|
|
|
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 491 |
27 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Gözüm yastığa bakıyor!.. |
Merhabalar,
Arada fırsat bulup sizlere laf yetiştirsem de, o yoğun dönem devam ediyor. 20 saati aşkın süredir ekrana bakan gözlerim isyanlarda. Bir de fareyi sürükleyen sağ elim uyuşmaya başladı. Kusura bakmayın ben gidiyorum. Aşağıda sizlere 'Aman iyi ki kısa kesti' dedirtecek yazılar var. Sakın ola kaçırmayın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle... Cem Özbatur
|
Kahvecigillerden : Sahra Nada |
ODALAR
Güzel bir evim vardı. Büyük, bakımlı, bir çok odası olan bir ev. Odaları ayrı ayrı titizlikle hazırlamıştım, ki bu epey zamanımı almıştı. Kapıdan girdikten sonra büyük bir salon ve salona açılan onlarca oda. Her odayı ayrı bir seviyordum. Müzik odam, kütüphanem, anılar odası, resim galerim, sinama salonum, spor odam, hayvanlarımın barındığı odam. Her odam ayrıca daha küçük alt odalara açılıyordu.
En çok kütüphanemi seviyordum. Bütün kitaplarım gruplara ayrılmış olarak, daha küçük odalara açılıyordu. Şiir odası, edebiyat odası, bilim kurgu, fantastik edebiyat, bilimsel eserler, hepsinin kapısı kütüphaneme açılıyordu. Onlar arsında dolaşmak, onları koklamak, kaplarına dokunmak, içlerindekileri hatırlamak, o hatıraları anımsamak, " Saf saf durmuş" şairlerin arasında dolaşmak, onlardan dizeler okumak çok hoştu.
Kütüphanemin her odası sadece güzelliklerle dolu değildi. Orada acı da vardı. Sıradan insanların, büyük insanların acıları. Savaşlar, başkaldırılar, zaferler ve mağlubiyetler. Galiplerin yazdıkları tarihler ve mağlupların tarihleri. Ama hepsi acı doluydu. Süreç içinde, bazen bir mağlup - ki o hiç bir zaman mağlup olmamış oluyordu - ellerinin üzerinde doğrulup ayağa kalkıyor ve yüzlerce, binlerce yıl sonra onu lanetleyenler tarafından baştacı ediliyordu.
Sonra müzik odama çekilirdim. Mozart'ın eğlenceli nağmeleri, Beethoven'in yüce müziği, Carl Orf'un o güzelim bahar ayin şarkılarının aralarına gerilerden " bizide unutma dercesine " tıngırdamaya başlayan bir ud, bir tamburla sanat musikisine döner, en çokta, o büyük ses, Münir Nurettin gazelleri ile beni yakınlara getirirdi. Sazlar divanı kurulur, Köroğlu " mert dayanır " diye başladımı sonu gelmez bir aşıklar geçidi başlardı. Taptuk'un kapısında kul olur, cerenlerle çoşar, Sarıkamış ile ağlar, Yemen türküleri ile, başlayan bir çöküşün sonunu, bir ulusun doğuş destanı ile hüzün ve gururla dinlerdim.
Resim galerimde en sevdiğim yerlerden biriydi. Odalarımın hepsini bir birinden ayıramamacasına çok seviyordum. On bin yıl önceden başlayan mağara ressamlarından günümüzdekilerine kadar uzanan o binlerce resim, onların hikayeleri, o ressamların yaratıcılıkları, bazen öfke bazen yumuşaklıkları , insanı hayrete düşüren renk oyunları, hayal güçleri karşısında saatlerce durabilirdim. Hele birde, mahzenimden aldığım bir kadeh içkim elimde ise ve o döneme ait bir müzik çalıyorsa. Picasso'nun Guernica' sına bakarken o tabloyu yapmak için uğraştığı beş yıl boyunca yaptığı her eskizi nasıl tekrar tekrar çalıştığı, her figürü nasıl yüzlerce kez değiştirdiğini sayfa sayfa incelerdim. Arka planda Pablo Neruda haykırırdı. " Gelin görün İspanyamı, gelin görün.."
Evim bütün herkese açıktı. Salonlarım hergün birçok misafir tarfından ziyaret edilirdi. Bazen onlar salonlardan birine güzel birşey ilave ederler, bazen beğendiklerini alıp giderlerdi. Ama yerine aynısı tekrar konuverirdi. Bu bir tılsımdı.
Bir gün bir kadın geldi. Ona da evimi gezdirdim. Çok hoşlandı, sonra onun evine gittik, daha derli toplu, az ama hoş koleksiyonlar barındıran bir evdi. Evlerimizi birleştirirsek daha hoş bir ev olabileceğini söyledi. Kabul ettim. Onun koleksiyonları için ayrı bir oda açtık. Bu arada ben hala evim için yeni parçalar topluyordum. Günlerden birgün, " bu evdeki ziyaretçiler beni rahatsız ediyor, evi onlara kapayalım " dedi. Halbuki ben herşeyi onlarla paylaşmaya o kadar alışmıştımki. Peki dedim. Ama gizliden gizliye çok meraklılara gizlice evin bazı bölümlerini gezdiriyordum. Bunu bir gün sezdi ve odaların kapılarını kapamaya başladı. Önce şiir odamın kapısı kapandı. Sonra edebiyat, müzik, resim, derken bütün odalrın kapıları sırayla kapanmaya başladı. Artık evimde müzik sesi duyulmuyordu. Şairler evi terk ettiler. Resimler soldu. Birde baktımki büyük evimin bütün kapıları kapanmış, o ve ben sadece salonda oturuyoruz. Kupkuru bir masa, iki sandalye, o ve ben. Saatlerce, günlerce, yıllarca öyle bakıştık durduk. Hala da bakışıyoruz...
Sahra Nada
Yukarı
|
|
Pasaport Kahvecisi : Fuat Arslan AYNADAKİ İLE SÖYLEŞİ |
|
- Durgun görüyorum seni... Hatta biraz kızgın gibisin? Sütü ben döktüm tamam, ama süt dökmüş kedi gibi bir kenarda pısıp oturmak olmaz. Bu ülke bizim. Evet, hep birlikte yaşayacağız. Yıllardan beridir, adına asgari ücret dedikleri, evcil hayvan bakımı düzeyindeki geliri ile beş nüfus geçindirmek zorunda kalan vatandaşımın, canına tak ederek, filanca partiye oy vermiş olmasını çok fazla eleştiremiyorum ancak düşünmeliyim... Ne oldu da manzara benim istediğim gibi olmadı ve bunda benim payım nedir? Dönüp bir aynaya bakmalı ve yanlışın nerede olduğunu irdelemeliyim. Atadan dededen yoksul olan ancak, dürüst yaşamaya çaba gösteren bir vatandaşıma ne kadar yardımda bulunabildim bu güne kadar? Hiç birisinin eline bir olta alabildim mi, koluna bir altın bilezik takabildim mi?
= Gel seninle konuşalım biraz Fuat. Neden böyle oldu? Hep Can Dündar'ın Ödünç Hayatlar (Bir Sarı Lira Gibi Ömrünüz) adlı yazısı yüzünden oldu bunlar değil mi? Hadi öyle olsun ama söz ver artık sari liranı ortaya çıkartacaksın! Önce ailene, sonra ülkene, sonra da insanlık için yararlı şeyler yapacaksın. Belki, bu yönde halihazırda çabaların var ama yeterli değil. Kendini fazla suçlamadan şapkanı önüne koy ve düşün.
- Düşünüyorum da, sanırım, daha fazla katılımcı olmalıyım. Mezun olduğum okula yapılacak olan müzik atölyesi için bir katkıda bulunmak güzel. Keşke resim atölyesi de yapılabilse, öğrenciler sanata yönlendirilebilseler, spor sahaları da yapılabilse. Bu küçücük bağış aileme yaptığım bir bağış sayılır, okulum bana belki ailem ile eşdeğer bir fayda sağladı ancak yurdun dört bir yanında yardıma muhtaç o kadar çok çocuk var ki... Bugün ben bunlara yardim etmezsem ve fakat filancalar, onlara yardim ederse... Sonra da bu çocuklar büyüyünce oylarını filancalara verseler, benim bir söz söyleme hakkım olur mu?
= Elbette olmaz. Bir şeyler yap o zaman. Atatürkçü Düşünce Derneğine üye ol, Çağdaş Eğitim Vakfına üye ol, TEMA’ya üye ol... Hiçbirisine üye değilsin. Onları bırak, o çok sevdiğin mezun olduğun lisenin Eğitim Vakfı Burs Kulübüne bu yıl ne katkıda bulundun? Milli takım futbolda dünya üçüncüsü olduğu zaman çalımından geçilmiyordu ama hiç bir katkının olmadığını düşünmüş muydun? Hiç bir şey yoktan var olmuyor, vardan da yok olmuyor ve dahi emeksiz güzellik olmuyor. Hep armut piş ağzıma düş... Nereye kadar?
- Daha fazla utandırmasan olmaz mı? Burs Kulübüne katkı için bir görüşmede bulundum. Az çok yapacağım bir şeyler, evet az ama herkes azar azar bir katkıda bulunsa ihya olur Burs Kulübü. Bir iki vakıf – dernek üyeliğim var ancak diğer sivil toplum kuruluşlarının çalışma amaçlarını bilmiyorum, başındakileri tanımıyorum. Yaptığım yardim yerine ulaşır mı?
= Şu “herkes” sözünü dağarcığından sildiremedim gitti sana! Herkes herkesi bekliyor bir şeyler yapmak için. Sen kendi nafakanı kendin çıkartıyorsun, kendi yardımını da kendin yapmalısın. Diğer dernek ve vakıfların çalışma amaçlarını gir internetten öğren. Başındakilere güvenmiyorsan, güvendiğin kişilerle kendin bir vakıf – dernek kur ya da git var olanların yönetim kurullarına üye ol. Mutlaka bir şeyler yapmalısın. Bu Türkiye, bu güzel ülke, bu güzel insanlar senin aslanım senin! İnsanlar iyi şeylere layıktır. Biri yer biri bakar, bu dünya bundan kopar.
- Haklısın, doğru söze ne denir? Canim Türkiye’m için mutlaka bir şeyler yapmalıyım. Yalnız, şunu bil ki, bir vakıf kurmak her baba yiğidin harcı değildir, büyük paralar gerekir. Amaçları dünya görüşüne yakın düşen, kurulu bir vakfa veya derneğe yardımcı olmak daha akıllıca ve hızlı bir çözüm gibi geliyor bana... Teşekkür ederim, rahatlattın beni. Seni seviyorum... Yandaki aynalardan da bir takım mırıltılar duyuyorum...
= Ben de seni seviyorum. Dinleyelim bakalım, yandaki aynalar ne söylüyor?
ÖDÜNÇ HAYATLAR
“Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek" dediği gibi şairin;
O telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgarla taratmayı saçlarımızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz ...
Gözümüz saatte söyleştik hep,
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık.
Hep yetişilecek bir yerler vardı.
Aranacak adamlar, yapılacak işler...
Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı;
Başkalarının hayatı bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine,
Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
Ha babam erteledik.
20'li yaşlardayken 30'lu yaşlara kurduk saatin alarmını,
30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere ...
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size,
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize ...
Doyasıya söyleşmek,
Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda,
Söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda
Bir de bakıyorsunuz ki tedavülden kalkmış ...
Can Dündar
Fuat Arslan
Yukarı
|
Kahvecigillerden : Ayşe Nur Gedik |
Koku
"mis gibi", "bebek gibi", "teke gibi" deriz kokuları tanımlamak için... Demesine deriz de yeter mi? Şu koku işinde beni en çok üzen, yeterli kelime bulamamak; "mis gibi" parfüm de deriz "mis gibi" karnıyarık da... Şimdi bu durumda hem parfüme hem karnıyarıka haksızlık etmiş olmaz mıyız? Oluruz tabii ki, bu durumda karnıyarık gibi kokan parfüm aramaya kalkışacak bazı aklı evveller de işin cabası...
Aslında derdim karnıyarık parfümü peşinde koşanlara kızmak değil tabii ki. Sorunum çok büyük! Yüzümün ortasında iki deliği ile yükselen muhteşem parça, kokuları ya algılamıyor ya da algıladığı kokular hep birbirinin aynı... Şöyle ki benim görsel algılayıcılarım (onlar da muhteşem parçanın biraz yukarısında olup sağı solu görmek için daimi bir telaş içindedirler, kendilerinden çok etraflarıyla ilgili olduklarından tam olarak renk ve boyutları hakkında güvenilir bir bilgi yoktur, buna rağmen vitrinde sergilenirler) büyük bir olasılıkla beynimle (ki onun neye benzediğini bilemiyorum, yeri de tam olarak belirlenemiyor ne yazık ki) sessiz bir ortaklık kurmuştur ve vitrin camını aşıp beyin tarafından algılanan görseller, geçilen yollardaki en etkin anıyı film şeridi gibi hızla sarıp burnumun ucuna koku olarak getirir. Hani şu "bir ben var benden içeri" denilen buysa bende kesinlikle bir çete barınıyor, durum oldukça vahim!
Biraz karışık oldu anlatması, yaşanırken durum daha da kötü inanın bana! Diyelim ki pazar/manav/sergi her neredeyse elma gördünüz. Burnunuza elma kokusu gelmesi gerekir değil mi? Eğer elma kokusu alınıyorsa sorun yok. Ben ise elma kokusunu almakla yetinmeyip, yeşil/sarı/amasya elmalarının farklılığını koklamayı bekliyorum - hayat öyle karmaşık yaşanıyor ki, yanımda içilen bir sigara veya herhangi bir başka koku bu farklılığı ulu orta algılamama izin vermiyor. İşte karışıklık ve (organlar arası) anlaşılmaz ortaklık tam burada başlıyor. Ne zaman elma görsem burnuma çocukluğumda, nerdeyse bebek sayılabilecek yaşlarımda Tatlısu'da çalmaya çalıştığımız yeşil elmaların kokusu düşer! Öyle ki bazen bizi yakalayan bahçe sahibinin eşeğinin anırtısı bile gelir kulaklarıma (yoksa şu vitrin profillerini taşıyan kaşıklar da mı bu işin içinde)! Sonuç olarak ben pazar alışverişini bırakır başka diyarlarda yolculuğa çıkarım... Gerçi zaman zaman, nasıl yaptığımı pek hatırlamasam da bu yolculuk sırasında pazar alışverişini tamamladığım olmuştur!
Şeftali görünce ise anne kokusu düşer burnuma -işin doğrusu ben şeftali soyamam, hani şu tüy meselesi, anacığım da bana hep soyar verir en güzellerini ayırıp. İşte ondandır ne zaman şeftali gözüme veya aklıma düşse hemen anacığımın kokusu sarar dört bir yanımı -sıcacık ve yumuşacık. Halbuki şeftali değil miydi konumuz...
Ah bir de karpuz kokusu, güneş çıkar çıkmaz hemen deniz kenarına koşarım ya orada gelir burnuma. Yaz/kış farketmez, yani suya girmek için bir bahane değildir aradığım, sebebini bir türlü bulamadım bunun... Ararım sorarım, bulamam güneşli bir kış günü deniz kenarında karpuz kabuğunu bir türlü.
Çilek kokusunu ise sormayın gitsin, yıllarca kendime bile itiraf edemedim. Aşık olunca burnuma çilek kokusu gelirdi, önceleri herkes aynı kokuyu alır zannettim, öyle olmadığını anlayınca da sustum zaten, bir daha hiç bahsetmedim bundan. Geçenlerde bir pop şarkısının sözlerinde yalnız olmadığımı duyunca havalara zıpladım "çilek kokar yeni aşklar..." gibi birşeylerdi şarkıda geçen. İnanın ki çilek kokar aşklar, en azından bana hep koktu bugüne kadar. Aşk kokan çilekler, çilek kokan aşklar birbirine karıştı durdu...
Bu aralar durum nasıl mı? Elma kokusu, ana kokusuna karışmış durumda ve halen daha deniz kenarında karpuz kabuğu arıyorum. Çilek kokusu mu? Bilmem...
Ayşe Nur Gedik
Yukarı
|
Mahallenin Delisi : Ferhat Unsu |
Umuda
Babasından kalma ahşap evinin avlusunda, esen sert yele vererek göğsünü düşündü... Ne kadar da yalnızdı.. Ömrünce hiç bu kadar yalnız olmamıştı. Düşüne düşüne sarma sigarasından derin nefesler çekerek voltalayıp durdu avluyu, yavaş adımlarla. Uzaklarda bir yerlere takılıp duruyordu her daim gözleri. Bir şeyler arıyordu. Ara ara mırıldanarak söyleniyordu; "Gitmeliyim buralardan... ama nereye? Genç değilim ki artık..." Üşümeye başladı. İçeride odun sobasının çıtırtıları eşliğinde bıraktığını anımsadı demliğini. Hatıraları sırtlanıp omuzlarına, içeriye doluştu. Bir çay iyi gelirdi belki. Bir yudum çaydan, bir nefes sigaradan almaya çalışır gibi avunuşlarını... Büyük yudumlar, derin nefesler...
Oysa daha birkaç yıl önce nasıl da cıvıl cıvıldı her yer. Avludaki minik boş havuzun etrafında dört dönen afacan torunlarının seslerini duyar gibi oldu bir an. "Dede, hadi ama ne olur ya. Bak biraz girip çıkacağız. Çok kalmayacağız" diye el etek olurlardı afacanlar. O da kıyamazdı onlara, üşenmeden boş olan havuzu güzelce temizler, suyla doldurur ve yaramazlıklarını izleyerek atardı bütün yorgunluğunu. Akşam vakti şefkat yüklü ses tonuyla fedakar eşi Zahide hanım seslenirdi ona. "Muzaffer bey hadi içeri gel, yemek hazır..." 36 yıl evde olduğu her akşam bu sesle irkilmiş ama bir an olsun bıkmamıştı. Ama şimdi nasılda sessizdi her yer, nasıl boş ve kasvetli... Gözleri buğulandı, ama ağlayamadı, nasılsa o yıllardır gözyaşını içinde bilmediği bir yere akıtmaya alışmıştı.
Masasına geçerek eski kahverengi kaplı defterini açtı ve yazdığını çokta önemsemeden çala kalem içini dökmeye başladı. O an ne yazmak isterse kağıda döktü bir an bile durmadan. Emektar yüreği ne isterse boyun eğdi ona.. Yazdı, yazdı, yazdı... ve sonra yorulan parmaklarını ovalayarak tekrar düşünmeye başladı. "Gitmeliyim buralardan...evet evet gitmeliyim, artık dayanamıyorum..."
Ahşap evinde yürürken çıkan yorgun ağaç gıcırtılarından başka ses kalmamıştı uzun zamandır etrafta. Her şey sessiz, her yer yabancı sanki artık dört bir yanında, arada sırada bir şarkı çalan eski plaktan başka. "Ne füsun ettin ruhuma böyle, söyle sevgili ah, sevgili söyle" ... Üçüncü bardak çayı içmeye hazırlanırken Zahide hanımın sesini duyar gibi oldu yine, "Çok çay içmesen Muzaffer bey, bak sonra çarpıntı yapıyor..." İçmedi çayı, öylece bıraktı, sigarasını da söndürerek yatağına uzandı. Hava epey kararmıştı, dışarıdan sızan zayıf ışıklar buğulu camlardan süzülerek tavanda ve duvarlarda garip şekiller oluşturmaya başladı. Çocukluğundan beri, evliliklerinin ilk yıllarında Zahide hanımın göğsünde uykuya yenilişleri hariç hemen her gece bu şekilleri izleyerek uyumaya alışmıştı. Yorgun gözleri daha fazla direnemedi uykulara... Ve kendini yarı ölüm denilen bilinmezin koynuna bıraktı...
Sabahın ilk ışıkları ve uzaklardan canhıraş feryatlar savuran horozun sesiyle uyandı yeniden. Yanı başında duran duvara gömülü rafı kapatan solgun basma bezi kenara iterek içinden bir kaç eski resim çıkardı. Sonra giyinerek resimleri de masadaki defterinin yanına bıraktı. Her zamankinden daha dikkatli bir şekilde odasını derleyip toparladı. Gücünün izin verdiği ölçüde her yeri silip süpürdü. Bir tek buğulu camlara karışmadı. Her yere içine sindirircesine bir daha baktı.....Evet.... Nihayet sonu adımlamaya hazırdı....
Gıcırdayarak açılıverdi kapılar. Soğuk duvarları dışarıdan izledi bir süre ve umarsızca yürümeye koyuldu. Sokaklar bugün biraz mavi boyanmıştı evler ise kırmızı. Şehir tükendi! Evler, caddeler ve derken sokaklar... Karanlıklar aydınlığı yırtmaya başladı, ancak o hiç umursamadı. Nasılsa yalnızlık ta en fazla bu kadar aydınlıktı ! Dağlar ve nehirler de şehre imrendi sonra, onlar da tükendi. Soğuk bir rüzgar hesapsızca dokundu zulasında hatıralara .
Tadını bilmediğini tatmaya, izini bilmediğini sürmeye koyuldu umarsızca. Yağmur ve toprak çeldi aklını, ayakkabılarını bilmediği bir taşın ardına bıraktı, gömleğinden bir düğme daha açtı, rüzgarın işi daha da kolaylaştı.
Neden sonra durdu ve,
Yüreğini sarıp sarmaladı!
Bohçaladı ve menekşe kokulu mendillere doladı
Avuçlarında yüreği, yıldızlara uzandı
Son bir kez uzun uzun gökyüzünde onu aradı
Yine bulamadı...
Nihavent bir hüznü kucakladı ayrılıklar
Buğulandı ama
Ağlamadı,
Ağlayamadı...
...
Yağmur apansız renkleri kucakladı
Su olup aktı parmaklarından, sarısı, eflatunu, moru, beyazı
Bir darbe daha attı üşenmeden beyaz'a ama güçlüce
Tablo biraz daha aydınlandı
Ve nihayet küçük bir imzayla en sonu noktaladı
Umuda...
(Güle güle Muzaffer Dede..!)
*(Suluboya tablo Kıvanç GÜLHAN)
Ferhat Unsu
Yukarı
|
Şifacı Kahveci : Ayşe Nur Doksat |
KIRGINIM
Kırgınım sana.
Beni terkettiğin için.
Kırgınım sana.
Beni anlamadığın için.
Kırgınım ona.
Bana bakmadığı için.
Kırgınım ona.
Seni anladığı için.
Kırgınım sana.
Bana yaklaştığın için.
Kırgınım ona.
Sana darıldıği için.
Kırıldım sana.
Bana kırıldığın için.
Kırıldım ona.
Sana sarıldığı için.
Kırıldım kırgına.
Kırılganlığı tattırdığı için.
Kırılganlık kırgın kırgına.
Kırk küp kırkının da kulpu kırık küp olduğu için.
Kırgın da kırgın kırılgana.
Kırılgan...
Öyle ya, bir tanesi olmaya ne hakkı var?
Zalim!
ANur anur@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
|
Not Defteri : Hasan Kaya Kendimizle Barışmak |
|
Ne can sıkıcı şeydir insanın kendisi ile kavgası. Dünyayı karartır bir çırpıda. Bahar gelmiş, güneş değmiş nar dalına umurunuzda olmaz. Gülen çocuklar bile sizi gülmeye davet edemez. Her söz güçsüz, her çaba boşadır neşelenmeniz için.
İnsanın kendisi ile barışı bozulmuşsa, ve bir savaş halindeyse kendisiyle, olur olmaza kavgaya tutuşmaya hazırsa, başkasını hiç görmez gözü. Çevresiyle sürekli bir didişme ve kavga içinde olur. En güzel sözün bir ters yanını bulur. Her şeyi en olmaz ucundan tutar ve herkesle kavgaya hazır olur.
Başkasını sevmenin kolayı, kendini sevmekten geçer. Buda insanın kendisi ile barışını sağlamasıyla olur. Kendi içinde, kendisiyle barışık insan, çevresiyle dost arkadaştır. Bu barış sadece çevresindeki insanlarla değil, uçan kuş, yerdeki karınca, gül dalındaki dikeni de içerir.
Denize dalga olur gibi hayata anlam olur insan. Sevmesini bilir, sevildiğini anlar iç barışına varmış insanlar.
Yolda, işte yaşadığımız her alanda bazen kendisine küs, dünyaya dargın insanlar görürüz. Kendimden bilirim çekilmez insanlardır bunlar. Ben kendime küstüğümde çekilmez olmakla kalmaz; bir o kadar lanet biri olup çıkarım. Her şeyde bir olumsuzluk ararım. Her iyi niyetli davranışın altında bir çapan oğlu, her güzel yaklaşımda bir ali cengiz oyunu var sanırım.
İnsanın kendisine küsmesinin tek nedeni iç barışının bozulmasıdır. Bu iç barış ne yazık ki salt bize bağlı değil. Bizim dışımızda bir çok olgu, iç barışımızın bozulmasında veya kurulmasında bir nedendir. Yaşadığımız çevre hatta günümüzde dünyada olup bitenler bir etmen olabilmekte...
Çevremizde her şey yolunda gitmiyor. Bir birey, bir insan olarak çaresiz kaldığımız bir dolu şey yaşıyor veya tanığı oluyoruz. Bunlar bile tek başına iç barışınızın bozulmasına bir neden olabilir.
İnsanı eli böğründe bırakıyor. Yaşadığımız gördüklerimizden başka, bir çoğunu da televizyonlardan izliyor, gazetelerden okuyoruz.
Olup bitene haksızlıklara karşı içten içe yükselen isyanlar çaresizlik duvarına çarptıkça, dışa karşı, haksızlığa karşı başlayan kavga, içte kendinize dönen bir kavga haline geliyor. Ve genelde bu kavgadan yenik çıkıyoruz.
Bazen doğaya dönmek, güç toplamak için bir çözüm olabilir. Gelinciklerin tüm narinliği ile hayata nasıl tutunduğunu veya bir karıncanın boyundan büyük işlere kalkmasını gözlemlemek yeterli olabilir.
İnsan çabuk pes eden yanına kandıkça çaresiz kalıyor. Oysa doğada her canlı ne kadar güçsüz olursa olsun yaşam kavgasını asla bırakmıyor. Sonuna kadar sürdürüyor. Doğa; umut - umutsuzluk gibi kavramları bilmiyor... Yaşamın gerektirdiğini yapıyor ve direniyor.
İnsan, doğadan farklı olarak bilinci, duyguları, istençleri ve daha bir çok özelliği ile var. Bütün özellikleri ile yaşamını şekillendiriyor. Böylece doğanın bir parçası olan insan, doğa içindeki en karmaşık unsur olup çıkıyor.
Ancak tüm bu karmaşıklığa karşın sevgi ve üretkenliği ile insan iç barışına ulaşabilir. Koşullar, olumsuzluklar ne kadar zor olursa olsun bir çıkış yolu bulabilir. Yeter ki kolaycılığın kollarına kendisini atmasın. İşin bir ucundan tutmayı ertelemesin. En zor koşullarda en güzel sesiyle en güzel şarkıları söylemesini bilemeli insan.
Güzel şarkıları zor zamanlarda söylemesini bilen insan yenilmez.
Hasan Kaya h.kaya@hkaya.com
Yukarı
|
AŞK ÜZERİNE SÖYLEŞİ -1-
ÖNSÖZ...
Az sonra okuyacağınız "AŞK Üzerine Söyleşi"den önce, bir "Önsöz" yazmak istedim sizlere. Söyleşinin kahramanı olan kişiye neden "Firuze" adını vermiş olduğum bilinsin istedim...
Sezen Aksu'yu çok severim ben; sesini, yorumunu, bestelerini. Ama, en çok da şarkılarının sözlerini... Çoğu zaman dinlediğim o sözler, kafamın içinde bir çok hikâyeler çağrıştırır ve sonunda oturup, kendi kahramanlarımı yaratır; onlara hayat vermek için senaryolar yazarım...
İşte, "Firuze" de bunlardan birisiydi. O, benim yapmak isteyip de bir türlü yapamadıklarımı yapan cesaretteki kadındı... Olmak isteyip de bir türlü olamadığım güzellikteki kadındı... Hani şu, bir "üzüm buğusu", bir "orman kuytusu" kadar güzellikte olan kadın... Ama ne yazık ki, ona yegâne benzerliğim; hep "acele eden" ve hep "bedel ödeyen" kadın olmaktan öteye gidemedi!
"Firuze" adlı şarkının meşhur olup, çokça dinlendiği, dillerde dolaştığı yıl yazılmıştı aşağıdaki hikâye de. Yazılmış ve bir dosyanın içinde diğerleri gibi unutulup gitmişti... Geçmiş yıllara ait ajandalar (bir zamanlar, yaşadığım her günü not ederdim mutlak), blok-notlar, dosyalar, mektuplar, eski fotoğraflar, resim albümleri, kartpostallar, adres-telefon rehberleri, resimlerine kıyıp atamadığım eski takvimler ve daha neler neler... Yıllar önce bir taşınma sırasında, hatta belki daha da öncesinde, bunların hepsi bir sandığa tıkıştırılmış ve kim bilir ne zamandan beri yeniden gün ışığına çıkmayı bekliyorlarmış meğer! Hani klasik bir tanım vardır ya: "naftalin kokulu anılar" diye, işte benimkisi de o hesap. Yıllar sonra birden aralandı o sandığın kapağı ve içindekiler saçıldı öteye beriye... kesif bir naftalin kokusuyla birlikte...
Elime önce, bizimkilerin 'mübadele anıları' geçti; ardından 'Türkbükü'nün yel değirmenleri'. Daha sonra da gazetelerin birinde okumuş olduğum 'yılkı atlarına' dair bir haberin yaptığı çağrışımla, iş seyahatlerim sırasında (1979-80 yılları arası) Çukurova'da sıkça rastladığım mevsimlik işçilerin yaşamlarından kesitleri not etmiş olduğum sayfaları arayıp buldum. Her birini yeniden derleyip toparlayıp, daha önce paylaşmıştım sizlerle. Ama, artık "sosyal içerikli!" konulara bir süreliğine ara vereceğim. Biraz da aşklı-meşkli, duygusal, ya da iç hesaplaşmaları konu eden türü deneyeyim diyorum. Hem belki "rating"i daha fazla olur! Malum, artık günümüzde geçerli olan da bu değil mi? Hoş, bizim dönemin (15-20 yıl öncesinin) anılarını, geleneksel tabularımıza karşı o yıllarda verilen mücadeleyi bu zamana aktarmak pek kolay gibi görünmese ve aynı zamanda bazılarına cazip gelmese dahi, ben yine de en azından o dönemin fikir ve düşüncelerini gündeme getirmeyi deneyeceğim.
Aşağıdaki hikâyenin tamamı aslında yaklaşık 18-20 sayfayı buluyor. Ancak, orasından burasından azıcık makaslamam gerekti. Nedeni, "şimdilik" bende "saklı kalması" gerektiğine inandığım kısımları içermesi... Umarım çıkan bölümler metnin bütünlüğüne pek fazla zarar vermemiştir.
Gelelim onca anı notları ve hikâyenin arasından, neden Firuze'yi çekip çıkardığıma?.. Tamamen bir tesadüf sonucu diyebilirim. Hani, şu son günlerde sinemalarda gösterime giren film var ya; işte bu kez de onun yaptığı bir çağrışım oldu benim Firuze'mi gündeme taşıyan... Aşağıdaki hikâyenin son cümlesini okuduğunuzda bunu sizler de görüp; daha iyi anlayacaksınız ne demek istediğimi... Önce birer fincan kahve alın kendinize, sonra da arkanıza yaslanıp okumaya başlayın; sıkılmazsınız umarım.
Ferda Önler
AŞK Üzerine Söyleşi...
Mine, arkadaşlarından bir kaçıyla birlikte onu da akşam yemeğine davet etmişti. Firuze, kendine geldiğinden beri ve aylardan sonra ilk kez bir yere davet ediliyordu; epey heyecanlanmıştı. Bir "gelecek" olasılığı doğuyordu belki. Kapıya vardığında, içeride konuşanların seslerini duyabiliyordu. Nabzı hızlanmıştı birden. Ne bekliyordu? Yeni bir hayat mı? Pırıl pırıl kafaları olan yeni arkadaşlar, olgun dostlar bulmak mı? İyi ama, zaten içeridekilerin çoğu eskiden tanıdığı kimseler değil miydi ki?
Konuklar, ikili-üçlü küçük gruplar halinde ve her biri salonun bir köşesinde kendi aralarında sohbete dalmışlardı. Dörtlü bir grup ise, yuvarlak masa toplantısı yapıyormuşçasına yemek masası etrafında bir araya gelmiş; salondaki diğer konuklardan kopuk halde ve büyük bir olasılıkla da iş yerindeki bir sorunu tartışıyor olmalıydılar. Pikapta 33'lük albümlerden seçmeler peş peşe çalınıyor, açılan her yeni şarap şişesi elden ele dolaştırılıyor, kadehler ardı ardına boşalıyordu. Ancak, bütün bu hararetli konuşmalar sanki Firuze'nin iki yanından akıp gidiyordu. Oraya geldiğinden beri, ne o küçük gruplardan birinde kendine yer açabilmiş ne de yapılan koyu sohbetlerden herhangi birine dahil olabilmişti...
Mine, az sonra kalkıp mutfağa gitti; fırından yeni çıkardığı kendi imalatı bir tepsi pizzayı, tabaklara sıcak sıcak servis yaptıktan sonra gelip, tek başına bir köşeye ilişmiş olan Firuze'nin ayaklarının dibine oturdu. Onun bu yalnızlığı Mine'ye dokunmuştu nedense. Hem zaten ortalarda dolanmasına da pek gerek yoktu. Konukları gelmeden önceden hazırlamış olduğu soğuk meze türü yiyecekleri, herkes canının çektiğince servis yapıyordu kendisine açık büfeden. Daha fazla oyalanmadan hemen konuya girdi:
"Her şeyin dışında kalmış gibi bir halin var." dedi.
Firuze, ağlamaklı olduğunu o ana kadar fark etmemişti; sözler ağzından dökülmeye başladı birden:
"Buraya gelmekle yanlış bir iş yaptım sanıyorum. Benim durumumda biri... Neden söz ettiklerini anlamıyorum, kim olduklarını bilmiyorum, onlarla nasıl konuşmak gerektiğini bile bilmiyorum. Oysa geçen akşam anladığımı sanmıştım. Hayatımdaki aksaklığın ne olduğunu yani... Gel gelelim bir karar almakla değişemiyor insan, her şey eskisi gibi sürüp gidiyor; ama, sanki ben her şeye, herkese yabancı gibiyim... Mesela, şu Can! Kimin nesidir kuzum? Veya Levent'in çok itici bir adam olduğunu kimse fark etmez mi? Ne kadar küstah olduğunu biliyor mu o? Hele Attila'ın bu kadar züppe biri olabileceğini hiç düşünmemiştim. Kızlardan iki-üçünün dışındakilerle sanki ilk kez karşılaşmış gibiyim... Oysa, hemen hepsini yıllardır tanırım."
Dolu gözlerle Mine'ye bakarak bitirdi sözlerini.
Mine, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ çok alımlı ve hoş bir kadındı. Kadın, erkek tüm dostları hayrandı onun bu hem fiziksel hem de içsel güzelliğine. Işıltılı hareler saçan elâ gözleri, dosdoğru karşısındakinin gözlerinin içine bakardı konuşurken. Doğaldı, içtendi tavırları.
"Ne demek istediğini anlıyorum... Müzikten, spordan, sanattan, modadan, politikadan ya da seksten söz ediyorlardır kuşkusuz; genellikle bunlardan söz ederler. Konuşacak başka bir şey bulamazlar çünkü. Konuşmasını, konu bulmasını bilmezler. Buradaki erkeklerin tek ortak yanları tenis tutkusu veya seks. Kadınların ki malum... Beğenilmek. Sen farkında olmayabilirsin ama, onlar senden de kötü durumdalar. Daha büyük bir kopukluk, bir şaşkınlık, bir korku içindeler hepsi."
Firuze gözlerini dikip Mine'ye baktı:
"Sen onları anlıyorsun..."
Mine omuz silkti.
"Eh işte. Yıllardır içlerindeyim."
İmrenerek baktı Firuze ona.
"Demek ki yaşımdan ötürü değil. Ben... ben başka bir dünyadan gelmiş gibiyim. Benim oturduğum yerde - eskiden ve orada oturmayı da sevmezdim aslında, oraların insanı olduğuma hiçbir gün inanmadım - kurallar çok değişikti. Bir yabancı gibiydim o çevrede ama, burada da yabancılık çekiyorum. Her şeyin dışında kalıyorum sanki."
"Belki zamanla değişir," dedi Mine.
Firuze, hemen her yerde yalnızdı, başkalarından ayrıydı ama, pek kötü bir duygu da değildi sanki bu. Kafasından geçenleri bir yana bırakıp; Mine'ye doğru eğilerek içinden geçenleri anlatmaya koyuldu:
"Belki yeniden sevecek birini bulsam mutluluğum eksiksiz olur."
"Yaa? Daha önce sevecek birini bulmuş muydun?"
"Eh... Biriyle yaşadım ya."
"Evet. Onu - neydi adı? Hah, Agâh - canlı bir sevgiyle seviyor muydun? Yani yüzünü gördüğün zaman, konuşmasını dinlediğin zaman sevgi duyuyor muydun? Yoksa yalnızca bir alışkanlık mıydı?"
"Bir heyecan, bir tutkuydu. Belki biraz da alışkanlık..."
"Yine onu mu arıyorsun yani?"
"Bazen..."
Firuze, şarap şişesine uzanmıştı... Karşılıklı bir suskunluktan sonra sessizliği ilk bozan Mine oldu:
"Hiç görüyor musun?"
"Pek sık değil. Yollarda rastlıyorum bazen. Beni hiç görmüyor sanki. Bazen de akşamları gittiğim barlarda karşılaşıyoruz. Hiç değişmemiş. Bazı söylentiler duydum. Üniversite öğrencisi bir kızı olan, yaşça kendinden hayli büyük bir kadınla birlikteymiş... Öyle diyorlar. Onlara, yan yana hiç rastlamadım."
"Ya sen nasılsın? Neler hissedip, duyuyorsun?"
"Neler hissettiğimi bilmiyorum. Duygu diye bir şey kalmadı galiba. Zamparanın biriydi ama, bugün istese yine ona dönerim. Biliyorum. Döner ve hiç ağzımı açmam diyemem ama, dönerim. Gel gör ki istemeyecek! Çünkü benim hamuruma istediği, dilediği şekli veremiyor... Sonunda vazgeçti benden galiba..."
"Nasıl vardın bu kanıya?"
"Artık eskisi gibi sık sık arayıp sormamasından.. veya gecenin hangi saatinde olursa olsun, beni görmek aklına estiği anda, çıkıp eve gelmemesinden.. ya da karşılaşma ihtimalimizin hayli yüksek olduğu mekânlara uğramaktan kaçınması gibi... Daha da çoğaltabilirim bu örnekleri; ama, gerek yok! Geçenlerde bir yerde okudum; beni haklı çıkarırcasına, şöyle diyordu Murathan Mungan:
'Kadınlar, yaslanmak için bir erkeğin omzuna ihtiyaç duyarlar. Ama başı dolu kadınlar, erkeğin omuzuna ağır gelir... Erkekler, kadında kontrol edilebilir zekâ, kontrol edilebilir başarı, kontrol edilebilir yetenek ister. Yani kadının sahip oldukları, erkeğin kontrolünü aşmaya başladığında ilişki biter; çünkü erkek gider...'
"Neden başka birini aramıyorsun peki?"
"Arıyorum. Hiç değilse aradığımı sanıyorum. Ancak pek büyük bir istekle aramıyorum belki. Şu anda önem verdiğim tek şey huzur. Ne yaşa geldim biliyor musun? Otuz üç! Aslında benim için hiçbir şey eskisi kadar önemli olamaz gibime geliyor. Hiçbir şey beni eskisi kadar duygulandıramaz, eskisi kadar acı çektiremez. Belki de olgunlaşmak dedikleri şey bu."
Mine bakışlarını duvardan ayırarak pencereye çevirdi ve derin bir soluk aldı. Kısık bir sesle;
"Ne kadar süre birlikte oldunuz?" diye sordu.
"Benliğimin yok olmasına - anamın bellenmesine - yetecek kadar! Üç yıla yakın bir süre. Diğer erkekler gibi hergelenin biriydi o da. Artık nefret etmiyorum. Hiçbirinden nefret etmiyorum aslında. Ellerinde değil. Hergele olmak üzere yetiştiriliyorlar. Bizler de melek olmak üzere yetiştiriliyoruz ki onlar hergele olabilsinler. Düzene baş kaldıramazsın. Hiç değilse onlar kaldıramıyorlar."
"Evlenmem demeye mi getiriyorsun yani?"
Mine, büyük bir dikkatle soruyordu... Dalgın dalgın karşılık verdi Firuze:
"Öyle bir istek duyacağımı hiç sanmıyorum. Neden evleneyim ki? Niye sordun? Sen bir daha evlenir misin yoksa?"
"Öyle düşünmüştüm. Yani günün birinde yine evlenirim gibime gelmişti. Boşananların çoğu yeniden evlenmiyorlar mı?"
Sesi biraz kaygılıydı sanki. Dalgınlık sırası Mine'deydi şimdi ve devam etti:
Arkası Yarın
Ferda Önler fonler@kahveciyiz.biz
Yukarı
|
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir. Kahve Molası bugün 4.373 kahveciye doğru yola çıkmıştır.
Yukarı
|
KEYİFLİ BİR GÜNÜN ANISINA
Ne cebimde yarım kalmış bir ezgi
Ne de hüznünü taşıyorum
Atlantik bütün endamıyla karşımda
Altın sarısı kumlara uzanmış yatıyorum
Başımın üzerinde kavurucu bir güneş
Gözlerimde mavi alabildiğince
Sanki yaşam durmuş bir ben varım
Diyecek yok doğrusu keyfime
Elif Su Alkan
Yukarı
|
Çift hava yastıklı, özel koruma başlıklı!...
Yukarı
|
FOTOGRAF SERGİSİ
"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.
8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com
FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85 Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com
Yukarı
|
İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan |
http://ferryhalim.com/orisinal/
Hem dizayn olarak, hem de içerik olarak en sevimli web sayfalarında biri olarak kabul ettiğim bir site. Şirin mi şirin oyuncukları bünyesinde barındıran ve istediğiniz kadar uğraşın kopyalamanıza müsade etmeyen sağlam bir web sayfası.
http://www.3dtextmaker.com/
Tanıtımlarınızda veya web sayfanızda kullanmak üzere bir .gif animasyon hazırlamak isteyenlere ideal bir kısayol. Önce yazı tipini belirliyorsunuz. Seçtiğiniz font, örnek kutucuğunda karşınıza geliyor. Daha sonra sırasıyla, yazı rengi, animasyon boyutu ve çalışmanın ayrıntılarını belirliyorsunuz. Son adım, animasyonda görmek istediğiniz yazıyı kutucuğa yazıyorsunuz. "Make 3D text" kutucuğuna tıkladığınızda animasyon hemen hazırlanıyor. Bir kaç denemeden sonra istediğiniz animasyonu bilgisayarınıza kaydedip kullanabilirsiniz.
http://www.biography.com/
25.000'den fazla ünlü ve tanınmış şahsiyetin biografisini bulabileceğiniz sağlam ve kullanışlı bir arşiv. Tek kusuru Türkçe olmaması. Eh o kadarcık kusur biliyorsunuz kadı kızında da bulunuyor.
http://www.gutenberg.net/find
Siz bu kadar internet bağımlısıysanız, kitabınızı da internetten okumak istersiniz herhalde. Kayıtlarında binlerce kitabın elektronik ortam kopyası mevcut. Dilediğiniz bir tanesini seçip zevkle okuyabilirsiniz.
akin@kahveciyiz.biz
Yukarı |
Damak tadınıza uygun kahveler |
Adobe Reader SpeedUp [98KB] W9x/2k/XP FREE
http://homepage.ntlworld.com/bootblock/files/prods/ar-speedup.zip
Adobe Acrobat Reader'ın yavaş açılmasından şikayetçiyseniz, bu programı indirip bir kere çalıştırmanız hızlandırmak için yeterli olacaktır. Gene aynı programdan istediğinizdebgeriye dönüş yapabiliyorsunuz. Yani çekinmeden kullanabilirsiniz. Bizzat denedim, işe yarıyor.
Yukarı
|
|
|