi de..."

Yaşlı kadının öfke, hüzün ve sitemle harmanlanmış sesi titriyordu. Sustu.

Hikmet hanım, bu suskunluktan istifade edip, konuşmayı düşündü. Birkaç ufak sözcükle onu teselli edebilir, alçalıp yükselen bu ruh hezeyanlarını dizginleyebilirdi. Yaşlı kadına baktı. Kendi iç dünyasına öylesine gömülmüştü ki... Vazgeçti.

"Kardeşlerim, akranlarım, hatta ellerime doğan mini mini yavrular bile evlenip çoluk çocuğa karışırken, ben, bu sakat bacağımla baba ocağını bekleyip durdum yıllar yılı. Yaş ilerledikçe yalnızlık daha bir dokunuyor insana, efendim! Bir insan yüzüne, bir insan sesine hasret kalıyor insan."

Hikmet hanım, hak verircesine usul usul başını salladı.

"Bizimkiler, sağolsunlar, hiç arayıp sormazlardı beni. Ne vakit arayıp sorsalar, bilirdim ki, ya paraya sıkışmış olurlardı, ya da bir akıl alırlardı...

Abimin eksiği gediği, borcu harcı hiç bitmezdi. 'Çoluk çocuğu var, darda kalmasın, ben nasıl olsa geçinir giderim' diyerek babamın üç aylığını eline tutuşturmuşluğum çoktur.

Kardeşim desen, o vakitler lâf dinlemez, hâlden anlamaz bir deli oğlandı. Aklı beş karış havadaydı. O çelimsiz, sıska kızı, düğünsüz derneksiz, gelin diye evimize getirdiği günü hatırlıyorum da..."

Latife hanımın yüzü buruşmuş, kaşları çatılmıştı. Sesi daha bir yüksek perdeden çıkıyordu.

"Neyini beğendi de aldı getirdi o kızı bilmem... Kara kuru birşeydi... İş bilmezdi, yol yordam bilmezdi... Lâkin, her nasılsa, o hâliyle kendini beğendirmesini, koca seçmesini bilmişti işte!"

Gözleri şimşek şimşek çakıyordu yaşlı kadının.

"Benim ondan neyim eksikti!"

Sonra duruldu. Sesi yine alçalmış, yavaşlamıştı.

"Bir de kız kardeşim vardı. Benim mürüvvetimi göremediğinden midir, yoksa iyi bir nasibi geri çevirmemek için midir bilinmez, küçük yaşta evlendirdi onu babam... Az çekmedi garibim. Onunla beraber ben de çektim tabii. Ablalıktan çok analık yaptım ona..."

Yaşlı kadın derin bir nefes aldı.

"İşte böyle efendim! Elim erdiğince, gücüm yettiğince... Lâkin, en çok gücüme giden ne oldu, bilir misiniz? Buraya gelirken, hiçbiri 'gitme, kal' demedi... Zaten deseler de kalmazdım ya! Bekledim işte! Onca yılın hatırına, şöyle yarım ağızla olsun söyleselerdi hiç değilse!"

Bu sözlerin ardından, Latife hanım doğruldu. Madenî bir ışıltıyla parlayan gözlerini Hikmet hanıma çevirdi.

"Lâkin evleneceğimi haber alınca, öyle bir tutuştu ki etekleri! Görmeliydiniz. Nasıl pervane oldular etrafımda! Nasıl dil döktüler vazgeçmem için!"

Yaşlı kadının yüzünde gevrek bir gülümseme belirmişti.

"Hiç vazgeçer miyim! Direttim evleneceğim diye. Kızdılar. Çekip gittiler, geldikleri gibi. O gün bugündür görüşmüyoruz."

Bu sözleri sarf ederken yaşlı kadının yüzünde ve sesinde zuhur eden o mülâyim, o tatlı yumuşaklık kayboldu bir anda. Yüz hatları gerildi, sesi hafif hırçınlaştı.

"Lâkin, Sermet beyi bu denli geç tanımış olduğuma hiddetleniyorum bazen. Gençliğimizde karşılaşmış olsaydık, o merhumeyle değil de benimle evlenirdi belki! Onu değil, sadece beni severdi! Evlat sevgisini bile yaşayamadan, hayatının baharında bu dünyadan göçmüş gitmiş o tazecik kadına nasıl imreniyorum, bilseniz! Sermet beyin genç, alımlı, kudretli zamanlarını bildiği için, önden çekip giderek, ardında, yıllarca yas tutan bir erkek bıraktığı için kızıyorum ona..."

Latife hanım tekrar ara verdi konuşmasına. Yüzündeki hiddetli, haşin ifade yumuşadı, eski hâlini aldı. Hikmet hanımın şaşkın bakışları arasında, parmaklarını saydı bir bir. Her bir parmak ilerleyişinde, gergin yüz hatları gevşedi, duru bir aydınlık dalga dalga yayıldı yüzüne. Hesabı bitirdiği vakit çocuksu, hülyalı bir edayla şakıdı.

"Bugün tam tamına 8 ay 25 gün olmuş evleneli!"

Hikmet hanım, Latife hanımın günü gününe hesap ettiği bu evlilik muhasebesini yadırgamadı. Onun, neşeli bir ses tonuyla Sermet beye dair anlattıklarını, sesini çıkarmadan sonuna dek dinledi.

Sıra Sermet beyin rahatsızlığına gelip dayandığı vakit, Latife hanım yine evvelki hüzünlü, kederli hâline geri döndü. Usulca önüne eğdi başını. Cebinden çıkardığı beyaz bir mendille nemlenen gözlerini sildi.

Oturduğu koltuktan yavaşca kalktı. Hiçbir şey demeden, omzundan kayan şalını düzelterek, ağır ağır ilerledi kapıya doğru. Belli ki Sermet bey gelmişti hatırına...

Arkası Yarın...



Serpil Yüzlü

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp



Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Süha Derbent (www.suhaderbent.com)

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.327 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


DÜŞ ÖRTEN

Bülent ÖzcanSalınır şiirim uykuda
Yanar diri imgelerim
Yüreğim mürekkep lekesi
Damıtır acıyı güzellerim

Hüznümü kanatır bir dize
Süzülüp içinden dizelerin
Gezerim bir bir sözcükleri
Yüzümü Nil'e dökerim

Benim uslu çocuk yanım
Söyle nerde yitik gemin
Kıyı belledin göğü hep
Denizini görmediğin...

Bülent Özcan

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Böyle öğretmen dostlar başına!..

Yukarı

 Kıraathane Panosu


DİA GÖSTERİSİ

"Serpil Yıldız'ın "Küba'dan İzlenimler" adlı dia gösterisi ve Cüneyt Göksu ile beraber söyleşisini

13 Nisan 2004 tarihinde Saat 19:30`da;
BU AKŞAM!

Fotografevi-Koç Allianz Sanat Galerisinde izleyebilirsiniz...

FOTOĞRAFEVİ
Tütüncü Çıkmazi No:4 Beyoğlu-İSTANBUL
Tel : 0 212 249 02 02 - 251 05 66
Web : http://www.fotografevi.com
E-mail : fotografevi@fotografevi.com

Küba'daki günlerimizi merak eden arkadaşlarımızla, belirtilen yer ve zamanda birlikte olabilmeyi diliyoruz.

Sevgilerimizle,
Serpil & Cüneyt



Önemli Not: Dia Gösterisi öncesi gezi izlenimlerini hatırlamak isterseniz Sevgili Cüneyt'in yazı dizisini mutlaka okuyun. Söyleşiye fransız kalmazsınız:-))






Bir DAVETİYE'niz Var

Biricik sevgilimiz KAHVE MOLASI'nın; 2.seneyi devriyesi olan 17.Nisan.2004 tarihinde düzenlenecek olan kutlama töreninde, siz değerli OKUR'larımızı da aramızda görmekten büyük mutluluk duyacağız. Gönül isterdi ki abonelik gibi beleş olsun ama yine de bu devirde sadece 35 milyon TL. ödeyerek katılabileceğiniz daha güzel bir kutlama ne olabilir ki ?

Haydi birer-ikişer GELİNİZ,
Üçer-beşer şeref VERİNİZ,.
Oynamayan gelin dese bile yenimiz DAR,
Hepinize fazlasıyla yetecek yerimiz VAR...

Bu enfes gecede; Ordövr Tabağı, Ara Sıcak, Seçmeli Köfte/Piliç/Mezgit, Salata, Seçmeli Meyve/Tatlı, Limitsiz Yerli İçki ve 2.Yıl Pastası var. Ayrıca; klavyede Suavi, vokalde Mukadder var. Dahası da var :
EDİTÖR'ünüzü görmek her zaman olduğu gibi Beleş... :-))
Diğer YAZAR dostları da ikna ettik, onlar da kelepir...

Yer : Ataşehir / İSTANBUL

Bir mesaj atmanız yeterli : editor@kmarsiv.com

Telefonunuzu ekleyin ARAYALIM,
Sandalyenizi önceden AYARLAYALIM

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan



http://www.istfest.org/film

http://www.istfest.org/film/cizelge/
10-25 Nisan tarihleri arasında 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali var. Bu konuda geniş bilgiye ulaşabileceğiniz adresler. Hepinize iyi seyirler.

http://www.1moregame.com/1skijump/
"Ski jump". Şimdi bu olay Türkçemizde nasıl tarif edilir bir düşünelim. "Abicim önce karda kaymak için olan kayaklardan ayaklarına takıyorsun. Sonra abicim yokuş aşağı düz bi yoldan hızla kayıyorsun. Yokuşun bittiği yer biraz tümsek, aman abi oraya dikkat ediyoruz. Geldik şimdi olayın en hassas noktasına. Tümsekten sonrası uçurum gibi bişey. Düşerken daha dikkatli olalım abi, ters bir harekette çanak çömlek patlar mazallah". Şimdi bu tariften sonra hala ski jump oynamak isterseniz buyrun.

http://www.nga.gov/
"National Gallery of Art" tarafından hazırlanan ve sanatı genel anlamda sevdirmeye yönelik hoş bir site. Sadece büyükler için değil, çocuklar için de özel bir sayfa ayrılmış. "NGAkids" link'ini tıklayıp ulaşabileceğiniz sayfalarda çocuklar için hazırlanan çalışmaları görebilirsiniz.

http://www.ornekkod.com/archive.php
C ve C++ için örnek kod uygulamaları. ...Bu web sitesinde sunulan örnek kaynak kodlar, kullanıcının problemlerle ilgili bilinç düzeyini artırmayı, kendi kaynak kodunu yazarken kullanıcıya yol gösterecek fikirler vermeyi amaçlıyor...

http://www.sevginehri.net/ruyatabirleri.asp
Rüya tabirleri konusundaki bu sayfayı ilgililerin ilgisine sunuyorum. Web sayfası kötü amaçlı kopyacılara karşı korunduğu için örnek sunamıyorum. Ayrıca "hazır aşk mektupları" bölümünü herkese tavsiye ediyorum. Okuyun, ibret alın ama asla konserve aşkları tercih etmeyin.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


KeyTweak v1.12 [160k] Win2k/XP FREE
http://webpages.charter.net/krumsick
Klavyede Insert, Caps Lock, ve Scroll Lock tuşlarını hiç kullanıyor musunuz? Belki Caps Lock. Bunun gibi hiç elinizin gitmediği tuşlara değişik görevler yüklemek ister misiniz? Tek tuşla hesap makinesine ulaşmak yada tek tuşla Internet Explorer'ı açmak gibi... Cevaplarınız evetse bu programı yükleyip keyfine varın. Bilgisayardan az biraz anlayanlar için:-))

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040413.asp
ISSN: 1303-8923
13 Nisan 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri