KAHVE MOLASI
ISSN: 1303-8923
ABONE FORMU

ABONE OL
ABONELiKTEN AYRIL
HTML TEXT
Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?

 SON BASKI
 Ana Sayfa
 Arşivimiz
 Yazarlarımız
 Manilerimiz
 Forum Alanı
 İletişim Platformu
 Sohbet Odası
 E-Kart Servisi
 Sizden Yorumlar
 Kütüphane
 Kahverengi Sayfalar
 FİNCAN/SİPARİŞ
 Medya
 İletişim
 Reklam
 Gizlilik İlkeleri
 Kim Bu Editör?
 SON BASKI
 PDF (~250-300KB)


PDF Versiyonu





Kahveci Soruyor?



KAHVERENGİ SAYFALAR



KAPI KOMŞULARIMIZ

Üç Nokta Anlam Platformu


Bir Ekart = 1 Gün
Yazılan, Okunan, Kopyalanan, İletilen, Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete - Yıl: 3 Sayı: 493

 29 Nisan 2004 - Fincanın İçindekiler

 Editör'den : Gurme notları!..


Merhabalar,

3.688 (Yazıyla üçbinaltıyüzseksensekiz) ve 3.152 (yazıyla üçbinyüzelliiki) . Bilin bakalım bu sayılar neyin nesi? Hatta bir tane daha vereyim 19.340 (yazıyla ondokuzbinüçyüzkırk). Şimdi bunları toplayın, dörde bölün, karesini alın dermişim ve dayağı yermişim. Kusura bakmayın, ama sonunda bir yere varacağım inanın. Şimdi sayıları teker teker ele alalım. Birincisi, sabah 8:00 gece 24:00 arasında muhtelif posta kutularıma gelen ve bizzat tarafımdan silinmek suretiyle yokedilen eposta sayısı. Fazlası vardır azı yoktur vallahi. Normal olarak bu sayı 500-600 civarında olmalıydı. Dünkü bu garip artışın nedeni hotmail adreslerine atılan gazetelerin tamamına yakınının geri dönmesi oldu. Yaklaşık 1.300 adresten geri dönen epostaların dışında kalanlar ise malum 'büyütme' mailleri ile sinir bozucu virütiklerden oluşuyor. Nedenini bir türlü keşfedemediğim bu sorun nedeniyle hotmail adresli okurlar KM'yi alamadılar. Peki onlar ne yaptılar? Sağolsunlar cümbür cemaat siteye girip ne var ne yok kolaçan ettiler. Nereden mi biliyorum? İkinci sayıdan. Sıradan günlerde 1.500'ler civarında olan tekil ziyaretçimiz birden ikiye katlanıp 3.152 oldu. Tekil ziyaretçinin ne demek olduğunu konuyla ilgilenen arkadaşlar bilirler. Sorarsanız ben de söylerim. Peki bu kadar ziyaretçi kaç sayfayı tıklamış derseniz, onun cevabı da üçüncü sayı. Bu da normal olarak 7-8 binler civarında olmalıydı. Bu kadar rakamı neden sıraladım anladınız sanırım. Bu benim için güzel bir deneydi. Evet KM hotmail adreslerinden geri döndü ama alışmış kahveciler gazetelerine sahip çıkıp online okumanın zevkine vardılar. Ben onlara sessiz kahveciler diyorum. Bazen bir yerlerden kafalarını çıkarıp ben burdayım diyen ama genellikle sessiz kalan canım okuyucularım. Sağolsunlar varolsunlar...

Bunlara ek bir sayı daha vermek zorundayım. O da 12 (oniki). Bu da yolladıkları yazıların neden hala yayınlanmadığını merak eden, yoksa beğenilmedimi diyerek sitem eden sevgili yazar arkadaşlarımdan dün aldığım mail sayısı. Pekçoğuna cevap verdim ama bir kez de burada yinelemek istiyorum. Kahve Molası tek kişilik bir esnaf lokantası mutfağının ürünü. Patronu, ahçısı, bulaşıkçısı, garsonu hepsi bir tek adam. Bu kadar rağbet görmesinin nedeni ise malzemeden çalmadan hazırlanan yemekleri, yağın tuzun en iyi marketten alınması ve sevgi saygı sosu kullanılması. Öyle ki misafirleri bazen koltuğunun altına zeytinyağlı dolmasını bazen de mantısını alıp geliyor, hepberaber yiyor içiyor ve dostlara ikram ediyoruz. Bu lokantada para da geçmiyor. Misafirler yemeklerini yiyip gidiyor, ortalığı temizlemek, bulaşıkları yıkamak, ertesi günün yemeklerini hazırlamak, malzemelerini almak gene o tek adama kalıyor. Üstüne üstlük adam belediyede itfaiyeci. Eee bazen tabaklar kirli kalıyor, bazende yemeğin tuzu fazla kaçıyor. Bu lokantanın VİP müşterisi de yok, çünkü herkes özel herkes önemli. Ben diyorum ki, gelin bu adamı ne öyle gözünüzde gereksiz yere büyütün, ne de haksız sitemlerle üzün. Merak buyurmayın, patron işini bilir, hangi malzemeyi, hangi yemeğe, ne zaman ve ne miktar katacağını gayet iyi bilir. Bilmem anlatabildim mi? Haydi afiyet olsun...

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur

3011 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

 PASTORAL EFEMER : Zeki Yıldırım


AMBERPARIS

Psikanalist Melanie Klein'a göre; anneyle erken bir özdeşleşme sonucu ortaya çıkan ve çocuklarda farklı etkiler oluşturan libido yapısı olarak tanımlansa da, Freud erkeğin etken konumuna karşın, kadınlığı edilgenlik olarak tanımlamaktadır. Batılı hemcinsleri karşılaştırıldığında, yüce önderimiz Atatürk'ün yoğun çabaları ile yasal olarak erkeği ile eşit duruma gelmiş olan Türk kadınları bu konumlarını gerçek yaşamda koruyamadılar ya da geliştiremediler. Yazımda kadınlık üzerine psikanalistik ya da sosyolojik tezler üzerinde durmayacağım. Yine ülkemizdeki kadınların statüleri ve nedenleri de tartışmayacağım. Daha çok dişil görünümün bendeki etkilerini anlatacağım.

Teke yöresi insanlarında yaygın olarak kız çocuklara ilginç bir tanımlamada bulunurlar "dilli düdük". Bu bütünüyle henüz ergenlik dönemine girmemiş küçük kız çocukların neşeli, cana yakın, şirin, tatlı mı tatlı, içinde kar gibi bir bulut saklı görünümlerine toplumsal bir yakıştırmadır. Çünkü yürümeye başlayıp ta dilleri çözülmeye başladığında, hemencik ne kadar da şirinleşirler; buna hepimiz tanık olmuşuzdur. Zarif, kibar ve narin yaradılışlarına ilave olarak bu özelliklerini hep içeren konuşmaları, arkadaşlık yapmaları aynı yaşlardaki erkek çocuklardan oldukça farklıdır. Hanımlığa özentileri ise onları kısa sürede dünya tatlıları haline getirmektedir. Belki maskulinal değer yargılarımın içerisinde öznel bir tanımlama da olabilir bütün bunlar ama bu yöre insanının "dilli düdük" tanımlaması, benzer bir paralellik içersinde olduğumu göstermektedir.

Kendi gözlemlerime göre bizde kız çocuklarının kendini en iyi ifade edebildiği ve toplumun da bu yapılarını onayladığı dönem 3-13/14 yaşları olmaktadır. Ondan sonrası genç kızlığa geçmiş ve onun sorunları içine çekilmiş, kayıp bir dönem ortaya çıkmaktadır. Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinde ise toplum yapısı içerisinde en öne çıkmış kız çocuğu yaş gurubu neredeyse "teenage" olarak tanımlanan bu kesim olmaktadır. Ülkemizde bu yaş grubu kız çocukları, ergenlik sorunlarını bile geriye bırakmış habire daha fazla nasıl soru çözerim ve sınavlarda başarılı olurum derdiyle boğuşmaktadır. Geri plana itilmiş, ertelenmiş ya da bilgisizce, gizliliğe büründürülerek geçirilen bu dönemin çocukları apayrı birer yürek sancısıdır. Ne zaman giydikleri ciddi formaları içerisinde telaşlı bir lise öğrencisi görsem, sayılar, formüller, ezberler denizinde çırpınan biriymiş gibi gelir, yüreğim ezilir. Bırakın aile içerisinde kimliğini ve kişiliğini kabul ettirmesine, daha hala güven içinde olmayan, her türlü tehlikeye karşı mutlak korunması gereken küçük bir çocuk muamelesi görmektedirler. Oysa son yıllarda 1-2 haftalık paket tatil programlarına katılan özellikle Avrupalı, yalnız ya da kız/erkek arkadaşı ile gelen bu yaş gurubu çocuklara rastlamak çok olası. Yine bu ülkelerde o yaş gurubu çocuklarının yaşamın belirli alanlarına part-time hizmet vererek toplumla erken bir entegrasyona girmişlerdir. Marketlerde, mağazalarda vb. yerlerde sıklıkla gördüğünüz bu ufaklıklar, üstlendikleri görevleri de fevkalade başarı ile sürdürmektedirler. Bir yandan para kazanmakta, bir yandan toplumla olumlu ilişkiler geliştirebilmeye öğrenmekte, bir yandan da yaşama hazırlanmaktadırlar.

Ülkemizde teenage üstü kızların durumu nedir ? sorusunun arkasında da genel kompozisyon açısından çok ışıltılı, renkli, sevimli bir cevap durmamaktadır. İşte bir kısmının üniversiteye girebilme şansı bulabildiği 18 yaş üstü genç kızlar. Serpilip geliştikleri bu dönemde ancak üniversiteye girebilen belirli bir yüzde ile kendini ifade edebilmektedirler. Ya üniversiteye girme şansını bulamayan büyük çoğunluk ? Sonrası evlilik, çoluk çocuk derken, belirli duraklarda kaybolup giden bir ömür.

Üç safhada değerlendirdiğim bu elmanın diğer yarılarının yüzlerine bakarken hep farklı uyartılar oluşmuştur algılama ve çözümleme ile ilgili kısımlarımda. Öğrenci formasını giymiş, saçlarını at kuyruğu yapmış teenage'ler hakkında bende oluşanları yazmıştım. Şimdi de bir dilli düdük dönemine dönelim. Hani seksek oynayan, sürekli sayışarak hiyerarşi oluşturan, bilgiç bilgiç konuşan, şu günlerde Tarkan, Haluk Levent hayranı olan şirineler. Ne zaman onlara baksam, gelecek günlerde yaşayacakları aklıma düşer ve tanımsız bir sızı oluşur içimde. Bu sevimli, çiçek gibi yaşam fışkıran yüzün yıllar ve yaşayacakları ile nasıl değişikliğe uğrayacağını görür gibi olurum. Çağlayanlar gibi coşarak sevinç saçan canlı, yarın erkek egemen toplum içerisinde nasıl suskunlaşacaktır ya da suskunlaştırılacaktır. Birde ekonomik bir özelliği yoksa, vaydır haline. En iyisi şimdi onlar doyasıya oynasınlar, doyasıya gülsünler, doyasıya kuşlar gibi özgür olsunlar.

Peki evlilik sonrası ? Alınmış kilolarla fiziksel olarak değişen vücut ölçülerinden başka, düşün dünyası da az çok değişmiş ve yaşamda büyük oranda erkeğinin çizdiği yolda yürümeye başlamış anneler. Çoğunlukla okumayan, saçını süpürge yapan, diziler ve dedikodular arasında hep verici bir kutup gibi yuvalardaki sabit yerlerini almış dişi kuşlar. Onlara baktığımda neler görürüm ? İlk başta, hak edilene ulaşılamamış bir yaşamı görürüm. Geçenlerde, erken boşanma sonrası iki kızını yalnız başına fevkalade başarılı bir şekilde yetiştirmiş ve çok güzel yağlı boya tablolar yapan bir arkadaşıma, yaşamın bana yeterince adil davranmadığını söylediğimde saçını başını yolarak isyan etmesine tanık olmuş, söylediklerimden gerçekten çok utanmıştım. "Ya ben, ya ben" demişti. Bu yaştaki bayanlarda gördüğüm diğer bir özellik, yaşıtları olan Avrupalı kadınların görünümleri ile karşılaştırmada ortaya çıkan büyük farklılıklardır. Benden birkaç yaş küçük bir akrabamın kızı vardı. Gözleri menekşe rengindeydi, biçimli yüzü ile eminim Elizabet Taylor'u kıskandırırdı ama bu güzellik eşinin evlilik dayatmaları, boşanma, ikinci evlilik, iki çocuk ve bol kremalı pastalı günlerde tez yok oldu gitti. Bir çok kadında gördüm bu yitirilmiş güzelliği. Öne çıkarılan B. Streisand, Madonna, J. Lopez, C. Scheiffer vb. yıldızlarla karşılaştırılmayacak kadar çok güzel insanımız bulunmaktadır. Ama sonları tam Stendal romanları gibi tam bir fiyaskodur. Evet bu yaşlardaki bayanlarda gördüğüm en son görüntü genel anlamda bir Stendal romanı sonudur.

Benim gördüklerim ve duyumsadıklarımın nedenlerini, başlangıcını, gelişim ve sonuçlarını sorgulayacak, çözüm önerecek konumda değilim. Ancak iki anımı paylaşarak, dolaylı bir bağlantı ve yorum ortaya koymaya çalışayım.

Eşimle birlikte semt pazarında Kemeraltı patentli ürünler satan bir kazakçının tezgahındaydık. Kıyafetleri ile tamamen köy giysileri içerisinde olan dördü kadın beş kişilik bir ailede tezgaha geldi. Kadınlardan biri genç yaştaydı ve muhtemelen erkeğin eşiydi. İnce ve uzun boylu bir köylü güzeliydi. Tülbetin altından dışarı sarkan sarı saçları, şirin yüzüne tanımsız bir asalet kazandırıyordu. Erkek sert bir şekilde "Seç bunnardan, bi dene !!" dedi. Genç kadın "Ama Recep ben o yanışlı filoşlu bulüzü beğendim di" dediği andan erkeğin elinin havaya kalktığını ve kadının Afrodit benzeri güzel yüzüne indiğini gördük. Herkes şoke olmuştu. "Yürü, ……duğum, bunuda almeycen !!!" Aniden yüzüne aldığı tokadın şokunu, gözlerinden boşanan yaşlarla atlatmayan kadının suskun çaresizliğine kimse bir şey diyemedi. Beraber geldikleri kadınlarda en yaşlıca olanının "Yürü gız, ne somurtuyon. Delenme len irecep, anasının yanında ehme böne şeyler" sözleri ile sahne tamamlandı.

Antalya'da otogarda otobüsümüzün perona girmesini bekliyoruz. İleriden ciyak ciyak bağıran bir kadın sesine çeviriyoruz yüzümüzü. Köşeden dönen bir çift görünüyor uzaktan. İkisi de uzun boylu ve yapılı insanlar beli ki yabancılardı. Peronlara doğru gelen kadın habire adamı tokatlıyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yaklaştıkça Fransızca konuştuğu daha doğrusu bağırdığını anlıyoruz. Oldukça iri kıyım biri olan erkek, sadece kadının durmayan tokatlarından korunmaya çalışıyordu. Meraklı yolcular olarak arkalarında küçük bir konvoy oluşmasına rağmen kadın hız kesmiyor, sesinin ve tokatlarının dozunu artırıyordu. Erkek suspus, fırtınanın dinmesi için umutsuzca yalvarıyordu sanki. Önümüzden geçerlerken, yanımdaki kadınların sessiz bir gülümseme sergilediklerine tanık oldum. Fransız çift meraklı konvoyla doğru uç peronlara doğru hızla giderken kadının öfkesi artarak sürdüğünü duyduk uzun süre. Otobüsümüz giderken bile uç peronlarda kalabalığın daha da artmış olduğu kavganın hala sürdüğünü gösteriyordu.

Son sözlerin son sözü; AMBERPARIS bir bitki cinsidir ve kadın tuzluğu olarak bilinmektedir. Renkleriyle, duruşuyla, kokusuyla çok beğenilmektedir, çabucak solsa da.

Zeki Yıldırım
zekiyildirim@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Kahvecigillerden : Kemal Türkmen


Ben

Yaşamımda kendimle (ben) olan ilişkilerim benim için hep çok önemli ve hatta gerilimli olmuştur.
Çoğu zaman o, farkında bile olmadığım, sanki dışımdaki evrenin bir parçasıdır.
Ama kimi zaman, özellikle kalabalıklar içerisinde bir an için yaşamla birlikteliğimin sonlandığını ve bedenimde sanki dışarı bakan bir ben olduğunu algılarım.

Newton'nun dünyasını sevmiyorum.
Saat gibi işleyen, nedenselliğin hakim olduğu, mekanik ve başı sonu belli olduğu sanılan bir evren çok itici.
Bireylerin sert kabuklar içerisinde bilardo topları gibi çarpıp yön değiştirmeleri tarzındaki bir etkileşme hiç hoş değil.
Ama klasik fizik ne yazık böylesi bir dünya yarattı.
Ve kartezyen felsefenin etkilediği modern çağ kültürü bizi hep böyle düşünmeye yöneltiyor giderek.
Kuantum fiziğinin dünyasında sanki her şey daha anlamlı ve rahatlatıcı.

Aşıkların kendilerini birbirlerinde memnuniyetle yitirmeleri, normalde ayrı benliklerini korurken benlerini isteyerek birbirlerine teslim etmeleri ancak kuantumun açıklayabildiği şaşırtıcı doğa sırlarından bir tanesidir.
Aşkı yaratan bireylerin benleri öylesine karmaşık bir hal alır ki oluşan yeni benlikleri sahiplerinin bile tanıdığı söylenemez.
Bu tıpkı bir anne ve bebeği arasındaki bağ gibidir.
Sanki birbirlerin bir uzantısı olarak yepyeni bir ben içinde birlikte yaşarlar.
Böylesi bir durum kuantum dünyası için sıradan sayılırken, Newton fiziğinde olanaksızlığa örnektir.
Klasik fizik şaşkınlığı sevmez.
Ama ben şaşkınları ve şaşırmayı seviyorum.

"Ben,
kesin olmayan bir dünyanın ve bilinemeyen bir geleceğin
bu gününü yaşamak istiyorum.
Erken sabahların alacasında sokak lambalarının ışığında savrulan kar taneleri gibi gezinip,
sevgilimde beni sen olan
ben kimdir
diye düşünmek
ve şaşırmak istiyorum."

Kemal Türkmen

Yukarı

Canan Şenol

 Çılgın Kahveci : Canan Şenol


   ALTINOLUK'TA OLMAK VAR YA!

İlkbaharda Altınoluk'ta olmak istiyordu. Evini çevreleyen minicik bahçede toprağa basmak istiyordu ayaklarını uzuuunnn uzunn. Stresini bedavadan satmak toprağa, karşılığında bir tatlı huzur almak Kazdağları'ndan, dağlardan gelen tatlı esintiden üşümeden yüzünü rüzgara dönmekti niyeti. Ilık bir bahar havası sararken vücudunu ürpermemekti. Toğrağı temizlemekti geçen kışın artıklarından, çürümüş bitkilerden, çiçeklerden. Ayrıca şişeden, çamaşır mandalından, incik boncuktan, janjanlı kağıttan. Sonra o minicik ama o miniminnacık bahçeyi, herbir katı ayrı kişiye ait üç katlı evin etrafını saran üç taraf yeşilliği bellemek, toprağı havalandırmak, kabartmak. Sade ve sadece istediği soğan sarımsak ve maydanozu ekmek orta kat komşunun çiçeklerine inat... Bir köşede de az biraz kereviz kökü bırakmak. Bir yerlerden fışkıran ısırgan, nane, reyhan kümesini görünce bir aaaa!!! çekmek ve gübrelenen topraktan hayata inat canlanma kokusu geldiğinde kendindeki canlanmayı hissetmek. O ekmeden çıkan, o arsız, o yemyeşil, o taptaze, o dipdiri semizotunu toplamak ve salatasını yapmak, yemeğini yapmak sonra içini saran sevinci bilememek o duyguyu adlandıramamak. Bu sene de bahara ulaşmanın verdiği huzurla iç geçirmek ve iştiha ile bir yemek yemek çardakta. Konu komşuya laf atmak, yemeğe davet etmek, kahveye davet etmek. Sonra yanındaki miniminnacık süs havuzunun kenarına oturup geçen seneden havuzu mekan tutan kurbağacık ile gözgöze gelmek. Kışı nerede nasıl geçirdiğini düşünmek, neden tek olduğunu anlayamamak. Şimdi Altınoluk'ta olmak vardı hayallerinde güzelim, bi'tanem, canımın içi hayallerinde; bu zevki deniz kenarına inerek körüklemek lazımdı, öyle değil mi? Dingin, çarşaf gibi, o masmavi denizin içine içine, taşların rengi yosunu dahi gözüken denizin içine içine bakmak bakmak da o iyot kokusunu taaa içerilerine yüreğine çekmek. Kamping alanında yazın kurulacak iki taraflı çadırların arasından denize yürümeyi hayal etmek her bir çadırın bir ayrı hikayeyi barındırdığını, bir ayrı yaşamı kurguladığını düşünerek.

Ahhhhhh Ah dedi sonra kendine, hadi artık işinin başına dön...... Yıllık izninde gidersin. O da kısmet olur gidebilirsen. Gi-de-bi-lir-sen....

Canan
canant@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Misafir Kahveci : İbrahim Demirel


BERNA

Ayın keskin ışıkları yamalı perdeyi delik deşik edercesine odadan içeri sızıyordu. İçerisi hafiften loştu. Arasıra ayın önünü kesen bulutlar odanın içini zifiri karanlık ediyordu.

Bu arada odadaki 1940 lardan kalma karyolada uzanan Erdinç gözlerini tavana dikmiş, sanki birşeyler ararcasına bir oraya bir buraya kaydırıyordu. Huzursuz gibiydi sanki...

Bir anda karanlıkla uyum içinde olan siyah gözleri tavanda bir noktaya takıldı. Ve günlerce uykusuzluktan ağırlaşan gözkapakları hafifçe kısıldı. Belli ki düşünceleri onu bu günden alıp geçmişe götürmüştü.

Üniversite sınavına babasının vefatı üzerine iyi hazırlanamamıştı. İstemediği bir fakülte olan fen edebiyat fakültesine girmişti. Bundan dolayı ne okuma aşkı kalmıştı ne de hayattan bir beklentisi.... Halbuki zekasına güveniyordu. Ne işler başaracaktı kendince. İlerleyecek hep ilerleyecekti.

Ama orada birçok arkadaş edinmişti. Mutsuzluğunu en azından bu şekilde bastırıyordu bilinç altında. Hele Berna ile daha sıkı-fıkı idiler. Erdinç sanki onunla olunca tüm dertlerini unutuveriyordu. Bölümünün ona verdiği tek şey olduğunu düşünüyordu. Şiire olan merakını arttırmıştı. Bu yüzden de Berna'ya sık sık şiirler yazıyordu. İçten içe Berna ya karşı bir aşk duymaya başlamıştı.

Sırt üstü uzandığı karyolasında dışarıdan geçen bir arabanın odada oluşturduğu gölgelerle dikkati dağıldı. Kalbinin en huzura ulaştığı bir hengamda gözlerinden dökülen yaşlar yanakları üzerinden hafifçe kayarak yastıkla buluştu. Ve tam o sırada dudaklarından çıkan sözler kaldığı odanın soğuk duvarlarında yankılandı.

İzi kaldıkça yüzümde yılların,
Canlanır kafamda dalgalı saçların,
Silemem seni kalbimden
Kalır hep anıların....

Bundan sadece 3 gün önce Berna ile ateşli bir tartışma yaşamışlardı. “Yeter artık bencilliğin, senin kahrını çekemeyiz” sözü çok koymuştu. Yüreğinin orta yerine bir kan pıhtısı gibi oturmuştu adeta. Belki O, bunları tartışmanın en hızlı anında istemeyerek söylemişti ; Ama bu ilk değildi. Ondan işittiği son sözlerdi bunlar. Belki de huzursuzluğunun altında yatan sebep buydu.

Babasının vefatından sonra kendisine çok ilgi gösterilmişti. Şımarmıştı bir anlamda. Bu şımarmşlık belki de onu uzaklaştırıyordu Berna'dan. Belki de çok sevdiği Berna'yı kıskanıyordu herkesten. Bilemiyordu .... bildiği tek şey artık onu bir daha göremeyecek oluşuydu.

Bir zaman boş gözlerle sağa sola baktı ve dudaklarından ikinci kez kelimeler tane tane ve bölük bölük dökülmeye başladı.

Son sözünü duysamda,
Yine de seninle olacağım.
Sesin beynimi yıkayınca,
Adını kanımla yazacağım.

Bu sözlerin neden çıktığını ve nasıl söylediğini bilmiyordu. Artık kafası, içine bomba konmuş bir küre gibiydi. Hiç birşey düşünemiyordu ve hiç birşey bilmiyordu. Hatta yastığının altındaki silahı nasıl ve neden aldığını da bilmiyordu.

Saat 02:00 sularında bir patlama sesiyle irkildi Erdinç'in kaldığı tek gözlü evin önünde bulunan akasya ağaçlarındaki baykuşlar.

Ertesi gün nedeni bilinmeyen bir intihar olayı vardı gazetelerde ve bir de resim. Resimde yerde yüzüstü yatan bir ceset ve hemen sağ yanında HİÇ kimsenin farkedemediği, kanla yazılmış bir isim. BERNA....

İbrahim Demirel

Yukarı

 Kahvecigillerden : Zeycan Irmak


-seyyah- 1

Beyaz bir kağıdın ortasında
Kıpkırmızı bir çığlık
Ama bin kişi okur
Bir kişi duyar
O da bir aralık
-ismail uyar-

"Bütün aşkların, bütün yangınların toplamıdır yürek...
yürek ağlar yurdundaki karanlığa...
açın kapıları açın!... çıkmak istiyor aydınlığa..."


Ağlıyorum. Niye ağladığımı bilmiyorum. Yollar çekti beni yine. Yollara düştüm. Akşam, gün batarken çıktım. Bu kez arabanın direksiyonunda oturan benim, ilk defa bunca yol, tek başıma. Otobüslerle gitmeye benzemez ki.. Korkuyorum. Korkularıma, açmazlarıma rağmen gideceğim o dağ köyüne. Gözümde büyümüyor aslında, sabaha kalmaz yakınlarım. Korktuğum yol değil, benim. İçimde büyüyen çakırdikenlerim. Kolumun yeniyle yüzümü siliyorum, öbür elimle tutuyorum direksiyonu. Camları açtım, geceye avaz avaz ağlıyorum. Kamyon farları gözlerimi daha bir alıyor... yaşlar sicim gibi çeneme, oradan göğsüme dek akıyor... Kumru, içimin susmayan sesi... canım çok yanıyor.

Kaçıyorum. Bu şehirden, şehrin buğusundan, gündüz fokurdayan cehennem asfaltından, ter kokan insanından, kaosundan, anamdan, sevdiklerimden, ait olmadığım ama içinde barındığım kurulu düzenden, kaçıyorum kumru. Karanlıkta fosforlaşan gözleriyle birden önüme çıkan hayvanları ezmemek için sağlı sollu son sürat kaçıyorum. Kimse bilmiyor. Geri döner miyim, ben de bilmiyorum. Belki dönerim. Şimdilik. Ama sonunda gideceğim yer gene orası. Dünya gözüyle cenneti yaşayacağım tek mekân. Huzur orada.

Korkuyorum. Ne kadar çok korkum varmış, istiflediğim. Hepsi bu gece karayoluna serpişiyor bir bir.
Korkularımdan sıyrılmak için gidiyorum. Korkularım kâbusum olmadan atmak, kurtulmak, bağırmak can hıraç çığlıklarla... defolun üzerimden!...

Unutamıyorum. Yaşadıklarım, geçmişim, beni ben yapan, beni ben olmaktan alı koyan ne varsa, ne yaşadıysam geçmişte... hepsini unutmak istiyorum. Unutamıyorum. Arabanın ön camında parlıyor anılar, insanlar, olaylar... beni benden, başka kim kurtarabilir?

Ölüyorum. Nefes aldığın müddetçe ölmeye adım adım yaklaşıyorsun. Ne var kaybedeceğim? İstediğim gibi, istediğim yerde ölmeyi başaramadıktan sonra, yaşamak anlamını yitirmez mi? Yapabiliyorsan git sende şu kara parçası üzerinde istediğin yere... ölüm herkesin ense kökünde...

Sancılı doğumlar yaşıyorum. Ölü çocuklar doğuruyorum. Mor dudaklı, gözleri açılacak vakit bulamamış, simsiyah saçlı, tırnakları avuçlarına batık, yumruk... ölü çocuklar; arabayla durmak zorunda kaldığım, karanlık ağaç kovuklarında doğurduğum ve kimini deli çağlayan nehirlere attığım, kimini ateşe kurban ettiğim ama hiçbirini toprağa geri vermediğim bebeler...

Toprak; benliğim seni inkâr ediyor. Sana geri dönmeyeceğim, tıpkı terk ettiğim hiçbir insan dölüne dönmediğim gibi...

Yorgunum. Yaşamak yorgunluğu bu olsa gerek. Anlamını çözemediğim tek düşünsel faaliyetim "yaşamak nedir?" ... Yoruldum saçmalıklarla didişmekten, her gün aynı işi görmekten, aynı insanları, aynı kargaşayı, aynı anlamsız savaşı sürdürmekten. Neden halâ ağlıyorum kumru? Yorulmadan yapabildiğim tek eylem ağlamak mı?... "Ağla" derdi annem çocukken, düşüp canım yandığında ve sıktığımda dişlerimi... "Ağla yavrum, at acını".... acı çıkmıyor işte anne, çıkamıyor ne etsem?....

Dağ yamaçlarının, ağaçların arasında küçük bir benzin istasyonunda durup depomu dolduruyorum. Kamyonlarda adamlar uyumuş, ağızları açık, bezgin. Marketten bozma dükkândan yiyecek ıvır zıvır alıyorum yanıma. Uyuşmuş ayaklarımı açmak için yürüyorum biraz. Sigaramı tüttürüyorum oksijeni ciğerlerime fazla gelen ağaçlara doğru. Garip bakıyorlar pompacılar çaktırmadan. "Gecenin ikisinde kim ki bu kadın, düşmüş burlara?" diyorlardır kendi şiveleriyle... hava berrak. Yıldızları daha net görebiliyorsun şehrin sahte ışıklarından uzaklaştıkça. Gökyüzü ışık çılgını kesilmiş, yanıp sönüyor, yanıp sönüyor... bir yıldız kayıyor... "biri öldü bir yerlerde" derler bizde... ya da... dilek tutarsın içinden olmayacağını bilerek. El sallıyorum ölmüş tüm sevdiklerime. Ben de, ben de gelsem yanınıza... dileğim bu...

İki-üç saat daha yol alsam, mola vermem gerekecek... uyurum arabada ya da otel bulurum şehir merkezlerinden birinde. Uyumam lâzım. Oraya vardığımda bilincim iliklerime kadar açık olmalı. Yola çıktığımdan beri az da olsa rahat soluk alabiliyorum. Gideceğim yere ulaşmak fikri belki rahatlatan ya da şimdilik atmış olmam üzerimdekileri. Yüzümü pis tuvaletin lavabosunda yıkarken aynada belli belirsiz gülümsediğimi görüyorum kendime... iyiye işaret, di mi kumru?...

Benzinciden ayrılırken pompacı bağırıyor ardımdan "selâmetle abla"... gülümsüyorum, elimi çıkartıp camdan "eyvallah" diyorum... Demek böyle insanları da barındırıyor yurdum, toprağı üzerinde. Tabii ya, Anadolu insanı, benzer mi senin yaşadığın kaldırımları çapul, it sürüsü, kaypak, yığma kalabalığına?... Gerçi hoş, onlar burada bu kadar temizler, göç ettiklerinde büyük kente onlarda bozuluyor istemeden. Havasını, suyunu yaladıkça senden beter açılıveriyor gözleri. Öyleyse kumru, kimi suçlamalı şimdi? Şehrin kökünde mi var bir pislik, yoksa gelenler mi seçilmiş?... Yok be, çıkıyor gene arada helâl süt emmişler ama nadir; bizim çevremiz sarılmış çirkinliklerle, gökyüzümüz küllüm gri, vardır elbet şehrin başka türlü insani renkleri... Boş ver adamım kumru, açalım yelkenlerimizi fora... bizi bekliyor on üçüncü yüzyılda doğduğum cennet bahçesi... neticede bu benim bu aleme üçüncü gelişim(miş)...

Kuşluk vakti gözlerim yanmaya başlamışken uykusuzluktan, -bana göre- küçük vilayetin sınırları içine girmiş bulunuyorum. Haritamıza göz atıyoruz. Doğru istikâmetteyiz. Sen de kumru hiç iyi copilotluk yapamıyorsun! Yardımcı olsan da hem direksiyona hâkim olup, hem haritaya bakmak zorunda kalmasam...

Sabahın seheri yüzümü yalarken terk edilmiş gibi gelen kentin meydandaki tek büyük oteline doğru yürüyorum. Böyle yerlerde baştan savma mekânlarda konaklayamazsın, rahat bırakmazlar. En azından dışarıdan görüntüsü güven vermeli.

-"Bir oda rica edecektim" diyorum resepsiyonda uyuklayan gençten adama.
Sersemlemiş, yüzüme bakıyor;
-"Tek kişilik mi?" iyi soru, seni görmüş olmalı kumru, boşuna saklanma paçalarıma.
-"Evet, lütfen" diyorum şehirli ağzıyla, kibarlık neyimeyse?... Kimliğimi istiyor, kayıt yapıyor
-"Ne kadar kalacağdınız hamfendi?" -belli, bana özendi-
-"Sadece bu gece, öğlene doğru ayrılacağım"
-"Eh, peki madem, imzalayı verin şurayı..." sırıtıyor. Dik dik bakıyorum, ben gülmüyorum oysa ki.
Konuşmaya hevesli, canı sıkılmış bütün gece iskemle tepesinde nöbet tutmaktan;
-"Sanırsam yabacısınız burlarda?",
-"Sayılır... Anahtarımı alabilir miyim?" gayet ciddi ses tonumla, emri vaki... kızarıyor ablak yüzü;
-"Bıyır, 3.üncü kat, 304 numaralı oda, koridorun solunda"
-"Teşekkür ederim..."
-"Ni demek..." sonra aniden hatırlamış gibi sesleniyor arkamdan;
- "Afidersiniz... suyumuz termaldir hamfendi, duş neyin almak isterseniz diycektim"
-"Teşekkür ederim..."
-"Eyi geceler..."

Ne gecesi hemşerim, birazdan sabah olacak... demiyorum, yüz bulmasın. Yere bıraktığım valizimi alıp, asansöre yöneliyorum. Ufak bir oda... sevimli. Hemen duşa atıyorum kendimi... Su gerçekten yorgun bedenime ve ruhuma iyi geliyor. Sakinleşiyorum. Televizyonu açıyorum ses olsun diye... uyuya kalıyorum öylece, üzerimdeki havluyla...

Uyandığımda güneş odayı sarı sıcak ısıtıyordu. "Eyvah, geç kaldım" diye fırlıyorum yataktan. Nerede olduğumu algılayamıyorum önce. Sonra toparlıyorum "Sahi ya, ben dün gece ağlayarak yola çıkmıştım, aniden karar verip"...

Cep telefonum yol boyunca dört kez çalmış, altı tane de mesaj bırakılmış. Hiçbirine bakmadan kapatıyorum telefonu. Sadece anneme söyledim, ona da üzülmesin, merak etmesin diye yalan söyledim. Dönünce anlatırım artık. Yüreği ağzında dinler beni... sahi dönecek miydim? Bilmem. Kalmaya karar verirsem anneme telefon açar, tayinimin çıktığını söylerim. Bir ara uğrayıp eşyalarımı alırım belki, derim. Buradayım ya, şimdi bunu düşünmeliyim...

Giyiniyorum. Akşam dağıttığım giysilerimi tıkıştırıyorum çantaya. Resepsiyona anahtarı bırakacağım, bakıyorum eleman değişmiş. Bu öbüründen daha da yılışık;

-"Günaydın efenim" diyor, yüzünde en kocamanından gülücüğüyle, ay çok şekersin...
-"Günaydın. Anahtarı bırakıyorum, gece parasını peşin ödemiştim" diyorum, soğuk.
-"Evet efenim, arkadaşım iletti. Sen kahvaltı etmeyeceksiniz mi?" -çattık-
-"Hayır, teşekkür ederim, hemen yola çıkmam lazım"
-"Peki efenim, gene bekleriz, her zaman..." bankonun arkasında vatandaş el pençe divan...

Arkası yarın

Zeycan Irmak

Yukarı

 TEYZUŞ : Ferda Önler


AŞK ÜZERİNE SÖYLEŞİ -3-

"İşin içine ikinci bir erkek sokarsın. Çok basit. Onlar yalnız bunu anlarlar. Bölgesellik. Sevgili istememen akıl erdirilebilecek şey değildir. Öyle olsa adamın egosunu perişan edersin. Ama, başka bir erkek bulmuşsan, ehh, bu anlaşılabilir. Günün birinde seni elinden kaçıracağını başından sezmiştir zaten. Ona sırt çevirip yalnız yaşayacak değilsin ya, erkeğe doymayan "kaşarlanmış" kadınlardan birisindir. İtiraf etmeseler bile kafalarının bir köşesinde vardır bu peşin yargıları. Böyle olunca her şey açıklanır. Bu oyun böyle oynanır işte."

"Sanırım ben hiç aşık olmadım," dedi Mine. "Olmuşsam bile, öyle gençtim ki..."

İnci sevgiyle baktı Mine'ye ve Firuze'ye dönerek her zaman ki eleştirel tavrıyla; "Gördün mü? Herkes senin gibi değil." dedi, yine imâlı bir ses tonuyla.

"Herkes benim gibidir." diye söylendi Firuze neşeyle. "Öyle olduklarını fark etmiyorlardır olsa olsa."

Bunları söyledikten sonra aralarından kalkıp salonun diğer bir köşesindeki koltuğa gömüldü. Müzik setine daha yakındı şimdi ve o çok sevdiği şarkıyı, "What a Wonderful World"ü dinlemeye koyuldu. Hemen ardından, bu kez kendisinin "özellikle" seçtiği bir 33'lük albümü yerleştirdi pikaba... Şimdi de James Brown'un "It's a Man..." adlı blues parçasının o muhteşem melodisi yayılıyordu salona. Firuze çalan şarkıya sözlerini mırıldanarak eşlik ederken, pikabın sesini de biraz daha yükselti yerine oturmadan önce. Bu arada, İnci'nin kendisi hakkında Mine'ye söylediklerini de duyabiliyordu:

"Hep böyle bu Firuze... Kesin. Onunla tartışmanın hiç yararı olmuyor. Ve haklı çıktığı noktalar öyle çok ki, kendini beğenmişliğine boş verip geçiyorsun. Onun bir parçası bu tavırları, el kol hareketleri, yayılarak oturuşu, sigarasını tutuşu ve dumanını savuruşu... Hepsi kendine özgü. Zamanla konuşmasındaki aşırılıkların zararsız olduğunu da anlıyorsun. Kendi kategorilerini başkalarına kabul ettirmekte başkalarından farklı değil; yalnız daha yüksek sesle bildiriyor yargılarını..."

Firuze'nin hoşuna gitmişti İnci'nin kendisini yüzüne karşı eleştirmesi, hem de hemen oracıkta. "Dostlar arasındaki içtenlik, samimiyet, açık sözlülük budur işte. Düşündüklerini kişinin kendisine veya kendisinin de duyabileceği bir şekilde bir başka ortak dostuna söyleyebilmek." dedi kendi kendine. Bundan dolayı seviyordu Mine'yi, Yeşim'i, İnci'yi ve bundan dolayı güçlüydü onlarla dostlukları. İnsanın böyle arkadaşlarının olması ne güzeldi ve hep birlikte olmak eğlenceli de oluyordu çoğu zaman.

Aralarındaki tartışma coşkun kahkahalarla, birbirlerine samimi ve içten sataşmalarla, insan topluluklarında uyum sağlanabilmesi umudunun pek güçlü olmadığını belirten bir iki şakayla sona ermişti.

Evine döndükten sonra konyak şişesini alarak küçük salonuna geçti; ışıkları söndürdü, pencerenin yanına oturarak Aralık gecesinin nemli, serin havasını içine çekti. Ardından, yanı başındaki sehpaya uzanarak sigara paketinden bir tane aldı. Avuçları arasında yuvarladıktan sonra sigarayı, bu kez de paketin üzerine birkaç kez vurarak, tütününü iyice yumuşattıktan sonra yaktı ve keyifle üfledi havaya çektiği ilk nefesi...

Sokak lambalarının pencereden süzülerek giren solgun ışığıyla aydınlanan odada, şekiller çizerek ağır ağır havaya yükselen sigara dumanına bakıp; keşke içimize çektiğimiz sıkıntılar da aynen bu sigara dumanı gibi bir nefesle dışarı üflenebilseydi ve bizler de havaya yükselen dumanlar kadar hafifleyebilseydik diye geçirdi içinden.

Acılar ve isyanlar bir yana, işte günlük hayat sürüp gidiyordu; işler ve çoğu kez görev yaparcasına katıldığı eğlenceler... Fakat bu kez, hoşnut ayrılmıştı o geceden ve dostlarından. Hatta, eğlendiğini, zenginleştiğini duyuyordu, enerjisinin arttığını. İçindeki bir şeyler özgürlüğe kavuştukça dinleniyordu sanki. Sanki aylardır çektiği yorgunluk, o şeylerin - ne olduklarını hiç bilmiyordu - baskı altında, kilit altında tutulmasından ileri gelmişti. Nedense, bu arkadaşlarla "dürüst" olabiliyordu insan. Aklına gelen tek kelime buydu.

Başka insanlar genellikle ona bir hiç olduğunu, görünmez olduğunu, öyle değilse bile öyle olması gerektiğini duyuruyorlardı. Daha da kötüsü yalnızdı. Çok yalnız! ...mıydı?! Acaba?.. Ağlamaya başladı birden. Duygularının bu kadar güçlü olduğunu kendisinin de bilmediğine şaşırmıştı biraz da. Böylesine mutsuz olduğunu, konyağa ve karanlığa gömdüğü duyguların bunlar olduğunu ilk kez anlıyordu. Ansızın farkına varmıştı galiba... Sandığı gibi yalnızlık değil; çelişkileriydi mutsuzluğunun asıl sebebi... Ruhunu, bedenini sıkan, hareket alanını kısıtlayan da çelişkileriydi aslında.

İnsanlar çektikleri acılara şükretmeyi severler; kazaların ucuz atlatılmış, ölümün yeni bir hayata geçiş olduğunu savunurlar. Kötü bir buluş da değil hani. Nasıl olsa acı çekeceksek, şükran duyguları içinde çekelim bari. Ancak bazen öyle gelir ki, acı çekmeyi bekliyor olmasak, belki bu kadar çekmezdik diye düşündü.

Bir konyak daha doldurdu. İnsan böyle alkolik olur diye söylendi kendi kendine; yalnızlık sıkıcı olmaya başlayınca içkiye yönelmekle. Sarhoş oluyordu ama, aldırmadı. Sarhoşlukla daha iyi görülürdü bazı gerçekler. Acı acı gülümseyerek konyak kadehine uzandı.

Ayaklarını altına toplayarak battaniyeye sarındı. Boğazından ayaklarına kadar iniyordu battaniye. Konyağını içiyor, karanlıkta pencereden göründüğü kadarıyla dışarısını seyrediyordu boş bakışlarla. "Kurtuluş yoktur..." Öyle dememiş miydi? Gülümsüyordu ama, acı bir gülüştü bu. Ansızın kapının zili çaldı!.. Saate bir göz atarak fırladı yerinden... Saat gece yarısını, hatta biri de geçmişti!.. Ve bu saatte ancak tek kişi gelebilirdi ki...O da... Agâh!!!

*****

Yıllardır hep merak edilir; gecenin ilerlemiş o saatinde gelen kimdi acaba? diye... Firuze'nin aklına ilk gelen isim, yani Agâh mıydı gerçekten? Ayrı geçen onca aydan sonra; üstelik, Firuze'nin o söyleşiyi yaptığı akşamın gecesinde! Tesadüfün bu kadarı da olabilir miydi?

Peki ya, daha da önemlisi; gelen Agâh idiyse, Firuze kapıyı açmış mıydı acaba?..

Mine'de toplanılan o akşamdan sonra bir daha kimseler Firuze'nin ağzından tek bir söz duymadı aşka dair... Firuze, aşka ilişkin bir daha asla ne bir söylemde bulundu, ne de bir söyleşiye girişti... Zamanla, toplantılara da pek katılmaz oldu zaten. Arada bir, nadiren görenler vardı onu.

Bir süre sonra ise, tamamen kayboldu ortalardan... İşinden ayrıldı... Evinden taşındı... Ve kimseler bir daha haber alamadı ondan!..

Yıllardır, eski dostları ne zaman toplanıp bir araya gelseler, birbirlerine bakıp hep aynı soruyu sorarlar hâlâ;

"Neredesin Firuze?.."

Bitti

Ferda Önler
fonler@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Café d'Istanbul par Mustafa Serdar Korucu


Merhaba,

Bugün sizlerle ilk olarak komşumuz Yunanistan'ın güçlü seslerinden Anna Vissi'nin son albümü "Paraxenes Eekones"yi, ardından Kennedy ve Johnson dönemi Amerika'sının dış siyasetinde yaptığı hataları ve bunların günümüzdeki yansımalarını objektif bir şekilde anlatan "100 Yılın İtirafları"nı ve son olarak İstanbul üzerine yazılarıyla tanınan Jak Deleon'un "Balat Ve Çevresi"ni paylaşacağım.

Keyifle dinlemenizi, izlemenizi ve okumanızı dilerim.

ANNA VISSI / PARAXENES EEKONES :

Akdeniz'in sularının ısındığı, Kıbrıs gündeminin karıştığı bu günlerde aslen Kıbrıslı olan Anna Vissi, "Paraxenes Eekones" ile yükselişine kaldığı yerden devam ediyor ve Türk dinleyici kitlesiyle müziğin evrenselliğini bir kez daha kanıtlıyor.

6 yaşındayken Kıbrıs Konservatuarı'na başlayan ve kariyeri için Yunanistan'a giden Anna Vissi yine de anavatanı Kıbrıs'ı hiç unutmadı. Eurovision'a ilkinde Yunanistan'dan, ikincisine anavatanından katılan şarkıcı ilk albümü "Klima Tropiko"dan beri Yunanistan'ın divaları arasındaki haklı yerini aldı. Her albümüyle, yükselen satış grafiğiyle dikkat çeken güzel sanatçı, İngilizce çalışmalarıyla Amerika ve Avustralya'da da bir hayran kitlesi oluşturdu. Ege'nin karşı kıyısında tanınması ise "Re!" albümündeki "Eleni" şarkısıyla oldu. Ardından çıkarttığı "Kravgi" ve "X" albümleriyle de hem Avrupa'da hem de Türkiye'de güçlü bir hayran kitlesi oluşturdu.

Anna Vissi'nin son albümünün en iddialı şarkıları ise "Treno", "Girna" ve "Fevgo.

Ege ve Akdeniz'in ortak kültürüne aşina kulakların severek dinleyecekleri bir albüm "Paraxenes Eekones".

100 YILIN İTİRAFLARI (THE FOG OF WAR) :

Dünya üzerinde, Roma'dan beri görülmeyen bir güce sahip olan Amerika'nın tarihini her zaman gazetelere yansıyanlardan, televizyonda izlediklerimizden öğrenmişizdir. Bir de Hollywood'un Amerikan tarihini en cilalı biçimi ile anlattığı filmleriyle tabii ki. Yani hep bize gösterilmek istenen hata yapmayan, (sözde) haklının yanında olan parlak Amerikan imajıyla görmüşüzdür biz bu süper gücü. Yazılanların, anlatılanların hemen hemen hepsi de ikinci hatta üçüncü ağızdan, düzeltilerek yapılmış açıklamalardır. Bu belgeseli benzerlerinden ayıran en çarpıcı yanı, bütün anlatılanların uluslararası siyasetin dışından birisinin gözlemlerinden değil, yaşadığı dönemde siyasete yön veren bir yetkilinin deneyimlerinden oluşması.

"100 Yılın İtirafları"nda Savunma Bakanı olduğu Kennedy ve Johnson başkanlığındaki yedi senelik dönem boyunca, tarihi olayların perde arkasında yatan gerçekleri büyük bir cesaretle açıklıyor Robert McNamara.

Belgesel gösterilmek istenen Amerikan imajını mercek altına alıyor ve süper gücün yaptığı yanlışlar zincirine bir adım daha yaklaşıyor. Sonuçta o günkü hataların bugüne yansıyışlarını değerlendiriyor Savunma Eski Bakanı.

McNamara'nın açıklamaları aslında bir özeleştiri de barındırıyor içinde. Çünkü kendi döneminde yapılan hataları da büyük bir açık gönüllülükle açıklıyor ve bu hatalardan hiç ders alınmadığına işaret ediyor.

Robert McNamara, hem Amerikan hem dünya tarihini ilgilendiren pek çok önemli konuyu masaya yatırıyor röportajında. Komünizm-kapitalizm kutuplaşmasının ürünü olan Amerikan-Küba soğuk savaşını, Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler kurmakla suçladığı Vietnam'a saldırışını ve özellikle dünya tarihinin kara lekesi olarak tanımlayabileceğimiz Hiroşima ve Nagasaki saldırılarını ele alıyor.

Belgeselin objektif olabilmesi için bugüne kadar gün ışığına çıkarılmamış Amerikan Ulusal Arşivi'nden özenle seçilmiş tarihi görüntüler ve belgeler ele geçirilmiş. Bütün bu araştırmalar da belgeselin vuruculuğunu bir kat daha arttırıyor.

106 dakikalık bir belgesel, konuya ne kadar yakın olursanız olun herkesi bir noktadan sonra sıkmaya başlar. Ancak "100 Yılın İtirafları" buna izin vermemek için elinden gelen herşeyi yapıyor. McNamara, sadece kendi Savunma Bakanlığı dönemindeki olayları anlatmakla kalmıyor yaşamının önemli bir bölümünü teşkil eden bu döneme bütün olarak bakarak kişisel yaşamıyla Amerikan tarihini paralel bir şekilde anlatıyor. Bu yönüyle belgeselin otobiyografik bir niteliği de var aynı zamanda. Filmin izleyiciyi sıkmamasının bir diğer nedeni ise özenle seçilmiş müzikleri. Özellikle belgeseller için çok önemli olan müzikler "100 Yılın İtirafları"nda çok iyi kullanılmış. Temposuna göre yükselen müzik izleyici ile film arasında daha güçlü bir bağ oluşturuyor.

Amerikan tarihini ve dolayısıyla dünya siyasi tarihine meraklıysanız, bu yıl belgesel dalında Oscar alan ve bu Errol Morris yapıtı olan "100 Yılın İtirafları" sizin için kaçırılmaz.

BALAT VE ÇEVRESİ / JAK DELEON :

Dünya tarihini büyük ölçüde etkileyen, özellikle yaşandığı yüzyılda Avrupa dünyasında büyük yankılar uyandıran olaylardan birisidir İstanbul'un fethi. Kimilerine göre Rönesans'ın başlamasının nedenlerinden biridir; kimilerine göreyse bir devri kapatıp öbürünü açan bir tarihsel olay. Ancak kesin bir şey vardır ki Eski dünyanın hayran olduğu, (Latin istilasına rağmen) görkemini koruyan İstanbul'un Ortodoksların elinden çıkıp Müslümanlara geçmesiyle bambaşka bir kültürün bu güzel şehre girmesi. Bu değişim sürecinin başlangıcından günümüze akışını anlatıyor "Balat ve Çevresi".

Prof. Dr. Jak Deleon'un kaleme aldığı kitap, İstanbul'un fethinden başlıyor ve günümüze kadar olan gelişimini anlatıyor. Deleon, şehrin bugünkü haline gelişine bir tarihçi gözüyle değil bir gezgin gözüyle bakıyor kendi deyimiyle. Özellikle Balat, Hasköy, Fener ve Ayvansaray'a. Bütün bu ilçeleri sokak sokak, oya gibi ince ince işliyor Deleon kitabında ve ortaya okunması zevkli bir eser çıkartıyor.

Sıkılmadan okuyacağınız, dipnotlar ve anekdotlarla zenginleştirilen "Balat Ve Çevresi", İstanbul'u sevenler için mutlaka okunması gereken bir kitap.

http://www.kmarsiv.com/cafe.asp

serdar@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Milenyumun Mandalı : Sait Haşmetoğlu


Milenyumun Mandalı

Editör'den Önemli Not:Sevgili Sait Haşmetoğlu'nun e-romanı görsel öğelerle süslendiğinden, aşağıdaki adresten tek tıklamayla zevkle okuyabilirsiniz. Üşenmeyin... Tıklayın... Ayrıca bugünden itibaren duygu ve görüşlerinizi yorum olarak yazabilirsiniz.
http://www.kmarsiv.com/xfiles/mandal_1.asp

Devamı yok. BİTTİ

hasmetoglu@kahveciyiz.biz

Bu romanı arkadaşına önermek ister misin?

Rating: 8,578,578,578,578,578,578,578,578,57
              445 Kahveci oy vermiş.
58261 Yorum var. Yorum Yaz / Oku

Yukarı

 Dost Meclisi


Aşk Üzerine

Aşkın üzerinde fazla tepinirseniz, geriye kalan “lime lime artık”la bir ömür geçiremezsiniz. Aşkın elastikiyetinin de bir sınırı var, oraya buraya çekiştirip durursanız, yırtılır; yırtılanın kendi yüreğiniz olduğunu idrak edemezsiniz. Aşkı annenizin porselen misafir takımı gibi arada sırada çıkartıp, itinayla kullanmalı ve sonra yerine koymalısınız. Müzelik gibi yapıp hiç ellemezseniz de, ruhu kaçar, bir köşede solup gider.

Aşk bir fıskiye gibidir; yaşam sıcağından bunaldığınızda altına girip bir güzel serinleyebilirsiniz. Hatta sonrasında kurulanmayın, bırakın o güzel damlalar kendi kendilerine teninizden buharlaşsınlar..

Aşk bazen kuştüyü yorgan gibidir. Sıkıntılar birikip buzdağı gibi olduğunda, altına saklanıp ruhunuz iyice ısınana kadar orada kalabilirsiniz. Tabii yanlışlıkla elektrikli battaniye kullanmayın, aşk sizi çarpabilir!

Aşk bazen de beş taş oyunu gibidir..Birine bakarken, öbürünü (ya da öbürlerini) el yordamıyla yakalayamazsanız, bu oyunda yenik düşersiniz..

Aşk öyle ince ince çiseleyen yağmur değildir, dalga dalga gelir insanın üstüne, Karadeniz gibi (o yüzden de adı kara sevda olur bazen). Derin bir nefes alıp bırakacaksınız kendinizi, çıktığınızda dalga geçmiş olur. Ama mücadele etmeye kalkışırsanız boğulursunuz..

O ince ince çiseleyen yağmur, “sevgi”dir. Hem aşk gibi sırılsıklam yapmaz sizi, hem de kupkuru ortada bırakmaz. Fazla sudan aşk bataklığı sivrisinek salgınına uğradığında, azar azar sulanan “sevgi çiçekleri” özenle büyür. Aradaki farkı anlamak için, her iki ekmekten de yemiş olmak gerekir.

Bir de aşk diline vurmuş olanlar vardır, onlar aşk üzerine söylev çekmekten aşk trenini kaçırır, arkasından da yaşlı gözlerle bakakalırlar..

Su Yaprak

<#><#><#><#><#><#><#>

Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı değerlendirilecektir.
Kahve Molası bugün 4.398 kahveciye doğru yola çıkmıştır.

Yukarı

 Tadımlık Şiirler


SUYUN YÜZÜNDEN

Senin ellerine
Mavi ışıklı gülden
Taze nilüferler getirdim

Gözlerimdeki ıslaklık
Nilüfer toplamaktan değil
Senin yüzünden

Senin yüreğine
Nilüferli gülden
Mavi ışıklar getirdim

Gözlerimdeki parlaklık
Işık toplamaktan değil
Senin yüzünden

Senin dizlerine
Akan gönülden
Bir tas duru su getirdim

Elindeki nilüfer
Gönlümün derinliğinden
Suyun yüzünden

Armağan Konyalı

Yukarı

 Biraz Gülümseyin


Müşteriye neyi nasıl anlattığınız çok önemli.

Sigortacının biri orduya gider.
Askerler içtimadadır. Başlar anlatmaya:
-"Ben size sigorta satmaya geldim. Sigorta olmayanlar savaşa gittiğinde beynine bir kurşun yerse, ailesi hiç para alamaz; sigortalı olanların ailesine ise, devlet yüklü bir para öder. Şimdi kimler sigorta yaptırmak istiyor?"
Kimseden ses çıkmaz.
İki kez daha anlatır ama yine ses çıkmaz.
Sigortacı gitmek üzereyken kıdemli bir Başçavuş gelir ve:
-"Bir de ben anlatayım, ben bunların dilini iyi konuşurum" der ve askerlere seslenir:
-"Beyler, şimdi sigorta olup da beynine kurşun yiyenlere devletin ne kadar para ödeyeceğini duydunuz mu?"
-Duyduk" der herkes.
-"Şimdi siz hesap edin. Bundan sonra ilk çıkacak savaşta devlet, savaşa sigorta olanları mı, sigortasız olanları mı sürer?"

Cem BOYNER

<#><#><#><#><#><#><#>



Bu pisiciklere birşeyler oluyor!...

Yukarı

 Kıraathane Panosu


FOTOGRAF SERGİSİ

"VAHŞİ YAŞAM" SÜHA DERBENT
8 MAYIS - 4 HAZİRAN 2004

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ, 8 Mayıs - 4 Haziran
tarihleri arasında, hayvan davranışları üzerine fotograf çalışmalarıyla tanınan Süha DERBENT'in "VAHŞİ YAŞAM" isimli sergisine yer veriyor.

8 Mayıs Cumartesi günü saat 18:00'de yapılacak bir kokteyl ile açılacak olan sergide kaplan, aslan, leopar, çita gibi büyük kedilerin görüntüleri yer alıyor. Sergi, hayvanların yaşadıkları coğrafyaya uygun davranış görüntüleri üzerine yaklaşık 8 yıldır çalışmalar yapan Süha DERBENT'in Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabwe, Kenya ve Botswana'da çektiği fotograflardan oluşuyor. Nikon Türkiye Temsilcisi Karfo - Karacasulu ve Emirates Havayolları katkılarıyla gerçekleşen sergi 4 Haziran Cuma gününe kadar izlenebilecek.
Ayrıntılı Bilgi: http://www.suhaderbent.com

FOTOTREK NIKON FOTOGRAF MERKEZİ
Meşrutiyet Caddesi Ravanda İşhanı No : 85
Kat : 1 - 2 D. 1 - 3 Beyoğlu, İSTANBUL
Tel : (212) 251 90 14 - 251 83 74
www.fototrek.com

Yukarı

 İşe Yarar Kısayollar - Şef garson: Akın Ceylan


http://www.punisherthemovie.com/files/game1/index.html
Biraz heyecan istermisiniz? Bilgisayar yoluyla heyecanlanmak için iki yol var. Bir tanesi oyun oynamak ve oynarken tamamen konsantre olmak. Diğer seçenek bizi pek ilgilendirmiyor..:)) Ben size FBI uygulamalarına benzetilmiş özel bir oyun sunuyorum. İyi eğlenceler.

http://www.ferryhalim.com/orisinal/g3/starry.htm
Şirin, sempatik, mini mini, sevgi dolu bir oyun. Görsel olarak pastel renkler kullanıldığı ve sakin müziği ile stress topu olmaya aday görünüyor. İyi eğlenceler.

http://www.3dtextmaker.com/
Tanıtımlarınızda veya web sayfanızda kullanmak üzere bir .gif animasyon hazırlamak isteyenlere ideal bir kısayol. Önce yazı tipini belirliyorsunuz. Seçtiğiniz font, örnek kutucuğunda karşınıza geliyor. Daha sonra sırasıyla, yazı rengi, animasyon boyutu ve çalışmanın ayrıntılarını belirliyorsunuz. Son adım, animasyonda görmek istediğiniz yazıyı kutucuğa yazıyorsunuz. "Make 3D text" kutucuğuna tıkladığınızda animasyon hemen hazırlanıyor. Bir kaç denemeden sonra istediğiniz animasyonu bilgisayarınıza kaydedip kullanabilirsiniz.

http://www.secretlevel.de/submarine.htm
Üç boyutlu ve de gayet oricinal(!) bir denizaltı smilasyonu. Denizler altında hiç bir tehlike olmaksızın dolaşmanın keyfi için bu sevimli çalışmayı kullanabilirsiniz. İyi eğlenceler.

akin@kahveciyiz.biz

Yukarı

 Damak tadınıza uygun kahveler


Powersnake 2.2 [51K] Win98/2k/XP FREE
http://www.1-abc.net/0003/psnake2.exe
Bu da dünkü oyunun devamı. Cep telefonlarına bile yerleşen yılan oyunu. Vakit öldürmek için birebir.

Yukarı

http://kmarsiv.com/sayilar/20040429.asp
ISSN: 1303-8923
29 Nisan 2004 - ©2002/04-kmarsiv.com
istanbullife.com
Kahve Molası MS Internet Explorer 4.0+ ve 800x600 Res. için optimize edilmiştir.
Uygulama : Cem Özbatur - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri