KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Bir Ekart = 1 Gün
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 492

 28 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Sahici insanlar!..


Merhabalar,

Popstar'ın eleme gecesi az önce sona erdi. 4 güzel kız elendi. 'Haberleri okudunuz haydi Allah rahatlık versin.' demiyeceğim tabi. Bu yarışmalara cümleten alıştık starsavarlar da ateşkeş ilan ettiler galiba. Pek rastlamıyorum artık tukaka yazılara. Ya bıktılar ya da sevmeye başladılar. Bu ikinci gecelerin bir başka özelliği ve güzelliği var. Birbirine kaynaşan genç insanlar bir yandan hayallerinin sona ermesine üzülürken, esas birbirlerinden ayrılacakları için gözyaşı döküyorlar. Ve her seferinde ben de onlara eşlik ediyorum. Sonra düşünüyorum. Hiç tanımadığım 2 kişinin birbiri için akıttığı yaşlardan bana ne diye aklımdan geçiyor. Ama koyveriyorum gidiyor. Bunun adı sevgi, saygı, insanlık, özlem, veda, ne derseniz deyin ama tamamen insana özgü güzel duygular. Şu an okumakta olduğunuz Kahve Molası'nda hergün bir demet sevgi, ayrılıklardan yürekte kalan hüzün, kapı arkasında dökülen gözyaşlarına şahit olmuyor muyuz? Ne mutlu bize ki oluyoruz. Bu yarışmalar da tıpkı KM hikayeleri gibi bana müziğin çok ötesinde duygular yaşatıyor. Birinin unuttuğu sözler yüzünden mutfağa kaçıyorum, diğerinin elenen arkadaşına sarılması boğazıma düğüm oluyor. Hepsi canlı, sahici ve insana ait. Ben seviyorum bu programları yahu.

Keşke herşey bu kadar sahici, bu kadar güzel olsa. Halbuki saptırılan gerçeklerin, inanılan hayallerin beşiği benim güzel memleketim. Kıbrıs konusunda herkes birşeyler diyor, ama içlerinde biri var ki yenir yutulur gibi değil. Sayın RTE 'Son elli yılın en büyük siyasal zaferi' olarak nitelendiriyor sonucu. Allah Allah, benim seyrettiğim maç farklı mıydı? Yoksa gözüme perde mi indi? Bir türlü anlamadığım deyişiyle 'Kazan kazan' politikasına ne oldu? 2 evete KKTC gidiyordu. Yani istediğin buydu. Rumlar hayır deyince KKTC kaldı, ve bu bir zafer oldu. Yok yahu, salak olan benim, anlamıyorum bu hesabı. Benim anladığım, sözü edilen zafer 'Ensesine vur lokmasını al' özdeyişinin cuk oturup yabanların ekmeğine yağ sürmekten başka birşey değil. Denktaş'ın derdest edilmesi işini de medyaya ihale edince kendilerine sadece hayal tacirliği kaldı, gözleri aydın olsun. Hem gözleri aydın olsun hem de İmam Hatipler imam adaylarıyla dolsun. ÖYS'de meslek liselerine uygulanan katsayı artışından sonra imam hatiplere başvuru %50 nispetinde artmış, hayırlı uğurlu olsun. Hayır, kulakları çınlasın bir bakanımız bir zamanlar '70 milyonluk Türkiye 70 bin tane imam hatipliden mi korkacak?' diyordu da adama hak veriyorduk. Şimdi de pişkinliğe vurup 100 binden ne zarar gelir diyor mudur acaba merak içindeyim. Haydi kalın sağlıcakla...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

 Café Azur : Suna Keleşoğlu


Bir Anda...

Daha gün ışımamıştı. Tüm odada yankılanan zilin sesi ile uyanmıştı. Saate uzandı. Alarmı açık unutuğunu düşünüp kapatmaya çalıştı. Eli kapatma düğmesine defalarca bastığı halde zil sesi susmuyordu. Hala uyku sersemiydi ve daha gün doğmadan kulağında yankılanan bu ses onu deli ediyordu.
-Boşuna saati kırma, çalan telefon dedi adam.
Kocasının bu sakin ve uykusundan ödün vermeyen hali ile daha çok çileden çıktı. Gecenin sabaha ulaşmaya çalışan saatlerinde çalan bu telefon önemli olmalıydı.
-Saatlerdir neden açmıyorsun? diye telaş içinde duydu karşı taraftakinin sesini.
Perdeleri hafif sıyrılmış penceresinden sokak lambasının ışığı vurdu yüzüne. Sessiz kaldı bir süre. Yeterince sessiz. Niyeti geceleri başkalarını rahatsız etmek olan bir telefon sapığı mı? Ya da tuşlarken hata yapılan yanlış bir numara?
-Carolll? Uyan benim. Karşı taraftaki ısrarcıydı ve ona ismiyle sesleniyordu.
Uykudan hala kapalı olan gözlerini bedeninin tüm kuvvetini vererek açmaya çalıştı.
Uyku, uyku, uyku...
-Carolllllllllllllllllllll.
Nihayet ayıldı ve karşı taraftan kendi ismini haykıran sesin kuzenine ait olduğunu kavradı. İyi de gecenin bu saatinde kuzeni onu neden arıyordu?
-Patricia, tamam benim ne oldu bu saatte?
Karşı taraftaki uykusunun çok ağır olduğunu bildiği amca kızının uyandığını anlayınca hiç ara vermeden anlatmaya başladı.
-Hemen buraya gelmelisin. Biraz evvel hastaneden bir polis aradı, Fabio'nun cüzdanında bulmuşlar benim numaramı. Fabio Fabio...Ağlamaya başladı.
Karşı tarafta Carol'un kalp atışları hızlanmıştı. Kardeşinin adını tekrarlayan kuzeninin devamında iyi bir şeyler söylemeyeceğini anlamış ve bir anda tüm vücudunun titrediğini hissetmişti.
-Ne oldu? Ne olmuş? Fabio'ya ne olmuş?
-Ben de henüz tam olarak bilmiyorum. Dedim ya bir polis aradı. Fabio'yu hastaneye kaldırmışlar. Durumu ciddi imiş. Bir hırsızlık olayı, bıçakla yaralanmış. Hemen buraya gelmelisin, Devlet Hastanesine. Ben hemen çıkıyorum, on dakika sonra orada olurum. Sen de hemen çık yola. Durumu gerçekten çok ciddi.
-Ne olmuş, nasıl olmuş, ne hırsızlığı?
-Hiç bir şey bilmiyorum. Polis bir yakını olarak benim hemen orada olmamı istedi. Sen de acele et, hemen gel. Ben telefonu kapatıyorum.
-Hangi hastane, Devlet hastanesi mi?
Cevap yok. Karşı taraftaki telefonu çoktan kapatmıştı. Kafasının içinde binlerce çan aynı anda çalıyor gibiydi. Yatağın öbür ucunda deliksiz bir şekilde uyuyan kocasına seslendi. Biraz evvel kendisine telefon çaldığını söyleyen adam ne çabuk tekrar uykuya dalmıştı. Hem de uyku düşkünü olmayan kocası . Akşam katıldıkları davette içtikleri şarabı fazla kaçırmıştı anlaşılan. Kocası uyanmakta zorluk çekiyordu. Yoksa tam tersi olurdu. Carol yanında davul çalsan uyanmayanlardan olmasına rağmen kocası Daniel bir sinek vızıldasa yataktan fırlardı. Güç bela Daniel'ı uyandırdıktan sonra hazırlanmaya başladı.

Yatağın yanındaki sandalyenin üzerine rastgele fırlattığı akşamki davette giydiği etek ve bluze uzandı. Uykusu iyice açılmıştı.

Neden, nasıl, niçin sorularına cevap bulamamıştı. Ruhunda duyduğu acı bedenini de sarmıştı. Bir cam parçası bileklerini kesmiş gibi, göğsüne bir bıçak saplanmış gibi keskin bir acı kaplamıştı vücudunu. Gökyüzü hala karanlık, elleri buz gibiydi. Sonra ani bir kararla dolaptan hızla çekip aldığı bir pantalon ve kazağı üzerine geçirdiğinde Daniel'ı yanı başında hazırlanmış, hatta üzerine paltosunu bile geçirmiş olarak buldu. Çok zaman geçmiş miydi?

Hiç konuşmadılar, böyle anlarda hiç konuşmazlardı. Altı ay önce teyzesinden gelen annesinin öldüğünü bildiren telefondan sonrada böyle konuşmadan çıkmışlardı yola. Birbirlerine bakıp elele tutuşmuşlardı. Şimdi olduğu gibi. Ellerinde buz parçaları, kalbinde bir bıçak yarası sevdiğinin gözleri ile acısını avutuyordu.

Demek en son altı ay önce cenazede görmüştü Fabio'yu. Kendi yaşadıkları şehre 2-3 sat mesafedeki bir başka şehirde yaşıyordu. Bir arkadaşı ile kalıyordu. O zaman işsizdi. Ama son telefon görüşmelerinde bir barda garson olarak çalışmaya başladığını söylemişti. Kuzeni Patricia'nın yardımıyla bulduğu işlerin çoğundan kovulmuş ya da sıkılıp kendisi ayrılmıştı. Kavgacı ve haksızlıklara tahammül edemeyen tavırlarıyla karşısındakilerle uyum içinde olması kolay olmuyordu. Çocukken de böyleydi. Ya hep dayak atar ya da büyük çocuklardan dayak yerdi.

-Fabio, Fabio, Fabio diye içinden tekrarlayıp durdu.

Arabaya bindiklerinde gün hafiften ağarmaya başlamıştı. Hava serindi, hatta belli belirsiz bir yağmur başlamıştı. Yol boyunca sessizce kardeşini düşündü.

Aklında kuzeninin telefondaki sözleri. Polis hastaneden aramıştı. Bir hırsızlık olayı, yaralanmış. Hırsızlık, hırsızlık, hırsızlık...Kafasında dönüp dolaşan buydu. Fabio hırçın, kavgacı, zaman zaman sarhoş olduğu geceleri nezarette geçiren bir gençti ama asla hırsızlık yapmazdı. Onun kardeşi hırsız olamazdı. Kardeşinin hastanede ağır yaralı bir şekilde yatıyor olduğunu unutmuştu sanki. Kendi ailesinden birinin hırsızlık yapmış olabileceğinden başka birşey düşünemiyordu. Fabio işssiz olduğu dönemlerde bile ablasından para almaya yanaşmazdı. O başkalarının parasında gözü olan insanlardan değildi. Kardeşini tanıyordu ama çevresindeki garip arkadaşlarını hiç sevememişti. Mesela kardeşi ile aynı evi paylaşan Jack kumar oynuyordu. Zaman zaman Jack'in kumarda kazandığı paralardan bahsederdi Fabio.

Hava aydınlandıkça yağmur şiddetini artırıyordu sanki. Arabanın sileceklerinin sinir bozan sesi hala neden bu arabayı değiştirmediklerini hatırlattı Carol'a. Bu eski hurda yığınından kurtulmanın zamanı gelmemiş miydi? Her ikisi de işlerine metro ile gittikleri için haftaiçi arabaya gereksinimleri olmuyordu. Haftasonları ise yakın mesafelerdeki arkadaşları ya da alışveriş için istedikleri yere götürmeyi başarmıştı. Bu derin sessizlikte ilk defa sinir oldu sileceklerin sesine. Yağmur gözyaşlarını hapsetmişti sanki. Ve sileceklerin sesi tüm hayatını gösteren bir film makinesini çalıştır gibi büyük bir gürültü yapıyordu. Issız otoyolda yol çizgilerinde devam eden hayatının filmi. Fabio ve kendisi. Çocuklukları. Babalarının, ardından da annelerinin cenazelerinde elele tutuşup sonrada sıkı sıkı sarılıp ağlamaları.

-Hangi hasatneymiş? diye sordu Daniel.
-Devlet Hastanesi.

Fabio'nun yaşadığı şehre geldiklerinde kuzeni Patricia'yı aradı ama telefonu cevap vermiyordu. Hastanede olmalıydı. Paki neden açmıyordu? Yoksa yoksa...

Daniel her zamanki gibi sessiz ve dikkatli araba kullanıyordu. Yağmur dinmiş ve bulutların arasından güneş kendini göstermeye başlamıştı. Patricia'nın telefonundan bu yana kaç saat geçmiş, ne kadar süreden beri yoldaydılar. Hatırlamıyordu.

Hastaneye vardıklarında hemen acil servise yöneldiler. Kapıdaki görevliye
-Bir hırsızlık olayında yaralanan genç olmalı, nerede o?
-Hangisi, hırsızlığı yapan mı yoksa onun yaraladığı mı?
Bilmiyordu. Bildiği tek şey, bilmek istediği kardeşinin hırsız olamayacağı idi. Ama bu şüphe. Bu güvensizlik. Ahh Fabio, Ahh diye geçirdi içinden. Neden sen de bizler gibi...
-Hırsız polislerle beraber 70 nolu odada, yaşlı kadın kafasına bir vazo ile vurmuş. Diğer genç yoğun bakımda. İkisi de koridorun sonunda.
Daniel ve Carol koridorun sonuna yaklaştıklarında ağlayan gözlerle kendilerine gelen Patricia'yı gördüler.
Koridorun sonunda üç polis vardı. Hemşireler hızlı hızlı yanlarından geçiyorlardı. Bekleme salonunda yanında bir polis oturan yaşlı bir kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Carol üşüyordu. Yüreği donmuştu. Bir acı saplanmıştı ki, birden kendini tutamadı...

Daniel ve Patricia kendisini kaybedip koridorun ortasında düşüp bayılan Carol'u kollarından tutup kaldırmaya çalıştılar.
Zaman durmuştu, zaman donmuştu.
Ve dinen yağmur yeniden yağmaya başladı. Sabaha iyice uyanan şehrin yollarına düşen tüm arabalarının silecekleri kendilerine özgü gürültüleri ile çalışıyorlardı. Silecekler, silecekler...Trafik lambalarında bekleyen arabaların ön koltuklarında oturan yüzlerin gözyaşlarını siliyorlardı.

Ertesi gün şehrin başka yerinde bir evdeki kahvaltı masasının üzerinde yerel bir gazete düzensizce katlanmış olarak duruyordu. Yedinci sayfasında tam kat yerine denk gelen bir haber;
"Komşusunun evine giren hırsızla boğuştuktan sonra yaralanan genç dün hayatını kaybetti. Bir önceki gün meydana gelen olayda bardaki işinden eve dönen genç komşusunun açık duran kapısını görüp şüphelenen genç içeride bir hırsızın olduğunu anlayıp olaya müdahele etmek istemiş. Fakat eli bıçaklı hırsızla boğuşurken ciddi bıçak darbeleri almış. Bu sırada uyanan evsahibi yaşlı kadın eline geçirdiği bir vazo ile hırsızın başına vurarak onu etkisiz hale getirmiş. Polis ve ambulansa haber verdiğinde genç komşusu kanlar içindeymiş. Kalbine yakın yerde ve bacağında derin bıçak yaraları olan genç kaldırıldığı hastanede bir gün sürdürdüğü yaşam mücadelesini kaybetti. Yirmibeş yaşında ve adının Fabio olduğu öğrenilen gencin cenazesi ailesi tarafından bügün hastaneden alınacak..."

Başka şehirlerde de yağmurlar başladı...
Ve başka yerlerde birilerinin ellerinde kesik cam kırıkları.

SunA.K. Grasse
sunak@kahveciyiz.biz

Yukarı

Leyla Ayyıldız

 YazıYorum : Leyla Ayyıldız


   İSKENDERİYE'DEN ÜÇÜNCÜ IŞIK (1. Bölüm)

-Altın saflığındaki düşlerinle, kaç yüreğin kızıllığında iki güneş yarattın. Ve o minik yıldızların süt beyazı yapraklarıyla kaç güneşi ısıttın... Ateşin daha da yükseldi.

-Bırak beni ve lütfen git... Sana ihtiyaçları var... Beşinci salonda. Yeşil ciltli...

Perdeler sıkıca kapanmıştı, masanın üzerinde yanan mumlar oda içerisinde oynayan gölgeler oluşturuyordu. Loş ışıklı bu oda da tüm kenti saran kokuya benzer kokuyordu. Ağır bir kokuydu bu; hastalık ve ilaç kokusu. Koridordan telaşlı konuşmalar ve ayak sesleri geliyordu.

Yatağın içinde bir kız yatıyordu. Lena... Yükselen ateşi nedeniyle yanakları pembeleşmişti. Güzel bir kızdı. Uzun sarı saçları yastığın üzerine yayılmıştı, odanın en aydınlık, en parlak yeri onun saçlarıydı. Ernem ise onun başucunda oturuyor, havluyu ıslatıp, alnına yerleştiriyordu. Elleri arada kızın saçlarında geziniyordu.

Lena, Ernem'in gözlerine baktı ve sözlerini yineledi.

-Hadi git... Yeşil ciltli...

Ernem Lena'nın alnına doğru eğildi ve öptü. Kızın ateşi dudaklarını yaktı. Yatağın içindeki Lena'ya bir kez daha baktı. Ne kadar güzeldi. Bu hasta haliyle bile onu arzuladığını fark etti. Yanaklarına bir kez daha dokundu, yeniden eğildi ve bu sefer dudaklarından öptü. Kız da buna karşılık verdi.

-Seni seviyorum...

Kapıdan çıkarken, yatağında yatan Lena'ya son bir kez daha yöneldi bakışları. Odadan çıktı, koridorun diğer ucundaki kalabalığa doğru bir veda selamı verdi.

Uzun boylu, yakışıklı bir adamdı. Her girdiği ortamda dikkat çektiği belliydi. Güçlü kollarının arasında getirmişti buraya Lena'yı.

.....

Dışarı çıktı. Kentteki kargaşa devam ediyordu, sokaklar hiç emniyetli değildi. Karanlık sokaklardan ilerlerdi. Bir evin önünde durdu, kapısını birkaç kez çaldı. Kapıyı bir erkek açtı. Onu içeri aldı. İçeride onu bekleyen bir grup vardı. Bir masanın etrafında, hararetli bir konuşmayı az önce tamamlamış gibi oturuyorlardı. Onu görünce sevindikleri ve sustukları belliydi. Masaya o da oturdu.

Bulundukları odanın dört bir yanında kitaplar diziliydi. Ortadaki büyük masa haricinde başka hiçbir eşya yoktu. Ona bir kitap uzattılar.

-İşte kitabın kopyası burada. 86. sayfadan 97. sayfaya geçiyor, aradaki sayfalar atlanmış. Lena sana yardımcı olabildi mi? Kitabın yerini tam olarak biliyor mu?

-Evet, kitap İskenderiye Kütüphanesinde. Beşinci salonda... Ulaşılması çok güç bir yerde. Oraya ulaşmamız çok güç olacak. Kayıp sayfalar kitabın orijinal el yazmalı halinde varmış. Kitabın diğer kısımlarını tümünüz okudu mu?

-Evet hepimiz okuduk. Ancak aramızda konuyu tam olarak bilmeyenler var. Onlar için yeniden anlatman gerekiyor Ernem.

-O zaman en baştan başlamalıyım. Bir çoğunuz biliyorsunuz ki; Aristotales'in öğrencisi Demetrios Atina'dan kovulduğunda İskenderiye'ye sığınır. İskender'in ölümünden sonra başa geçen Firavun Ptolemaios bilim ve edebiyata çok düşkün olduğu için onu himayesine alır ve her türlü imkanı sağlayarak bu büyük kütüphaneyi kurmasını ister. Böylelikle dünyanın ilk halk kütüphanesi kurulmuş olur. Bu kütüphanenin çevresinde müze, her tür hayvan ve bitki örneğinin bulunduğu botanik bahçesi de bulunmaktadır. Sonsuz bir güneşin doğuşu gibi su yüzüne çıkan bilgi ışığı yayılmaktadır artık.

Bilinen bütün kitaplar satın alınır. Dünyanın her yerindeki kitaplar özel görevliler tarafından toplanır ve köleler tarafından elle yazılarak çoğaltılır, birer nüshası da sahiplerine geri verilir. Yaklaşık 900.000 cilt el yazması kitabın bulunduğu bu kütüphanedeki kitapları yazmak için yıllarca köle yazıcılar çalışır.

İndiesuese isimli kitabın yazımını yapan köle bir gün kütüphaneden sorumlu Demetrios ile görüşmek ister. Yazdığı kitabı Domestrios'a uzatır ve şu an elimizde bulunan kopyasında bulunmayan sayfaları okumasını ister. Domestrios şaşkındır. Okuduğu sayfalar onu sersemletmiştir. Bu satırlarda büyük bir giz yatmaktadır. Günlerce bu kitabın üzerinde düşünür. Bu kitap saklanmalı mıdır?... Yoksa herkes tarafından okunmalı mıdır?... Uzun süre kararsız kalır. Kitabı özel salon olan beşinci salona yerleştirir. Ancak birkaç gün sonra doğal yollarla ölümü nedeniyle bu bilgiyi kimseyle paylaşamaz. Kitap öylece kalakalır. Yazıcı köle ise Domestrios'un ölümü üzerine başka kimseye güvenemeyerek, okuduklarını kimseyle paylaşmaz.

Yazıcı kölelerin bir kısmına Firavun tarafından ödül olarak özgürlükleri verilir. Ancak bu köleler özgürlüklerini başka ülkelerde yaşayacaklardır. İndiesuese'yi yazarak kopyalayan köle de özgürlüğüne kavuşur ve ülkeden çıkarılır. İşte sevgilim Lena, bu kölenin beyaz eşinden olma torun torunudur.

Lena ile ilk karşılaşmamız ne ilginç ki kent kütüphanesinde oldu. Sık sık gittiğim kütüphanede rastladım ona. Bir kitaptan notlar alıyordum. Yanıma oturmuştu, onu fark etmiş, ancak rahatsız etmemek için bakmamaya çalışmıştım, etkileyici bir güzelliği vardı. O da bir kitabı inceliyordu.

Bir süre sonra bana seslendi; 'Yazın büyük dedemin yazısına nasıl da benziyor'...

İşte böyle başladı ilişkimiz. İlk görüşte aşktı. Yazdıklarım, yazdıkları, okudukları, okuduklarım...

Buluşma yerimiz hep bu kütüphane olmuştu. Her buluşmamızda okumaya devam ediyor, okuduklarımızı birbirimizle paylaşıyorduk. 'Okuduklarında ne arıyorsun?' diye sordum ona bir gün. 'Anlam arıyorum' dedi, 'Yaşamın Anlamını'... Gülümsedim, 'Ben de' diyebildim... 'Belki de bu anlam yitik sayfalarda gizli...'

'Lena...' diye düşündü derin bir nefes alarak. 'Şu an nasıldır?... '

İşte, Lena getirdi o tek yaprağı bana. Dedesinin vasiyeti ile hep büyük torundan, büyük toruna geçen, gümüş bir muhafaza kutu içerisinde saklanan el yazması bir sayfa bu... Yılların ve zamanın etkisiyle ne yazıldığı tam seçilemeyen, dedesinin el yazısıyla yazılmış satırlar var üzerinde.

Sözlü olarak torundan toruna iletilen ise şöyle; büyük dede İndiesuese isimli kitaptan okuduğu o satırlardan unutmadığı kısımları bu sayfaya not etmiş. Ancak, yazdığı hiçbir satırın orijinal el yazmalı cilttekinin aynısı olamadığını, ne kadar hatırlamaya çalışırsa çalışsın o cümlelerinin aynısını anımsayamadığını ve gerçek anlamı veremeyip, yazamadığını anlatmış. Ancak yine de torundan toruna aktarılmasını istemiş. Bu sayfanın büyük bir kısmı okunamasa da okunabilen kısımları dahi sersemletici derinlikte cümleler.

Lena çok hasta, Kente yayılan salgın hastalık onu da pençesine aldı. Tüm bu siyasi kargaşa içerisinde İskenderiye Kütüphanesine ulaşmayı başarmalıyız ve kitabın orijinalini bulmalıyız. Bulduklarımız Lena'nın sağlığına iyi gelmeyecek, salgın hastalığa çare olmayacak belki, ancak Lena ve ben inanıyoruz ki; yaşanılan bu kaostan kurtulmanın çaresi bu kitapta gizli. O kutsal bir kitap olmasa da, aradığımız anlamı bulmamıza yardımcı olacağına inanıyoruz.

Lena ile birlikte bunu yapmak istemiştik. Hasta olmasaydı bu yolculuğa ikimiz çıkacaktık, İskenderiye Kütüphanesine ulaşacak ve o kitabı bulacaktık. Ancak şu an bunu onunla birlikte yapmamız imkansız.

Şimdi sizlerden yardım istiyorum. Oraya ulaşmama yardım etmelisiniz. Hangi sonuçla geri döneceğimi bilmiyorum. Ancak oraya, o kitaba ulaşmamız gerekiyor.

Odadan bir ses yükselir.

-Anlattıklarınız gerçekten çok ilginç ve etkileyici Ernem. Kitabın kopyasını okuyan ve çok etkilenen biri olarak, kayıp sayfaların da içinde bulunduğu orijinal kitapta bir çok eşsiz mesajın olacağına inancım sonsuz. Bunun için elimden gelen tüm desteği vereceğim sana. Kayıp sayfaların yolumuzu aydınlatacağına inanıyorum... İskenderiye Kenti semalarına iki ışık yükseliyor şu an... Birincisi; İskenderiye Feneri... Bu Fenerden içindeki gizemli ayna ile 50 km.lik mesafeden dahi görülebilecek bir ışık yayılıyor ve denizcilere yol gösteriyor. İkincisi; İskenderiye Kütüphanesi, bu hazineden bilginin ışığı tüm dünyaya yayılıyor. Üçüncü ve gizli kalmış bir ışığa ulaşmamız ise sizi desteklememizle mümkün olacak gibi görünüyor.

Salondaki herkes benzer düşünceleri taşıyorlardı. Ülke yönetimde söz sahibi olmayan ancak ileri gelen insanlardı hepsi. Ülkelerinin ve yaşadıkları dünyanın içinde bulunduğu kaotik durumdan kurtulma yolunun bilginin ve erdemin ışığından geleceğine inançları sonsuzdu. Kitabın okunabilen kısımlarından bile bir çok feyiz almışlardı. Ernem'in dönüşünü heyecanla bekleyeceklerdi.

Ernem, aldığı bu destekten mutluydu. Aklı Lena'sında kalarak yola çıkıyordu...

Haftaya devam edecek...

Leyla Ayyıldız

Yukarı

 KONTRA MİZANA : Tamer Soysal


HÜZN-Ü MAZİ

Çalar saat! Uğursuz tanrı, öfkelenerek
Uzatır parmağını, bizi tehdit edip, der:
"Anımsa! Biraz sonra bu titreşen hüzünler
Hedefi vurur gibi yüreğine inecek;

Puslu, buğulu arzu kaçacak ufuklara
Sahnenin dibindeki hava perisi gibi;
Sana bir mevsim boyu verilmiş nasibini
Geçen her an elinden alacak parça parça

Saniyem, böcek gibi, dinle, neler söylüyor
Üçbin altı yüz defa, her saatte, inceden
Fısıldıyor; Anımsa! Ve, geçmiş zamanım ben,
İğrenç hortumlarımla ömrünü emdim! diyor

Charles Baudelaire (1821-1867)

Geçmiş.. Saatin tik-tak'ları çoğumuzu rahatsız eder. Rahatsızlaktan öte endişe ve sıkıntı oluşturabilir. Belki de, bu rahatsızlığımızın nedeni zamanın sürekli akıp gitmesi öte yandan ise bir tik tak öncesine, yani bir saniye öncesine dönüşün imkansız olmasıdır. Hayatımızda yapacağımız işleri sürekli erteleriz. Oysa, bu işleri geçmişte boşa geçirdiğimiz vakitlere sıkıştırmak mümkün olsa, ne çok rahatlardık kim bilir. Zaman problemi insanlığı hep meşgul etmiştir. İngiliz Herbert George Wells 1895'de yazdığı romanı "Zaman Makinesi (The Time Machine)" eserinde, geçmişi değilde geleceğe yolculuğu konu edinir. Geçmişe dönülebilme imkanı ise bilim adamlarının zihnini çokca kurcalayan bir sorun olmuş. Bu işin teori kısmı şimdilik. Bizim geçmişe yolculuğumuz ise anılarla oluyor hep.

Yad-ı mazi bahşeder,
Nice alam u keder,
Etme ömrünü heder
Varsa aklın ey dedem
Dem bu demdir, dem bu dem
Dem bu demdir, dem bu dem.
( Geçmişi anmak insana ancak üzüntü ve keder verir. O halde aklın varsa bu boş şeylerle ömrünü boşa harcama. Zaman bu zamandır, ona bak!)
Anonim


İyi ki anılar var. İnsanlar, geçmişi hatırladığı zaman hep büyük bir hoşluk duyarak, anılarını anlatır. İnsanın anı yaşarken zor ve bunaltıcı gelen hadiseler, geçmişte kalıp da anılara dahil olduktan sonra o zor ve bunaltıcılık vasıfları bile insana hoş gelmeye başlar. Çoğu anımız da bize hep mutluluk verir, daha çok da hüzün verir. Neden geçmişi anmak insana hüzün verir, zorluklar bile güzel gelmeye başlar? Şu sözü sık duyarız: "Keşke o günler geri gelse, herşeyiyle güzeldi o günler, ya bugün". Hep geçmişe bir özlem duyarız ama nedenini tam biliyor muyuz acaba? Bu nasıl bir tılsımdır ki anın geçmişe kavuşması herşeyi unutturur ve hafızalarımızda hep güzel yanlarını bırakır, zor yanları dahi insana hoş gelmeye başlar. Ve bugüne kıyasla daha tercih edilir hale gelir. Elbette bunda, toplumların dönüşmesi, insanlığın gelişimi ile birlikte, dünyanın doğallığını yitirmesi ve daha çok stres yüklü bir yaşam tarzının ortaya çıkması etkilidir. Ancak, bir de psikolojik boyutu var. İnsan, bir şeyi çok ister, ama ulaşınca pek de kıymetini bilmez. İnsan ulaşamadığına karşı daha çok heves duyar, daha çok özlem duyar. Geçmiş de böyle. Geçmişe dönülemeyeceğini bilmemiz belki de, geçmişe bu kadar özlem duymamızın nedeni. Ve bu kadar hüzünlenmemizin nedeni. Peki ya hep geçmişin insana hoş gelmesi, acı ve ızdırapların dahi hoş bir görünümle hatırlanması, buna ne demeli? Bu da bununla ilintili olabilir. İnsan hafızasında, yaşanılan hadiselerin kötü taraflarından çok iyi taraflarının, düşünüldüğü zaman insana hoşluk verecek yanlarının tutulması, tutulmaya çalışılması ve bilinçaltında bedenin şuurlu bir şekilde bunu planlamasıdır belki de bunun nedeni. Ya da zaman önündeki acizliğimiz, bunun da o günlere duyulan özleme dönüşmesidir. Belki de psikolojik etkenlerden çok sosyolojik etkenlerdir. Geçmişin duygu ağırlıklı toplumunun, bugün meta ağırlıklı bir topluma dönüşmesi ve yaşam kaynağımız doğanın ise tedricen betona dönüştürülmesidir. Ya sizce, sizce neden geçmiş yaşanırken ki özellikleri ile değil de daha hoş bir yer kaplar mazilerimizde ve hüznü dahi güzellikler katar bizlere. Zaman önündeki çaresizliğimiz mi, geçmişin kötü yanlarının hafızalarımızda yer etmemesi mi, yoksa dünyanın dönüşümümü? Belki de hepsi...

Tamer Soysal
tsoysal@kahveciyiz.biz

Yukarı

Cüneyt Göksu

 Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu


   Havana Club

Bacardi şirketi geçtiğimiz yüzyılın başlarında, Küba'nın Santiago de Cuba şehrinde kurulan büyük bir rom imparatorluğuydu. Şirketin bir yarısı, Küba'nın temel tarım ürünü şeker kamışından elde edilen alkolle, melas denen şeker kamışı özünü işleyerek, yüksek kaliteli içki üretirken, diğer yarısı 20,000 Kübalıyı öldüren, batmaya yüz tutmuş Batista rejimini destekliyordu.

Bu yüzden, Bacardi'nin sahipleri 1959'daki devrimden hemen sonra, eski rejimin liderleriyle beraber, bütün ticari marka haklarını da alarak ülkeyi terkettiler.

19. yy.'da, Arrechabala ailesi de, Bacardi'nin geleneksel rakibi olarak, "Havana Club" markasıyla üretim yapıyordu. 1950'lerdeki ekonomik problemler sebebiyle, aile, iç piyasadan ve kayıtlı olduğu yedi ülkeden çekildi. 1959'daki devrim sonrasında diğer kurumlar gibi devletleştirilen, "Havana Club", yasal haklarını ve ismini korumak için, ABD'de dahil olmak üzere, 80 ülkede ismini tescil ettirerek, ABD'nin ambargosu ve bugünkü Bacardi - Martini şirketinin uyguladığı sindirme politikalarıyla da başa çıkarak, uluslararası pazarda üstün kalitedeki gerçek Küba rom'unu temsil etmeye ve üretmeye başladı.

Bu yazının temel konusu, Havana Club'ın gerçek "Küba rom"u olduğunu anlatmak, marka hakkını yeniden ele geçirmek için yaptıklarını duyurmak, Bacardi yöneticilerinin Florida'da "Cumhuriyetçiler"e, anti-Küba mafyasına ve teröristlere verdiği desteği göstermektir.

İçmeden önce düşün: Bacardi hakkında bilinmesi gerekenler

Küba'yla dayanışma içinde olan ve "Boycott Bacardi (Bacardi Boykotu)" kampanyasını başlatan, "Rock Around the Blockade (Ambargoya Hayır)" oluşumu, Bacardi Şirketi'nin, Küba devrimini alaşağı etmeyi amaçlayan ve kendini "gerçek" Küba romu olarak tanıtan, yanlış yönlendirici çalışmalarını engellemeyi hedefliyor.

1998 verilerine göre dünyada yılda 80 Milyon kasa rom satılmaktadır. Bu miktarın %60'ı Filipinler, ABD, Hindistan, Meksika ve Almanya'da tüketilir. Bu piyasanın en büyük üreticisi olan Bacardi, 20 Milyon kasalık satışıyla, dünya pazarını ve 1.5 Milyar dolarlık ABD piyasasını tekeline almıştır. Bacardi dışındaki bir çok marka yerel markalardır. Örneğin, 2. büyük üretici olan, Filipin markası Tanduay, sadece kendi piyasasına hizmet vermektedir. Uluslararası pazarda tek başına olan Bacardi, Havana Club'ın dünya piyasasına girerek, pazar payını arttırmasından sonra, elindeki maddi ve siyasal gücü, "haksızca" aleyhte kullanmaya başladı.

Bacardi'nin avukatları, ABD'nin Küba'ya uyguladığı ambargoyu, 3. ülkelere yaygınlaştırması ve uluslararası ticaretini zorlaştıran Helms-Burton yasası olarak bilinen yasanın çıkmasında önemli ve etkin rol oynamışlardır.

Yasa, Küba'ya yiyecek, ilaç ve diğer temel ihtiyaçların satışını ve karşılıklı ticaretini engellemektedir; daha açık bir ifadeyle 'uluslararası ambargo' uygulatmaktadır. Ambargo'nun, Küba'ya üretim ve ticari kayıp olarak maliyeti Kırkmilyon Amerikan Doları'dır ve her yıl Birleşmiş Milletler'de ezici bir çoğunlukla kınanmaktadır.

Ambargo, Küba'da duyulan birçok yaşamsal eksikliğin ve çekilen acıların temel sorumlusudur. Örneğin, saygın bir kuruluş olan Amerikan Dünya Sağlığı Derneği (American Association for World Health AAWH), 1997'de yayınladığı bir raporda, ambargonun, yetersiz beslenmeye sebep olduğu ve temiz içme suyu üretim teknolojileri kurulmasına, birçok hasta ve özellikle çocukların ihtiyacı olan tıbbi malzeme ve ilaca ulaşılmasına engel olduğunu belirtmiştir.

Aynı raporda, AAWH örnek olarak, kalp krizinden ölen bir hastanın, ABD hükümetinin defibrilatör lisansı vermemesinden dolayı öldüğünü açıklamıştır. Bu bilgileri Küba sempatizanları söylemiyor, ABD'nin kendi saygın kurumlarından birisi açıklıyor!

Daha da önemlisi, AAWH raporu, Ambarganun bütün olumsuz etkilerine rağmen, ülkede sağlık alanında önemli bir kaosun yaşanmamasının sebebi olarak, Küba hükümetinin en önemli önceliği olan, bütün vatandaşlarına "ücretsiz" olarak sağladığı, "önleyici hekimlik" uygulamasını gösteriyor. Dünya Sağlık Örgütü WHO (World Health Organization), 2000 yılında, Küba'yı bu alanda gösterdiği başarıdan dolayı ödüllendirmiştir.

Bacardi, Sosyalist Küba'daki sistemi tahrip etmek adına, Miami'deki Küba karşıtı terörist eylemleri ve ambargoyu destekleyerek, Küba'da devrimden sonraki 40 yıl içinde 3400 insanın ölüm nedenine ortak oldu. Bacardi bu desteklerle yetinmek bir yana, Havana Club'ın ticari haklarını da almak için uğraşmaktadır.

Havana Club'ın uluslararası pazarda sıçrama yapabilmesı için, finasmana, teknolojik yenilenmeye ve pazarlama terübesine ihtiyaç vardı. Bu konudaki yardım, Fransız şirketi Pernord-Ricard'dan geldi.

Ambargo nedeniyle Küba rom'u ABD'de satılamamaktadır. Fakat 1974 yılında Cubaexport şirketi, "Havana Club" isim hakkını, başka şirketlerin kullanmaması için tescil ettirmiştir. Bu ticari markanın kullanım hakkı, 1993 yılında, Fransız şirketi Pernod Ricard tarafından alınmış; Bacardi'nin tüm tehditlerine rağmen, Havana Club ile ortak yatırım planları başlamıştır. Bu ortaklık sonrası, Havana Club, sadece en büyük pazar olan ABD dışında satılmasına rağmen, satışları yıllık bir milyon kasayı geçmiş ve en büyük dördüncü üretici konumuna yükselmiştir.

1996'da Bacardi, kanunsuz olarak, kendi "Havana Club" markasını, Bahama'larda üreterek satışa sunmuş, bunun üzerine Pernod Ricard, ABD'de hemen dava açmıştır.

Bacardi avukatlarının yaptıkları gözü dönmüş lobi faaliyetleri sonucunda, bu dava açıldıktan hemen sonra, kanunun 211. maddesinde bir düzeltme yapılır ve dava Bacardi lehine sonuçlanır.

211. Madde tam olarak şunu taahhüt etmektedir; ABD'deki hiç bir mahkeme, hiç bir koşulda, Küba hükümeti tarafından "kamulaştırılmış" ABD mülkiyetini, ona ait ticari hakları, ticari markaları tanımaz ve onaylamaz. Bacardi bu maddeye dayanarak, "Havana Club" markası ve sahip olduğu mülkiyetin, 1960'da "devletleştirilmiş" olan Bacardi'ye ait olduğunu ileri sürmüştür.

211. Madde, uluslararası ticaret kanunlarına karşıdır ve Pernod Ricard bu davayı, Avrupa Birliği'nden aldığı destekle beraber, WTO, Dünya Ticaret Örgütü'ne, taşımıştır. Fidel bir konuşmasında bu konu ile ilgili olarak "Umarım "Küba Kola"yı pazarlamaya başlarsak kimse bizden şikayetçi olmaz" demiştir.

Şu sorular kafamıza takılıyor,

Havana Club International S.A. neden ABD'de böyle bir dava açma gereği duymuştur?

Sosyalist Blok'un 1990'lardaki çöküşüne kadar Cubaexport, Havana Club'ı doğu bloğu ülkelerine pazarlıyordu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Havana Club International S.A kuruldu.

Havana Club International S.A, bütün adadaki rom fabrikalarını kapsayan "Cuba Rom" Şirketiyle, 90 ülkede temsilciliği olan, dünyanın en büyük alkollü içecek dağıtım ve pazarlama grubu Pernod Ricard tarafından kurulmuş ticari bir kuruluştur. Küba - Fransız ortak yatırım şirketi olan "Havana Club International"ın amacı, gerçek Küba rom'unu temsil eden Havana Club'ı dünya piyasasında tanıtmak ve pazarlamaktır. 1998'in sonunda yılda bir milyon kasa Havana Club satılırken, Bacardi firması, ABD'nde bütün uluslararası telif hakkı, patent ve ticari hakları çiğneyerek, "Havana Club" ismini kullanarak üretim yapmaya ve "Küba Rom"u olarak satmaya başlamıştı.

Gerçek Küba romu ancak Küba'nın yeşil altını olan şeker kamışından, bal, su ve yüzyılların bilgi birikiminden yapılır. Bacardi ise Porto Rico ve diğer Latin Amerika ülkelerinde yaptığı üretimle, "Küba" romu sattığını iddia etmektedir.

Havana Club, uluslararası pazara girdiğinden beri, Bacardi reklam kampanyalarını bile değiştirmiştir. Avustralya'da "Cuban rums since 1862" (1862'den beri Küba Romu), İspanya'da "El mejor ron de Cuba" (Küba'nın en iyi romu) gibi gerçek dışı sloganlar kullanmaktadır.

İşte davanın haklı gerekçesi budur!

Bacardi, 1 Ocak 1959'dan önce gercekten Havana Club'ın sahibi miydi?

Fernando Campoamor'ın yazdığı "Küba Rom'unun Tarihçesi"nde, Bacardi'nin, 1862'de, Santiago de Cuba'da İngiliz vatandaşı John Nunes'un küçük, fakat kaliteli rom üreten işletmesini Facundo Bacardi'ye satmasıyla ortaya çıktığından bahsedilir. Facundo bu ticari zaferini şu sözlerle sunmuştur: "Tarihte hiçbirzaman ve hiç bir ülkede bizim romumuz kadar kalitelisi olmamıştır; Küba dışında üretilenler, dünyanın en iyi melas'ı olmadan yapıldığından bizim kalitemize yaklaşamazlar bile"

Devrim'den sonra ülkeyi terkeden Bacardi, Rom için temel malzeme olan "şeker kamışı melası"nı başka ülkelerden, özellikle Porto Rico'dan, sağlamaya başladı. Havana Club'ın piyasaya girmesiyle artan rekabet koşullarında, kanunsuz olarak üretilen rom'un Santiago de Cuba'dan geldiğini etiketlerine yazdı, Anti-Küba kanunlarına sırtını dayayarak, "Havana Club" etiketli rom piyasaya sürdü.

Campoamor'ın kitabında, 1878'de Havana Club markalı üretimin Arrechabala ailesi tarafından, Bacardi'nin tarihi rakibi olarak yapıldığı belgelenmektedir. Bacardi'nin devletleştirilmesinden sonra, Arrechabala ailesi Havana Club markası ile hiç bir ticari çalışma yapmamıştır.

Bu davada 211. Maddede yapılan değişikliğin, uluslararası etkileri ne olacaktır?

Dava ABD'de devam etmektedir. Yukarıda behsedilen, Madde 211, birçok uluslararası ihtilafı beraberinde getirmiştir; çünkü kanunsuz olarak, Küba'nın ticari ortağı olan bir Avrupa ülkesini de cezalandırmaktadır. Gerçeğin ve adaletin yaşayabilmesi için son kararın Havana Club lehinde çıkması beklenmektedir fakat, ABD kanunları, Plato'nun özdeyişindeki gibi işleyebilir, "Adalet güçlü olanın hayatını kolaylaştırmaktan başka birşey değildir".

BOYKOT BACARDI !


Başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde, bar, club, öğrenci lokalleri ve içki dükkanlarında Bacardi ürünlerine karşı kampanya yürütülmektedir. Nestle, az gelişmiş ülkelerde süt diye süttozu pazarlamış, Shell, Nijerya'da petrol için Nijerya halkına türlü oyunlar oynamıştır. Birçok çokuluslu şirketin bu nitelikteki ticari faaliyetine karşı yürütülen kampanyalar sonuç vermiş ve şirketler politikalarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmışlardır.

1990'dan beri Havana Club'ın bütün dünyada yürüttüğü "bilgilendirici" kampanyayla Bacardi'nin satışlarında 25 Milyon Dolar azalma vardır.





Bacardi içmeyin! Ağzınızda kötü bir tat bırakacaktır.





Cüneyt Göksu
cuneytgoksu@kahveciyiz.biz

Yukarı

 TEYZUŞ : Ferda Önler


AŞK ÜZERİNE SÖYLEŞİ -2-

"Diyeceğim şu ki; biz bütün bu olayları duyduk, yenilerini de duyuyoruz. Herkes boşanıyor sanki. Bir süre sonra suç kimde diye sormaktan vazgeçtik, neden boşanıyorlar diye sormaktan bile vazgeçtik. Bir çoğu hiçbir neden yokken evlenmişti, şimdi de hiçbir neden yokken boşanıyor. Bir süre sonra olağan görünmeye başladı boşanmak. Uzun süre evli kalan herkes evliliğin ne boktan şey olduğunu bilir... Bilir de ilk fırsatta yeniden evlenir!.."

Bu kez şarap şişesine uzanan Mine'ydi ve yine bir sessizlikten sonra sessizliği ilk bozansa, Firuze oldu:

"Sanırım öyle. İstatistiklere bakılırsa öyle. Ama, benim tanıdığım boşanmış kadınların çoğu ikinci bir evlilik yapmak istemiyorlar. Buna karşılık bekar kadınlar (ben de dahil), bir önceki beraberlik kötü bir tecrübe dahi olsa, yeni bir birlikteliği denemekten çekinmiyorlar. Ancak çoğu, hemen girmiyor yeni bir ilişkiye; uzunca bir zaman alıyor bu arayış süreci..."

Mine oturduğu yerden kalkıp, Firuze'nin yanındaki koltuğa gömüldü.

"Yalnızlık çekmiyorlar mı peki? Sen yalnızlık çekmiyor musun?"

diye sordu usulca. Sanki salonda bulunan ve çoktan kendi dünyalarına dalmış olan erkek arkadaşlarının bu soruyu duymalarını istemiyormuş gibi bir hali vardı.

"Yalnızlık dediğin şey duruma, bakış açısına göre değişir. Tıpkı bekaret gibi, yalnızlık da bir ruh hali, bir düşünce biçimidir."

Gülüyordu ve bunları söylerken sesi nedense bir ton daha yüksekten çıkmıştı!

"Nasıl olur?" Mine'nin sesi sertleşmişti. "Yalnızlık yalnızlıktır işte!"

"Anlaşılan sen yalnızlık çekiyorsun... Evliyken sık sık yalnızlık çekmiyor muydun peki? Ve yalnızlık bazen iyi gelmiyor mu sana? Ve bazen, yalnız olduğun zaman hüzünlenmen, toplumun sana yalnızlığın doğru bir şey olmadığını söylemesinden ileri gelmiyor mu acaba? O zaman birinin, yüreğindeki her duyguyu, kafandaki her düşünceyi anlayacak birinin yanında olmasını diliyorsun. Oysa yanında biri olsa bile - ama kadın, ama erkek - senin beklediğini yapamayacak belki. O daha kötüdür. Orada olan birinin, aslında orada olmaması. Bana kalırsa, yapılacak iyi bir işi ve birkaç iyi dostu olan insan yalnızlık çekmez. Yalnızlık kavramını imge yaratıcıları ortaya atmıştır bence. Romantik masalın bir parçası. Öbür parçasını bilirsin tabii: Düşlerindeki kişiyi bulursan bir daha asla ayrılmazsın. Bu da palavradır işte."

"Biraz hızlı gittin," dedi Mine. "Söylediklerini anladığıma emin değilim."

Gittikçe hararet kazanan bu ikili sohbete az sonra İnci ile Yeşim'de katıldı ve gelip yanlarına oturdular. Ağzını açar açmaz, Yeşim'in ilk sözleri:

"Yine mi erkekleri konuşuyorsunuz?" diye sormak oldu.

"Neden konuşmayalım?" diye söylendi Firuze. "İnsan soyunun yarısı erkeklerden oluşuyor."

"Erkek, erkek, erkek... Kadınların boyuna erkeklerden söz etmeleri, hem midemi bulandırıyor hem de sinirime dokunuyor!" diye mırıldandı Yeşim alayla.

"Sorun da buya; kadınların erkeklere çok önem vermeleri. Diyeceğim o ki, erkek bunların her şeyi olmuş. Erkek güzelsin derse güzel olduklarını sanıyorlar, çirkinsin derse çirkin. Kişiliklerini, değerlerini belirlemek, onları kabul edip etmemek hakkını tanıyorlar erkeğe. Kendi benlikleri yok. Neden erkekleri kafalarından silmiyorlar? Neyseler öyle olmaya baksınlar."

"Onu hepimiz biliyoruz ama, nasıl yapılır?" diye sordu Mine.

"Erkeği kalbinden atarsın."

İnci, ters ters baktı; "Bazı kişiler Firuze'ciğim, her şeyi aşırı ölçüde basitleştirmekle suçluyorlar seni." dedi biraz da küçümseyerek.

"Sen daha iyi bir özet çıkarabilir misin?" diye sorarken, Firuze de elindeki kadehi sallayarak tepeden bakıyordu İnci'ye...

"Sürtüşmeyi bırakın!" dedi Mine. "Daha önceki konumuza dönelim. Birine tutulmuştum, dedin..."

Yeşim kıkır kıkır gülmeye başlamıştı yine... Doğrusu, ortalığı karıştırmakta üzerine yoktu onun. Hemen her sohbet ortamında zıt bir fikir öne sürer; ardından da kenara çekilip kıs kıs gülerdi çekişip duranların haline.

"Ona aşkı anlat... Anlat hadi, aşkı anlat bize Firuze..." derken, güç duyulan bir sesle gülüyordu; ama, hiç durmadan gülüyordu.

* * *

"...Benim için çok önemli bir geceydi. Hani "O" gelecek diye odaları arşınladığın geceler vardır ya... Bilirsin."

"Doğrusunu istersen pek bilmiyorum." diye mırıldandı Mine.

Kadehlere şarap doldururken, "Aşk!" diye söylendi Firuze. "Aşık olmak! Hıh!.."

Yeşim sinsi bir gülüşle gülümseyerek açıkladı: "Firuze aşktan nefret eder de!.."

Mine gözlerini kırpıştırdı; belli ki kafası karışmıştı. Hem aşktan nefret edeceksin, hem de birine tutulmaktan söz edeceksin! Dayanamadı sordu; "Neden, nasıl yani?"

"Anlatayım... Aşk çılgınlıktır. Eski Yunanlılar onu bilirlerdi. Sanrıların, kendi kendini mahvetme eğiliminin pırıl pırıl, mantıklı bir kafayı işgal edip ezmesidir aşk. İnsan kendini kaybeder, iradesini kaybeder, düşünemez olur. Onun için nefret ederim aşktan. Aşk fikri, insanın dışında yaratılmış bir çılgınlıktır. Düzenin yarattığı bir çılgınlık. Başkaları da var tabii..."

"Hadi Firuze, kuramsal olmayı bırak şimdi! " İnci, kadehini sallayarak bakıyordu Firuze'ye...

"Peki... peki. Aşk, olmasını zorunlu gördüğümüz bir şeydir. Senin başına gelmemişse haksızlığa uğradığını sanırsın. Ben hiç aşık olmadım diye kahrolarak dolaşırsın ortalıkta. Derken, günün birinde bir adam görürsün ve görür görmez... ZINK! Adam müthiştir. Ne iş yaptığı önemli değil. Bir tartışmada bir noktayı kanıtlıyor belki. Ya da sokakta herhangi biri... Bunların hiç önemi yok. Belki adamı daha önce görmüş, daha önce tanımışsındır da hiç düşünmeden geçip gitmişsindir ama, o an ona baktığında kafandaki her şey silinir. Daha önce hiç dikkat etmemişsin o adama! Bir saniyede fark edersin bunu. Ne kadar cazip, ne kadar yakışıklı olduğunu ancak şimdi fark ediyorsundur! Birden gözün açılmıştır. Detaylara inmeye başlarsın ansızın. Gözlerindeki parlaklık! Ne gözler ama! Tartıştığı kişiye eğildiği zaman o çenenin güzelliği neydi! Parmaklarını saçların arasında gezdirirken nasıl da dünyayı umursamayan bir havası vardı! Ya saçların rengi?"

Yeşim yaslandığı masanın üzerine kapanmış, ayaklarını yere vura vura gülüyordu. Firuze'nin yüzü bir tiyatro oyuncusunun yüzünü andırıyor gibiydi o anda.

"Ya teni? Tanrım! Teni saten gibi. Gidip onu okşamak için yanar tutuşursun da kendini zor tutarsın. Peki ellerine ne demeli? Güçlü ya da ince yahut kalın parmaklı olmuş önemli değil, güzel ellerdir mutlaka. O ellere baktıkça her yanına ter basar, koltukaltların sırılsıklam olur..."

Gülerken şarabı genzine kaçırmıştı Yeşim. Masadan kalkmak zorunda kaldı; ama, mutfak kapısından öteye gidemedi; Firuze'nin söylediklerinin tek kelimesini kaçırmak istemiyordu.

"Baktıkça o ellerin gövdende dolaştığını düşünürsün. Ellere bakmak yasak bir iş olur, ayıp bir iş. Gövden ürperir baktıkça. Gözlerini çevirirsin ama bu kez de kolları görürsün. Nasıl güçlü! Seni tutmak, sarmak, korumak için yaratılmıştır o kollar. Seni ikiye ayırabilecek kadar da güçlüdür gerçi. Olsun, keyif veren orası zaten. O kolların ne yapacakları hiç bilinmez. Seni kıvırıp bükebilecekleri gibi çamur haline getirip yoğurabilirler de!.."

Mine, ağzından "cık cık," diye bir ses çıktığını fark edince hemen toparlandı; kendinden geçmişti âdeta Firuze'yi dinlerken.

"Ya dudakları! Duygusal ve zalim. Ya da dolgun ve tutkulu. Görünüşe bakılırsa seni yalayıp yutabilecek bir ağız. Ne yapacaksa yapsın, o ağız senin olmalıdır mutlaka. Ve dudakları aralandığı zaman... Tanrım, ne inciler saçılır dudaklarının arasından. Her sözü ağırlık taşır, her sözün anlamı vardır. Başka birine bakarsa kıskançlıkla kıvranırsın. Yalnız kadınları değil, erkekleri, eşyayı, müziği, duvarda asılı duran resmi kıskanırsın."

Firuze, ağzının kuruduğunu hissedip, şarabından bir yudum alarak devam etti sözlerine:

"Eh, zamanla birleşirsiniz. Seninki öyle bir tutkudur ki başka türlü olamaz çünkü. - Agâh'a işte böyle aşık oldum ben; böylesi bir tutkuydu benimkisi - Ama, bu birleşmeyi ''senin'' sağladığını da bilirsin... Onun için de güven duyamazsın bir türlü! Denetimi bir an için elinden kaçırırsan büyü bozulabilir. Kaybedebilirsin onu. Bu yüzden de onun yanında olduğun sürece çok akıllı, çok güzelsindir, gerektiği gibi davranırsın hep. Gel gelelim bu davranışların seninle ilgisi yoktur aslında. Sahnedeki oyuncular gibisindir; onu sana bağlayacağına inandığın rolü oynarsın ama, bir yandan da korku içinde yaşarsın çünkü bunlar çok yorucudur, ne kadar dayanabileceğini kestiremezsin. Yine de onu görünce dirilir, rolünü başarıyla sürdürürsün.

Kadınsan, bol bol gülümseyecek, bol bol dinleyecek ve bol bol da yemek pişireceksin.
- Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer ya! - Sonunda adamı istediğin yere - yani yatağına - çekmeyi başarırsın. Ve bir süre dünya cennet olur. Hiç böyle bir aşk yaşamamışsındır daha önce. O güne kadar tanıdığın erkeklerin arasında onun gibi sevişen olmamıştır. Bir bakıma doğrudur bu. Sımsıcak bir sevgi havuzunda yüzersiniz. Yemek yer, konuşur, dolaşır, sevişirsiniz ve bunların hepsi birbirine karışır, her şey parlak renkli, ılık ve yumuşaktır. İkiniz bir insan olmuşsunuzdur. Başka bir odada olsa bile üşüdüğünü sezersin. Sana dokunduğu zaman ya da sen ona dokunduğunda şimşekler çakar gövdende."


Mine ağzı açık dinliyordu artık... Yeşim mutfakta kadehlere şarap dolduruyordu. İnci, her an bir serzenişe, çıkış ya da uyarıya hazır konumunu koruyordu. Firuze ise, iyice coşmuş; şarabın da etkisiyle yüzü pembeleşmiş, kadehi havada tutarak, bakışları duvara dikili, anlatmaya devam ediyordu:

"Para kazanmak, işe gitmek gibi aptalca konuları düşünemez olursun. Aile bireylerini ihmal etmeye başlarsın. Gözün kimseyi görmez. Bu aşktan başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Bir süre öyle gider. Haftalarca, aylarca. Bu arada işten ya da evinden atılabilirsin! Ama, zararı yoktur. Yalnızca aşk önemlidir çünkü dünyada o aşktan başka hiçbir şey yoktur. Hafif paranoya belirtileri göstermeye, insanları; aşıklar ve ötekiler diye ayırmaya başlarsın. Yazıktır, çok yazık. Sevgilinden başka herkes çok aptaldır, çok kabadır ve hayatın özü olan bu ateşi anlamamaktadır.

Derken, günün birinde hiç olmayacak bir şey olur. Kahvaltı masasında oturmuşsunuzdur... Hafif akşamdan kalma. Karşındaki sevgiliye, o eşsiz varlığa bakarsın. Sevgili, gül goncası ağzını açarak bembeyaz pırıltılı dişlerini gösterir ve birden aptalca bir söz eder! Nehrin ortasında kala kalırsın. Sevgili daha önce hiç aptalca konuşmazdı. Dönüp bakarsın; yanlış duyduğunu sanırsın. "Ne dedin?" diye sorarsın, bir daha söyler: "Dışarıda yağmur var..." Dışarı bakarsın, hava pırıl pırıl! "Hayır yağmur yok. Sen gözlerine bir baktır istersen," dersin. "Belki de kulaklarına baktırman gerekir." Sevgilinin duyu organlarında bir kusur olduğuna eminsindir. Yoksa öyle aptalca bir söz etmezdi. O kusur da önemli değildir tabii. Göze takılan bir gözlük, bir işitme cihazı aşka son verecek değildir ya!

Gel gelelim, işin başlangıcıdır bu. Sevgili o günden sonra sık sık aptalca sözler etmeye başlar. Sen de dönüp dönüp ona bakarsın boyuna. Tuhaf tuhaf bakarken, eyvah! Tanrım, adamın sıska olduğunu görürsün birden! Ya da etlerinin sarktığını! Yahut şişko olduğunu! Dişleri çarpık, ayak tırnakları kirliymiş! Yatakta horladığını fark edersin ansızın! Ve Nazım Hikmet'i hiç anlamıyormuş meğer! O başından beri Nazım'ı anlamıyorum demiştir ama sen, Hikmet hakkında söylediği alışılmadık sözleri yepyeni bir yorum, bir deha belirtisi sanmışsındır. Şimdi Nazım Hikmet'i hiç anlamadığı ortaya çıkmıştır...

En kötüsü bundan sonrasıdır. Çünkü sen nice zamandır ona tanrı gibi taptığın için o da tanrı olduğuna inanmıştır. Kendini beğenmiş bir havayla dolaşır ortalıkta. Bütün erkekler gibi kördür, duygusuzdur, küstahtır. Sen yapmışsındır bunu! Tek başına. Sen yaratmışsındır bu canavarı. Bir ara, onun da katkısı oldu, diye düşünürsün; o bana uymasaydı böyle olmazdı. Onu yanlış değerlendirdiğin, bir sanrıya kapıldığın için (aşk konusunda değil, seçtiğin erkek konusunda yanıldığını sanırsın hâlâ) kendinden nefret edersin. Suçluluk, sorumluluk duyar ve yavaş yavaş ondan kopmaya çalışırsın ama, kolay mı! Şimdi o sımsıkı yapışmıştır sana. Anlayamaz! Nasıl olur da bir tanrıdan ayrılmak istersin? Senin kurtarıcın değil miydi o? Öyle söylemiştin bir zamanlar. Eşsiz bir aşık olduğunu da - ne zaman acaba - söylemiştin. Bir zamanlar söylediğin her şeye inanmıştır, hâlâ inanmaktadır. Sözünü geri almak istediğine inanmaz. Ne diyebilirsin? Çok çabuk incinen erkeklik gururunu yok etmeden ya da yalan söylediğini, yahut budalanın biri olduğunu itiraf etmeden ne söyleyebilirsin?"


Firuze, şarabından bir yudum daha almak için duraladı. Mine ağzının içine bakıyordu. "Peki ne yaparsın?" diye sordu usulca. Firuze ağzındaki içkiyi yutup, kadehini masaya bıraktı; çok olağan bir tavırla:

Arkası Yarın

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,588,588,588,588,588,588,588,588,58
              444 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi



Fotoğraf: Süha Derbent (www.suhaderbent.com)

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.398 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


şarap, mum ve kadın

şarap, mum ve kadın
bir şarkının kırılgan ezgisinde
gezinirken yüreği
bir martının kanatları ağladı...

sonsuzmuş gibi gözüken bozkırda
sayıklarken aheste adımları
görünmez umutlara bel bağladı...

şarap, mum ve kadın...
önce damla damla şarap
sonra hüzme hüzme mum
sonunda yorgun yorgun kadın
tane tane dağıldı...

Zeycan Irmak

Yukarı

 Biraz Gülümseyin




Dik parkedeceğine paralel park yapan bir sarışın sürücüden alınan intikam!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.punisherthemovie.com/files/game1/index.html
Biraz heyecan istermisiniz? Bilgisayar yoluyla heyecanlanmak için iki yol var. Bir tanesi oyun oynamak ve oynarken tamamen konsantre olmak. Diğer seçenek bizi pek ilgilendirmiyor..:)) Ben size FBI uygulamalarına benzetilmiş özel bir oyun sunuyorum. İyi eğlenceler.

http://www.ferryhalim.com/orisinal/g3/starry.htm
Şirin, sempatik, mini mini, sevgi dolu bir oyun. Görsel olarak pastel renkler kullanıldığı ve sakin müziği ile stress topu olmaya aday görünüyor. İyi eğlenceler.

http://www.3dtextmaker.com/
Tanıtımlarınızda veya web sayfanızda kullanmak üzere bir .gif animasyon hazırlamak isteyenlere ideal bir kısayol. Önce yazı tipini belirliyorsunuz. Seçtiğiniz font, örnek kutucuğunda karşınıza geliyor. Daha sonra sırasıyla, yazı rengi, animasyon boyutu ve çalışmanın ayrıntılarını belirliyorsunuz. Son adım, animasyonda görmek istediğiniz yazıyı kutucuğa yazıyorsunuz. "Make 3D text" kutucuğuna tıkladığınızda animasyon hemen hazırlanıyor. Bir kaç denemeden sonra istediğiniz animasyonu bilgisayarınıza kaydedip kullanabilirsiniz.

http://www.secretlevel.de/submarine.htm
Üç boyutlu ve de gayet oricinal(!) bir denizaltı smilasyonu. Denizler altında hiç bir tehlike olmaksızın dolaşmanın keyfi için bu sevimli çalışmayı kullanabilirsiniz. İyi eğlenceler.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Powerpong v1.10 [48K] Win98/2k/XP FREE
http://1-abc.net/0004/
Eski bir DOS oyunu vardı. Pong. Duvardan seken topları karşılamaya çalışırdık. İşte oturup onun Windows versiyonunu yapmışlar. Vakit öldürmek için birebir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040428.asp
ISSN: 1303-8923
28 Nisan 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri