KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Bir Ekart = 1 Gün
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 489

 22-23 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Ece Özbatur


'O EN DEĞERLİ , O EN GÜZEL İNSAN'

Yine bir Pazar sabahı penceremden baktığımda gördüklerim aynı. Ateşler, bombalar, kaçanlar, çığlıklar. Bu bir vahşet ve vahşetin ortasında çocuğu için çırpınan bir yürek.

Sarışın bir çocuktu. Sadece saçları görünüyordu annesinin pardesüsünün altından. Bir kızdı benim gibi. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu, dışarı çıkmak istiyordu, bunalmıştı. Oyun sanıyordu herşeyi. Sonunda annesinin bir boş anını yakaladı.

Koştu, koştu yanan arabanın önünde durdu. Annesinin o kulakları sağır eden çığlığı ve ateşin çocuğun gözündeki yansıması savaşın can yakan yüzünü gösteriyordu. Birden herkes, herşey sustu, ölüm sessizliği kaplamıştı etrafı. Herkes çocuğun yapacağı hareketi bekliyordu. Kadın dayanamadı, koştu yakaladı çocuğu. Bir ses duyuldu. Sesin ardından duman ve kadın uzanmış yatıyordu, alnından kan sızıyordu, ölmüştü. Çocuk ağlıyordu.

Ansızın annem girdi odaya, perdeyi çekti, beni koynuna aldı. Ağladı. Beni korumaya çalışıyordu. O an 3 hikaye vardı: Kulaklarımda, beynimde ve ellerimde...

'Annenin o dayanılmaz çığlığı, dünyanın herhangi bir yerinde bir parkta elele gezen anne ile çocuğu ve en son olarak benimki, kollarımdaydı.' Sarıldım hiç bırakmamak üzere.

Ece Özbatur

Yukarı

 Editör Yamağı : Bayramımız kutlu olsun...


Merhabalar,

Efendim malumunuz yarın 23 Nisan neşe doluyor insan. Adet olduğu üzere bir yarının büyüğü cancağızım ile yerimi değiştim. Belki dikkatinizi çekmiştir, bu sayımız 2 günlük. Kahvecilerin büyük kısmının resmi ya da gayrıresmi tatil yapacağı varsayımıyla yarın gazetemiz çıkmayacak. Bu tamamen teknik ve taktik bir zorunluluk. Genellikle işyerlerinde okunan gazetemizin iadesi tatil günlerinde ayyuka çıktığından, birbirinden güzel yazılarımızın heba olmaması için bir günlük ara veriyoruz. Sizler de çocuğunuzu, kardeşinizi, yeğeninizi, kuzeninizi, o da yoksa komşunun çocuğunu kapıp, doğru 23 Nisan şenliklerine gidiyorsunuz. Çocuk bulamazsanız kendinizi götürüyorsunuz. Çocukla çocuk, büyümüşken çocuk olmanın zevkini yaşıyorsunuz.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

9 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 Deniz Fenerinin Güncesi: Seyfullah Çalışkan


BAHARA AYIP, NİSANA YAZIK

Bir telaş, bir koşuşturmaca sormayın gitsin... Sanki bütün dünyanın yükü bizim omuzlarımızda. Sıkıntımızın biri bitmeden diğeri başlıyor. Ne kadar koşturursak koşturalım yetişemiyoruz. Sıkıntı, dert, sağanak sağanak üzerimize yağıyor. Akşam olup eve döndüğümüzde parmağımızı kımıldatacak halimiz bile kalmıyor. Televizyonun karşısındaki koltuğa boş çuval gibi yığılıp kalıyoruz. Canımız yemek bile istemiyor. Evdekilere “Eee ne var, ne yok? Gününüz nasıl geçti?”diye sormaya bile üşeniyoruz.

Kendi halim neyse de son günlerde insanlara hal hatır sormaya çekinir oldum. Herkesin sıkıntısı, derdi başından aşkın. Bir dokun bin ah işit... Keyfi tıkır, neşesi yerinde birini, mumla arasan bulamazsın. “Annem hasta, babam ameliyat oldu, kız kardeşim eşinden boşandı, iş yerim söz verdiği zammı yapmadı. Zam alacağım diye bir kaç kuruş borçlanmıştım. Şimdi resmen şapa oturdum. İçim sıkılıyor. İmdat, boğuluyorum diye bağırasım geliyor.” Bir tek kişiden güzel bir cümle duysam kelime ilaç yapıp süreceğim. Sanki insanlar en dertli benim, en derin bunalım çukurlarına ben düştüm yarışı yapıyorlar.

Lütfen beni yanlış anlamayın. Kimseye, gündelik, olağan sorunları çok abartarak yansıtıyor falan demiyorum. Hepimizin kötü dönemleri, rüzgarın sürekli tersten estiği, aksiliklerin üzerimize çullandığı zamanları olmuştur. "Biraz daha sık dişini. Hepsi geçip gidecek. Sen bunun gibi ne sıkıntılar gördün? Bununla mı baş edemeyeceksin?" demekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Hadi paraya sıkışana üç beş kuruş borç verip rahatlatabiliriz ama diğer sorunlar için teselli edebilecek bir kaç cümle söylemek dışında yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Kitaplar sorunlarımızla baş edebilmek için genellikle yaşama iyi yanlarından bakmamızı söylerler. Hatta bazıları sorunlarımızı öncelik sırasına dizip sistematik bir mücadele yöntemi önerirler. Olumlu yaklaşımlar ve abartılı iyimserlik önerileri akıllıca olsa bile bazen tepemizin atmasına neden olur. "Söylemesi kolay! Sıkıysa gel de sen bu sıkıntılarla baş et de görelim!" demekten kendimizi alıkoyamayız. Çünkü açık açık "Bazen yaşam ve zamanın getirdikleri bizi yenecektir." diyemezler. "Bu sefer fena halde köşeye sıkıştınız. Yapabileceğiniz hiç bir şey yok. Canınız yanacak ve bu acıyı yaşamaktan başka elinizden bir şey gelmeyecek "diyemezler. "Madem yüzme bilmiyorsun, ne işin var kavak ağacında?" demek kitapların doğasına aykırıdır.

Çok sevimsiz bile olsa, onlarca kez yenilmek, sıkıntılara katlanmak, acılarımız azalsın diye zamanın belleğimizdeki anıları soldurmasını beklemek gerçeğin kendisidir. Ben, çok sevdiği annesini, babasını, kardeşini, eşini, arkadaşını, sevgilisini, işini veya mülkünü yitirmemiş, yitirmenin ne olduğunu hiç tanımamış biriyle henüz karşılaşmadım. Bizim için baş edilmez olan bunlardan bir kaçının bir arada karşımıza çıkmasıdır.

Okuduğum bir yazının da dediği gibi yaşam hep aksilikler ve terslikler toplamı değildir. İnsanın şikayet etmeye ve yakınmaya eğilimli doğasını küçümsememek gerek. Herkesin mutlaka güzel günleri olmuştur. "Okulunuzu bitirip diplomanızı aldığınız, askerden dönüp sevdiklerinize kavuştuğunuz, bir kızın size evet dediği, yeni doğan bebeğinizi ilk kez kucağınıza aldığınız günler olmuştur." Sıkıntılar ömrümüzü sevinçlerimiz gibi süslemeye devam edecekler.

Can DÜNDAR bir yazısında aşka nasıl ayıp ettiğimizi anlattı. Şimdi de hep birlikte kederli şarkıların boynuna sarılıp ağlayarak bahara ayıp ediyoruz. Yağmur, bulut, çiçek, dal, kelebek demek küçümsenir oldu. Ucuz romantizm, kof iyimserlik, hormonlu ve zorlama bir coşku hali gibi kabul görüyor...

Oysa mevsim bahara, takvim Nisan’a gelip çatmış. Kim ne derse desin. Şeftali ağaçlarını çiçeklerle bezenmiş gördüğüm zaman ben kontrolümü kaybederim. Dal, yaprak romantizmi; kuş, böcek şapşallığı gibi yorumlasanız bile umurumda değil. Üç gün yüzünü gösteren güneş, birkaç gün peş peşe ılık esen lodos, doğayı tepeden tırnağa başka renklere boyayıverdi. Sabah biz uyanıp daha yollara düşmeden önce sanki sihirli bir el gelip her şeyi değiştiriyor.

Büyümek, koca koca herifler olmak, adamdan sayılmak derdine düşüp kendimizi fazlaca baskı altına aldığımızı sağır sultan bile duydu. Biz hala anlamazdan gelmeyi sürdürüyoruz. Dal dal yaprak ve çiçekten devşirdiği renklerin, en parlak, en canlı tonlarıyla kendini yeniden yaratan doğa hepimizin kanına karışıyor. Basın açıklaması yapan cumhurbaşkanlığı sözcüsü ciddiyetindeki ifademiz yüzümüzde çok yapmacık duruyor. Bahara tepkisiz kalmak, “bana ne” diyebilmek gibi bir seçeneğimiz yok.

Öğlen vakti yemekten sonra işe başlamadan sokaklarda kısa bir yürüyüş yapma isteğinizi engelleyemezsiniz. Eliniz mahkum çıkıp dolaşacaksınız. Belki de en yakın parka gidip oturmak isteyeceksiniz. Ceketi ne zaman sırtınızdan çıkarıp kolunuza attığınızı bile unutacaksınız. Yeni filizlenen yaprakların arasından sızan güneş göz açıp kapayıncaya kadar tiril tiril gömleğinizi geçip koynunuza akacak, bahar kanınıza karışacaktır. O öğlen işe dönmek size her zamankinden biraz daha zor gelecektir. Hatta geçerli görülebilecek bir bahane yaratıp işten tamamen kırmayı düşüneceksiniz.

Bahar ve aşk, tencere kapak gibidir. Nisanda bizi aşka mecbur eden bir sihir vardır. Bütün sokaklar ya yeni bir aşka, ya da eski aşkların hüzün kokan anılarına çıkar. Dinlediğim aşk öykülerinin çoğunda Nisan ayından "aşkın halden anlamaz, söz dinlemez" zamanı diye bahsedilir. Cemrelerin ardından aşka düşen insanlar için ‘sürücü hatasından kaynaklanıyor’ deyip okuyucuyu kandırmak niyetinde değilim. Mevsimin, sarhoş etmek, aklımızı çelmek, en hazırlıksız zamanlarımızda bizi tuzağa düşürmek gibi kötü huyları var.

Bana biraz kantarın topuzunu kaçırma hakkı tanırsanız " Bahar bitmeden bir kez daha aşık olun; yağmurda ıslanın ve tuzağa düşün." derim. "Ben bu filmi görmüştüm. Hiç işim olmaz. Bu saçmalıklarla uğraşacak vaktim yok. Kırkından sonra da olmaz ki canım..." diye kendi kendinize söylenmekten vaz geçin. Fazla gök kuşağı göz çıkarmaz. Hadi ama... Bahara yazık, Nisana ayıp oluyor.

Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz

Yukarı

Seda Demirel

 Pratisyen Kahveci : Seda Demirel


   EJDERHA

İçeriye giren dört delikanlıyı arkalarından kırmızı bir dere takip ediyor.
Saat 04:00, sabaha karşı. Acil giriş kapısı sakin, sessiz.
Bu saate kadar çok acil bir durum yaşamadık diye konuşurken içeri girmeleri ironik bir durum.
Bir an bakakalıyorum çünkü bu kadar kanı yürüyerek giren hiç bir hastada görmedim.
Abondan, massif gibi kanamalardan bahsedilir. Çok kanamak yani.
Bu gençlerin hepsi baştan ayağa kana bulanmış.
Kimin kanadığını dahi seçemiyorum.
Sedyeyi beklemeden çocuğu Cerrahi Müdahale odasına uçuruveriyorlar.

Kapı sakin.
Aklım çocukta.
Polis memurları giriyor içeriye, durumu izah ediyorlar.
Taksi durağında bir bıçaklanma olarak gelmiş onlara haber. Onlar da fazla ayrıntıya hakim değiller yani. Bu dört gençten sadece biri bıçaklanmış. Memur bey yüzünü buruşturuyor. “Ekip arabası kan içinde kaldı, zaten şuracıkta olmuş. Baktık çok kanıyor, ambulans için dahi beklemedik, aldık getirdik” diyor. Bunun ne derece doğru bir karar olduğu üzerine düşünecek kadar vaktim ya da enerjim yok. Yorgunum. En iyisi içeriye göz atmak diyerek arkaya doğru yürüyorum.

Müdahale kapısı dahi kan içinde, oraya varana dek kanlara basıp kaymamak için zıplayarak ve sekerek geçmek zorunda kalıyorum koridoru.

Çömez asistanın gözleri dışarıya doğru pörtlemiş durumda. Tamponlamaya çalışıyor. Lakin tamponlaması için hastanın boynunu sıkıp öldürmesi lazım.
Gencin alt çenesinin altından başlayıp omuzuna kadar inen, bütün cilt, cilt altı, kasları ortaya çıkaran hatta kasları da kesmiş ve boyun anatomisini açıkça ortaya çıkaran ciddi ve çok trajik bir kesisi var.
Kapıdan içeriye akın akın kıdemli cerrahlar, kulak burun boğaz doktorları giriyor. Kalabalığın arasında işe yaramadan durmak can sıkıcı, kanların alındığını görüyorum. Bir kenara geçip tahlillerini yazmaya başlıyorum.
Tüpleri içeride büzüşüp bekleyen arkadaşlarının eline verirken gözüm sedyeye takılıyor. Gördüğüm şey beni irkiltiyor.
Kocaman kırmızı bir ejderha başı bana bakıyor. Ortadan ikiye ayrılmış baş yine de son derece canlı.
Temizlendikçe gövdesini görmeye başlıyorum. Sağ kolun ucuna, serçe parmağa kadar devam eden bir kuyruk çıkıyor şimdi ortaya. İnanılmaz canlı renkler kullanılmış. Tatuaj ciddi bir sanat işi.
Başı ortadan ikiye ayrılmış bu ejderha yatan gencin boynundan başlayıp serçe parmağına dek bütün sağ koluna işlenmiş. Canı acıyor mu acaba? Ejderha’nın yani?
Genç konuşuyor, hem de hiç durmadan. Yok, konuşmuyor aslında, daha ziyade küfür ediyor.
Bu manzara bana çok şey çağrıştırıyor.
Kanları vermeye dışarıya çıkan gencin ardından içeride kalan iki tanesini alıp dışarıya çıkıyorum. Memur beyler ifade alma derdinde. Onları kendimden emin bir tonda savıyorum. Şimdi tıbbi bilgi toplamak çok daha önemli diyorum. Susmak zorundalar. Bir tanesinin paniği üstünden akıyor. Elleri durmadan hareket ediyor. Yine de yüzünde olaya hakim ve oldukça geniş ve rahat bir ifade var. Gülümsüyor. Olaya hakimim edasını yutmuyorum. Onu hedef alıyorum.

- Bildiğiniz bir hastalığı var mı? Şeker, tansiyon, bulaşıcı hastalık..
- Yok..
- ...?
- Aslında bir yıl önce sarılık olmuştu.
- Uyuşturucu kullanıyor mu?
- Hayır..
- ...?
- Yani kullanıyordu ama bıraktı. Artık temiz..
- ...?
- Ooffff.. Tamam bir aydır tekrar başladı ama sadece hap alıyor. Exstacy filan işte, basit şeyler alıyor.
- Ailesi burada mı? Yakını kimdir?
- Yakını biziz işte, başka kimsesi yok.
- ...
- Valla ailesi filan yok!!
- Bakın çocuklar, içerideki genç henüz 16 yaşında. Muhtemelen siz de o yaşlardasınız. Müptela ve kolunda milyarlık bir dövme taşıyor. Kıyafetleri son derece düzgün ve gördüğüm kadarı ile hepsi de markalı. Ailesi yok numarasını geçin bir kalemde.
- Eee.. Yok dedik işte, daha ne diyelim?
- Peki, birazdan polis ulaşır nasılsa ailesine..
- Şeyy... Doktor abla, bak, babam duyarsa beni öldürür. Onu da babası öldürür. Ya, aileleri karıştırmasak? Ne olur doktor abla yaaa, bizi öldürürler!!
- O zaten ölüyor, farkında mısın????

Bu sorum onu durduğu yere çiviliyor. Diğer ikisi birbirlerine bakıyorlar. İnanamaz bir ifade hakim gözlerinde. Bunca kanı, bu yaşananları az sonra finali yaşanacak bir film sanmaları çok korkunç.. Yüzlerine bakıyorum doğrudan. Çocuklar daha. Yeni terlemiş sakalları itina ile şekillendirilmiş. Gecenin o saatinde buram buram parfüm kokularını alıyorum.

- Hadi, çabuk ailesini çağırın. Bu olanları memur beylerden duymasınlar. Nasılsa sizin de on dakika içinde ifadeniz alınacak...

Ağlamaya başlıyor hedef aldığım. O inatçı ve olaya hakim, çok bildik yaşadık genç siliniyor. Kendi yeğenimin kucağıma boynuma sarıldığını hissediyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor boynumdaki. Sıkıntım tarifsiz. Sarılıp sırtını sıvazlıyorum. Cesaretlendirici birkaç sözcük ediyorum. Nafile...
İçeriye üniteler dolusu kan yağıyor. Diğer iki çocuk uzaklaşıp cep telefonlarını çıkarıyorlar. Boynumdaki özür dileyen kaçamak bir ifade ile bana bakıp arkalarından koşuyor.

İçeriye giriyorum yine.
Kanama hala devam ediyor.
Çocuk hala küfür ediyor.
Ejderha kafası hala bana bakıyor.

Hasta varmış kapıda, dışarıya çıkıp girişe koşuyorum. Birkaç göğüs ağrısı, nemli havanın şaşmaz ve tanıdık KOAH (kronik bronşit) hastaları, bir kalp yetmezliği...

Yine de içeriye giren sarışın ve süslü (konkenci?) kadını kaçırmıyorum. Şişman ve çapkın (fabrikatör?) adamı da. Gözümün ucuyla içeriye geçişlerini takip ediyorum. Türk filmi gibi.
Dakikalar içinde çığlıklar kopuyor. Çocuğu on dakikaya kalmadan özel bir ambulans ile çıkarıyorlar.
Konkenci sürekli kandan ve pislikten şikayet ediyor. Yerdeki kana iğrenerek bakıyor. Oğlunun kanı olduğunu dahi tahmin edemiyor.
Fabrikatör şikayet edecek bir şeyler arıyor yüzünü buruştura buruştura.
Özel ve güvenilir bir yere götürecekler oğullarını, karşılığında “BÜTÜN SORUMLULUĞU BİZE AİTTİR” diye bir imza alıyoruz.
Acı acı bir gülümseme dudaklarımda.
Sorumluluk haaa?

Seda Demirel

Yukarı

Ebru Kargın

 Aklıma Estiği Gibi : Ebru Kargın


   TANRI BÖYLE YARATMIŞ 1

Bu günlerde uzun zamandır reddettiğim ama artık kabulleniş dolu günler geçiriyorum. Tüm cins, rahatsız, kaçık, vs.ler bana denk geliyor... Yakın çevremin olaylara tanık oluşları esnasında hayretler içinde haklıymışsın be Ebru tavrının hızla artışı beni kurbanlık bir koyun olduğum fikrine ikna etti, pes dedim, kabul ettim, sıradaki tüm cins, rahatsız ve kaçıklara, dayanmak zorunda olduğumu ve dayanacağımı bildirmek istiyorum.

Ve yine bu cins, rahatsız ve kaçıkları çok istisna bir konu gibi tek başına yazmanın, anlamsız kaldığını dahası yaz yaz bitmezliğini düşündüm ve bundan sonra biriktirip, bir defa da birkaç tanesini kestirmeden anlatacağım. Bu durumda da bu yazıların başlığı, kabullenişi en uygun olan cümle "Tanrı böyle yaratmış" olacak...

Ben Erkekmişim...

Spor salonundayım, yine sıradan bir gün, sıradan bir ben ve sıradan sağlıklı yaşam halim. Kıymetli hocam Serkan, ben koşu bandında kan ter içinde sürünüyorken, yanımda durmuş lak lak yapıyor. Falanca filmi seyretmiş miyim, seyretmişsem ne düşünmüşüm, çok komikmiş ama değil miymiş falan filan. Sus demek geliyor içimden demiyorum.

- Ya Serkan canımı çıkartıyorsun bu koşu bandında tamam eyvallah da, daha kaç kez söyleyeceğim, solda iki sağda bir küçük menisküs yırtıkları var. Şu programı az geri çeksek, düşürsek yani tempoyu...
- Bir şey olmaz sen devam et...
- Anladım anladım, sen diyorsun ki, illa ki yırtılsın adam akıllı, git ameliyat ol...
- Caz yapma, zaten günün birinde yırtılmayacak mı iyice...
- Eee pes yani, sen de akademi mezunu adamsın ya ne diyeyim. O zaman şu filmleri bana anlatmaktan vazgeç bari ya... Biraz çekilir kıl hayatımı, en azından senden yana...
- İyi iyi hadi sen çalış ben bir bakayım diğerlerine.

Allah razı olsun... İyi adamdır aslında Serkan hoca da ne bileyim bu film anlatma sevdası nerden icap eder bilinmez...

Koşu bandında menisküs yırtıklarımın olduğundan daha fazla yırtılmamasını dilerken, hafifletilmemiş programımın koşu halinde sürünür haldeyim. Acı çekmiyorum, ama sinirliyim, az da tedirgin...

Daha önce hiç görmediğim bir kız geldi yanımda ki banda, koşacak... Koşacak diyorum çünkü emin değilim... Emin değilim çünkü kız podyumdan fırlamış gibi, makyajlı, seksi, spor için uygun olmayan sadece spor görünen bir kıyafet içinde, koca halka küpeleri, elinde cep telefonu, saçları kuaförden yeni çıkmış, az önce bir dergi kapağındaymış da koşmak için uğramış gibi bir havası var. Yani koşacak ve kapağında poz verdiği dergiye geri dönecekmiş gibi. Neyse, selam sabah yok zaten, çıktı bandın üstüne, güya koşuyor. Koşmuyor anacım, sadece kırıtıyor... Döndüm önüme, bak işine sen Ebru dedim kendime, sürünmeye devam....

Çok kısa bir süre sonra bir kız daha bitti diğer bantta, yanımdakinin arkadaşı belli. İkisi aynı gibi, yine o şuh hal çıktı banda, bunun da koştuğu falan yok, kırıtıyor... Başladılar iki arkadaş konuşmaya, falanca mağazadaki indirim, Mehmet'in arabası, yeni ayakkabıları, solaryumun kalabalık oluşu ve Serkan Hocanın yakışıklılığı... Bitmiyor konuşmaları bana daral geliyor, bağıra çağıra konuşuyorlar.

Ben de garibim, kafamda şapkam, spor disiplininde kıyafetimle eşek gibi çalışıyorum, kırıtmak mırıtmak yok... Nihayet süre doldu ve stop düğmesine basıp makineyi durdurdum, tam iniyorum o da ne;kızlar bana bakıyor ve biri atılıyor...

- Aaa biz seni erkek sanmıştık...
- Aaa yanılmamışsınız, geçen yıla kadar erkektim, operasyon falan bilirsiniz işte... Artık sizdenim, hadii size iyi günlerrrr.

Şuraya bak, ben erkekmişim... Erkek senin babandır... Hem ben şimdi neden sinirleniyorum ki bu kadar.... Nedeni açık, bal gibi de biliyorlar erkek olmadığımı, güya benim onlara benzemez halimi yerecekler ve beraberinde beni gerecekler... Yemezler...

Kaşarsız tavuklu sandviç olur mu hiç ?

Ofiste yoğun bir günün ortasında sabah kahvaltısını da atlamış olduğumu anımsayıp, ölmemek adına yemek sipariş edeyim istedim... Normalde Fast food alışkanlığı olmayan ben, çaresizlikten tavuklu bir sandviç yemeye karar verip, sipariş için ilgili yeri arıyorum.

- Alo iyi günler... Falancadan arıyorum, bir soğuk sandviç istiyorum. İçinde tavuk, domates ve mayonezden başka bir şey olmasın lütfen.
- Tamam, siparişiniz alındı, en kısa sürede elinizde olur.
- Merci.

En kısa süreden imaları, 47 dakika... 48. dakika da paketi açıp, içinden, afiyetle yemeyi planladığım sandviçi çıkartıyorum. Bir gariplik var, içindeki malzemeden dolayı bombe yapmış sandviçi açıp, içine bakıyorum. Muhteviyat coşmuş, tavuk, domates, turşu, mayonez, yeşil bir şeyler, mısır ve dahası var. Hemen cama atılıp, aşağı da motoruna binmek üzere hazırlanan paket servisi getiren çocuğa sesleniyorum, geri dön...

- Bu sipariş yanlış ben içinde sadece tavuk, domates ve mayonez olan bir sandviç istemiştim. Lütfen istediğim gibi getirin.
- Olur ben bunu hemen değiştirir getiririm.
- Sağ ol.

Telefon edip, siparişi alan kişiye de durumu aktarıyorum, yenisini göndereceklerini söylüyorlar.

28. dakika da düzeltilmiş siparişim geliyor. İyice acıkmışım, masama oturuyorum hemencecik, paketi açıyorum ve iştahla kocaman bir lokma ısırıyorum ki o da ne ! Hemen hışımla sandviçin içini açıp bakıyorum. Tavuk, salatalık, kaşar mayonez, mısır.... Şaka gibi yaaaa. Çıldırıyorum tabii. Kapris yapmıyorum yahu, ben öyle karmakarışık şeyler yiyemem ne yapayım. Hele kaşar asla yemem. Midem bulanır... Dahası midemin bulanmasından sonra olan şeyler hiç güzel değil...

Acilen telefon ediyorum bir siparişi bile almayı beceremeyen kas kafalı ordusunun çalıştığı yeri arıyorum.

- Alo ya şaka mı bu arkadaşım... Yine yanlış göndermişsiniz.
- Bu defa nesi yanlış olmuş ?
- Tavuk hariç hepsiiii...
- Eee sizde karar verin artık. Ha bire sipariş değiştiriyorsunuz.
- Vay beee, suç benim yani.
- Evet.
- Ya çıldırtma sipariş hep aynıydı, sen daha bir sipariş almayı beceremeyip, bir de suçu karşındakine atacak kadar kıt akıllısın. Çabuk gelin alın şunu ve paramı geri verin.
- Akşam üstü uğrar iade ederiz.
- Hayır efendim senin zaman belirleyebilmek gibi bir lüksün yok bana karşı, hemen dediysem hemen. Attırma tepemin tasını daha çok, gelirim oraya bu sandviçi yüzüne yediririm ona göreeeee...

9. dakika da paket servisi yapan aynı kişi geliyor. Paramı iade edip yanlış siparişi alıp götürecek ve bir daha hiç görüşmeyeceğiz.

- Bir siparişi bile alamadınız ya helal olsun, topu topu üç malzemeden ibaret bir şey bu.
- Siz de ne istediğinize karar veremediniz bir türlü.
- Ya bak elimden bir kaza çıkacak, ben çok sakin ve anlayışlı biri değilim ve sen de diğeri gibi zeytinyağı modelisin. Kaşarı nerden uydurdun ?
- İyi de kaşarsız tavuklu sandviç olur mu hiç ?

Dengemin çoktan bozulduğunun farkında olarak, adamı ite kaka postalıyorum. Korkuyorum valla bir şey yapacağım diye.

500 bin lira para üstü vereceksin...

Geçtiğimiz hafta sonu bir arkadaşımla buluşmak üzere randevulaştığımız, caddede bir cafe de, dakik Ebru olarak beklemeye başlıyorum. Kahvemi söylemişim, hava mis, keyifliyim. Dengem yerinde. Bir de sigara yakmışım kahve yanına oh, yok benden iyisi... Bekleme süresi uzayınca sinirlenmeyeyim diye çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya da başlıyorum bir güzel... Dalıyorum sayfalar, satırlar arasına, bir oraya, bir buraya...

Bir dilenci geçiyor yanımdan, beni çulsuz kabul edip yan masaya yöneliyor.

- Ağabey, Allah rızası için yardım et.
- .....
- Ağabey çocuğum hasta, gönlünden ne koparsa.
- İyi hadi uzatma al bakalım.
- Sağ ol ağabey, Allah ne muradın varsa versin, tuttuğunu altın etsin.
- Hey dur bakalım nereye gidiyorsun, 1 milyon verdim, 500 bin para üstü vereceksin bana.
- Para üstü mü ?
- E herhalde sende bozuk vardır.

Nasıl yani ya ? Hangi ülke burası, ya da hangi dünya, yoksa başka gezegen mi, insanlık yerine başka çeşit canlıların yaşadığı. Hayatımın en ilginç dumur anı... Hayretle izliyorum, dahası hazmedemiyorum, bu şaşkınlık bana fazla geliyor...

Dilenci adam 500 bin lira para üstü veriyor ve gidiyor... 500 bin lira para üstünü alan 30' lu yaşlardaki genç adam, parasını gömlek cebine koyuyor ve sanki her şey çok olağanmış gibi arkasına yaslanıyor... Her niyeyse benim de kuyruğum acıyor...

O sırada sıkıldığımı hissediyor ve kalkmaya karar veriyorum. Hesabı istedikten sonra beklemekte olduğum arkadaşıma telefon edip, falanca yere gideceğimi onun da oraya gelmesini söylüyorum ve hesabımın gelmesini bekliyorum. Göz ucuyla da pişkin adamı seyrediyorum. Ona baktıkça, buradan usulca ve selametle gidemeyeceğimi anlıyorum.

Hesap geliyor, tam parayı koyacağım ki, birden yan masadaki adama dönüyorum yüzümü, hiç düşünmeden, planlamadan.

- Pardon beyefendi.
- Evet buyurun.
- Diyecektim ki hesap ödeyemeye çalışıyorum ama bozuk beş yüz bin liraya ihtiyacım var. Şu bir milyonu iki beş yüzlük yapabilir misiniz acaba ?
- Pardon da bunu garsondan isteyeceksiniz, hanımefendi.
- Aaa tabii haklısınız. Çok hanımefendi olmamla birlikte, az önce sizin dilenciden bozuk 500 binlik istediğinizi görünce bunu sizden istemem normalmiş gibi geldi.
- Ne ilgisi var, saçma !
- Yok değil bence... Siz de paranızı bozması için garson yerine dilenciden rica edince, sanki ben de sizden rica edebilirmişim gibi geldi.
- Benden size ne ya ?
- Doğru, sizden bana ne. Siz yaparken normal, ben yapınca anormal... Haklısınız...

Çıldır diyorlar, çıldır... Hayır çıldırmayacağım. Cins, rahatsız ve kaçıklarla yaşamayı öğreneceğim. Elim mahkum ya, istemesem de öğrenmek zorundayım, çünkü hayatımın sonuna vardığımda, bunların tümüyle karşılaşmış olacağımı biliyorum. İyisi mi güzellikle öğrenmek, çıldırmamak, kabul etmek...

Yalnız bir adaletsizlik olduğunu düşünüyorum; neden hep ben? Niye tüm cins, rahatsız ve kaçıkların sabit adresi ben oluyorum? Neden herkesten daha çok bana uğruyorlar ?

Ebru Kargın
ekargin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Ümitsiz kalmayın : Ümit Yoket


BEYNİMİZ ve İNSANLIK

İnsanlar, çevre ile olan ilişkilerini düzenlerken, çeşitli yollar aracılığı ile algılar, tanımlar, öğrenir ve bu verileri kendilerince bir yaşam sürdürme yolunda kullanır, yani eyleme geçirir. Bu işlevler bütünü tarafsız bir bakış açısı ile irdelendiğinde, bazı insanların akla ve mantığa dayalı, yani rasyonalist(analitik), bazı insanların ise tamamen sezgilere, duygulara dayalı bir yaşam biçimini uyguladıklarını gözlemleriz. Beyazdan siyaha geçerken ki gri tonlamalar gibi her insanın algılama ve uygulama biçimleri adeta parmak izi gibi farklıdır.

Bu iki kutupta simgelediğimiz davranış biçiminin, beynin üst kabuğunun değişik bölgelerinden kaynaklandığına ilişkin ilk saptamalar ve kanıtlar, farklı bölgeleri ilgilendiren beyin yaralanmaları ve operasyonları sırasında ortaya çıkmıştır. Neokortex dediğimiz üst beyni, sol yarı küredeki yan bölümlerine isabet eden travmalar sonunda okuma, yazma, aritmetik hesaplar yapma ve konuşma (bu merkez % 90 insanda sol beyinde) gibi işlevlerde aksamalar ve tam kayıplar görülür.. Sağ yarı kürede ki benzer yaralanmalarda ise üç boyutlu görebilme, kişileri tanıma, sanatsal yetenekler, geometrik yaklaşımlar ve algılamalar ile parçadan bütünü oluşturabilme yetenekleri kısmen veya tamamen zarar görmektedir. Örneğin sağ yarı küre hasarı olan bir insan aynaya baktığında kendi yüzünü bile tanıyamamaktadır. Yine yapılan araştırmalarda sol yarı kürenin algıları, eldeki verileri bir sıraya bağlı olarak işlerken, sağ yarı kürenin daha önce den bellekte olan birkaç veri ile anında ilişki kurup, işlemi bir anda yapmakta olduğu saptanmıştır.

Bu tür gözlemler, rasyonel diye tanımladığımız işlevlerin sol yarı kürenin, sezgisel diye tanımladığımız işlevlerin ise sağ yarı kürenin işlevleri olduğunu göstermiştir. Bu iki farklı yaşamı algılama ve uygulama biçimini birbirine bağlayan ve karşılıklı bilgi aktarımı yolu ile adeta iki beyin yarım küresinin birbirinden haberdar olmasını sağlayan ve kısa bilgileri karşıya geçirmekte köprü ödevi gören anatomik bir yapı vardır beyinde.... Bu yapıya anatomik adı ile "Corpus Callosum" veya nasırsı cisimcik denir. Bu yapı bir şekilde kesilir veya zedelenirse (bazı sara hastalarında tedavi amacı ile kesilebilir) insan karşısındaki şahsı veya nesneyi doğru olarak tanır veya bilir ama bunu sözlü olarak ifade edemez.

Şimdi sanal bir yaklaşımla, dünya küresine veya haritasına, Türkiye tam karşımızda olacak şekilde bakarsak, sol tarafın yani batının rasyonalist, sağ tarafın yani doğunun ise daha çok inanca dayalı veya sezgisel bir yaşam biçimi sürdürmekte olduğunu görmek ilginç ve aynı oranda da şaşırtıcı gelmez mi ?... Hele bu yaklaşıma birde Türkiye'nin, gerek sosyo-kültürel gerek coğrafi gerekse ekonomik açıdan, harita da tam yerini aldığı nasırsı cisimciğin beyindeki işlevini tam anlamı ile yerine getirebildiğini düşleyecek olursak bu sanal yaklaşımımız daha ilginç hale gelmez mi?.. Batının bizi ite kaka zorla adam ederek veya kendi rasyonalist yaklaşımlarını, doğuya kabul ettirebilecek bir geçit olduğunu çok iyi kavradıkları için bir türlü defterden silememeleri, acaba batı adına çok iyi farkında oldukları bir gerçek olmasın. Bu konuda özellikle Yakın Doğu'nun kendi inançsal ve kültürel gerçeklerini Batıya empoze edebilme yarışını da ülke topraklarımız içinde özellikle son zamanlarda daha net bir şekilde yaşamıyor muyuz?... Acaba yıllardır bu topraklar üzerinde anarşinin, terörün, keskin siyasi iniş çıkışların, halkı bilinçlendirmekten çok adeta üzerlerine ölü toprağı sermeye çalışmaların senaryoları sırf bu nedenle mi oynanıp duruyor?...

Siyaseti yine bir kenara bırakıp felsefi yaklaşımımızı sürdürelim. Batılı bir bilim adamı, Nöropsikiyatrist Prof.Dr.Ornstein, doğu batı kavramına ilginç bir benzetme ile yaklaşıyor. "Bizim, sağ yarı küre işlevlerini fark edebilme düzeyimiz, gündüz vakti yıldızları görebilmemiz gibi bir şeydir. Yıldızlar, gündüzleri de geceleri olduğu gibi, yine bizim göğümüzdedir, ama güneş o kadar parlaktır ki, görülemezler. Ancak güneş battığında yıldızları fark edebiliriz". Bu değerlendirme de artık anlayabileceğimiz gibi uzak doğu kültürü, felsefesi ve sezgisi ön plandadır. Beynimizde ki son evrimsel gelişmedir denilen, sol yarı kürenin fonksiyonu olan rasyonel davranış biçiminin sonuçları olan, para ve sahip olmak , adeta bir güneş gibi, atalarımızın dünyayı algılamalarında (şamanizm veya tasavvuf gibi) baş rolü oynayan, sağ yarı kürenin sezgiye dayalı işlevlerini giderek köreltip, geriletiyor mu yoksa ?.... Kısaca, acaba sahip olmak kavramı, olmak kavramına giderek açık ara fark mı atmaya başladı?...

Beynin sol yarı küresinin giderek etkisini göstermekte olduğu evrimsel süreçte, sağ yarı küre, geceleri solun uykuya daldığı, elini ayağını çektiği zamanlarda ortaya çıkıp, düşlerle mi kendini anımsatmaya çabalıyor... Ya da tefekkür, zikir veya meditasyon durumlarında dizginleri eline alıp, beni çok arka palan attınız, benim değerimi bilin, biraz benim işlevimi yaşayın, aradığınız mutluluğu burada bulamayacağınız ne malum mu diyor?... Newton'un ağaç altında uyuklarken başına düşen elmayı hissedip aniden yerçekimi yasasını bulması, Alman kimyacı Kekulen' in, benzen halkasındaki Karbon atomlarının dizilişini uykuda keşfetmesi, Doğu felsefesinde ki Nirvana'ya eriş veya tasavvufta inzivaya çekilerek, dünyevi yoksunluklar yaşayarak hidayete erişler ve Enel Hak'lar, sağ yarı küreyi bu kadar göz ardı etmememiz gereğinin göstergeleri olabilir mi?..

Matematik, astronomi ve cebirsel görüşlerin hepsi, temelde sağ yarı küre fonksiyonu olan geometrik tartışmalardan çıktı. Farabi'leri, İbni Sina'ları, Muhyiddin Arabi'leri anımsarsak tarihsel gerçeğin de bu yönde olduğunu görebiliriz. Günümüzde bu kavramlar analitik kanıtlarla gösterilip öğretiliyor. Matematik ve Fiziğin öğretilmesi ve öğrenilmesi sol yarı kürenin sorumluluğunda, ama ortaya çıkarılmaları ve yaratılmaları tamamen sağ yarı kürenin işlevidir. Büyük bilimsel kavrayışlar sezgisel niteliktedir. Yaratma eylemi sağ yarı kürenin, sonucun geçerliliği ve öğrenilip öğretilmesi ise sol yarı kürenin işlevidir.. Ancak olayın bütününe dönüp baktığımızda tüm bu olanlar ancak nasırsı cisim işlevini tam olarak yerine getirebildiği sürece tüm insanlığa mal olabilecek işlevler bütünüdür. Aradaki nasırsı cisimi ortadan kaldıracak veya yok sayacak olursak, sanki olmak kavramı , sezgisel gerçekler (tanrısal yaklaşımlar) sağ yarı kürede hükmünü sürmekte, sahip olmak ve rasyonalizm kavramları ise karşı bir kamp olarak sol yarı kürede bildiğini okumakta...

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, iki beyin küresi de olmazsa olmaz denecek şekilde, ama, nasırsı cisim aracılığı ile hem kendi işlevlerini, hem de birbirlerinden anında haberdar olarak bütünsel işlevlerini kusursuz bir şekilde yürütüyorlar. Ayrı ayrı bu işlevler nerede ise hiçbir şey ifade etmiyor. Nasırsı cisimciği ortadan kaldırırsak dengesiz, koordinasyonsuz, tutarsız faaliyetler sonucu insanlığın düşebileceği kaosu düşünmek bile istemiyor insan.... Tarihteki kargaşa ve kaos dilimlerini şöyle bir hatırlamak, sanırım örneklemeye gerek bırakmadan acı gerçeği tüm insanlığın yüzüne okkalı bir şamar atarcasına gösterir. Umarım tüm insanlık, beyni sembolize ederek anlatmaya çalıştığımı, evrensel sevgiyi, hümanizmi ve asıl olanın olmak olduğunu en kısa zamanda anımsar ve yaşamını bu gerçeklik ışığında ve yönlendirmesi ile sürdürür.

Ümit Yoket

Yukarı

 Yaşamın Telvesi : Rita Ender


EŞCİNSELLİK VE BUZ KALIBI

Her birimizin hayatı birer buz kalıbından ibaret aslında...Kalıbın içindeki her buzsa bir değer yargımızı temsil ediyor. Buzları eritmek için ısı gerekli,değer yargılarını değiştirebilmek (ya da yok etmek) içinse insan gerekli. İnsan!

En başarılı yapım,en başarılı erkek sanatçı ve en başarılı sahne tasarımı dallarında Afife Jale Tiyatro Ödüllerini alan "Salı Ziyaretleri" adlı oyun tam da bu konuyu anlatıyor.

İki saat süren oyunda sahnede yalnızca iki erkek var. Bunlardan biri dinine sıkı sıkıya bağlı,dört duvar arasına sıkışmış yaşlı bir adam. Diğeri ise dine ve hayata çağın getirdikleriyle bakan eşcinsel bir genç.

Bir trafik kazasıyla yolları kesişen bu iki adam her salı akşamı görüşmeye başlıyorlar. Zamanla -farkında olmadan her ilişkide yaptığımız gibi- kendi buzlarını diğerinin kalıbına sığdırmaya çalışıyorlar.

Bu iki insanın birbirlerine enjekte etmeye çalıştıkları başlıca konu "eşcinsellik". Yeni değerlerin temsilcisi genç adam, bazı erkeklerin kadınlardan değil erkeklerden hoşlanabileceklerini anlatmaya çalışıyor. Kabul etmek istemeyen yaşlı adam bunun din kurallarıyla bağdaşmadığını, Tanrı'nın böyle istemediğini ileri sürüyor. Hem diyip ekliyor "İki erkeğin çocuğu olamaz!"

Bu noktada ben de kalıbımdaki buzlara dokunuyorum. Çünkü saygı duyduğumu düşündüğüm eşcinsellik kavramı ile Schopenhauer'un aşk üstüne ortaya koydukları çelişiyor. Oysa ben çok benimsemiştim aşkın metafiziğini de bu kitabı yazan Schopenhauer'u da!

Bu tartışma hem benim kafamda,hem de sahnede devam ederken; genç adam seyircilerin akıllarına, duyarlıların yüreklerine bir soru işareti takıveriyor: "Eşcinseller her toplumda yalnızca cinsel tercihleri yüzünden aşağılanmayı hak ediyorlar mı?"

Hangi insan tamamen kendisini ilgilendiren bir seçimi yüzünden yargılanabilir ki? Ayrıca her eşcinsel erkek, kadın gibi mi davranır? Ya da hepsi toplumda sapkın davranışlarıyla mı dikkat çeker?

Hayır,hayır! Irkçılık o pis sarı dişleriyle sırıtıyor... Önyargılar,zihinlerdeki kalıplaşmış düşünceler insanları ırkçılığa yönlendiriyor. Peki ırkçılıktan bunca zarar görmüş şu dünya için ne yapmalı? Isı vermeli zihinlere; buzları eritsin diye. Artık yeni buzlar oluşturmalı; ırkçılığa yer kalmasın diye...

Oyunun sonunda ne mi oluyor? İki adam buzları kalıplarına değil, çaylarına atmayı tercih ediyorlar. Eritecek buzlarınız varsa görün bu oyunu. Değiştirecek cesaretiniz varsa; atmanın tam sırası kenarı yırtılmış eski buz kalıplarını.

Rita Ender
rita@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Pabuçlarımın Yazarı : Merih Günay


Ölüm Gecem

Kitapçılarda Saat üç buçuktu gece. On ikiden beri uyumaya çalışıyordum. Araksi ve Garo yatar yatmaz uyu-muşlardı. Evde uyumamı sağlayacak herhangi bir uyuşturucu madde, hatta alkol bile yoktu. Çok sessizdi. Beni korkutacak bir şeylerin olmasını istiyordum. Kapıyı açmaya çalışacak bir hırsız, odayı sallayacak bir deprem ya da ne bileyim, aniden karşımda bitiverecek bir yaratığı hayal etmeye çalıştım. Yapabiliyordum.
Kapıdan tıkırtılar geliyor, avizeler sallanıyor, garip şekillerde yaratıklar beliriyordu gözümün önünde. Korkamıyordum.
Garip bir şeyler oluyordu. Sanki içimden canlı ve büyük bir şey dışarı çıkmaya çalışıyordu. Bu beni kıvrandırıyordu. Ona yardımcı olmaya çalıştım. Ayağa kalkmak istedim, kalkamadım. Sırt üstü yattığımı sanıyordum, yan ve dertop olmuş şekilde yattığımı fark ettim. Zavallı gibiydim. Sokakta yatan, üşümüş, çaresiz çocuklar gibi... Ne zaman ve nasıl bu konuma döndüğümü düşündüm, bulamadım.
İçimde büyük ama hafif bir şey vardı ve dışarı çıkmaya çalışıyordu. Güçlüydü, çünkü her deneyişinde sarsılıyordum. Ağzımı mı açmalıydım çıkması için, ne yapmalıydım, bilmiyordum ama rahattım. Keyif vermişti bana bu şey. Onunla oynamak istedim ama kımıldamama izin vermiyordu. Saatime bile bakamıyordum. Gözlerim de açıktı. Kapatamıyordum. Çabalıyordu, çıkacak gibiydi. Kendimi doğum anındaki kadınlar gibi hissettim. Erkektim ve doğum yapmıyordum.
Birden anladım, içimden çıkmaya çalışan şey ruhumdu. Ölüyordum! Paniğe kapılıp bir şeyler mi yapmalıydım? Vaktim çok az olabilirdi. Kurtulmak?
Kurtulmaya çalışmadım. Kelime-i şahadet getirdim. Sonra bu bana çok anlamsız geldi. Otuz iki yıllık bir hayat ve giderayak birkaç kelime... Komikti ama gülümseyemedim. En güçlü sarsıntı ve inanılmaz bir hafiflik...
Çıktı! Hayır, hayır. Çıktım! Çünkü kıskıvrak yatan bedenimi görebiliyordum. Çıkmaya çalışan benmişim. Gördüğüm kendi bedenimdi. Hareketsiz yatıyordu yatakta. Araksi ve Garo'nun yanında cesedim yatıyordu.
Hareket edebiliyordum. Bunun için elimi ayağımı oynatmam gerekmiyordu; zaten elim ve ayağım yoktu. Neye benzediğimi merak ettim. Aynaya baktım. Kendimi göremedim. Araksi bana doğru döndü, sarıldı. Tanrım! Araksi ölü bedenimin üzerinde uyuyordu.
Bunu bilmek istemezdi. Ben de bilmesini istemezdim. Dışarı çıkmak istedim, kapının içinden geçtim ve çıktım. Kapının içinden? Apartmanın koridorundaydım. Yandaki daireye girdim, uyuyorlardı. Ölen yoktu. Ne görüntüm ne gürültüm vardı. Apartmandan dışarı çıktım. Sokakta köpekler vardı ve bana havlamıyorlardı. Bunun keyfini çıkarmalıydım. Biraz alkol? Marketten içeri girdim. Şarap içmek istedim ama ağzım yoktu. Dışarı çıktım.
İstediğim yere girip çıkabiliyordum. Üstelik beni kimse duyup görmüyordu. Hızla geri döndüm. Evime girdim. Kapıyı kapamadım; açmamıştım ki... İçinden geçtim. Nefes nefese değildim çünkü nefesim de yoktu.
Garo, Araksi'ye sarılmıştı, Araksi ise ölüme! Ölmemiş olsaydım da sabah ona: "Araksi, ben dün gece öldüm, sense cesedime sarılmış, mışıl mışıl uyuyordun." deseydim çığlığı basar, bana: "Manyaksın sen!" diye bağırırdı.
Gün ağarmaya başlamıştı. Neler olacağını merak ediyordum. Tedirgindim ama korkmuyordum. Daha önce ölüleri görmüştüm ama hiç ölmemiştim. Heyecanlıydım. Garo uyandı, gözlerini açtı ve açar açmaz hızla dönüp annesine baktı, yanında mı diye. Bunu hep yapar. Sanırım tüm bebekler yapar. Bana bakmadı bile. Yataktan kalktı, oturma odasına gitti. Televizyonu açtı, öylece kaldı. Uyandığımızda onu hep o vaziyette buluruz ama bu kez ben uyanmadan gördüm, ölü gözüyle.
İşte sabah oldu. Benim uyanma vakitlerim... Araksi gözlerini açtı ve: "Merih, saat kaç?" dedi. Birden öldüğüme çok pişman oldum çünkü birazdan Araksi çok korkacak ve üzülecekti. Bedenime girmek istedim, giremedim. "Merih, Merih, Merih..." Şaşırdı çünkü uykum hafifti, çoktan ona cevap vermiş olmalıydım. "Merih..." Araksi ölümü sallıyordu...
Endiş-lendi. Yataktan hızla kalktı, suratımı sarsmaya başladı. Kımıldamayı çok istedim, kımıldaya-madım. Korktu. Amaçsızca mutfağa koştu. Geri döndü, beni tekrar sarstı. Sesini yükseltti: "Merih, Merih, Merih!" Güzel 'Merih' diyordu. Garo geldi bağırma seslerine, paytak paytak koşarak. Annesinin beni neden sallayıp bana neden bağırdığını anlamaya çalıştı, anlayamadı. Korktu bebek, ağlamaya başladı. Ben de ağlamak istedim; gözyaşım yoktu, ağlayamadım.
Araksi öldüğümü anladı. Ne yapacağını şaşırdı. Kapıya koşup bağırdı... Geri döndü sonra, ölüme sarıldı. Ağlamaya başladı. Ölüm sıcaktı. Garo da annesine sarıldı, ağladı. Komşular geldi birer birer. Bir hinlik yapıp yapmadığımı anlamak için iyice kontrol ettiler. Ölüme güvenmiyorlardı! Üstüm örtülü, pijamam temizdi. İyi görünüyordum. Aslında iyi değildim. Ölüydüm. Ölüm iyi görünüyordu. Duyan gelmeye başladı, ev kalabalık oldu. Kalabalığı hiç sevmezdim. Keşke ölmeseydim. Beyaz elbiseli adamlar da geldiler, iyice ölmüş müyüm diye baktılar. İyice ölmüştüm. Herkes ağlıyordu. Bir çoğunun karnı açtı. Erken saatte ölmüştüm ve kimse kahvaltı yapmamıştı. Koca insanlar, diye düşündüm, çocuk gibi ağlıyorlar açlıktan. Herkes ağlıyordu.
Üstüme bir şey örttüler. Sedye, araba, hastane... Ben hasta değilim ki. Ölüyüm! Hastaneye vardığımızda kalabalığın yarısı fire vermişti. En ölü sever, mahallenin bakkalıydı. Doktor raporu yazdı, resmen ölü olmuştum! Ölümü seyrediyordum.
Sedyedeydim. Sedye hiç rahat değildi! Bir hasta bakıcı beni itiyordu koridordan, asansöre doğru. Genç bir hemşire geçti yanımızdan hızla. Arkasından baktım. Kalçaları çok güzel görünüyordu. Cansız bedenim asansöre giderken, ben hemşirenin peşinden gitmek istedim, gidemedim. İçimi derin bir üzüntü kapladı. Ben hemşirenin kalçalarını okşamak istiyordum. Bıyıklı ve kirli mavi önlüklü hastabakıcı, otuz iki yıllık bedenimi morga götürüyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum!
Asansöre bindik. Hastabakıcı Araksi'yi kesiyor, Araksi ağlıyordu. Bakkal azimliydi, gömecekti beni! Birkaç komşu, arkadaş vs. asansörden indik, dışarı çıktık. Bahçeyi geçip bir kata girdik. Çok soğuk burası! Sakallı iki adam bizi kapıda karşıladı. Arkadakilere: "Başınız sağ olsun!" dediler, "Yıkarken cenazenin yanında olmak isteyen, gelebilir." diye de eklediler. Yıkamak mı? Ağabeyim geldi, kardeşim geldi. İnanmıyorum! Bakkal da geldi...
Hop! On yaşından beri beni çırılçıplak gören bir erkek olmadı. Hatta hiçbir erkek eli çıplak bedenimde dolaşmadı. Siz beni ne sandınız? Bir odaya girdik, kapı kapandı. Bir taşın üstüne yatırdılar beni. Beş kişiydiler. Üzerimdekileri çıkardılar. Ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Pijamalarımı, saatimi, yüzüğümü bir torbaya koydular. Mırıldanarak üzerime eski, demir bir tasla su dökmeye başladılar. Ben kaynar suyla yıkanırdım. Ölüme saygıları yoktu, beni duymamış gibi davranıyorlardı. Beyaz, ucuz bir sabunla beni yıkadılar. Sakallarını çekmek istedim, çekemedim.
Neler oluyor? Üzerime beyaz bir bez sarıp beni bir iple bağladılar. "Nereye götürüyorsunuz beni? Bırakın!" dedim, bırakmadılar. Tahta bir kutunun içine koydular beni. Kapağını kapadılar. Kapağı mı? Ezan okunuyordu. Ben bir tabutun içinde, musalla taşının üstünde, tanıdığım bir sürü insan etrafımdaydı. Hava soğuktu. Yazın ölsem daha çok kişi gelirdi, eminim. Cemaat camiye girdi, ben kızlara bakıyordum. Namazıma girmedim. Toprak kokuyor. Madem yerin dibine gömecektiniz, beni neden yıkadınız? En sevdiğim insanlar üzerime toprak atıyorlar.
Yan tarafta kim yatıyor? Genç, güzel bir kız. O da yeni ölmüş, sıcak. Hem de çıplak...
Hop!


Merih Günay

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Şeref Bilgi

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.373 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


BENİM

Mesafeli davranmaya kalkma boşuna,
Bana ve kendine soğuk olma.
Evden çıkarken hissettiğin
O sabah ürpertisi benim.
Isınamazsın...

Gururlu davranmaya kalkma boşuna,
Benim ve kendinin canını yakma.
Telefonun açılmasını bekleyerek
Geçirdiğin o sessiz saatler benim.
Tahammül edemezsin...

Özgürlüğün için endişe etme boşuna,
Bizim canımızı sıkma.
Kadim dostlarla attığınız
İki tek rakıdaki buz benim.
Serinleyemezsin...

Gitmeye kalkma boşuna,
Beni ve kendini yorma.
Sabaha açılan gözlerine
İlk yansıyan ışık benim.
Gidemezsin...

Seda Demirel

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Kesinlikle fotomontaj değil.
Bu arabanın bu hale nasıl geldiğini çözebilen varsa buyursun anlatsın.
Bu arada araba "Volvo", cillop gibi duruyor maaşallah.

Yukarı

 Kıraathane Panosu


FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan



http://www.istfest.org/film

http://www.istfest.org/film/cizelge/
10-25 Nisan tarihleri arasında 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali var. Bu konuda geniş bilgiye ulaşabileceğiniz adresler. Hepinize iyi seyirler.

http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=3254
Örnekleriyle Minyatür ve Gravürler ...Minyatür ve Gravürler, Resim sanatının türleridir. Kendilerine özgü duygu, düşünce ve yaklaşımları, çizim ve teknikleri vardır. Resim sanatının tarihi gelişiminde rol almışlar, etkinlik sağlamışlardır. Farklı coğrafyalarda tarihi varlık alanına çıkmışlar, çeşitli kültür çevrelerini temsil etmişlerdir. Minyatürler renklidir. Gravürler siyah beyazdır. Her iki sanat türünün ortak noktası, satıh sanatı oluşlarıdır. İçinde oluştukları veya ilgilendikleri toplumlumun siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel, askeri hayatlarını ve değindikleri konuların sanat ve estetik güzelliklerini günümüze yansıtmaları benzer özellikleridir...

http://www.kmarsiv.com/postcard/step11.asp?cat_fldAuto=5
Kahve Molası'nın Atatürk resimlerinden oluşan E-Kartları. Günün anlam ve önemine binaen göndermek istersiniz belki.

http://www.yahoogames.8m.com/
Amatör bir web sayfası olmasına rağmen bol miktarda kısayolu giriş sayfasında barındırdığı için güzel bir kaynak olarak kullanabilirsiniz. Telefon borcu sormadan, günlük gazetelere ve hatta canlı yayın yapan radyo, tv kanal kısayollarına kadar bir çok kısayol burada.

http://www.addictinggames.com/
Bu zamana kadar gördüğüm en büyük oyun arşivini sizlerle paylaşmak istiyorum. Yüzlerce oyunu içerisinde barındıran ve hatta bir çok oyun sitesi için kısayol veren bu siteyi oyunseverlere ısrarla tavsiye ediyorum. İyi eğlenceler.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


IMGV v2.9.3 [2730K] Win98/2k/XP FREE
http://imgv.sourceforge.net/
Güzel bir resim editör programı. Standart tüm özelliklerinin yanında kendine has ekleri de var. Kullanımı son derece basit olan bu program denenmeye değer.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040422.asp
ISSN: 1303-8923
22-23 Nisan 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri