|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 2 Sayı: 483 |
14 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Vahh Vahh!.. |
Merhabalar,
Yoğun ve yorucu bir günün ardından gözlerimde oluşan kırmızı halkaları birbiri içinden geçirmekle meşgulüm. Ekrana bakmakla güneşe bakmak arasında fark kalmamaya başladı. (Vahh vahhh) İzin verirseniz ben gidip göz kapaklarımı seyredeyim biraz. Arada bir dinlemekte gerekiyor değil mi? Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Café Azur : Suna Keleşoğlu |
Çok uzaklarda şimdi…
Otobüs hareket ettiğinde, veda eden elleri cama öylece yapışıp kalmıştı.
Bir daha ne zaman geleceğim? diye düşündü.
Zamana bir veda borcu varmış.
Hep saklardı gözyaşlarını, soranlara yağmur derdi gözlerimi ıslatan.
Yağmura yalan söyleyemezdi.
Kimsesizdi arkasında kalan.
Bir yerlerde olmalıydı. Çantasında bulunamayan bir kalemin yerini alabilir miydi hafızası? Unutmadan okunmuş bir gazetenin köşesine yazılıvermeli şu telefon numarasını. Çoktan unutulmak adına karalanır özensizce.
-Ararım demişti. Hemen inince ararım.
Tutulmayan sözler.
Kaç defa peşinden gelmişti tutmayacağı sözlerle, ayaküstü yeminleri.
Ne dağınığım diye düşündü. Çantamda bir ben yokmuşum.
Ne çok aramışım kendimi, durduğum çizgiye bakmadan ne çok kapı çalmışım. Çok uzakta değil, çantamın içine baksaymışım.
-Kaç defa aldın telefonumu, ama hiç aramadın diye el sallamıştı geride kalan.
Bir daha gelecek biliyorum.
Bir daha geleceğim.
Yine karşılaşacağız
Bir yerlerde değil yine burada, yine aynı gün.
Bir kere daha baktılar birbirlerine hüzünle iki kadın.
Bir otobüs camında değdi özlemleri birbirine. Apayrık duran özlemleri…
Genç olan ağlamamak için tutarken kendini, saçlarında beyazları olan hıçkırıyordu.
Aynı gün, aynı yerde…
Hep aynı sözcüklerle karşılarlardı birbirlerini, sonra aynı kısa cümlelerle vedalaşırlardı.
Biri hep papatyalar taşırdı elinde, diğeri pembe karanfillerle gelirdi.
Renk renk giysilere giydirirdi genç olan bedenini, diğeri siyaha bağlardı eşarbını.
Hiç gülmezlerdi, hiç ağlamazlar…
Gözleri değmezdi birbirine, elleri sadece elleri…
Biri sıcak, biri soğuk…
Daha önce
Hiç tanışmamışlardı, hiç birlikte kahve içmemişlerdi.
Ortak dilekleri yoktu,
Birbirlerine verilmiş sözleri de.
Sadece resimlerden tanımışlardı birbirlerini. Yıllar önce aynı adamın gösterdiği resimlerden.
Ortak düşleri yoktu. Ne yaşama, ne ölüme dair.
Aynı şarkıyı bir kez dinlemişlerdi.
Aynı gün, aynı yolda yürürken hep o şarkıyı mırıldanırlardı…
Yalan, yalan, dünyada…
Sonunu getiremez kendi göz yaşlarına sığınırlardı. Birinin yanağında damlası, diğerinin kalbinde yarası…
Aynı gün olmasa da, aynı yerde olmasa da.
Aynı adamı sevmişlerdi.
Aynı gün kaybetmişlerdi.
Meraklı bir otobüs yolcusu
-Neyiniz oluyor o bayan? diye sordu genç kadına
Sessizlikti yanıtı.
Yine aramayacaktı. Ama yine aynı gün gelip, aynı gün uğurlamasına izin verecekti.
Ne elleri, ne gözleri birbirlerine değmeden aynı mezarın başında duracaklardı…
Kimi ana kız diyecekti.
Kimi iki eski dost.
Kimi gelin kaynana.
Kimi ikisi de sevgilisiydi.
Aynı adam
Aynı gün
Aynı yerde…
Kimbilir belki hep aynı otobüsle geri dönüyordu…
SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
YazıYorum : Leyla Ayyıldız İKİ KÜÇÜK PAPATYA |
|
Küçük bir çocuğun doğum günü partisi için neler gerekir?
Pasta?
Balonlar?
Maytaplar?
Kağıttan süsler?
Konfeti?
Hediyeler?
Evet, evet hepsi hazırdı. Bir doğum günü kutlaması için gerekebilecek her şey... Masa donatılmıştı, az sonra mumlar üflenebilirdi. Ancak kocaman bir eksiği fark ettik. Hem de koskomacannn bir eksik; bu doğum günü için çocuk cıvıltısı yetersizdi.
Yazlığa taşınalı birkaç gün olmuştu. Bizim çocuklar diğer çocuklarla henüz kaynaşamamış, arkadaşlık kuramamışlardı. Teypte neşeli müzikler çalsa da, yeğenim minik Ege'nin doğum günü oldukça keyifsiz geçiyordu. Gerçek çocuk cıvıltıları gerekiyordu bu doğum gününe.
Sitenin bahçesine cıvıltı avına çıktım.
İki gündür onlarla karşılaşıyordum. Yine birlikte oynuyorlardı. Ellerindeki küreklerle toprağa bir şeyler eker gibi yapıyorlar, mırıl mırıl bir şeyler konuşuyorlardı. Tatlı mı tatlı iki kız çocuğu... Yanlarına yaklaştım.
-Ne zaman çiçek açarlar?
-İki gün sonra açacaklar.
-Çiçekleri ne renk?
-Pembe.
Ben de yanlarına iliştim. Ellerindeki çimleri yeniden toprağa dikmeye çalışmalarını izledim.
-Biraz su verelim mi, belki daha çabuk açarlar.
-Tamam, hemen getiriyorum.
Az sonra çiçeklerimizin tamamı dikilmiş ve sulanmıştı.
-Çok yoruldunuz değil mi?
-Evet.
-Karnınız da acıkmıştır sizin... Hmmmm acıkmışsınızzz, hem de çok acıkmışsınızzz... Komacannn bi dilim pasta ve limonata olsa şimdi, ne güzel olurdu değil mi? Anneniz nerede? Ondan izin alıp, bize gitsek. Çok güzel bir pasta yorulmuş küçük kızları bekliyor.
-Annemiz şu an burada değil, babamız var.
Kovalarımızı ve küreklerimizi alıp babaya doğru ilerledik. Geçen gün bize 'hoş geldiniz' diyen amcaydı babaları. Bu iki minik kızın belki dedesi yaşında olabilecek yaştaki bu beyden gerekli izni aldık. Çocukların babası ilgimi çekmişti. 'Genç bir eşi olmalı' diye düşündüm. Ya da? ... Kafam karıştı, kızlar babalarına hiç benzemiyorlardı.
Az sonra evin içi çocuk cıvıltıları ile dolmuştu. Nasıl da kolay kaynaşıyorlar bu çocuklar. Hiç hesapsız... Kızlar çok güzel, kızlar iki küçük papatya...
Coştukça coştular, ne güzel de göbek atıyorlar, nasıl da oynuyorlar... Bizimkiler de artık çok mutlu, işte gerçek bir doğum günü kutlaması bu.
Birden kızların bacaklarına kilitlendi gözlerim. Bu minik papatyaların her ikisinin de kollarında, bacaklarında yanık izleri vardı. Çok derin yanık izleri...
Balonlar patladı, maytaplar söndü, müzik sustu, salon karardı. Bu iki papatya yanmıştı... Boğazımda kocaman bir düğüm, eğlenmelerini izledim.
Doğum günü partisi bitti ve papatyalar evlerine doğru yola çıktı.
Masadaki tabakları toparlayıp, mutfağa götürdüm.
Anneme açtım konuyu; iki papatyanın yanık izlerini konuştuk.
Biliyormuş annem... Yazlığın inşaatı sırasında yaşlı amca ve eşiyle tanışmışlar. Onlar anlatmış.
Çok küçükken evleri yanmış papatyaların. Tüm aile evdeymiş. Babaları hemen, anneleri ise bu iki yavrucağı yangından kurtardıktan sonra derin yanıklara dayanamayarak ölmüş. Bu minik yavrular bir süre kimsesizler yurdunda kalmış. Sonra komşumuz olan bu aile onları evlat edinmiş. Önce birine anne baba olmak istemişler. Ancak, kardeşinden de ayrılacak diğer çocuğa kıyamamışlar...
Sevgili iki minik papatya, bir doğum günü kutlamasının gerçek çocuk cıvıltıları olan sizler... Hala gözlerim dolar sizi, yaşadıklarınızı, yanık izlerinizi anımsayınca. 'İki minik papatya ne zaman açar?' diye sorarım kendime. Sonra yaralarınızı saran, sizi büyüten, sizi sulayan, anne ve babanızı düşünüp; 'iki gün sonra, iki gün sonra' der, onlara sessizce minnetlerimi gönderirim...
Leyla Ayyıldız
Yukarı
|
KONTRA MİZANA : Tamer Soysal |
BÜTÜN DÜŞMANLARA KARŞI
2 yıl önce, 11 Eylül saldırılarını araştırmak üzere kurulan "ABD'ye Yönelik Terörist Saldırılar Ulusal Komisyonu" adlı araştırma komisyonunun son 20 gündür çalışmaları ABD'de gündemi oluşturan en önemli olay. Komisyona "9/11 komisyonu" da deniliyor ve komisyon Cumhuriyetçi ve Demokrat üyelerin eşit sayıdaki temsilcilerinden toplam 10 üyeden oluşuyor. Komisyon çalışmalarını ve üyeleri ile ilgili bilgileri ise "www.9-11commission.gov" adresinde kamuya açıklıyor. Komisyonun çalışmaların son günlerde birden ilgi toplamasının en büyük nedeni ise, Ronald Reagan döneminden bu yana 4 ayrı başkana "Ulusal Güvenlik Danışmanlığı" yapmış Richard Clarke'ın yaptığı açıklamalar ve 22 Martta çıkardığı "Against All Enemies-Bütün Düşmanlara Karşı" adlı kitabı. Kitabı kısa sürede en çok satanlar listesine girdi.1 Richard Clarke ülkesine 30 yıldır hizmet eden saygın birisi. Clarke, Ronald Reagan döneminde Dışişleri Bakanlığında İstihbarattan sorumlu müsteşar, Baba Bush döneminde Siyasi ve Askeri İlişkiler Müsteşarı, Clinton döneminde de "Güvenlik ve Kontr-Terörizm Ulusal Koordinasyon bürosu" kurucusu ve ilk başkanı. Clarke'ın bu saygın yeri ve terörle mücadeledeki tecrübelerini kabul eden oğul Bush'da onu "terörle mücadele koordinatörü" olarak görevine devam ettirdi. Ancak Richard Clarke, Şubat 2003'de istifa etti. İstifa etmeden önce ABD'nin "cyebrspace-siberuzay" savunma planını hazırlamış. Clarke bu konuda "şu anda ABD'nin bir çok kritik altyapısına yönelik öncelikli tehdit, aktif olarak Internet üzerindeki açık topolojisini belirlemeye yönelik çalışan yabancı ülkelerden kaynaklanıyor" diyor.
Richard Clark, çeşitli televizyonlarda2 ve komisyonda 24 Mart'da verdiği ifadesinde3 11 Eylül saldırıları ve Bush yönetiminin ihmali ile ilgili çok ilginç açıklamalar yapıyor. Kitabında ise bu konuyu ayrıntılı olarak açıklıyor. Richard Clarke, ABD'nin yıllardır dış politikasını çizen isimler olarak bilinen ve "şahinler" adı verilen "neo-con" ekibine karşı ağır suçlamalar yöneltiyor. Clark, terörle mücadelede başarısız oldukları için ABD halkından da özür diliyor. Clarke, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra "El- Kaide" nin saldırıları yapan örgüt olduğunu belirtiklerini ancak Başkan Bush'un kendilerine daha ilk günden "Irak'a saldırmak için kanıtlar" üretilmesini istediğini belirtiyor. Aslında bu konu yeni birşey değil.4 Bundan bir süre önce ABD Eski Savunma Bakanı Paul O'Neill'de aynı konuyu belirtmiş hatta daha öte giderek daha 11 Eylül saldırılarından 8 ay önce Ulusal Güvenlik Toplantısında Bush'un "bana Irak'a saldırmak için bahane üretin" dediğini belirmişti. ABD'nin Irak'a saldırmak istemesi gizli saklı bir konu değil. Benim Paul O'Neill ile ilgili 27 Ocak'da yazdığım yazı da belirttiğim gibi5 daha 1998'in başında ABD politikasını yönlendiren şahinler grubunun kurduğu "Yeni Birleşik Devletler Yüzyılı Projesi" internet sitesinde bir mektup 6 ile o zamanki başkan Clinton'dan Irak'a kitle imha silahlarını bahane ederek saldırmasını istiyordu. ABD'nin artan dış ticaret açığı ve zayıflayan ekonomisini de düşünülünce ABD'nin Irak'a saldırmak istemesi doğal. Ancak bunun için 11 Eylül'ü bahane ettiğinin ortaya çıkması, ABD'nin Dünya Politikasında söz sahibi olmak isterken, neleri göze aldığının bir göstergesi. Clarke, Saddam'ın bir diktatör olduğunu ve devirilmesinden memnuniyet duyduğunu ancak ABD'nin terörle mücadele adına, terörizmle mücadeleyi zayıflattığını, asıl terörizmle mücadele edilmediğini, Irak'a saldırının olmayan kimyasal silah bahanesiyle yapıldığını belirtiyor. Yazar, kitabına ismini, meşhur Birleşik Devletler yemininde geçen "against all enemies" ifadesinden esinlenerek bu ismi vermiş. Kitabı yazma nedenini ise, 11 Eylül saldırıları ile olup biten gerçekleri yazmak, terörizmle mücadelede dikkate alınmayan gerçeklerin halk tarafından öğrenilmesi olarak belirtiyor. Richard Clarke, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in "Afganistan'da hiç düzgün hedef yok, en iyisi biz Irak'ı vuralım" dediğini anımsatıyor. Ne güzel, ne de olsa Dünya'ya hakim güç. İstediği yeri işgal etme, istediği halka saldırma hakkını kendinde görüyor. Rumsfeld'in 11 Eylül saldırıları sonrası, El Kaide liderlerinin Afganistan'da olmalarına rağmen Irak'a saldırı düzenlenmesini önerdiğini belirten Clarke, bunu şaka zannettiğini belirtiyor. Clarke, bugünki hükümetin Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice'ı da acemilikle suçluyor. Rice'ın "El-Kaide" ismini hiç bilmediğini belirten Clarke, ne 11 Eylül saldırılarından önce saldırı düzenleneceği ile ilgili gelen istihbarat raporlarınını değerlendirmede ne de daha sonraki süreçte, hükümetin Ulusal güvenlik açısından başarılı bir yönetim sergilemediğini belirtiyor. Clarke, Rice'ın daha 2001 başlarında El Kaide örgütü konusunda uyarıldığını ancak Rice'ın kendilerine inanmayan gözlerle baktığını ve El Kaide sözünü daha önce hiç duymamış gibi olduğunu belirtiyor. Clarke "Bush'un asıl şimdi terör yarattığını belirtiyor ve kim bilir yine seçilirse bu sefer nereye saldıracak diye belirtiyor."
Komisyona ifade veren CIA başkanı George Tenet ise, kendilerine 2001 yılında olağanüstü saldırılar düzenlenebileceğine ilişkin bilgiler geldiğini doğruluyor ancak bu bilgilerin yeterince ayrıntılı olmadığını belirtiyor. Bizim gibi ülkelerde dahi, böylesi ihmallerde 'istifa' veya 'görevden azl' kurumları devreye girer ancak Tenet, 4 uçağın sınırları geçerek ülkenin en güvenli binalarına çarpmasını engelleyemiyor üstelik daha once istihbarat gelmesine rağmen. Dışişleri Bakanı Colin Powell ise komisyona verdiği ifadede özellikle Clarke'ın suçlamalarını reddederken, Bush'un 11 Eylül saldırılarından sonra kullandığı "crusade" yani "haçlı seferleri" sözcüğünü kullanarak kendi mücadelerini tanımladı. Dünya'ya karşı 'insan hakları ve demokrası" nutukları atan ülkelerin, halen 1000 yıl önceki çağdışı ve barbar hallerini devam ettirdikleri zaman zaman bilinçaltlarındaki bu ifadeleri dışa vurmalarıyla daha net anlaşılıyor. Colin Powell bir kaç gün önce yaptığı açıklamasında da Irak'ta kimyasal silahlarla ilgili istihbarat raporlarının yeterli olmadığını kabul ettiğini belirtiyor. Ne ilginç, siz kimyasal silah var diyerek bir ülkeyi işgal edin, binlerce insan ölsün. Hiçbir kimyasal silah bulunamasın. Sonra da "doğru yeterli bilgi yoktu bu konuda" deyiverin.
ABD hükümetinin, bu işteki ihmali ve yönetim kusurları ayrı bir konu. Bunu halk 2 Kasım'daki seçimlerde değerlendirecek. Son günlerde önce Paul O'Neill sonra Richard Clarke ve diğerlerinin bu konuları hızla deşmeleri, beni biraz da şüphelendiriyor. Acaba ABD'deki 'derin devlet' Bush yönetiminin artık fonksiyonunu tamamladığını ve gitmesi gerektiğini mi düşünüyor. Çünkü Richard Clarke'da, ABD'ni yöneten önde gelen isimler Bush, Paul Wolfowitz, Donald Rumsfeld ile birlikte 21 Temmuz 1921'de kurulan ve Derin Dünya Devletinin strateji merkezi konumundaki "Council on Foreign Relations-CFR" yani "Dış İlişkiler Konseyi" üyesi.7 Ayrıca Richard Clarke muhafazakar ve cumhuriyetçi bir kimliğe sahip. Bu kimliği ile Cumhuriyetçi Bush'un seçimleri kaybetmesine yol açacak açıklamalar yapması ve kitap çıkarmasının altında başka hesaplar var gibi geliyor. 2 Kasım'da yapılacak Başkanlık seçimleri öncesi yapılan anketler Cumhuriyetçi aday Bush ile Demokratların adayı John Kerry'nin kıyasıya bir mücadele içinde olduğunu ve 2-3 puanlık fark ile Bush'un önde olduğunu belirtiyor. Böylesi kritik bir ortamda Bush yönetimin yıpratan pek çok söylemin ortaya çıkması hem de kendi güvendiği eski arkadaşlarından bunun gelmesi biraz şüpheli geliyor. Ayrıca 9/11 komisyonu nihai raporunu 26 Temmuz'da yani seçimleri etkileyecek önemli bir tarihte yayınlayacak. Belki de Bush'da Portekiz ve İspanya'da olduğu gibi Irak'a saldırıları savunanlardan biri olarak seçimleri kaybedecek.
Bu konularla ilgili bir diğer önemli açıklamada bir Türk'den geldi. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra FBI istihbarat örgütü için tercümanlık yapan Türk asıllı bir Amerikalı olan Sibel Edmonds İngiltere'de Independent gazetesine yaptığı açıklamada 8 Ulusal Güvenlik Danışmanı Rice'ın ellerinde 11 Eylül saldırıları ile ilgili bir bilgi olmadığı açıklamasını 'yalan' olarak nitelendirdi ve 11 Eylül saldırılarından önce böyle bir saldırı yapılacağının 2001'in bahar aylarında FBI'ın istihbarat raporlarında belirtilerek, gerekli uyarıların yapıldığını belirtti. Ancak bu uyarıların dikkate alınmadığını belirten Sibel Edmonds'un bu açıklamaları da olayı daha iyi anlamamıza yardımcı olacak nitelikte.
ABD, zayıflayan ekonomisini düzeltmek ve "Büyük Ortadoğu Projesi" ile ilgili hedeflerini gerçekleştirmek için yaptığı operasyonun gerçekleri yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Amaç, Orta Doğu'da güçlü bir İsrail ve İsrail'in önündeki engelleri kaldırmak. ABD, önce bu bölgeye yerleşerek petrol kaynaklarından faydalanacak, sonra da buradan Rusya ve Çin'in "Avrasya projesi" ni hayata geçirmesini önlemek için çabalayacak. Nasıl ki Türkiye'nin öncü olduğu D-8'lerin hayata geçirilmesine kayıtsız kalmadılarsa, kendi hakim güçlerini tehlikeye sokacak alternatif güç denemelerini kontrol edebilmek için, bu bölgeye daha yakın olması gerekiyor. Ancak, 'derin devlet' sadece bizde yok. 'Derin devlet' her yerde var ve ABD derin devleti Bush'un misyonunu tamamladığı tezini işliyor. Ancak Bush bu seçimlerden bir kez daha zaferle çıkarsa, bunun anlamı "Evanjelist-Yahudi ittifakı" nın, Birleşik Devletler deki diğer güçlere karşı üstün geldiği anlamına gelecek. Bekleyip göreceğiz.
1 http://www.barnesandnoble.com/bestsellers/
2 http://www.cbsnews.com/stories/2004/03/19/60minutes/main607356.shtml
3 http://www.9-11commission.gov/hearings/hearing8/clarke_statement.pdf
4 http://www.cfr.org/publication.php?id=6902
5 http://www.kmarsiv.com/sayilar/20040127.asp#tamersoysal
6 http://www.newamericancentury.org/iraqclintonletter.htm
7 http://www.cfr.org/bio.php?id=9805
8 http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/04/040402_us_fbi.shtml
Tamer Soysal tsoysal@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
DÜMEN : Sinem Ayla ADRİAN |
|
"Paran olmadığı zaman kirayı ödemeye çalışmak,
bir askeri harekat ile kenti fethetmeye çalışmaktan daha kahramanca"
Kostas Mourselas
Adrian, sen benim en yakın arkadaşımdın. Ne çok şey paylaştık. Ne çok güldük. Ne çok dinlerdin beni...
İki kelimeyi bile yanyana getiremeyen, aksanı bozuk bu kızda neler bulurdun bilmem ama çok severdin.
Hatice'yi hatırlar mısın? Hani kıyafetlerimi değiş tokuş yaptığım Hatice'yi. O da parasızdı benim gibi. Onun ya da benim aldığım yeni bir elbiseyi sırayla giyerdik; bir hafta o, bir hafta ben. Çanta hazırlardık birbirimize. Pantolonlarımızı, kazaklarımızı, eteklerimizi koyardık içine. "Sende kalsın bir süre, giy" derdik .
Ne için yapardık bunu? Üniversiteye gidiyoruz ya, daha şık görüneceğiz. Eksiğimizi, açığımızı görmeyecek üçüncü şahıslar. Alnımız dik olacağız başkalarına karşı...
Benim ilk televizyon maceramı hatırlıyor musun? TRT'den birilerini bulmuştun hani. Kitabımı tanıtsınlar diye. Sevgililerinden yalnızca biriydi programcı kız. Doğru. Çok çapkındın, çok da yakışıklı. 1.92 boyunla efeler gibiydin Adrian. Bu kız da aşıktı sana tıpkı diğer kızlar gibi. Hemen kabul etmişti beni programına çıkarmayı. On dakikalık bir canlı yayın olacaktı ama "on dakika on dakika" demiştin sen. Beraber gitmiştik tanışmaya. Yemek söylemişti kız bize. Ve yemek boyunca ne çok askıntı olmuştu sana.
Kız demişti ki "tam iki hafta sonra, saat dokuz buçukta odamda ol, program onda başlayacak". İki haftayı zor etmiştim ben. Programın yapılacağı sabah Maria'dan aldığım ücretimin bir kısmıyla bir demet çiçek almış, yollara düşmüştüm. Dokuz buçuğa sekiz kala dayanmıştım TRT'nin kapısına. Ne büyük binaydı orası Adrian!
Saat dokuz kırk beş olmuştu ama ortada kimsecikler yoktu. Birkaç temizlik işçisi dışında in cin top oynuyordu yani.
Bir telaş kapladı beni Adrian. Bir telaş ki sorma. Kız cep telefonunu vermişti ama o zaman da cep telefonum yoktu benim. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde dönüp dururken yaşlı bir temizlikçi kadın odaların birinden telefon açmama izin verdi. Telefonu açtım açmasına da ahize elimden düşmüştü Adrian. Bu inek kız, "program yerinde değişiklik oldu. TRT'nin eski binasındayım. Taksiye bin, yetişirsin" demişti.
Taksi parası kim ben kim Adrian. Üzerimde bir tek dolmuş param vardı. Terslik bu ya, eski bina ile yeni bina arası tek vasıta değilmiş. İki vasıta gerekiyormuş. Bunu duyduğumda tam bir şok geçirmiştim. Çaresizlikten yürümeyi bile düşündüm. Ama yürünemeyecek kadar fazlaydı mesafe.
Pes etmek istemiyordum Adrian. Bilirsin beni. TRT binasının bahçesinde pek çok taksici vardı. Birine yaklaştım utana sıkıla. Ve yalan söyledim ona. Ne mi dedim? "Canlı yayına yetişmem lazım. Cüzdanımı evde unutmuşum. Paranızı yarın vermek şartıyla size kimliğimi bıraksam, beni Kavaklıdere'deki stüdyoya yetiştirir misiniz?". Başını acımasızca sallayan pos bıyıklı ayı tek kelimeyle "olmaz" demişti bana. "Olmaz"...
Ve o gün göz yaşları içinde eve dönmüştüm. Seni aradığımda, "Adrian, çok yorgunum" demiştim. "Çok yorgunum"... Olanları sana anlatınca küfretmiştin kıza. B... kız filan demiştin sinirinden. Ve ağzına ne gelirse...
Adrian ben yine aynıyım. Yine uğraşıyorum ayakta durabilmek için. Henüz bir gelişme yok. Olacağı da yok... Ama seni çok özledim...
Söyle bana iki gözüm rahat mısın Adolarate mezarlığında? Biliyorsun mali sorunlar yüzünden yurt dışına çıkamıyorum. Yoksa istemez miydim seni ziyaret etmeyi... Mezar taşını olsun öpmeyi... Ama çok dua ediyorum... Yasin okuyorum benim Katolik dostum için... Ulaşıyor mu sana?
Sinem Ayla
sinemayla@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Serpil Yüzlü |
PARMAK HESABI -2-
O günden sonra sık sık parmak hesabı yapar oldu Latife hanım. Adetâ evli geçirdiği her günü kendi adına bir kazanç, hatta gizli bir gurur vesilesi sayıyordu.
Bu arada Sermet bey hayli zayıflamış, hâlsiz düşmüştü. Geceleri ağrıdan, sızıdan uyuyamıyordu. Hastalığın seyri giderek ağırlaşmaya başlayınca, Latife hanım, günlerini, huzurevi idaresinin evlendikten sonra kendilerine tahsis ettiği, iki odalı küçük dairede, Sermet beyle birlikte geçirmeye başladı. Ona bir ana ihtimamıyla bakıyor, hiç ana olmamasına rağmen, her kadının fıtratında mevcut olan analık hissiyatının en kudretli mertebesiyle üzerine titriyordu.
Yapılan tahlillerin, biyopsilerin neticesi nihayet belli olmuştu. Hastalığın teşhisi konmuştu konmasına ya, pek hayırlı değildi. Sermet beyin vakit kaybetmeden hastahaneye kaldırılması, tedaviye orada devam edilmesi gerekiyordu.
Latife hanım, ne vakittir kendini hazırlamaya çalıştığı bu hakikat karşısında, başına kalın bir tokmakla vurulmuş gibi sendeledi. Ne kadar yazgısına boyun eğmiş, bu hastalığı kabullenmiş görünse de, içinde hâlâ gizli bir umut kırıntısı taşıdığı muhakkaktı.
Birkaç gün içinde huzurevi idaresinin nezaretinde hastahaneye yatırıldı Sermet bey. Latife hanım haftanın bazı günlerinde ziyaretine gidebiliyordu ancak.
***
O gün Latife hanım güzelce hazırlandı. Ziyaret saati yaklaştıkça heyecanlanıyor, sevdiğiyle buluşacak bir genç sevdalı gibi yüreği hızla çarpıyordu.
Arabada giderken yine bir parmak hesabı yaptı yaşlı kadın. "9 ay, 12 gün olmuş" diye geçirdi içinden. Neredeyse bir yıl dolmak üzereydi. Yaklaşan yıldönümü, yüreğinin sakin sularını kaynatıvermişti biranda. İçindeki ses, kulaklarda hoşluk tesiri yapan ahenkli bir melodi gibi, varlığının tüm zerresini ince ince titretmişti. Şimdi Sermet beyi her vakitten ziyade görmek istiyordu. Müşterek hayatlarının bu en önemli gününü hatırlatarak, aynı hislerin onda da hâsıl olduğunu görmek ve bu havadisle o matemli havayı dağıtıvermek için sabırsızlanıyordu.
Hastahaneye kadar bu fikirler eşliğinde geldi. Ağır adımlarla, Sermet beyin odasının bulunduğu kata çıktı. Oda kapısına geldiği vakit duraksadı, azıcık soluklanıp tıklattı kapıyı. İçeriden ses gelmesini beklemeden yavaşca açtı. Sermet bey yatağında uzanmış, kıpırdamadan yatıyordu. Latife hanımı görünce donuk bakışları canlandı yaşlı adamın. Bîtap vaziyetine aldırmadan doğrulmaya yeltendi yerinde.
Latife hanım atıldı, doğrulmasına yardım etti Sermet beyin. Yastıkları arkasına güzelce sıkıştırdı.
"Rahatsız olmasaydınız Sermet bey'cim. "
"Rahatsızlık ne demek efendim! Ben de sizi bekliyordum. Neredeyse gelir diyordum kendi kendime."
Latife hanım tebessüm etti. Buruşmuş yanaklarına hafif bir pembelik yayıldı bu sözlerle. Sermet beyin yatağının kenarlarını derleyip düzelttikten sonra, yatağın kenarına bir sandalye çekti.
"Nasıl hissediyorsunuz kendinizi Sermet bey'cim?"
Bu sorunun yanıtını, Sermet beyden evvel kendi gözleriyle anlamak istercesine farkettirmeden tetkik etti yaşlı adamı. Gözlerinin altındaki mor halkalar daha bir genişlemiş göründü gözüne. Karanlık, kuytu bir çukur hâlini almıştı sanki. Yüzü incelmiş, küçülmüştü. Kuru bir tahtayı andıran bedeni ise yatağın içine gömülmüş, öylece hareketsiz duruyordu. Bütün bunların arasında hastalığa mukavemet eden, belki de canlılık belirtisi gösteren tek şey gözleriydi. Gözlerinin içinde sanki uçmaya hazırlanan küçük, ürkek bir kuş gri kanatlarını çırpıyor gibiydi.
Yaşlı adam fısıldar gibi bir sesle konuştu.
"İyiyim Latif'anım'cım, beni merak etmeyin."
"Canınızın çektiği bir şey, yahut yapılmasını arzu ettiğiniz bir ihtiyacınız var mı?"
"Yok efendim, sağolun."
Yaşlı kadın, kendi gözlemlerinin olumsuz tesirinden çabucak kurtuldu bu sözlerle. Az evvel teşhis ettiği vaziyeti, hastalığın kudretine hükmetti. Böyle bir hastalıkta, öyle kolay kolay toparlayamazdı insan kendini. Biraz zaman geçmesi gerekliydi elbet!
Yaşlı adam ise kendinden umudu kesmişti. İyileşmesinin mümkün olmadığını, burada yapılanın, o hazin sonu biraz daha geciktirmek olduğunu düşünüyordu. Lâkin Latife hanımın bu duruma hazırlıklı olmaması, onu endişelendiriyordu. Latife hanım, vaziyetini teşhis etse bile umudunu hiç yitirmiyor, müşterek hayatlarından, ileriye dönük güzel günlerden bahsetmeye devam ediyordu. İşte şimdi de bir kedi munisliğiyle yanına sokulmuş, gayet saf ve masumane bir edayla evlilik yıldönümlerinin yaklaştığından bahsediyordu. Bunları kendisinin moralini düzeltmek için söylüyor olamazdı. Öylesine doğal ve samimiydi ki, yaşlı adamın inanacağı geliyordu söylediklerine.
Sermet bey, son zamanlarda ölen karısını düşünür olmuştu. Vakitsiz ölümünün ardından duyduğu o derin ve koyu ıstırabı hatırladıkça, Latife hanım geliyordu aklına. Bir vakitler o, nasıl ki o nazenin yâre vurulmuş, onun acısını yıllarca gönlünde taşımıştı, bu kadıncağız da...
"Siz beni dinlemiyorsunuz Sermet bey'cim."
Sermet bey kendine geldi bu sözlerle. Kafasını meşgul eden bu mesele üzerinde düşünmeyi bir başka vakte erteledi.
"Affedersiniz efendim, dalmışım."
"Ne düşünüyordunuz?"
Sermet bey evvela ne cevap vereceğini bilemedi bu soruya. Tam makul bir mazeret bulup söylemek üzereyken hemşire girdi odaya. Mütebessim bir ifadeyle yanına geldi yaşlı adamın. Gerekli kontrolleri yapıp, ziyaret saatinin sona erdiğini hatırlattı Latife hanıma.
Latife hanım hazırlandı. Sermet beyin mor damarlı, kalın ellerini tutup gözlerinin içine baktı. Bir arzusu olup olmadığı sorusunu yineledi. Bir dahaki gelişine kadar daha iyi olması temennisiyle usulca ayrıldı yanından.
***
Latife hanım huzurevi kapısından içeri girip, kendi dairesine yöneldiği anda garip bir hissiyat belirdi içinde. Biraz sonra gireceği o kapının ardında, kendini bekleyen birinin olmadığını bilmek huzursuz etti onu. Ürperdi. Sermet beyle evlendiğinden bu yana, unutmuştu yalnızlığın ne demek olduğunu. Kapıyı açtı. Sessizce içeri girdi. Üzerini değişmeden, kendini kanapeye bıraktı. Gözlerini karşıya dikti. Bir müddet ne düşüneceğini bilmez halde boş boş seyretti duvarı. Tıpkı yola çıkıp da nereye gideceğini bilmeyen avareler gibi, tembel tembel dolaştırdı bakışlarını etrafta. Sonra ziyaretinin her bir ânını tekrardan yaşamaya koyuldu.
Sermet bey ne kadar durgundu öyle. Sanki bedeni oradaydı da ruhu başka yerlerdeydi. Dinler görünüp dinlemiyordu aslında. Yıldönümü bahsinden dahi yeterince heyecan duymamıştı. Beyhude yere paylaşmıştı bunu onunla.
Latife hanım Sermet beyin bu hâlini hastalığına bağladı yine. Sonra bunu idrak etmekte geciktiği için kendisine kızdı. Onun durumu farklıydı. Yatağa bağlı, hasta bir adamın, yaşama, yaşamın zevklerine, eğlencelerine kendisi gibi bağlanmasını nasıl bekleyebilirdi! Üstelik bunda cinsî ayrımların da payı vardı kuşkusuz. Bir erkek, hiçbir vakit bir kadın kadar ince, duygulu, hassas olamazdı. Böyle nazik mevzularda, erkeklerden, kadınlarla aynı hisleri taşımalarını, aynı heyecanı duymalarını beklemek aptallıktı!
Yaşlı kadın tebessüm etti. Bu meseleyi zihninde böyle kolaylıkla çözüvermesine memnun olmuştu. Kalktı, üzerini değişti. Az sonra yemek anonsu yapılırdı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra, aynada kendini tetkik etti bir süre. Sermet beyin ölen karısını düşündü. Nasıl bir kadındı acaba? İsmi neydi? Nasıl evlenmişlerdi? Neden hiç çocukları olmamıştı? Zihninde, cevabını bilmediği bir yığın soruyu ardı ardına sıralarken, hafif bir haset duygusunun gizli gizli içini kemirdiğini hissetti. 'Biz kadınlar' dedi, 'öyle garip mahlûklarız ki, sevdiğimiz adamın ölmüş karısını kıskanacak kadar ileri gidebiliyoruz bazen!'
Sonra daldan dala konan kuşlar misali, çabucak bir başka yöne kaydı düşünceleri. Evlilik yıldönümlerini hatırladı. O vakte dek muhakkak iyileşmiş, toparlanmış olurdu Sermet bey. Birkaç gün evvelinden çarşıya çıkarlar, baştan ayağa donanırlardı. O akşam da yeni esvaplarıyla başbaşa yemeğe giderlerdi belki. O sırada yemek anonsunu duydu. Zafer kazanmış kumandan edasıyla, omzundan eksik etmediği şalını alıp usulca çıktı kapıdan.
***
Günler birbiri ardınca geçiyordu. Latife hanımın hesabına göre "10 ay 2 gün" geçmişti evlenmelerinin üzerinden.
O gün yine ziyaret günüydü. Sermet bey son zamanlarda, evvelki hâline göre daha iyi görünüyordu. Yüzüne gözüne renk gelmiş, ağrıları, sızıları azalmıştı. Her ne kadar doktorlar kat'î bir şey söylemiyor idiyseler de, görünen köy kılavuz istemezdi ya! Belki de çok az bir zaman sonra taburcu edilecekti. Latife hanımın sakin yüreği, bu ihtimalle hafif hafif dalgalandı. Suya atılan bir taşın oluşturduğu halkalar gibi, yaşlı kadının yüreğinde de bu düşünce, giderek genişleyen saadet halkaları hâsıl etti. Eski bir Rumeli türküsü tutturup hafif hafif mırıldanmaya başladı.
O sırada kapısı birkaç kez tıklandı üst üste. Latife hanım, düzeltmekte olduğu yatağını bırakıp kapıya gitti. Karşısında, huzurevi müdürüyle, çalışanlardan Sermet beyin refakatçisi Feyza isimli genç kadın duruyordu. Yaşlı kadın, Feyza'yı görünce kollarına atıldı hemen.
"N'oldu Feyza, neden bıraktın Sermet amcanı? "
Az evvel aklından geçenler hakikat olmuştu herhalde. Cevabını beklemeden neşeli bir haykırışla atıldı yine.
"Yoksa...Yoksa taburcu mu ediyorlar Sermet amcanı? Konuşsana yavrum, neden susuyorsun?"
Karşısında duran bu genç insanın cevap vermeye dermanı yoktu. Huzurevi Müdürü araya girdi.
"Sakin olun Latif'anım! İçeri geçelim, konuşuruz."
Latife hanım, birdenbire gösterdiği bu haddinden fazla tepkinin farkına varıp mahcup oldu. Usulca yana çekilip yol verdi.
"Affedersiniz Müdür bey oğlum! Bir an için kendimi kaybettim. Buyrun, geçin içeri."
Hepsi kanapeye yanyana dizildiler. Müdür bey söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Gayet ihtiyatlı, yanındaki genç kadını da bakışlarıyla uyararak konuya girdi. Kocasının bu sabaha karşı Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu, yüzünde bahtiyar bir ifadeyle bu dünyayı terkettiğini yavaş yavaş anlattı yaşlı kadına.
"Hepimiz bu fâni dünyanın bir yolcusuyuz Latife hanım! Er veya geç aynı akıbet bizlerin de başına gelecek... Metanetli olmamız, sabırla tevekkül etmemiz gerekiyor..."
Uzun uzun konuştu adam. Latife hanım usulca dinledi söylenenleri. Ne bir haykırış, ne bir söz, ne bir gözyaşı... Tıpkı bir heykel gibi duruyordu kıpırdamadan. Aklından neler geçiyor, neler hissediyor tahmin edilemiyordu. Kurşunî bakışları bir noktada kilitlenmiş, yüzü kaskatı kesilmişti. Müdürle genç kadın ürkek bakışlarla gözlerini üzerinden ayırmıyorlar, endişeyle onu izliyorlardı. Ne kadar zaman geçmişti böyle, hatırlamıyorlardı. Nihayet Latife hanımın dudaklarından, bir dua mırıldanırcasına birkaç sözcük döküldüğünü duydular.
"10 ay 2 gün!"
Yaşlı kadın bakışlarını kaldırdı, tebessüm etti. Parmaklarını bir bir saydı ve tekrar mırıldandı.
"10 ay 2 gün!"
O günden sonra yaşlı kadın sık sık hesap yapar ve hesabın sonunda hep aynı sayıları bulur oldu.
Bitti...
Serpil Yüzlü
Yukarı
|
Arthur'un Atelyesi : Ahmet Öztürk |
Dönüp Dolaşan Hikaye
I.
kara tahta, sıralar ve okulun merdivenleri aşınmakta
kitaplı eller beynimi kucaklamaktaydı
bir yığın ders, iki yığın yıl, gurbet
aralarında sen
sana gelene kadar
arayışımın dayanaklarında
arzuladığım geçmişim
sıfırdan bire ise sevemiyordum şiiri bile
birer birer yağmurlar birikmekteydi yerküreye
tutsak öyküme ilerledim geceler boyu
sessiz ve iz sürerek avcı gibi
sen bağlanmış bir düğüme kördüğüm
kalabalıklarda bir sabitlik gibi durmaktaydın
sağın dolu
solun cümbüş...
seyr-ü sefer eyliyor, baharı bekliyordum
birbirimizi göremeyeceğimiz bir karambolde
susuyor ve yürüyorduk birgün koşacakmışcasına haykırarak
çocukluğumdan yansıttıkların öz aynama
dirsekli anımsamalar ve dolan boşluklarım
oysa ne gözlerin değdi
ne sözlerin gazel
ben sana vurulmam derken
sen beni vurmuştun
atlas geceleri yaşıyordum öte yıllarda
ötedeki yollarda
sense başka kollarda
'sen' diyordun seni ve senin hiç bitmeyecek kışını anlatırken
sesini ahizeye hapsedip sabahları bekliyordum
kulağım telefonda, yüreğim bilmem kaçıncı boyutta
iki ses yoğruluyordu
hayattı, aşktı, mizahtı
bir de masallar kahramanıymışız gibi
güzelliğinin ötesinde aradığım
ve görüp de oturamadığım tahtı
ah bir bilseler kan çıkar aşk bağında
sözleştik ilk başladığımız yerde buluşmaya
ardına gördüğümde seni
dönüyorduk İstanbul'a
yolları çiğnedik
omzunda uyudum bir dünya döndü
benim olacaktın umudum vardı
başka bir sıcağa sıcaklığımdan alıp bıraktım seni
oy dilsizim (*) umudum ağlayan çocuktu
ve koptuk salkım salkım sesten, haberden
işte o zaman kazıdım seni
kan oturarak yüreğimden
o kanı ve o revanı ne ben bilirim
ne de sen...
bir garip yürek bilir
II.
yeni bir hayatı ve eksilmiş bir yüreği yeğlerken
kaçış rüzgarına kapılmışken dolu dizgin
set çektin rüzgarıma
rüzgarlı bir bank akşamında
sabahı bulduğumuzda
bir kadın bir erkek uyanmıştık
bir kadın mahcup
bir erkek sarhoş
sana ve milyarlarca renge vurdum kendimi
toparlanman, tanımlaman lazım geliyor
bir erkeğe vız gelip tırıs gidiyordu
sen toparlandıkça ben dağılıyordum
hep tedirgin hep yanımda hep yaralayandın
beni ve bir garip yüreği
gittin bir gün ve peşine yirmi gün
ve koptuk salkım salkım sesten, haberden
kainatı serdim yüreğime seni bastırsın diye
kazıdım seni kan oturarak yüreğimden
biliyorsun işte ne ben ne de sen...
olanları bir garip yürek bilir
III.
oysa yasaklardan kurtulmaya çeyrek vardı
saatini durdurdun
şimdi hangi zamanın,
hangi geçmişin,
hangi sevdanın bizi ateşleyeceğini biliyor muyuz?
her ağzını açışın, salınışın
hep şaşırtmayan süreci aklıma damgalıyor
bu damgalayış hırçın dalgalara
yıkılmaz dağlara, şaşmaz hayata vız gelecek
sevebiliyorum diyemem seni
sevmek kolay sevebilmek zor
yaşanan ve elde edilmeyen çok şey
olmazı sahneleyecek ve perdeler inene dek böyle olacak
bunu bir yetim gibi kabullenmeliyiz
ne ağlamalı ne gülmeli
dimdik olmalı
içimiz yangın çıkarmalı
dışımız ayaza çalmalı
ve her şey bir sonu bulmalıdan öte bulacak
hatta sesler vuracak kulaklarımıza
hatırımıza vurmayacak hiçbir ses zerresi ve anılar
öylece yaşandığın yerde kalacaksın ve de kaldın
bir yanlışı omuzladık yere çöktük
bu günah beynimizi döndürecekti
bak o da oldu
bu şiiri içimde sen bittiğinde
ya da ölüm çizgi çektiği zaman bitirecektim
işte şimdi bitiriyorum
yaşandığın yerde kaldın içimde
bilinmezlikteki sen etkisiz elemansın artık
Ahmet Öztürk
Yukarı
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.327 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
HAYATA DAİR
Fırtınaya kürek çekmeyeceksin güzelim,
Akışa da bırakmayacaksın...
Dimdik ayakta durabilmek için
Yaşama sarılacaksın...
Tabii ki hayat girdaplarla doludur,
Gel-gitler de yaşanacak mutlaka,
Ama hiçbir zaman yitirmeyeceksin umudunu.
Umut yaşamın kaynağıdır unutma!
Her güne yeni bir aşk gibi sarılmalı,
Hedef olarak seçtiğin her güzellik,
Varılacak noktadır varılmalı!..
İşte o an yenilersin kendini,
Güneş gibi parlar o tatlı yüzün,
Bir kumandan edasıyla yürürken
Söylenirsin;
Elveda dünlerim,
Elveda hüzün...
Hayri Yücel
Yukarı
|
Verilmiş sadakası varmış ayolcum!...
Yukarı
|
Bir DAVETİYE'niz Var
Biricik sevgilimiz KAHVE MOLASI'nın; 2.seneyi devriyesi olan 17.Nisan.2004 tarihinde düzenlenecek olan kutlama töreninde, siz değerli OKUR'larımızı da aramızda görmekten büyük mutluluk duyacağız. Gönül isterdi ki abonelik gibi beleş olsun ama yine de bu devirde sadece 35 milyon TL. ödeyerek katılabileceğiniz daha güzel bir kutlama ne olabilir ki ?
Haydi birer-ikişer GELİNİZ,
Üçer-beşer şeref VERİNİZ,.
Oynamayan gelin dese bile yenimiz DAR,
Hepinize fazlasıyla yetecek yerimiz VAR...
Bu enfes gecede; Ordövr Tabağı, Ara Sıcak, Seçmeli Köfte/Piliç/Mezgit, Salata, Seçmeli Meyve/Tatlı, Limitsiz Yerli İçki ve 2.Yıl Pastası var. Ayrıca; klavyede Suavi, vokalde Mukadder var. Dahası da var :
EDİTÖR'ünüzü görmek her zaman olduğu gibi Beleş... :-))
Diğer YAZAR dostları da ikna ettik, onlar da kelepir...
Yer : Ataşehir / İSTANBUL
Bir mesaj atmanız yeterli : editor@kmarsiv.com
Telefonunuzu ekleyin ARAYALIM,
Sandalyenizi önceden AYARLAYALIM
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://www.istfest.org/film http://www.istfest.org/film/cizelge/
10-25 Nisan tarihleri arasında 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali var. Bu konuda geniş bilgiye ulaşabileceğiniz adresler. Hepinize iyi seyirler.
http://www.suhaderbent.com/giris/photos/photos.html
Süha Derbent: 17 yıldır profesyonel gezi fotoğrafçılığı yapıyor. Sırasıyla; Cumhuriyet Gazetesi, Atlas Dergisi ve Marie Claire Dergisi'nde gezi fotoğrafları çekti. Bir Numara Hearst Yayıncılık bünyesinde yayınlanmakta olan Gezi National Geographic Traveler Dergisi'nde iki yıl boyunca Görsel Yönetmen olarak çalıştı. Derbent İskandinavya'dan Madagaskar'a, Sri Lanka'dan Kanada'ya kadar 45 ülke gezdi. Son yıllarda çalışmalarını, nesli tükenmekte olan hayvan yaşamlarının fotoğraflanmasına yoğunlaştırdı. Son yedi yıldır vahşi hayvan fotoğrafçılığı alanında uzmanlaştı. Derbent'e bu çalışmaları sırasında destek veren firmalar arasında; Türkiye'den Emirates Airlines, Emirates Holidays, Güney Afrika Cumhuriyeti'nden, Wilderness Safaris, Holiday Africa, Wilson Collins yer alıyor. Uzmanlık alanı olarak büyük kedi.
http://www.turkudostlari.net
...Selam yaz dostlara mektup dolusu, Sağ olsun, var olsun Türk'ün ulusu, Tükenir mi bu dünyanın delisi, Kimi lehte söyler kimi aleyhte, İnce fikirlerim, keskin sözlerim, Sizler gibi ben de sizi özlerim, Adımlarım doğru, belli izlerim, Fikrim nazarlarda, düşüncem bende, Gelip dünyaya kim kalmış nerde, Gelenler gidiyor, kalmak yok burda, Dostunan aradan kalkınca perde, Veysel der, hedefim doğru bir nokta. Aşık Veysel Şatıroğlu...
http://www.egos.com.tr/swf/oyun.swf
Egos tarafından hazırlanmış olan web sitesi. Bu sitenin en eğlenceli sayfası ise oyun sayfası. Elinizde bir kavanoz jöle bozuk saçlıların peşinde dolaşıyorsunuz. Yakaladığınızı tıklıyorsunuz.
http://www.ada.net.tr/cocuk/elisi/elet_7.html
Siz hiçsüngerden kedi yaptınız mı? Ben ilkokulda yapmıştım :)) ...Dikdörtgen sünger baş ve gövde ayrılacak şekilde iple bağlanır.Kedinin kulak ve ayaklarına gelecek koşeler de bağlanır. Gözlerine boncuklar dikilir. Ağız, burun ve bıyıkları gazlı kalemle çizilir. Boynuna kurdele bağlanır...
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Burrrn v1.10 [2110K] Win2k/XP FREE
http://www.apehaus.com/burrrn/
Bilgisayarınızda dinlemekten zevk aldığınız mp3'leri bir de CD'ye yazıp normal Audio CD olarak dinlemeye, özetle kendi CD nizi yaratmaya ne dersiniz. Kullanımı son derece kolay olan bu program üstüne üstlük bedava. Sürükle bırak yöntemi ile hazırlayacağınız CD'leri heryerde kullanabilirsiniz. Tabiki CD yazıcınız ve boş CD'niz olmalı:-)) Müzik dostlarına tavsiye olunur.
Yukarı
|
|
|